• Sonuç bulunamadı

1.3 Yabancılaşma Kavramının Tarihsel Gelişimi

1.3.2 George W.F Hegel Sonrası Dönem (18 Yüzyıl Sonrası)

1.3.2.5 Erich Fromm ve Yabancılaşma

Fromm, modern toplumun insanını (dolayısıyla yabancılaşmasını) analiz ederken şu üç rolü bir araya getirerek hareket etmiştir; yerine göre bir doktor, yerine göre bir sosyal bilimci yerine göre ise bir yargıç (Gasiorowski, 1969, s.63). Fromm, yabancılaşma kavramının ABD’de ün kazanmasını sağlayan en önemli düşünürlerden biridir (Maina, 2000, s.74). Erich Fromm’un yabancılaşma kavramına bakışı, Marx düşünce okulunun duruma bakışının, daha detaylandırılmış bir keşfine benzetilebilir. Fromm, modern insanın tamamen yabancılaşmış olduğunu ve bunun sebebinin de sosyal etkiler olduğunu ifade etmektedir (Williams, 1995, s.29).

Fromm yabancılaşma kavramına “Sağlıklı Toplum” isimli eserinde şu şekilde bir açıklama getiriyor; “yabancılaşma sözcüğü eskiden akıl hastalarını tanımlamak için kullanılıyordu. İngilizcede bugün bile akıl hastalarına bakan doktorlara “alienist” denmektedir. Geçen yüzyılda yabancılaşma Hegel ve Marx akıl hastalığı için değil de daha hafif bir kendinden kopma biçimini anlatmak için kullandılar. Bu durumdaki kişi günlük olaylarda aklıyla davranır, oysa toplumsal yaşamda çok büyük bir çarpıklık içindedir”. (Fromm, 2006, s.116).

Mevcut kapitalist ekonomik sistemin ve bu sisteme dayalı olarak gelişen dünya görüşlerinin insanları nasıl bunaltıp, mutsuz kıldığını gören Erich Fromm, bunu kendi kişiliğinde de yaşadığını belirtmiştir. Sürekli tüketiyor olmanın ve daha çok şeylere sahip olmanın insanları hiçbir zaman doyuramaması, onu neticede büyük hümanist düşünür ve dinlerde ortak olan bir dünya görüşüne eriştirmiştir. Eğer sahip olmak, maddesel açıdan zenginleşmek mutlu kılsaydı, bütün Batı toplumlarının buna ulaşmış olmaları gerekirdi. Ama kazanmak, sahip olmak ve daha fazla tüketmek, gerçekte kendisine ve çevresine yabancılaşmış insanların korkularını ve bunalımlarını gizlemekte kullandıkları bir araçtan başka bir şey değildir. Sistemin (makinenin) işleyebilmesi için silik, kişiliksiz ve uyumlu “klişe” tipler gereklidir. Toplumsal yapı, bu ihtiyacını giderebilecek tipte insanlar üretmektedir. Sonra da, onların, bu kendilerine yabancılaşmış, korkak ve bunaltılı ruh hallerini yalancı bir tatmine yöneltmektedir. Çok tüketmek ve tüketilen malların marka değişiklikleri ile kişilikleri farklılaştırmak, aldatıcı bir doyum ve mutluluk görüntüsü vermektedir. Ama içten içe, herkes mutsuz, korkak ve acı içerisindedir. Gerçeği görmek ve mutluluğu yaşamak ancak, sömürünün bulunmadığı ve bunu gizlemek ya da haklı göstermek için bir takım ideolojilerin geliştirilmediği, böylelikle de insanın aklını ve sevgisini tam olarak kullanabildiği bir toplum biçimi içinde olabilir (Taş, 2007, s.42).

