• Sonuç bulunamadı

2. GENEL BİLGİLER

2.1. Beyin Tümörleri

2.1.7. Beyin Tümörü Tanısı Almış Hastalarda Psikopatoloji

2.1.7.1. Emosyonel Sorunlar

Çocuklarda görülen fiziksel sorunlar psikososyal sorunlara da neden olmaktadır. Fiziksel kısıtlılıklar çocukların arkadaş ilişkilerini ve günlük yaşam aktivitelerini yerine getirmelerini olumsuz yönde etkileyebilir. Hastalığın tekrarlama korkusu ve geç yan etkilerin görülme olasılığı çocuk ve ailenin endişe yaşamasına neden olmaktadır. Hasta ve ailesi bu endişeyi ömür boyu yaşayabilmektedir. Ayrıca iş yerinde ayrımcılık, askere gidememe, sigortasının bitmesi gibi sorunlar da tedavi bittikten sonra yaşanmaktadır. Tüm bu problemler çocuklarda depresyon, posttravmatik stres bozukluğu, davranış ve uyum sorunları, benlik saygısında azalma gibi psikolojik sorunlara yol açmaktadır.

Çocukların tedavi sonrası ruhsal durumları ve işlevselliği ile ilgili çok sayıda çalışmanın yapıldığı dikkati çekmektedir. Ancak bu alanda yapılan çalışmaların sonuçları birbiriyle tutarlı değildir.

Karşımıza üç değişik sonuç çıkmaktadır

1. Bu çocukların ruh sağlıklarının kontrol grubundan daha kötü olduğu; depresyon, posttravmatik stres bozukluğu ve somatizasyon bozukluğu gibi önemli ruhsal hastalıklara daha sık rastlandığı bildirilmektedir. Ayrıca, davranış ve uyum sorunları, benlik değerinde düşüklük ve beden imajı ile ilgili sorunlar kanserli çocuk ve gençlerin uzun süreli izleminde saptanan diğer önemli güçlüklerdir.

2. Kanserli izlem hastalarının sağlıklı yaşıtlarına göre ruhsal gelişim ve uyum sorunları açısından önemli bir fark bulunmamıştır.

3. Bu hastalar sağlıklı akranlarına göre ruhsal durum ve sosyal uyum açısından daha iyi durumdadırlar ve kontrol grubunun depresif duygudurumunun daha belirgin olduğu gözlenmiştir.

Kanser tanısı almış çocukların ruh sağlıklarının kontrol grubundan daha kötü olduğuna dair literatürde birçok çalışma mevcuttur. Koocher and O‘Malley çalışmasında, kanser olup, iyileşen çocukların psikososyal sorunlar yaşama açısından artmış risklerinin olduğu belirtilirken, en az orta düzeyde emosyonel sorunlar (depresyon ve posttravmatik stres belirtiları dahil olmak üzere) yaşadıkları ifade edilmektedir. Farklı araştırmalarda da davranışsal uyumda sorunlar, somatik kaygılarla uğraşma, düşük benlik saygısı ve beden imajı ve diğer psikososyal uyum sorunlarının olduğu gösterilmiştir. Başka bir çalışmada da, iyileşen lösemi hastalarında 12-17 yaş arasındaki ergenler kontrol grubu ile karşılaştırılmış ve iyileşen olguların daha yüksek oranda anksiyeteye sahip olduğu ve 15-17 yaş arasındaki ergenlerin 12-14 yaş arasındaki ergenlere göre daha anksiyöz oldukları saptanmıştır. Kazak çalışmasında 8-19 yaş arasındaki 130 olguyu çalışmaya almış ve iyileşen olgularda daha fazla anksiyete durumu saptanmış. Von Essen çalışmasında 8-18 yaş arasında 35 remisyonda olan olgu ile tedavi alan 16 olguyu sağlıklı kontrol grubuyla karşılaştırmış ve remisyonda olan çocuk ve ergenlerde yüksek derecede anksiyete ve depresyon bulunduğunu belirtmiştir. Remisyondaki 6 çocuk ve tedavi alan 1 hastada depresyon tespit edilmiştir. Ergenlerle ilgili yapılan başka bir çalışmada, iyileşen olguların kardeşlerine göre 1,5 kez daha fazla anksiyete-depresyon, 1.7 kez daha fazla antisosyal davranışlar gösterdikleri belirlenmiştir. Bu çalışmada özellikle psikopatoloji saptanan olguların bir çoğunun MSS tedavisi aldığı bildirilmektedir.

