• Sonuç bulunamadı

AN EVALUATION ON TURKISH MIG- MIG-RATION TO ANATOLIA

Belgede KONYA KİTABIXVII (sayfa 120-141)

ANADOLU’YA TÜRK GÖÇLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

AN EVALUATION ON TURKISH MIG- MIG-RATION TO ANATOLIA

ABSTRACT

There are different views on when and how the Turks came to Anatolia for the first time. Ac-cording to this, some of the Huns who migrated to the west from the mixed Turkestan moved to Thra-ce and the other to Anatolia through the Caucasus.

There were two major developments, one in Euro-pe and the other in the Arabian Euro-peninsula, which changed the course of the history of the Great Ro-man Empire. In 395, Eastern and Western Rome was divided into two, the second was the birth and spread of Islam in the 7th century. The Byzantine Empire was notified of Islam by the invitation of

Prophet Muhammad in 628-629 to Emperor He-rakleios, but the Emperor did not even take it se-riously. Thereafter, the Mute War, which started in Anatolia, started the Byzantine-Islamic strugg-le. The conquest of the inner regions of Anatolia and the permanent Islamic dominance in the re-gion was realized only when the Seljuks came to the region. first, Mahmud of Gazneli imprisoned Arslan Yabgu to Kalencer castle and then died, the Turkmens, who belonged to Arslan Yabgu, did not obey Tuğrul and Çağrı Bey, the leader of the Seljuks, and proceeded first to Khorasan and then to Azerbaijan, Iraq, Syria and Anatolia. The-se Turkmens, called Yabgulular, started a great migration movement together. This situation con-tinued until the establishment of the Great Seljuk State in 1040. After the establishment of the Great Seljuk State in 1040, Tuğrul Bey assigned each of the Seljuk meliks with the conquest of a certain region. For this, the Turkmen invasions after 1040 have a great importance both in terms of breaking the Byzantine forces and keeping the dormitories in Anatolia. The “Turkmen issue was a problem since the foundation of the Great Seljuk State. on the other hand, they were opposed to the Seljuk authority because they were very attached to the-ir old culture and thethe-ir ancestors. The dispatch of the Turkmens to Diyar-ı Rum opened the way for the conquest of Anatolia and becoming a Turkish homeland. 1071 The ethnic and political structure of the city was completely changed. After that, the waves of migration coming from Maveraü-river, Khorasan and Iran spread to the inner regions of Anatolia with this victory important places and strong holds seized Turkmen when they arrived in Anatolia, where independent principalities when they are the most important Kutalmışoğul-ları’s activities and founded by Suleymanshah Turkey Seljuk State. Anatolia of a large part of Turkey into the hands of conquer. With the vic-tory of the Battle of Myriokephalon in the XIIth

century, Turkish domination in Anatolia was im-posed on the Byzantine Empire. Towards the end of this century when Turkey Seljuk Empire lived golden age. But Kösedağ War Anatolia invading Mongols, have plundered the rich Seljuk city of The start of the invasion of the Mongols, on the one hand, the great masses of people fleeing from the front of the Mongols to Anatolia with the ar-rival of this place contributed to the Turkization of the Turkish culture on the other hand has ca-used. Turkmens continued to live independently under the rule of their own beys and continued their progress to the Aegean and Marmara regi-ons. With the attractiveness of the three regions, the idea of conquering the new and rich regions, they formed independent political principalities in the regions they dominated.

