• Sonuç bulunamadı

1.3. TÜRKĐYE’DE TOPLUMSAL DEĞĐŞME

2.1.2. Ekonomik Değişimler

Osmanlı ekonomisi kuşkusuz çok eski dönemlerden beri Batı ile temastadır. Ancak, bu ilişki kapitalizmin olgunluk çağında Osmanlı’da yapısal dönüşümlere yol açacak niteliğe bürünür. Osmanlı 16. yüzyıldan itibaren parasallaşma sürecine girmiştir. Bu parasallaşma klasik yapıyı çözücü etkide de bulunmuştur. Fakat yeni bir yapının oluşması, yapısal dönüşümlerin oluşması ancak 19. yüzyılda gündeme gelebilmiştir.

Klasik Osmanlı, pre-kapitalist özellikler gösteren bir toplumsal yapıdır. Geçimliktir; provizyonisttir; fiskalisttir. Yönetimin temel kaygısı siyasi düzeni ekonomik dengelerle sürekli kılmaktır. Provizyonizm başta payitaht olmak üzere kentlerin iaşesine öncelik tanır. Fiskalizm devlet varidatını azamileştirerek siyasi yapıya istikrar kazandırır.

Klasik düzende toprak düzeni parasallaşmamıştır. Ayni ilişkiler hakimdir. Üretici yükümlülüklerini, çoğu kez ayni olarak yerine getirir. Tüketim yapısının son derece kısıtlı olduğu bir dönemde üreticinin pazardan talep edeceği “mal” türü hemen hemen yok gibidir. Bu nedenle “meta” üretimi sınırlıdır. Üretici tüketeceğini üretir. Kazanç tutkusu kapalı bir toplum için anlam ifade etmez.

Tarım dışı üretim zanaat düzeyinde örgütlüdür. Kent düzeyinde örgütlü loncalar aracılığıyla yürütülür. Piyasa göstergelerinden çok “ahlak” normları etkindir. Üretim kıt kaynakların adil bir biçimde kullanımı esası üzerine kuruludur. Dikey bir bütünleşme söz konusudur. Usta-kalfa-çırak ilişkisi mesleki dayanışmayı sağlar.

Ticaret yükte hafif, pahada ağır mallar için geçerlidir. Toplumsal kuruluşun geniş kesiminin geçimlik yapısı ticari ilişkileri sınırlı tutar. Öte yandan hinterlantta ulaşım teknolojisinin ilkelliği hacimli malların sevkini caydırır. Ancak kıyı boyu ticaret etkindir. Osmanlı tüccarı yakın mesafelerle ticari ilişkileri sürdürür. Deniz ötesi ticaret genellikle yabancı tüccarlarca yürütülür.

Osmanlı, 18. yüzyılda Batı ile diyaloğunu geliştirmeye başlar. Ancak, yoğun bütünleşme süreci 1820’lerde başlar 1838 ve onu izleyen ticaret sözleşmeleri bu bütünleşmenin yasal düzenlemeleridir. Bundan böyle Osmanlı, geleneksel, kapalı, fiskalist ekonomik düzenini bırakarak dışa açılacaktır6.

6

Zafer Toprak, Türkiye Tarihi 3 Osmanlı Devleti (1600-1908). Cem Yayınevi 7. Basım, Đstanbul Ekim 2002, s. 221-222.

Sanayi Devrimi’nin getirdiği koşullarla dünya pazarlarına açılan ve bunları adım adım çevreleştiren ya da sömürgeleştiren Đngiltere’yle imzalanan 1838 Đngiliz Ticaret Anlaşması ve 1838-1841 arasında Fransa, bir dizi Alman prensliği, Đskandinav ülkeleri, Đspanya, Felemenk, Prusya, bir dizi Đtalyan krallığıyla imzalanan anlaşmalar mal, hizmet, insan hareketlerinde tek taraflı serbestliği getiriyordu. 1838 Anlaşması bir kere eski kapitülasyonların aynen devamını ve bunlara yenilerinin eklenmesini kabul ediyordu. Ayrıca gerek ihracat, gerek ithalat olanaklarını yabancılar için sınırlayan yerli tüccarlara tanınan tekelin kaldırılmasını, iç ticareti yerli tüccara inhisar ettiren uygulamanın değiştirilip yabancı tüccarın da aynı imkana kavuşturulmasını ve ruhsatların iptalini getiriyordu. Anlaşma daha bir dizi yabancılara tanınan imtiyaz içermekte Osmanlı’yı Avrupa’nın açık pazarı haline getirmekteydi7. Bu anlaşmalarla bir yandan üstün Đngiliz ve Avrupa sanayine kapılar ardına kadar açılırken, öte yandan sanayileşme çabasına girişildi. Bu ters deneme, tabii ki, eski-yeni sanayiin yok olması ve gelişme olanaklarının yitirilmesi ile sonuçlandı. Önce pamuk, sonra ipek sanayii buhrana sürüklenmiştir. Daha sonra da tiftik ve tabaklık sanayi çökmüştür. Bu arada 1839’da Đnsan Hakları Bildirgesi rengini taşıyan Tanzimat Fermanı ilan edildi.

