• Sonuç bulunamadı

EKOLOJİ HAREKETİNİN YAKIN TARİHİ

1. EKOLOJİ AKTİVİZMİ

1.5. EKOLOJİ HAREKETİNİN YAKIN TARİHİ

Brulle, yirmi birinci yüzyılın başında “günümüzün en baskın çevresel söylemi Reform Çevreciliğidir” diyerek bu anlayışın yaygınlığına dikkat çekmiştir. Reform Çevreciliği, 19. yüzyılına dayanan, faydacılık etrafında şekillenen, kamu sorunlarına bilim ve hukuk ile çözüm arayan bir kavramdır (Brulle, 2000: 173). Reform Çevreciliği, insanın doğanın bir parçası olduğunu savunurken, insanı merkeze yerleştirerek doğayı insan adına bir kaynak olarak görmektedir. Dolayısıyla, bu yaklaşıma göre endüstrileşme sonrası artan üretimin doğa üzerindeki etkisi bazı önlemler ile azaltılabilir fakat doğa yine insanın dilediği gibi kullanabileceği bir mülktür.

23 TDK, Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü, ekoloji,

www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bati&arama=kelime&guid=TDK.BATI.5c3db0ebd1bda9.648 98767 (Erişim tarihi: 03.03.2017)

34

İnsanın doğaya karşı yıkımı sanayileşme ile belirginleşmiştir. Sanayileşme ile fabrikalar ve kömür kullanımı artmış, insanlar kırsaldan kentlere göç etmiş, insan kalabalığı ile kentlerde kirli su, çöp yığınları, hava kirliliği ortaya çıkmıştır (Melosi, 1981’den akt. Brulle, 2000) ve tüm bunlarla birlikte insanların sağlık, hijyenik sokaklar, temiz su ve hava endişeleri doğmuştur (Brulle, 2000: 176). Sanayileşmenin getirdiği hızlı değişim ve tüketim doğaya bir darbe olarak yansımıştır. Clark’a (2011: 1-2) göre reform çevrecileri kapitalist sanayi toplumunun çıkarlarına göre şekillenmektedir ve sürdürülebilir kalkınma, karbon dengeleme programları gibi ona uygun önlemleri almakla meşguldür.

Carter, bugün endişe uyandıran ormansızlaşma, kirlilik gibi meselelerin endişe uyandırmasının son 200 yılın çok daha öncesinde gerçekleştiğini fakat bu meselelere ait söylemlerin göreceli olarak yeni olduğunu, çağdaş kaygının kaynağının 18. ve 19. yüzyıla dayanan endüstriyel ve bilimsel devrimler olduğunu belirtmiştir. Çevresel konularla ilgili ilk dalga, bu dönemde orta sınıfın endişesini gösteren bir biçimde doğayı koruma grupları ile birlikte ortaya çıkmıştır. Korumacı yaklaşım, daha çok doğal kaynakların daha iyi korunması sonucunda topluma daha faydalı olacağı düşüncesinden hareket etmiştir. 1960’lardan itibaren ise hem özel şirketlerin sebep olduğu ekolojik krizlerin görünür kılınması hem de toplumsal hareketlerin etkisiyle ekolojiye dair endişe artmış ve toplumsal yapılarda değişim talep eden bir ekoloji hareketi doğmuştur24 (Carter, 2007: 4-6).

1961 yılında vahşi yaşamı, biyolojik çeşitliliği koruma ve insanın doğaya verdiği zararı önleme amacıyla bugün hala faaliyetlerini sürdüren WWF (World Wildlife Fund) kurulmuştur. 1962 yılında Rachel Carson tarafından yazılan Silent Spring (Sessiz Bahar) isimli kitap, böcek ilaçlarının ekolojiye verdiği zararı bilimsel bulgular ışığında ortaya koyarak ekolojik yıkıma dair büyük ilgi uyandırmıştır (Curran, 2007: 106; Dauvergne, 2009; Armiero ve Sedrez, 2014; Brulle, 2000). Çağdaş ekoloji hareketinin başlangıcı için önemli bir kaynak oluşturan bu kitap Carter’a (2007: 194) göre 1940’larda üreticiden yana olan anlayışı kırarak üretimde kimyasal kullanımın politikalarında değişikliğine itici bir güç olmuştur.