Keywords: Anatolia, Turks, Seljuks, Turk-mens, Mongols

Türklerin Anadolu’da ilk defa ne zaman gö-rüldükleri konusunda bilhassa yeni tespit edilen bazı kaya resimleri ve tamgalardan hareketle farklı görüşler ortaya koyuluyor1. Bununla birlikte yazılı kaynaklara dayalı olarak tespit edilebilen Anado-lu’ya yönelik ilk Türk harekâtının, Hazar denizi-nin kuzeyindeki yolu takip eden Türk toplulukla-rı tarafından yapıldığı biliniyor. Buna göre Uluğ Türkistan’daki birtakım karışıklık ve sıkıntılar

1 Bu konuda çeşitli araştırmacıların heyecan verici çalışmaları de-vam etmektedir. Şimdilik bilgi ve değerlendirmeler için bk. Servet Somuncuoğlu, Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, İstanbul 2011; Aynı yazar, Damgaların Göçü (Kurgan), İstanbul 2012; Mus-tafa Aksoy, Tarihin Sessiz Dili Damgalar, İstanbul 2014; Alpaslan Ceylan, “Doğu Anadolu’da İlk Türk İzleri”, XV. Türk Tarih Kong-resi, I, Ankara 2010, s. 215-232; Aynı yazar, “Taştaki Türkleri Oku-mak”, Türkiz Dergisi, VI/34, (Temmuz-Ağustos 2015), s. 9-52; İb-rahim Üngör, “Orta Asya’dan Anadolu’ya Kayalara Yazılan Türk Kültürü (Dereiçi Kaya Resimleri)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (SUTAD), 39, (Bahar 2016), s. 357-370; Ya-vuz Günaşdı, “Doğu Anadolu Kaya Resimleri Işığında Doyumlu Kaya Panoları”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (SUTAD), 39, (Bahar 2016), s. 391-407.

neticesinde batı istikâmetinde göç eden Hunların bir kısmı Balkanlardan Trakya’ya ilerlerken, daha büyük sayıda diğer bir kısım da Kafkaslar üzerin-den Anadolu’ya yöneltilmişti. Hun devletinin Don nehri havalisindeki “doğu kanadı” tarafından dü-zenlenen Anadolu akını, Basık ve Kursık adlı iki başbuğun idaresinde idi. Romalıları olduğu kadar Sâsânî İmparatorluğu’nu da telâşa düşüren bu akında Hun süvarileri, Bizans İmparator’u I. The-odosius’un öldüğü 395 senesinde Erzurum (The-odosiopolis) bölgesinden itibaren Karasu ve Fırat vadilerine, oradan Malatya (Melitene) ve Çukuro-va’ya (Kilikya) kadar ilerlemişlerdi. Bu arada böl-genin en korunaklı kalelerinden biri olan Urfa’yı (Edessa) ve Antakya’yı kuşatmışlardı. Daha sonra Suriye’ye inen Hunlar, Sur (Tyros) ve Kudüs’e ka-dar ilerlemişlerdi. Son derece süratli hareket eden Hun akıncıları, bölge halkının şaşkın ve çaresiz ba-kışları arasında sonbahara doğru kuzeye yönelerek Orta Anadolu’ya, Kayseri ve Ankara havalisine, oradan da Azerbaycan Bakü yoluyla 396 senesi içinde merkezlerine döndüler. 398’de daha küçük çapta tekrarlanan bu akınlar karşısında genç Bizans imparatoru Arkadius hiçbir ciddî tedbir alamamış, efsane hâline gelen Hun atlılarından geriye Urfa piskoposu Efraim’in “Bunlar atlarının üzerinde fırtına gibi uçarlar. Onlara kimse karşı koyamaz.

Haykırış ve nâraları aslanlar gibidir. Onların silah-larına karşı koyabilecek kimse yoktur. ” satırları kalmıştı.2

Urfalı Efraim’in eserinde tesadüf edilen bu ilk akınlardan sonra Hunlarla aynı yolu, yani

ku-2 İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ötüken Neşriyat, İs-tanbul 1998, s. 73; Şerif Baştav, “Attila ve Hunları”, Makaleler, I (Yay. Haz. E. Semih Yalçın-Emine Erdoğan), Berikan Yayınevi, Ankara 2005, s. 408.

zey yolunu takip eden Sabarlar3 ve Avarlar4 gibi başka Türk topluluklarının da 5. -7. asırlar arasın-da Anadolu’ya yönelik bazı akınlararasın-da bulundukları bilinmekle birlikte bu ilk faaliyetlerin kapsam ve mahiyeti, Anadolu’daki Türk varlığı konusunda ne tür bir tarihî önem arz ettikleri tespit edilemiyor.