Şüphe yok ki, Türkiye, bağımsız kapitalist gelişme olanaklarına sahip olup modern bir sanayi kurmayı gerçekleştirebilseydi, geleneksel sanayi yine de ciddi bir sarsıntı geçirecek ve fabrika üretimine uymak zorunda kalacaktı. Ne var ki serbest ticaret yönünden geleneksel sanayini yitiren Türkiye’nin, modern bir sanayi kurma çabaları da, serbest ticaret yönünden iflasa mahkum olmuştur. Bununla birlikte, serbest ticaretin nimetlerinden yararlanarak Batı uygarlığına erişme hevesleri içinde, modern bir sanayi kurmak için çabalar gösterilmiştir. Ancak fabrikaların ekserisi hiçbir varlık gösteremeyip, devletin mütemadiyen parasını yiyen müesseseler olmanın ötesine geçememiştir8.

Osmanlı Devleti, Fatih’in Đstanbul’u almasıyla birlikte, kendi içindeki azınlıklardan oluşan Galata Bankerlerinden borç alarak yaşamını sürdürmüştü. Bunların etkileri de kapitülasyonlara ve Osmanlı’nın mali sorunlarına karşıt biçimde artmıştı. Kırım Savaşı (1853-1856) Rus Çarlığı’yla hesaplaşma içindeki Đngiltere ve Fransa’yla

7

Gülten Kazgan, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi. Đstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 2. Baskı, Đstanbul Ocak 2004, s. 19-20.

8

Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Dün-Bugün-Yarın. Tekin Yayınevi Onüçüncü Basım, Đstanbul 1979, s. 111-112.

Osmanlı’nın ittifakını, savaşın arttırdığı askeri harcamaların karşılanması sorunuyla birlikte getirdi. Zaten hazinesi perişan durumda olan, para-maliye sorunlarını çözümleyememiş, Galata Bankerleri’nin ağına düşmüş ve bu nedenle sürekli Đngiltere ve Fransa tarafından dış borca yönelme baskısına giren Osmanlı’nın Avrupa devletleri karşısında direnecek gücü yoktu. Osmanlı Kırım Savaşı’yla birlikte 1854’te dış borca açıldı.

1856 yılının Şubat ayında Osmanlı daha önce belirttiğimiz gibi Islahat Fermanı’nı ilan etti; izleyen ay içinde de savaşın bitişinin hesaplamasını yapan Paris Barış Antlaşması imzalandı. Paris Barış Antlaşması, Osmanlı’yı “lafta” Avrupa devletleri ailesine dahil ederken, toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı göstermeyi yine “lafta” ihmal etmiyordu.

Osmanlı 1854-1875 arasındaki yirmi yılda 16 kez “istikraz” (borç alma) yaptı. Osmanlı 1875’te bu borçlarını ödeyemez durumda kaldığı için moratoryum ilan etti, çok yönden bunalıma girdi. Osmanlı’nın Avrupa’dan silah ithal etme gücünün kalmadığını gören Rusya, 1877-1878 savaşını başlatıp Đstanbul’un kapısına kadar gelmişti. Nihayet, 1878’de toplanan Berlin Kongresi’nde borçların ödenebilmesini sağlamak üzere önce Rüsum-ı Sitte Đdaresi (1877) kuruldu ve bazı gelirler alacaklı yerli bankerler ve Osmanlı Bankası’na bırakıldı. Bunun iyi işlemesi üzerine, bu kez Đdare, Avrupalı alacaklıların oluşturduğu bir “mali yönetim konsorsiyumuna”, yani Düyunu Umumiye (Genel Devlet Borçları) Đdaresi’ne dönüştürüldü (1881). Osmanlı böylece politik gücü olan alacaklı devletlerin temsil edildiği bu konsorsiyum karşısında tam bir mali tutsaklığa düşürüldü9.