24 Carter’a göre, ekolojiye dair çağdaş yaklaşım 22 Nisan 1970'te milyonlarca Amerikalı'nın Dünya Günü'nde ekolojik yıkımlara dikkat çekmesi ve protestolar gerçekleştirmesi ile başlamıştır.

35

Ekoloji hareketinde Meadows vd.’nin 1972 yılında yayımladığı Büyümenin Sınırları (The Limits to Growth) raporu metodoloji (değişkenlerin azlığı ve bilgisayar modelleme tekniğinin en basit kullanımı) bakımından tartışmalı olmasına karşın içinde bulunulan ekolojik koşulllara dair bir uyaran niteliğindedir. Meadows vd. (1972: 23-24) bu raporun sonuçlarını üç maddede özetlemiştir: Birincisi, ekoloji üzerindeki olumsuz etkilerin devam etmesi halinde büyümenin sınırlarına ulaşılacak ve nüfus ve endüstriyel kapasitede ani ve kontrolsüz düşüş olacaktır. İkincisi, bu büyüme eğilimlerini değiştirmek mümkündür. Üçüncüsü ise eğer bu değişim arzulanıyorsa değişim için ne kadar çabuk harekete geçilirse başarı da o denli mümkün olacaktır. Rapor, tüm eleştirilere rağmen ekolojik çöküşü 1970’lerde dünya çapında bir sorun olarak gösterme başarısına erişmiştir (Dryzek vd., 2003: 58).

Reynolds (2002) 1970’leri uluslararası sivil toplum kuruluşlarının kurulması ve Birleşmiş Milletler’in çevre programları ve düzenlediği Yeryüzü Zirveleri sebebiyle “uluslararası iş birliği” dönemi olarak değerlendirmektedir. Fakat Reynolds “üçüncü dünya ülkeleri” ve gelişmiş ülkelerin arasında on yıllardır devam eden bir tartışmaya da dikkat çekmektedir: Düzenlenen zirveler, doğal kaynakların gelişmiş ülkelerce sömürüsünü sürdürmeyi tasarlamaktadır ve bugün bu toplumsal ve ekonomik tartışmalar hala devam etmektedir. Beri yandan, sırasıyla 1972, 1973 ve 1975 yıllarında Avustralya, İngiltere ve Batı Almanya’da kurulan Yeşiller Partisi (Dauvergne, 2009) ile ekolojiye ilişkin kaygı taşıyan seçmene ulaşmak amaçlanmıştır.

1970’lerdeki tüm bu ekoloji mücadelesine ilişkin hareketliliğe karşın Doherty’e (2002: 38) göre ekoloji hareketinin büyümesi garanti olmamasına karşın ekoloji hareketi geleneksel toplumun dışında bir alternatif olduğuna inanan feminizm, anarşizm gibi toplumsal hareketler ile birlikte şekillenmiştir. Bu noktada, birçok araştırmacı Yeni Sol’dan söz etmektedir (Leonard ve Barry, 2010: 36; Curran, 2007: 53-54; Bowden, 2017: 195; Ferree, 2005: 152). Dolayısıyla Yeni Sol terimine dair genel bir kavrayış sağlamak, ekoloji hareketinin 1960 ve 70’lerden bu yana nasıl konumlandırıldığına dair bakış açısına katkı sağlayabilir.