Hunların önünü açtığı kuzey yolunda bunlar yaşanırken biri Avrupa’da diğeri Arap yarımada-sında meydana gelen iki gelişme, kadim Doğu-Ba-tı ilişkilerinin ve dünya tarihinin seyrini değiştirdi.

Bu gelişmelerden ilki “Kavimler göçü” sonrası sarsılan Büyük Roma İmparatorluğu’nun 395 yı-lında Doğu ve Batı Roma olarak ikiye bölünme-si ve Batı bölümünün kısa bir süre sonra ortadan kalkmasıydı. Modern tarihçilerin yeni bir çağın başlangıcı olarak nitelendirdikleri bu hadisenin ardından, imparatorluğun Doğu kısmı varlığını de-vam ettirdi. Merkezi İstanbul olan ve Yeni Roma olarak da adlandırılan bu siyasî teşekkül, esas itibarıyla Roma İmparatorluğu’nun doğu toprak-larındaki devamından ibaretti. Ancak devletin te-mel dinamikleri sadece Roma’nın devlet ve idare geleneğinden, hukukundan, sosyal, ekonomik ve kültürel mirasından oluşmuyordu. En az bunlar kadar etkili olan iki unsur daha vardı. Bunlardan biri Hıristiyanlık, daha doğru bir ifadeyle Ortodoks Hıristiyanlık, diğeri ise Doğu Roma’nın hâkimiyet coğrafyasını teşkil eden kadim Doğu medeniyetle-rinin etkisiydi. Zaman içinde gelişip olgunlaşan bu

3 Sabarlar, 5 ve 6. yüzyıllarda Batı Sibirya ile Kafkasların kuzey bölgesinde mühim tarihî rol oynamışlardır. Bizans’a karşı Sâsânî-ler ile ittifak yapmış ve Kayseri, Ankara, Konya bölgesine kadar akınlarda bulunmuşlardır. “Sibirya” isminin de Sabarlara izafeten verildiği düşünülüyor (bk. Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, s. 157-159; Laszlo Rosonyi, Tarihte Türklük, TKAE Yay., Ankara 1993, s. 77-78).

4 552 tarihinde Göktürklerle giriştikleri mücadeleyi kaybeden ve Kafkaslara doğru göç eden Avarlar, Balkanlar’dan Kırım’a kadar uzanan sahada güçlü bir devlet kurmuşlardır. En meşhur faaliyetle-ri ise 592’de İstanbul’u kuşatmalarıdır (bk. Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, TDAV Yay., İstanbul 1988, s. 155 vd.; Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, s. 151-156; Rasonyi, Tarihte Türklük, s. 79).

sentez, Roma’dan ve Doğu’dan izler taşıyan, ama aynı zamanda da ne tam Romalı ne de tam Doğulu olan farklı bir yapı, farklı bir kültür ve medeniyet haline geldi. Bu yüzden modern araştırmacılar, bu siyasî yapıya Bizans adını verdiler5.

Bu devletin kurulmasından sonra doğu için batı, artık büyük ölçüde Bizans demekti. Kurul-duğu andan itibaren kuzeyde Hunlar, Sabarlar, Avarlar ve diğer Türk şubeleriyle karşılaşan Bi-zans’ın, doğu sınırlarında karşılaştığı en büyük güç Sâsânîler oldu. Bizans ve Sâsânîler, 5. yüz-yılın başlarından 7. yüzyıla kadar üç asır boyun-ca birbirleriyle sürekli müboyun-cadele halinde olan iki komşu devlet olarak varlıklarını sürdürdü-ler. Anadolu’da Bizans sınırlarının bittiği yerde Sâsânî, Sâsânî sınırının bittiği yerde de Bizans sınırı başlıyor, biri Doğu’nun, diğeri Batı’nın temsilcisi durumunda olan bu iki büyük güç ara-sındaki karşılıklı akınlar ve savaşlar aralıksız bir şekilde devam ediyordu.