Çalışmalarda ayrıca birçok uzun süreli remisyon olgusunun psikososyal koşullarının ve birçok psikolojik değerlendirmelerinin normale yakın olduğuna dair yayınlar olmasına rağmen, iyileşen olguların 1/4 ile 1/3‘ ünde, süregen ve ciddi psikolojik ve sosyal uyum sorunları bulunduğu ifade edilmektedir. Ayrıca, genç erişkinlik döneminde de genel işlevselliği iyi, iş sahibi ve yüksek yaşam kalitesi rapor edilen olgularda bile ruhsal sorunların yüksek düzeyde olduğu saptanmıştır. Ek olarak yapılan psikolojik taramalar neticesinde uzun dönem izlenen bu hastaların ruhsal sorunlar yaşamaya daha yatkın oldukları ve iyileşen olguların kardeşlerine göre depresif belirtiler ve somatik sıkıntılarının 1,6-1,7 kez daha fazla olduğu belirtilmektedir. Kardeş kontrollü çalışmada genç erişkinlik dönemindeki sağ kalan olguların depresyon ve somatik sıkıntılar açısından önemli derecede risk altında oldukları ifade edilmiştir. Uzun süreli olarak izlenen iyileşmiş olguların sağlıklı

olmadığına dair birçok yayın bulunmaktadır. Sloper yaptığı çalışmada 9-18 yaş arasında 5 yıldan beri remisyonda olan olguları sağlıklı kontrol grubuyla karşılaştırmış ve sonuçta her iki grup arasında benlik saygısı ve anksiyete açısından bir fark olmadığını göstermiştir. Diğer bir çalışmada da 8-16 yaş arasında iyileşmiş olan 138 olgu sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırılmış ve aralarında bir fark olmadığı saptanmıştır. Remisyondaki olgularda depresyon görülme sıklığını araştırmak için yapılan karşılaştırmalı çalışmada; remisyondaki olgularla kontrol grubu arasında bir fark olmadığı ve remisyondaki olguların kontrol grubuna göre madde kullanım oranının daha az, agresyon ya da antisosyal davranışların ise kontrol grubuyla benzer düzeyde olduğu belirtilmiştir. Ebeveynler, çocuklarındaki somatik (baş ağrısı, mide ağrısı gibi) belirtileri normalden daha fazla görme eğiliminde oldukları belirtilmektedir. Ancak, ebeveynlerin çocuklarındaki depresyon, davranışsal sorunlar ve diğer ruhsal sorunları normal populasyonla benzer oranda rapor ettikleri ifade edilmektedir.

Bu gruptaki olguların sağlıklı akranlarına göre ruhsal durum ve sosyal uyum açısından daha iyi durumda olduğuna dair yapılan bir çalışmada remisyonda olan 29 lösemili olgunun kontrol grubuna göre daha daha az anksiyöz oldukları belirtilmektedir. Kontrol grubu olmadan yapılan bir araştırmada ise, 133 remisyondaki olgudan özellikle erkeklerin normal populasyona göre daha az oranda anksiyete belirtileri gösterdikleri belirtilmiştir. Yapılan diğer bir çalışmada ise 5-15 yaş arasındaki 19 remisyondaki olgunun kontrol grubuna göre daha az depresyon tanısı aldıkları belirtilmektedir.