Yeni Sol, nitelendirilişi sebebiyle yine “eskiye” dair bir açıklama yapma gereksinimi duyulan başka bir terimdir. Marcuse (2005: 57-58) Yeni Sol’u “eski” soldaki işçi sınıfı hareketinden ayırmakta ve üçüncü dünya ülkelerindeki devrimci

36

hareketlerle oldukça ilişkili bir kavram olarak tanımlamaktadır. Dahası, eski sol partilerine duyulan güvensizlik ile şekillendiğini ve temsilcilerinin geleneksel politikacılar yerine şair, yazar ve aydınlar olduğunu belirtmektedir. Yeni Sol, 1960 ve 1970’lerde bir protesto kültürüyle bütünleşmiş ve LGBTİ+ hakları, kürtaj hakkı, insan hakları, siyasi haklar, muhalif öğrenci hareketleri ve ekoloji hakları gibi geniş bir toplumsal mücadele alanında kendine yer bulmuştur. Yeni Sol ile özdeşleşen isimlerden Marcuse’un (2005: 175) 1970’li yıllardaki toplumsal hareketlerden ekoloji hareketi ile ilgili düşünceleri oldukça çarpıcıdır: “Son derece politik anlamda, ekoloji hareketi, kapitalizmin yaşam alanına, kâr alanının genişlemesine, atık üretimine saldırıyor.” Marcuse sözlerine, yine kapitalist kurumlarca çevreyi koruma ve kirlilikle mücadele mesajlarının iletildiğini vurgulamakla devam etmekte ve “ekoloji hareketi, kapitalist sistemi yöneten yasalarla çelişir.” demektedir. Bu çelişki, kapitalist kuruluşların ekoloji hareketine yönelik pazarlık teklifleri ile sürdürülmeye çalışırken 1970’ler nükleer karşıtı hareketin yükselişine de tanık olmuştur.

1980’li yıllara gelindiğinde ekoloji hareketi, ışık kirliliğinden denizlerin atıklarla kirletilmesi ve deniz canlılıların yaşam alanlarının tehdit edilmesine kadar farklı konularla gündeme gelmektedir (Reynolds, 2002). Greenpeace’in 1970’lerin ortasında başlattığı balina avcılığı karşıtı kampanya, 1980’lerde fok avcılığına karşı yürüttüğü doğrudan eylemlerle devam etmiş, hayvanlar haklarını ekoloji mücadelesi içerisinde önemli bir yere oturtmuş fakat Zelko’nun (2014: 114-120) tabiriyle foklar adına yapılan mücadele Avrupa pazarı yerine yeni pazarların geçmesi ile “aslında felaket olan bir zafer”25 olmuştur.

1980’lerin en dikkat çeken olaylarından biri 1983 yılında ilk kez bir ulusal parlamentoya, Batı Almanya Parlamentosu’na Alman Yeşil Partisi’nin 28 üyesi ile girmesidir (Wall, 2013: 19). Öte yandan, 1970’lerde ivme kazanan nükleer karşıtı hareket 1986 yılında yaşanan Çernobil Nükleer Santral kazası sonucunda yeni bir döneme girmektedir. Fakat van der Heijden’in (2014: 186) belirttiği üzere bir toplumsal hareketin değişim yaratma gücü her ülkede farklılık göstermektedir.26 Dolayısıyla, Batı Avrupa ülkelerinde nükleer karşıtı harekete verilen destek, siyasi partilerin kurulumu veya yasa teklifleri ile devam ederken bazı ülkelerde nükleer karşıtı hareket yeterince güçlenememiştir.

25 Orijinali İngilizce “pyrrhic”.

37

Buzulların hızla erimesi, biyoçeşitliliğin azalmasına ilişkin kaygılar uluslararası meselelere dönüşürken Dünya Zirvesi 1992 yılında Rio’da gerçekleştirilmiştir. Reynolds (2002) bu zirvede, ekoloji sorunlarının ekonomi ve sosyal adalet ile bağlantısının üzerinde durulduğunun altını çizmektedir. Nitekim küresel ısınmaya karşı uluslararası önlem almak ve sera gazı salınımını azaltmak için 1997 yılında imzalanan Kyoto Protokolü’nün temeli de bu zirveye uzanmaktadır. Ne var ki gelişmiş ülkelerden ABD bu protokolü imzalamayı reddedenler arasında öne çıkmaktadır.