5 “Tarihte ne kendisini “Bizans” olarak adlandıran bir devlet, ne de kendilerini “Bizanslılar” olarak gören bir halk vardır. Bizans İmpa-ratorluğu yaşadığı süre boyunca hiçbir zaman kendisine “Bizans”

dememiştir. XIX. yüzyılın modern tarihçileri tarafından “Bizans”

olarak adlandırılan Doğu Roma, çoğunluğun kabulüyle Roma İm-paratorluğu’nun Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasıyla ortaya çık-mıştır. Bir rivayete göre “Bizans” adını ilk olarak XVI. yüzyılda Hieronymus Wolf (1516-1580) Corpus Historiae Byzantinae (yıl 1557) adlı eserinde Doğu Roma’yı ifade etmek için kullanmıştır.

Bu isim daha sonraları yaygınlık kazanmıştır. Bu devletin Yunanca adı ise “Basiliatön Romania” (Roma İmparatorluğu) veya sadece

“Romania”dır (İlber Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, İstanbul 2006, s. 44). Başka bir rivayete göre de “Bizantion” adını “Byzas”

adlı bir kişiye bağlayan birkaç öykü vardır. Bu ismin tarih öncesine dayanan efsanevi hikâyesine göre, o günlerde koloni şehri olarak kurulan “Bizantion” kenti adını “Byzas” adındaki bir kral yahut kumandandan almıştır. Bu isimlendirme XVIII-XIX. yüzyıllarda bu devleti nitelemek adına tekrar ortaya atılmıştır. Doğu Roma için sonradan söylenen “Bizans” adlandırması da buradan kaynaklana-rak günümüzde yaygınlık kazanmıştır. (Feridun M. Emecen, Fetih ve Kıyamet 1453, İstanbul 2012, s. 25). Konu hakkında toplu bilgi için bk, Abdullah Kaya, “Doğudaki Roma’nın Bizanslaştığı Devir:

I. Justinianos Dönemi”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, XXXVII/2 (Aralık 2013), s. 17-40; Engin Akyürek, “Bi-zans Uygarlığı Üzerine Genel Bir Değerlendirme”, Türkiye Arkeo-lojik Yerleşmeleri: Bizans/Marmara, (Haz: E. Akyürek, A. Tiryaki, Ö. Çömezoğlu, M. Memiş, & D. Uygun), Ege Yayınları İstanbul 2007.

7. yüzyıla gelindiğinde bu durum değişti. Ka-dim Doğu-Batı ilişkilerini ve dünya tarihini değişti-ren ikinci önemli hadise meydana geldi. Bu hadise yeni bir dinin, İslâmiyet’in doğuşundan başka bir şey değildi. İslâmiyet’in kazandırdığı müthiş ruh haliyle büyük bir atılım gerçekleştiren Arap ordu-ları, 7. yüzyılın ortalarına doğru bir yandan Bizans, diğer yandan Sâsânî sınırına kadar dayandılar.

Bizanslılar, bu yeni din ve siyasî rakipten ilk defa İslâm peygamberi Hz. Muhammed’in 628-629 tarihinde İmparator Herakleios’a (ö. 641) gönderdiği davet mektubuyla haberdar olmuşlar6, ancak ciddiye almadıkları gibi, Hz. Peygamber ta-rafından aynı sene içerisinde Şam yakınlarındaki Busra (şimdiki Havran) valisine gönderilen elçileri de öldürmüşlerdi7. Bu hadisenin ardından yapılan Mûte Savaşı, Suriye ve Anadolu’da uzun yıllar de-vam edecek Bizans-İslâm mücadelesinin başlangı-cını teşkil etmişti8. 630 senesinde gerçekleşen ve

6 Söz konusu mektup için bk. Muhammed Hamîdullah, Peygam-ber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, (Terc. Mehmet Yazgan), İstanbul 1990, s. 111-131; Aynı yazar, İslâm Peygamberi, I, (Çev.