Literatüre bakıldığında remisyondaki olguların daha çok travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) tanısı aldıkları gözlenmektedir. Travma sonrası stres belirtileri 3 farklı şekilde ortaya çıkmaktadır:

1-İyileşmiş olan olgular travmatik olayları kalıcı şekilde tekrar tekrar yaşamaktadır (intrusif düşünceler, hatırlamalar, kabuslar ya da güçlü olumsuz duyguların yaşanması)

2-İyileşmiş olan olgular travma ilgili durumlardan gerçekten veya dikkate değer şekilde kaçınmaktadır.

3-İyileşmiş olan olgular travmatik olayları hatırlamaları ile ilgili olarak güçlü fizyolojik belirtiler yaşamaktadırlar.

Remisyondaki olgular travma sonrası stres belirtilerinin sadece birkaçını gösterebildikleri gibi, 3 kategorinin hepsinden birçok belirtiu da sergileyebilmektedirler.

Yapılan araştırmalarda da, sağ kalanlarda ve ailelerinde hem TSSB hem de eşik altı TSSB tanısının yüksek oranda bulunduğu saptanmıştır. Yapılan bir araştırmada 8-19 yaş arasındaki iyileşmiş 30 olgunun %17‘sinde orta düzeyde, %30‘unda hafif düzeyde TSSB belirtileri olduğu saptanırken, diğer bir çalışmada ise remisyonda olan 64 lösemili olgunun %12.5‘unda ağır düzeyde TSSB belirtilerinin olduğu rapor edilmiştir. Birçok yaşayan ergen olguda, en az birkaç TSSB belirtileri olurken, bir çalışmada adelosanların %50‘sinin travmatik olayları tekrar tekrar yaşadıkları ve %29‘unun sağ kalmayla ya da kanserle ilgili travmatik olaylar aklına geldiği zaman şiddetli fizyolojik belirtiler gösterdikleri bildirilmektedir. TSSB ve eşik altı TSSB belirtileri, iyileşmiş olan olan olguların genç erişkinlik döneminde bile çok belirgin bir şekilde görülmekte ve genç erişkinlerin %15-21‘i TSSB tanısını almaktadırlar. Travmatik olayları hatırlayanların yaklaşık yarısında şiddetli fizyolojik belirtiler görülürken, %75‘inden fazlası tedavinin zor anlarını yeniden yaşıyor gibi olduklarını, %25‘i ise, kanserle ilgili tartışmalardan ve durumlardan kaçınmak istediklerini belirtmektedirler. Veriler göstermektedir ki; iyileşmiş olan çocuk ve ergenlerin travmatik reaksiyonları saç kaybetme veya ağrılı prosedürler gibi somut olaylarla ilişkili iken, iyileşmiş olan genç erişkinler hayati tehlikenin geçmesine rağmen, tıbbi geç etkiler veya oluşabilirliği konusunda kaygı yaşadıklarını ifade etmektedirler.

Eşik altı TSSB ve TSSB iyileşmiş olan olguların yaşam kalitesini etkilemektedir. Örneğin, remisyondaki olgular, kanseri düşünme ya da konuşmadan kaçınmaktadırlar, yaşadıkları herşeyin geçmişte aldıkları tedaviyi hatırlatacağını düşünmekte ve sosyalleşme konusunda sorunlar yaşayabilmektedirler. Bir çocuk ya da ergenin sağlığıyla ilgili önemli derecede sıkıntı yaşaması, dikkat sorunlarına ve bu nedenle derslerine odaklanamamaya yol açmakta, sonuçta akademik başarıda düşme olabilmektedir. Genç erişkinler, infertilite ve diğer tıbbi geç yan etkilerin, karşı cinsle yakın ilişki ve evlenmelerini olumsuz etkileyebileceği, bilişsel ve fiziksel durumlarını bozup, kimseye muhtaç olmayacak sabit gelirli bir iş sahibi olmalarını engelleyebileceği konusunda kaygı yaşayabilmektedirler.