Düyunu Umumiye devlet bütçesini yapacak ve uygulanmasını denetleyecekti. Sistemin temel taşı, Düyunu Umumiye Meclisi’ydi. Meclis alacaklıların temsilcilerinden oluşmaktaydı. Đngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya, Đtalya gibi ülkeler Meclis’te temsil edilmekteydi. Ayrıca Osmanlı Bankası ve Osmanlı Devleti delegeleri de Meclis’te yer almaktaydı.

Düyunu Umumiye örgütü, Osmanlı Devleti’nin şerefini kurtarmak için devletin bir dairesi sayılmıştır. Aslında tamamen bağımsızdır. Batı devletlerinin ortak çıkarlarını temsil etmektedir. Meclis’in asli görevi, borçlara karşılık gösterilen vergi gelirlerini toplamak ve alacaklılara dağıtmaktır. Tuz ve tütün tekelleri, pul, müskirat, balık resimleri,

9

bazı illerin ipek öşürleri ve daha başka vergiler, Düyunu Umumiye’ye bırakılmıştır. Bu anlamda Düyunu Umumiye ikinci bir maliye Bakanlığı’dır.

Diğer taraftan, Düyunu Umumiye, yalnız devlet borçlarına karşılık gösterilen gelirleri toplayıp dağıtmakla yetinen bir kurum değildir. Tuz gibi bazı kaynakları kendi işletmektedir. Đdareye tahsis edilen tütün gelirini, kurduğu başka bir şirket aracılığıyla sağlamaktadır. Ayrıca, yabancı sermayenin riziko yüklenmeden imparatorluğa gelmesini gerçekleştiren bir garanti kurumudur. Meclis üyelerinin hemen hepsi, demiryolu şirketlerinin ve öteki yabancı sermaye kuruluşlarının yönetim kurullarında yer almışlar ve şirketlerin isteklerini devlete karşı başarıyla savunmuşlardır10.

Borçlanmanın başlamasından moratoryum ilanına kadar arada geçen yirmi yıllık sürede alınan borçlar, büyük ölçüde, değişen tüketim kalıplarına uygun mallarla silah alımı ve kışla, saray yapımı gibi işlerde çarçur edilmişti. Zaten ihraç fiyatının düşüklüğü, faiz haddinin ve aradaki komisyonların yüksekliği büyük çapta sabit yatırım yapılmasına olanak bırakmamıştı. Gelir artışı olmayınca, faizin dahi yeni bir borçla ödenmesi gereği doğmuş, Avrupa’daki krizle birleşince, bileşik faizle büyüyen borç ödenemez hale gelmişti. Ancak bu arada Osmanlı topraklarının değişik yörelerinde bazı demiryolları, tersaneler ve limanlar yapıldığı da görülüyordu. Başlıca hammaddeleri (pamuk gibi) üreten bölgeleri limanlara bağlarken ihracatı etkin bir ulaştırmaya kavuşturmak, getirilen malları da iç pazara sürmeyi kolaylaştırmak ve etkinleştirmek bu ağın kurulmasının gerisindeki ekonomik gerekleri oluşturuyordu11.

Osmanlı’ya Düyunu Umumiye’nin varlığı sayesinde artan güven bir yandan, sermayenin kâr haddini artırmak için ortaya çıkan ekonomik baskılar diğer yandan 1881 sonrası yıllardan itibaren önemli çapta yabancı dolaysız yatırımların altyapıya; banka- sigorta, iç-dış ticaret, eğitim, sağlık, liman işletmeciliği, lotaryacılık, tiyatro, su sağlanması gibi bir dizi hizmetlere ve bir miktar da madencilikle basit sınai işlemlere ve tarıma akmasını sağladı. Gelen dolaysız yatırımlar içinde 1890’da en büyük pay Fransız şirketlerine aitti. Fransız sermayesi kadar Fransız kültürü ve dili imparatorluğun her yanında egemen oldu.