Salih Tuğ), Ankara 2003, s. 331-350; İsmail Hakkı Göksoy, “Hz.

Peygamber’in Hükümdarlara Gönderdiği Davet Mektupları ve Önemi”, II. Kutlu Doğum Sempozyumu (Tebliğler - 20 Nisan 1999), Isparta 1999, s. 125-127.

7 Bk. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, s. 329-330; Sıddık Ünalan - Hakan Öztürk, “Hz. Muhammed’in Hıristiyanlarla Yapmış Oldu-ğu Diplomatik Münasebetlerin Evrensel Boyutu”, Fırat Üniversite-si İlahiyat FakülteÜniversite-si DergiÜniversite-si, XII/2, (2007), s. 17.

8 Bk. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 329-330, 334-335; Hü-seyin Algül, “Mûte Savaşı”, DİA, XXXI, 385-387. Gassânî-Hıris-tiyan Arapları’nın reislerinden Şürahbîl b. Amr’ın, Resûlullah’ın bir mektubunu Busrâ-Filistin valisine götürmekte olan Hâris b.

Umeyr’i öldürerek kabileler ve devletlerarası bir teamülü bozması Hz. Peygamber’i ciddi bir tavır almaya sevk etti. Hemen bir ordu hazırlığına girişen Resûl-i Ekrem kısa zamanda ortaya çıkan 3. 000 kişilik kuvvetin kumandanlığına sırasıyla Zeyd b. Hârise, Cafer b.

EbûTâlib ve Abdullah b. Revâha’yı getirdi. Bunlardan biri şehit olduğu takdirde diğeri kumandayı ele alacaktı; hepsi şehit düşerse Müslümanlar kendi aralarından birini kumandan seçeceklerdi. Mû-te’de 3. 000 kişilik İslâm ordusu, bölgedeki 100 bin kişilik Bizans ordusuyla savaşmak zorunda kalmıştır. Hz. Peygamber’in tayin et-tiği üç komutan, Zeyd b. Hârise, Cafer b. Ebû Tâlib ve Abdullah b.

Revâha şehit olunca askerler tarafından kumandan seçilen Hâlid b.

Velîd orduyu toparlamış ve geri çekmeyi başarmıştır. İslâm ordu-sunun sayıca kendisinden çok üstün olan düşmanla planlı şekilde vuruşarak Medine’ye ulaşması bir zafer sayılabilir. Medine’deki

Hz. Peygamber’in son gazvesi olan Tebük Sefe-ri’nden9 sonra ise Arap yarımadasının kuzeyinden başlayarak Anadolu (Küçük Asya) içlerine kadar uzanacak olan İslâm fetihleri başlamıştı. Dört ha-life döneminde devam eden harekât, Emevîler ve Abbâsîler döneminde devam etse de kalıcı bir yer-leşim söz konusu olmadı ve bölgede Emevî ve Ab-bâsî fütuhatından geriye sadece birkaç eser, rivayet ve söylenceler kaldı10. Anadolu’nun iç bölgelerinin fethi ve bölgede kalıcı İslâm hâkimiyetinin tesisi, ancak Selçukluların bölgeye gelmesiyle başladı.