Bazı iyileşmiş olgularda, açık olmamakla birlikte, TSSB ve eşik altı TSSB gelişmesi için predispozan faktörler belirlenmiştir. Tedavilere bağlı yoğun sıkıntı

olmaktadırlar. Bu durum TSSB ya da eşik altı TSSB gelişmesi için risk oluşturmaktadır. TSSB ve eşik altı TSSB ile aldıkları tedavi yoğunluğu, tanı ve tedavi zamanındaki yaş gibi objektif faktörler arasında bir ilişki bulunamamış; daha çok remisyondaki olguların mevcut ve geçmiş yaşamlarındaki tehdit unsurları ve inançları ile ilişkilendirilmiştir. Sağ kalan genç yetişkinlerde ise tıbbi geç yan etkilerin şiddeti ile TSSB belirtileri arasında önemli bir ilişkinin olduğu saptanmıştır. Bununla birlikte, literatürde, iyileşmiş olan olgularla kontrol grubu arasında TSSB açısından bir fark olmadığı ya da daha az TSSB tanısı aldıklarını bildirmiştir. Ayrıca Barakat çalışmasında 8-20 yaş arasında 309 sağ kalan olguyla sağlıklı kontrol grubunu karşılaştırmış ve sonuçta sağ kalan olgularla kontrol grubu arasında TSSB görülme oranları açısından bir fark olmadığını belirtmiştir. Benzer şekilde, remisyondaki olguların farklı nedenlerle travmatize olmuş diğer gruplara göre daha az TSS belirtileri gösterdikleri saptanmıştır.

Boman ve arkadaşlarının (2000), tedavisi biten 30 adölesan üzerinde yaptıkları çalışmada kendilerine daha az değer verdikleri, sosyal fobilerinin fazla olduğu ve olumsuz beden algısına sahip oldukları saptanmıştır. Çocukluk kanseri tedavisini bitirenler (n=5736) ile sağlıklı akranlarının karşılaştırıldığı (n=2565) çalışmada, tedavisi biten çocuklarda daha fazla depresyon ve somatik distress belirtilarının görüldüğü belirlenmiştir. Posttravmatik stres bozukluğunu tedavisi biten çocukların yüksek oranda yaşadıkları belirlenmiştir. Bu stresin hastalığı ve tedaviyi algılama düzeyini, kaygıyı ve uyumu etkilediği belirlenmiştir. Stuber ve arkadaşları (1996) tarafından, 7-19 yaşlarında lösemi tedavisi biten 64 çocuk üzerinde yapılan çalışmada başarılı tedaviden 12 yıl sonrasında da çocukların ve ebeveynlerinin travma sonrası stres belirtiları gösterdikleri saptanmıştır. Kanserli çocuklarda görülen psikososyal sorunları belirlemeye yönelik yapılan çalışmaların çoğunda kontrol kaybı, geleceğin belirsiz olması, rölaps korkusu, beden imajında bozulma, benlik saygısında azalma gibi çocuğun yaşam kalitesini olumsuz olarak etkileyen psikososyal sorunların farklı düzeylerde yaşandığı görülmektedir.

Nöropsikiyatrik, sosyal, davranışsal işlevsellikte bozulma çocukluk çağı SSS tümörü sonrası sağ kalan vakalarda yaygındır. Yapılan araştırmalar, nörodavranışsal bozulmaların, tanı süresince herhangi bir noktada ortaya çıkabileceğini ve çocukluk çağı beyin tümörü sonrası sağ kalanlarda tedavi ve tedaviyle ilişkin sekellerin genel yaşam kalitesini düşürdüğü göstermiştir. Beyin tümörünün kendisi ve tedavisi ile ilgili gözlenen psikososyal problemler; genel davranışsal sorunlar, uyum bozukluğu,