10

Avcıoğlu, s. 127-128-129. 11

Gelen dolaysız yabancı yatırımların yarıdan çoğu, dönem boyunca, demiryollarına yapıldı. Düyunu Umumiye Đdaresi’nin bunda küçümsenmeyecek bir rolü oldu. Vergi gelirlerinin artmasını isteyen idare demiryollarının, tarımı pazara açarken üretimi ve bu yoldan Aşar Vergisi gelirini artıracağını hesaplamıştı; II. Abdülhamit’i, bunları davet etmek için şirketlere büyük imtiyazlar vermeye ve çıkarlar sağlamaya ikna etti.

Zaten Sultan da demiryolları yapımının, imparatorluğun dört bir yanında ikide bir patlak veren ayaklanmalara karşı merkezi devleti güçlendireceği, asker-silah sevkini kolaylaştıracağı kanısındaydı. Nitekim demiryollarının uzunluğu 1861’den 1908’e kadar katlanarak artmıştı.

Düyunu Umumiye’nin kurulmasını izleyen yıllarda Osmanlı küçümsenmeyecek çapta doğrudan yatırıma, düşük oranlarda da olsa tarımda ve sanayide büyüme siyasal ve ekonomik düzlemde yüksek bedeller ödeme pahasına tanık oldu. Eldeki tahminlere göre 1889-1914 yılları arasında Osmanlı topraklarının her yöresinde, küçük oranlarda olsa da, milli gelir artışı olmuştu. 1889/1890=100 kabul edilirse, 1914/1915’te milli gelir endeks sayısı “harici” itibariyle 156’ya çıkarak yılda ortalama yüzde 2 oranında büyümüştü; nüfus yılda yüzde 1 oranında arttığına göre, kişi başına gelir artışı yılda yüzde 1 oranında olmuştu. Büyük kısmı yabancı sermayeden kaynaklanmak üzere, yatırımların GSMH’ye oranı 1900’lü yılların başında yüzde 8 civarında seyretti. Milli sermayeye dolaylı bir yatırım etkinliği ancak ikinci Meşrutiyet (1908) dönemiyle başlayabildi. Bundan önce, bireysel tasarruflar altına akmayı, devlet bütçesinden yatırıma ayrılan pay da yüzde 3 civarında seyretmeyi sürdürmüştü.

Osmanlı’da yabancı sermayeyle ortaya çıkan bu gelişme, toplumdaki çelişkileri giderek derinleştirdi. Bir yandan büyük kentlerde yerleşen Avrupa’lı tüccarlar (Levantenler), bir yandan onlarla işbirliği içindeki Avrupalılaşmaya çalışan gayri Müslim azınlıklar “ticaret-finans” temeline dayalı merkantil (ticari) kapitalizm aşamasına geçiyor, iç sömürü yoluyla gelirlerini artırıyorlardı. Vergi ödemedikleri, büyük sayıda işçi kullanan sınai üretime geçmeyip ürünleri ithal ettikleri için, topluma doğrudan katkıları çok sınırlı kalıyordu. Devletin neredeyse bütün vergi gereksinimini fakir köylünün ödediği Aşar Vergisi’nin karşılaması, bu durumda kaçınılmazdı; üstelik bunun önemli bölümü de iltizam sistemini yürüten mütegallibenin cebine girmekteydi12.

12

Ne tımar-zeamet düzeni, ne yeniçeri ocağı, ne para basma yetkisi olan darphane, ne Ahilik ve esnaf loncaları vb. 1800-1908 arasındaki “imparatorluğun en uzun yüzyılı”nda ayakta kalabilmişti. Buna karşılık, aynı ölçüde çağdışı olan diğer bir kısım eski kurumlar, sırf Batı sermayesine hizmet ettiği için dipdiri ayaktaydı: Kapitülasyonlar, Aşar vergisi ve iltizam sistemi, hilafet ve mutlakiyet rejimi bunların en dikkate değer olanlarıydı. Ayrıca bunların etkenliğini pekiştiren Batı sermayesi kaynaklı kurumlar da eklenmiş bulunuyordu. Osmanlı Bankası, Düyunu Umumiye Đdaresi, imtiyazlı demiryolu şirketleri, başta Deutsche Bank yabancı bankalar, Fransız reji Đdaresi’nin tütün tekeli bunların başlıcalarıydı13.