İslâm fetihlerinin yöneldiği diğer bir saha İran coğrafyasıydı. O dönemde bu bölgeye batı için doğu denince akla gelen en önemli devlet olan Sâsânîler hâkimdi. Bir süredir doğuda da Türk göç-leriyle yıpranmış bulunan Sâsânîler, Arap İslâm ordularının taarruzu karşısında fazla tutunamayıp tarih sahnesinden çekildiler. Bu devletin yıkılması, İslâm ordularının İran, Horasan ve Mâverâünnehir yolunu açtığı gibi Uluğ Türkistan’dan batıya doğru ilerleyen Türk göçlerine mani olan büyük set de or-tadan kalkıyor, Türkler için yeni ve önemli bir göç yolu olan “Orta yol” da açılmış oluyordu11.

Müslümanlar arasında İslâm ordusunun bu şekilde dönmesini doğru bulmayanlar olmuşsa da Resûl-i Ekrem bunun bir firar de-ğil toparlanıp düşmanla tekrar karşılaşmayı amaçlayan bir hareket olduğunu bildirmiş, böylece dedikodulara son vermiştir. Bugün Mûte Savaşı’nın yapıldığı yerde tarihî Mûte Mescidi’nin kalıntıları ve 500 metre yakınında şehit olan üç kumandanın türbeleri bulun-maktadır. Bu savaş, Müslümanların Bizanslılara yaptıkları ilk sa-vaş olarak bilinmektedir.

9 Tebük Seferi hakkında bk. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 336-342; İsmail Yiğit, “Tebük Gazvesi”, DİA, XL, 228-230.

10 Toplu bilgi için bk. Casim Avcı, İslam Bizans İlişkileri, İstanbul 2003; Saim Yılmaz, Anadolu’da Abbasi-Bizans Mücadelesi (132-193/750-809), İstanbul 2015; Adem Apak, “Emevîler Döneminde Anadolu’da Arap Bizans Mücadelesi”, Uludağ Üniversitesi İla-hiyat Fakültesi Dergisi, XVIII/2, Bursa 2009, s. 95-122; Gürhan Bahadır, “Dokuzuncu ve Onuncu Yüzyılda Bizans-Abbasi Sınırı”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, XXVIII/46 (2009), s. 163-178.

11 Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, TTK Yay., Ankara 1993, s. 3-4; Aynı yazar, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi I (Kuruluş Devri), TTK Yay., Ankara 2000, s. 21.

Orta yolun açılması bir yandan İslâm sınırla-rının Türkistan’a kadar ulaşmasını sağlarken, diğer yandan da Türkler arasında İslamlaşma sürecinin başlamasına ve her geçen gün daha kalabalık kitle-ler halinde İslâmiyet’i kabul eden Türkkitle-lerin batıya doğru akmalarına imkân verdi. Her ne kadar ilk başlarda özellikle Emevîlerin bazı yanlış politika-ları, Türklerin İslâm’ı kabulünü biraz geciktirdi ise de bu menfi durum zamanla değişti. 10 ve 11. yüz-yılda gittikçe artan bir hızla İslâmiyet’i kabul eden Türkler batıya doğru ilerleyeme devam ettiler12.

Türkler arasında İslamlaşmanın genel seyri, Anadolu’ya yönelik Türk harekâtını da şekillendir-di. İlk dönemde Türkler, İslâm ülkelerine münferit ve küçük gruplar halinde girerek Emevîler, özel-likle de Abbasîler döneminden itibaren askerî alan-da görev yaptılar. Bizans hududunalan-da oluşturulan

“Avâsım-Sûgûr” bölgesinin13 vazgeçilmez gazileri haline gelen Türkler, böylece Anadolu toprakla-rında yeniden görülmüşlerdi. Ancak Anadolu üze-rindeki Türk harekâtının yoğunlaştığı ve bir anlam ifade ettiği dönem, Büyük Selçuklu Devleti’nin ortaya çıkmasıyla başlayacaktı.