depresif belirtilar ve anksiyete belirtiları, düşük benlik algısından; belirgin emosyonel disregülasyon, organik kişilik sendromları ve psikozu içine alan ciddi mental bozuklukları içeren bir aralıkta değişmektedir. Ek olarak, araştırmacılar dominant ve non-dominant serebral hemisfer lezyonlarında değişik uyum bozukluğu paternleri olduğunu saptamışlardır ve SSS tümörü sonrası sağ kalanlarda, sosyalizasyon güçlüklerinin, SSS dışı kanseri olanlara göre, tedaviden 2-4 yıl sonrasında bile, daha belirgin olduğunu göstermişlerdir. Nörobilişsel fonksiyon ve psikososyal uyumla ilişkin literatür, tanı sonrası zaman ve genel uyum arasında negatif korelasyon olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca, bu yüksek riskli kohortta, SSS tümörü sonrası sağ kalanlarda kronik sağlık sorunları en yüksek orana sahiptir. SSS tümörü sonrası sağ kalanlar arasında, tanıdan 5 yıl sonrasında, en az bir kronik sağlık sorunu bulunma oranı %82’dir. Beyin tümörü sonrası sağ kalanlarda, endokrin, nörobilişsel, nörolojik ve diğer organ sistemleri fonksiyon bozukluğu göz önünde bulundurulduğunda, bu grubun sağlıkla ve psikolojik sorunlarla ilişkin en kötü sonuçlara sahip olması şaşırtıcı değildir.

Birçok çalışmada, pediyatrik kanser sonrası sağ kalanlarda psikolojik stresle ilişkili az sayıda problem bildirdiği saptanmıştır. Bu grupta kronik sağlık sorunlarının yüksek prevalansına rağmen, %10’dan azı genel sağlık durumunu “kötü” olarak sınıflandırmıştır. Kanser sonrası sağ kalmak, sağlık durumuna bakmaksızın daha olumlu bir yaklaşıma neden oluyor olabilir. Beyin tümörü sonrası sağ kalanlar ise bir istisnadır. Bu hastalar kardeşlerine göre daha yüksek depresyon ve somatik şikayet bildirmişlerdir ve sağlıkla ilişkili yaşam kalitesinde genel popülasyona göre daha düşük puanlar almışlardır. Ayrıca kardeşlerine göre fiziksel, mental işlevsellik ve genel sağlık durumlarıyla ilgili daha çok problem bildirmişlerdir. İlginç olarak tümör tipi ya da tedavi tipi ile ilgili değişkenler artmış distresle ilişkili bulunmuştur. Kız cinsiyet, kötü fiziksel sağlık ve kötü sosyoekonomik durum genel popülasyonda olduğu gibi beyin tümörü sonrası sağ kalanlarda da artmış psikolojik sıkıntı ile ilişkili bulunmuştur.

Yaşla beraber artan beklentiler, gelişimsel zorluklar ve tıbbi stresörler bağlamında, beyin tümörü sonrası sağ kalanlar; depresyon, anksiyete ve sosyal izolasyonu içeren psikolojik stres altındadırlar. Özellikle ergenlik döneminde konulan beyin tümörü tanısı, fiziksel ve seksüel maturasyon gibi gelişimsel süreçlerde sekteye uğramaya neden olabilir; tedavi süreçleri bağımsızlığa, karar

bozabilir. Beyin tümörü sağ kalanlarında yapılan çalışmalar tipik olarak yoğun klinik ortamlarda kullanmaya elverişli olmayan klinik görüşmeler ve uzun özbildirim ölçeklerine dayanmaktadır. Günümüzde beyin tümörlü hastalara hizmet veren kliniklerde psikiyatrik değerlendirme, değerlendirmeyi talep eden hasta ve ailelerle subjektif bir klinik görüşme olarak yapılmaktadır. Bu da rutin bakımda birçok sağ kalan için duygusal ihtiyaçların saptanamamasına neden olmaktadır. Birçok çalışmada sağ kalan popülasyonun %30’una varan kısmın tedavinin bitiminden yıllar sonrasında bile psikolojik uyumda ciddi güçlük çektikleri saptanmıştır. Genel sağlık durumunun kötü olması, fiziksel görünüm hakkındaki endişeler, kranial RT, kötü adaptasyon için risk faktörleri arasındadır.