Fromm, modern toplumda yabancılaşmanın toplumsal bir gerçek olduğunu ve bunun toplumun her yerinde ve aşamasında gözlemlenebildiğini ifade eder. Ona göre kapitalist sistem gereği, bu sistemin ortaya çıkarmış olduğu toplum düzeninin ilişkiler bütünü ve değerler sistemi dolayısıyla insan kendi gerçeğinden uzak ve korkak bir yaratık haline gelmiştir. Çünkü kapitalist sistem yarattığı muazzam büyüklükteki örgütler, hiyerarşi, bürokrasi, olağanüstü ürün ve sermaye birikimi nedeniyle bireyi ezmekte, ezilen birey de kendini bu devasa yapı karşısında ezik, aciz, küçük ve değersiz hissetmektedir. Böyle bir durumda birey, bu varlıklar ile kendisi arasında bir örtüşme yakalayamamakta, kendisini onlara ait olarak görememekte, yalnızlığını hissetmekte ve bu şekilde mevcut yapıya karşı yabancılaşmaya başlamaktadır. Böyle bir durumda kişiliği değişime uğrayan birey, yaşayabilmek için tüketen bir varlık haline gelmekte, daha fazla tüketerek acizliğini yenmeye çalışmaktadır. Bu haldeki birey kendini yaşayan birey olmaktan çıkıp koşulların ortaya koydukları arasında kendine yer edinmeye çalışan bir varlığa dönüşmektedir (Fromm, 2004, s.66–67).

Kapitalist toplumda birey ekonomik etkinliğin amacı değil aracı konumundadır. Böyle bir durumda, bireyin ekonomik amaçların aracı olarak sisteme boyun eğmesi, sermaye birikimini ekonomik etkinliğin amacı ve hedefi haline getiren kapitalist üretim biçiminin kendine has kimliğinden kaynaklanmaktadır. Kişi kapitalist toplumda kar sağlamak amacıyla çalışmaktadır ancak kişinin böylesi bir toplumda sağladığı kar harcanmaktansa koşullar gereği yatırıma dönüştürülmektedir. Yalnızca sermaye birikimi uğruna çalışma ilkesi nesnel olarak insanoğlunun gelişmesi açısından çok büyük bir önem taşımakta, ancak öznel olarak insanı kişisel olmayan amaçlar için çalışmak durumunda bırakmaktadır. Bu ilke, daha öncesinde Marx’ın da benzer şekilde tarif ettiği gibi, insanı adeta kendi elleriyle inşa ettiği makinenin, ürünün kölesi haline getirmektedir. Böylece de insan kişisel olarak önemsizlik ve güçsüzlük duygusuyla dolmaktadır (Fromm, 1996, s. 98-100).

Fromm, kapitalizmi bireyi yalnızlaştırması, önemsizlik ve güçsüzlük duygularıyla ezmesi nedeniyle eleştirmektedir. Bununla birlikte kapitalizmin olumlu yanlarını da belirtmektedir. Fromm’a göre kapitalizm, insanı feodal bağlardan koparmakla kalmayıp, olumlu anlamda özgürlüğe, etkin, eleştirel düşünceye sahip ve sorumlu bir benliğin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Her ne kadar kapitalist ekonomik düzenin bireyci yapısı tartışılmaz bir gerçek olsa da, Fromm’a göre bu ekonomik bireyselliğin bireyin yalnızlığını arttırmadaki etkisi kuşkuyla karşılanabilir (Fromm, 2003, s.100–101).

Fromm, sanayi toplumundaki yabancılaşmış işçiyi ve yöneticiyi şu şekilde ifade etmektedir; “Sanayide kişi atomsal ezgiye ayak uyduran verimli bir atom olup çıkar. Yerin tam burası, şöyle oturacaksın, kolların y yarıçaplı bir çemberde x inçlik bir hareket yapacak

ve bu hareketin süresi t dakika olacak. Planlamacılar, küçük hareket uzmanları, teknik yöneticiler, işçiyi, düşünme, özerk bir biçimde hareket etme hakkından yoksun bıraktıkça, iş giderek daha mekanik ve düşünmeden yapılan bir eylem olarak ortaya çıkıyor. Yaşam yadsınıyor, denetlenme gereksinmesi, yaratıcılık, merak duygusu, bağımsız düşünebilme yeteneği engelleniyor. Sonuç, kaçınılmaz sonuç, ya bundan kaçması ya da buna karşı direnişe geçmesi, uyuşukluk ya da yıkıcılıktır, ruhsal gerilemedir. Yönetici de yaptığı işte yabancılaşma içindedir. Yöneticinin parçaları değil de bütünü yönettiği doğrudur. Oysa somut ya da yararlı görülmesi gereken ürününden o da yabancılaşmış durumdadır artık. Eski sahip - yöneticiyle karşılaştırıldığında bugünkü yönetici ortaklara bölüştürülen karı arttırmaktan çok, girişimin daha verimli çalışması, genişlemesi yolunda çalışsa da, amacı başkalarının yatırdığı sermayeyi karlı biçimde arttırmaktır” (Fromm, 2006, s.120-121).