Diğer yandan, bu dönemde gıda teknolojisinde genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretilmesine başlanmıştır. Böylelikle, sermayenin üretim politikaları sonucunda ekoloji mücadelesinde yeni bir alan ortaya çıkmıştır. van der Heijden’ın (2010: 16) belirttiği üzere tüketici, üretici ve ekoloji hareketlerinin direnişi sonucunda 2000’li yıllarda İngiltere, Fransa gibi ülkeler kendi bölgelerinde bu bitkilerin yetişmesine izin vermeyeceğini açıklamıştır.

Bu yıllarda ekoloji hareketi politik bir çerçeve içerisinde konumlandırılma gayreti ile karşılaşmıştır. Örneğin, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasını “sosyalizmin entelektüel ve pratik iflası” olarak değerlendiren Harrison ve Boyd (2003: 278) bu dağılma sonucunda ekoloji hareketinin politik alanda güçlendiğini ifade etmektedir. Doherty (2002: 64) ise 1970 ve 1980’li yıllarda ekoloji ve sosyalizm arasındaki ilişkinin önemli bir tartışma konusu olduğunu ve 1990’larda ise ekoloji hareketinin sosyalist olmaya gerek kalmadan “solda” konumlandırıldığını belirtmektedir. Aslında bu yaklaşımlarla beraber ekoloji hareketini konumlandırma çabaları sonucu hareket, dar bir çerçeveden daha geniş bir alana yerleştirilmeye çalışılsa da sağ ile belirgin bir mesafe içerisine de girmektedir.

Ekoloji hareketine ilişkin “yer belirleme” çabaları devam ederken 1990’lı yılların ortasında küresel ısınmaya ilişkin bilimsel çalışmalar çarpıcı gerçekleri ortaya koymuştur: Uluslararası Bitki Koruma Birliği, yeryüzü ikliminin tehdit altında olduğunu duyurmuştur. Küresel ısınmanın yavaşlaması üzerine 1998 yılında atmosfer sıcaklığının uydu rapor tahminlerine dayanan27 ve yaygınlaşan “Küresel

27 What has global warming done since 1998? https://skepticalscience.com/global-warming-stopped- in-1998-intermediate.htm (Erişim tarihi: 12.08.2018)

38

ısınma durdu.” söylencesi kamuoyu tarafından kolayca benimsense de küresel ısınmanın durmadığına ilişkin veriler ortaya koyulmaya devam edilmektedir.

2000’li yıllara gelindiğinde Al Gore’un28 filmi ve Katrina Kasırgası29,

kamuoyunun dikkatini ekolojik yıkımlara çevirmiş, 2005 yılında yürürlüğe giren Kyoto Protokolü ile de karar alıcılar ve yasa koyucuların gündeminde belirli bir noktaya gelmiştir (Anderson, 2014: 94-95). Son yıllarda yapılan çalışmalar ekoloji hareketinin hayati bir önem taşıdığını tekrar göstermektedir. NASA’nın (2019) son yıllarda topladığı verilere göre:

 Büyük ölçüde insan kaynaklı gaz salınımları sebebiyle 19. yüzyılın sonlarından bu yana gezegenin ortalama yüzey sıcaklığı 0.9 santigrat derece artmıştır. Okyanuslar bu artan sıcaklığı emerek ısınmıştır.

 Grönland ve Antarktika buz tabakları kütle olarak hızla azalmaktadır.  Uydu görüntülerinden elde edilen veriler Kuzey Yarımküredeki karın

erken eriğini göstermektedir.

 Küresel deniz seviyesi 20. yüzyılda yaklaşık 20 cm yükselmiştir.  Sanayi Devrimi’nden bu yana okyanus sularının asitlik derecesi %30

artmıştır.

Tüm bu bilimsel kanıtlara karşın son yıllarda birçok ülkede iklim değişikliğine ilişkin kamuoyu endişesinin azaldığı görülmektedir (Ratter vd.’den akt. Anderson, 2014). Bu endişe düzeyini Ipsos ve YouGov verileri ışığında ve İngiltere özelinde Nulman (2015: 91-92) da ortaya koymaktadır: Anketlere göre 1990 yılında ekoloji ile ilgili İngiltere halkının endişesi ekonomik, toplumsal ve politik sorunlar ile aynı düzeydeyken 2000’li yıllarda bu endişe azalmıştır.