Çocukluk Çağı Kanserleri Sağ Kalanları Çalışma Grubu’nun (Chilhood Cancer Survivor Study Group; CCSS) anketlere dayalı raporlarında, lösemi sonrası sağ kalanlarda Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) için kardeşlerine göre dört kat fazla riske sahip oldukları bulunmuştur. TSSB belirtiları hakkında benzer bilgi ergen ve genç yetişkin kanser sağ kalanlarında da elde edilmiştir.

Kanserin erken yaştaki uzun dönem psikiyatrik etkiler hakkında yayın olmayışı ve kanser sağ kalanlarında geçerliliği kabul edilmiş sonuç ölçerlerin olmayışı bu alandaki güçlüklerin başlıcalarındandır. Danimarka’da çocukluk çağı ve ergen kanser sağ kalanlarında psikiyatrik yataklı tedavi ile ilgili iki tane ve yetişkin kanserli hastalarda depresyonla ilgili Ulusal Sağlık Bakımı Kaydı temelli raporlar bulunmaktadır. Önceki raporlara göre, çocukluk çağı kanser sağ kalanlarının çoğunun belirgin derecede depresyon ve anksiyete belirtisi sergilemediği ve çocukluk çağı lösemisi sağ kalanlarında depresyon prevelansının sağlıklı populasyondan bile düşük olduğu saptanmıştır. Danimarka’daki bir çalışmada ise çocukluk çağı beyin tümörleri sağ kalanlarında psikiyatrik başvuruların genel populasyona göre daha fazla olduğu saptanmıştır. Bazı çalışmalarda genç erişkinlerde kanser sonrası psikiyatrik hastalık oranı artmamış bulunsa da, depresyon riski tedaviden kısa süre sonrası ve sonraki yaşamda bir miktar artmış bulunmuştur.

Diğer çocukluk çağı tümörleri arasında,SSS tümörü sonrası sağ kalan çocuklarda, duygudurum bozuklukları/depresyon oranı kardeşlerine göre anlamlı derece yüksek bulunmuştur. 376 çocukluk çağı kanseri sonrası sağ kalan hastanın dahil edildiği CCSS çalışmasında, SSS tümörü sağ kalanlarının, aile bildirimlerine göre, kardeşlerine kıyasla depresyon riski %50, antisosyal davranış riski %150 daha yüksek olarak bulunmuştur. Ahomaki ve ark.’nın çalışmasında duygudurum