Selçuklu Türkmenlerinin yazılı kaynaklar-dan tespit edebildiğimiz kadarıyla Anadolu’ya ilk akını14, 1018’de ya da 1015-1021 yılları

arasın-12 Batıya yönelik Türk göçü hakkında toplu bilgi için bk, Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2004, s. 33-45.

13 Sugûr, Bizans sınırına en yakın bölgede yer alan müstahkem kale ve şehirleri, avâsım ise bu hattın güneyindeki müstahkem kale ve şehirler kuşağını ifade eder. Bu saha zaman zaman değişmek-le birlikte ana hatlarıyla Tarsus’tan başlayarak Adana, Massîsa (Misis), Zibatra, Maraş, Malatya ve Hısnımansûr’dan geçen ve Sümeysât’a (Samsat), oradan da Fırat’ın batı kıyısını takip edip Bâlis’e kadar uzanan sahadır. Bkz. Hakkı Dursun Yıldız, “Avâ-sım”, DİA, IV, s. 111-112; Casim Avcı, “Sugûr”, DİA, XXXVII, s. 473-474.

14 Anadolu’ya ilk Selçuklu akını hakkında araştırmacılar arasında bazı fikir ayrılıkları mevcuttur. Bu görüşü ilk ortaya atan Mük-remin Halil Yinanç’tır. İbrahim Kafesoğlu bu düşüncenin doğru-luğunu güçlendirmek ve hatta kesin ispatlamak için bu hadiseye münhasır bir makaleyi kaleme almış, Zeki Velidi Togan, Osman Turan ve Mehmet Altay Köymen gibi alanın önemli mütehassısları

da Çağrı Bey tarafından gerçekleşmiştir15. Urfalı Mateos, 1018’e tarihlendirdiği bu seferde ilk defa karşılaştığı Oğuz Türklerini, tıpkı 395’te Kafkas-ya üzerinden Anadolu’Kafkas-ya giren ve oradan Urfa’Kafkas-ya kadar ilerleyen Hunlar hakkında malumat veren Urfa piskoposu Efraim’in gibi şaşkınlıkla tasvir etmekte, acayip kıyafetlerinden, kadın gibi uzun saçlarından, yaylarından ve okçuluk konusundaki maharetlerinden bahsetmiştir16.

Kaldı ki kaynakların, Çağrı Bey’i Doğu Ana-dolu’da karşılayan Türkmenlerden bahsetmesi, bazı Türkmen kitlelerinin Çağrı Bey’in bölgeye

geli-da eserlerinde bu konuya yer vermişlerdir. Bununla beraber Clau-de Cahen, Çağrı Bey’in yaptığı Anadolu seferinin 1018 tarihinClau-den çok daha sonra gerçekleşmiş olduğunu, Faruk Sümer ise Çağrı Bey’in yaptığı Anadolu seferinin, menkıbevi mahiyette ve güveni-lir olmayan bir eser olan Meliknâme’ye dayanan bir masal olduğu görüşündedir. Konu üzerine yeni bir çalışma ortaya koyan Ömer Soner Hunkan da 1018 seferinin Çağrı Bey idaresindeki Oğuzlar tarafından değil, başka Oğuz kitleleri tarafından yapıldığının, Çağ-rı Bey’in seferinin ise 1029-1035 yıllaÇağ-rı arasında meydana gelmiş olmasının daha muhtemel olduğunu ileri sürmüştür. Bu konudaki görüş ve tartışmalar için bkz, Ömer Soner Hunkan, “1018 Anadolu (Rûm) Seferini Çağrı Bey Yönetimindeki Oğuzlar mı Gerçekleştir-di?”, Akademi Günlüğü Toplumsal Araştırmalar Dergisi, I/3 (Güz 2001), s. 77-87

15 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (92-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), (Terc. Hrant D. Andreasyan), TTK Yay.,

15 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (92-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), (Terc. Hrant D. Andreasyan), TTK Yay.,

Belgede KONYA KİTABIXVII (sayfa 120-141)