bozuklukları da çocuklukta ve genç erişkinlikteki kanser sağ kalanlarında kardeşlerine göre daha sık olarak bulunmuştur (HR:1,3). RT bu farklılıkları açıklayamamıştır. Çocukluk çağı kanseri sağ kalanlarında kızlarda duygudurum bozuklukları, psikotik bozukluklar, nevrotik/anksiyete bozuklukları, somatizasyon/yeme bozuklukları ve kişilik bozuklukları için risk oranı anlamlı olarak artmıştır. Danimarka’dan son zamanlarda yayınlanan bir çalışmada, çocukluk çağı SSS tümörü sağ kalanlarında kardeşleri ve yaş- cinsiyet eşleştirilmiş kontrollerle karşılaştırıldığında, kızlarda organik psikoz riskinin arttığı saptanmıştır. Ahomaki ve ark.’nın (2014) çalışmasında da çocukluk çağı SSS tümörü sonrası sağ kalanlar kardeşleriyle kıyaslandığında şizofreni/psikoz risk oranı anlamlı derece yüksek bulunmuştur. Bu bulgu ile uyumlu olarak, Danimarka’da 973 çocukluk çağı SSS tümörü sağ kalanı ile yapılan retrospektif kohort çalışmasında psikoz için hastana başvuruları için artmış risk saptanmıştır. Kemoterapide kullanılan ajanlardan biri olan kortikosteroidlerin birçok yan etkisinin yanında, psikiyatrik yan etkileri de bulunmaktadır. Steroid tedavisinin sık olarak tanımlanan psikiyatrik yan etkileri ajitasyon, anksiyete, hipomani, uykusuzluk, irritabilite, labil duygudurum ve huzursuzluktur. Bununla beraber steroid kullanımı silik duygudurum değişikliklerinden acil müdahale gerektirecek psikotik ataklara kadar geniş bir yelpazede klinik tablolara neden olabilmektedir. Kortikosteroidler bilişsel bozukluk, duygudurum bozuklukları, deliryum, depresyon ve psikoz gibi önemli psikiyatrik rahatsızlıklara neden olmaktadır. Bu psikopatolojik bulguların görülme sıklığı ile ilgili yapılan çalışmalarda %1,8 ile %57 arasında farklı sonuçlar bulunmuştur. Nöropsikiyatrik açıdan ele alındığında kortikosteroidlerin beyindeki temel hedeflerinden biri hipokampustur. Kısa süreli steroid kullanımı hipokampusteki nöronlarda geri dönüşlü bir atrofiye neden olabilmekte ve buna bağlı olarak verbal ve dekleratif bellek ilgilendiren bilişsel belirtilar ortaya çıkabilmektedir. Psikiyatrik bulguların gözlenmesinde en önemli faktörlerden biri verilen steroid dozudur. Steroidlerin kullanım süresi ruhsal duruma etki eder. Kısa süreli steroid tedavisi sıklıkla duygudurumda yükselmeye neden olurken, beyin tümörlü hastalarda olduğu gibi uzun süreli steroid tedavisinin hipotalamo-pituiter eksene etki ederek depresyona neden olduğu gösterilmiştir.

Beyin tümörü sonrası sağ kalanlar ayrıca yakın arkadaş eksikliğinden muzdariptirler ve arkadaşlarını sırdaş olarak kullanmaya daha az meyillidirler.

daha az geçirdiklerini ifade etmişlerdir. Genel olarak psikososyal gelişim basamaklarını beklenen zamandan daha geç erişmektedirler.

Zeltzer ve arkadaşları, çocukluk çağı beyin tümörü sonrası sağ kalanların, diğer çocukluk çağı kanseri sonrası sağ kalanlar arasında, gelecek yaşam tatmini hakkında daha düşük puan veren tek grup olduğu ve bunun yanında şu anki yaşam tatminin azaldığını bildirmişlerdir. Sağ kalan arasında, ayrıca uzun dönem fiziksel geç etkileri, öğrenme sorunları ve diğer yaşam stresörü olanların, ayrıca düşük benlik saygısı, uyum ve yaşam kalitesi puanları olduğu saptanmıştır. Ayrıca önemli olarak; psikolojik stres, sigara içme ve alkol kullanımı gibi riskli sağlık davranışlarıyla ilişkilidir. Her şeye rağmen, kanser sonrası sağ kalanların, riskli sağlık davranışları ile meşgul olma oranlarının normal popülasyon düzeyinde ya da normal popülasyonun biraz altında olduğu gözlenmiştir. Doktorlar hastaları psikolojik stres açısından takip etmeli ve bu tip riskli davranışlar ek kardiyovasküler hastalık riski doğuracağından, gerektiğinde psikiyatrik danışmanlık için yönlendirme yapmalıdırlar.

Erişkin yaştaki çocukluk çağı tümörleri sonrası sağ kalanlarda ise, iş bulma,

Benzer Belgeler