• Sonuç bulunamadı

2. TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMINDAN EDEBİYATA BAKMAK

2.1. EDEBİYATTA TOPLUMSAL CİNSİYET

Edebiyat, insanla doğrudan bağ kurabilen, duygulara, fikirlere yer açan, gerçekliği yahut gerçekdışılığı bünyesinde barındırabilen kültürün en önemli parçasıdır. Taşıyıcılık ve sürdürebilirlik rolü fazla olan bu parçanın içinde doğduğu toplumundan izler, fikirler taşıması çok muhtemeldir. Dolayısıyla yazılan herbir cümlede yazarının tamamıyle fikirlerini yansıttığı düşünülememekle beraber insanla doğan, büyüyen ve şekillenen kültür parçasının yazarından, içinde doğduğu toplumundan ayrı düşünülemeyeceği de açıktır. Dolayısıyla edebiyatın toplumun bütün bileşenlerinden etkilendiğini düşündüğümüzde, toplumun kadına, erkeğe nasıl yaklaştığı, hangi rolleri verdiği ve nasıl sürdürdüğü gibi pekçok temel soru ve meselelere bir yaklaşımı-duruşu olacağı bellidir.

Edebiyat bağlamında toplumsal cinsiyetin kodları gerek fark edilmeksizin bir tür bilinçdışılık özelliği ile edebi eserlerde izleri görülmekte gerek bu kodlar edebi eserin konusu olmuştur. Böylelikle biyolojik bir kavram olan cinsiyet toplumsalın şekillendiği bir “toplumsal cinsiyet”e dönüşerek yazının meselesi olmuştur. Bu noktada sosyolojik bağlamı içinde dalgalar halinde bölümlenen/sınırlanan feminizm tarih, siyaset ve hukuk için bir araştırma alanı olmakla beraber, 1960’larda toplumsal cinsiyet kavramının yaygınlaşmasıyla edebiyat için de ateşleyici unsur olmuştur.

Genel mahiyette bir eşitlik istemiyle başlayan dalgalar/süreçler ilerleyen dönemlerde meselenin temelli bir şekilde sorgulanmasına yol açmıştır. Eşitlik istemine paralel olarak ataerkil yapılar sorgulanmış, heteronormativiteye eleştirel bir bakış getirilmiştir.

1960’larda başlayan hareket, edebiyat bağlamında öncelikle erkek yazarların kadın yazarlara göre nicel olarak çokluğu üzerinden bir sorgulamaya gitmiştir. Bu sorgulama “Tarih, siyaset, hukuk ve ekonomi gibi edebiyat da erkeklerin “etkin” olduğu, edebî üretimin yanı sıra edebiyat tarihçiliğinin ve eleştirmenliğinin koşullarını ve kurallarını erkeklerin belirlediği bir alan olageldiği” (Uygun- Aytemiz, 2016:52) sonucunu getirmiştir. Sözü edilen niceliksel veri hem Batı edebiyatı için hem de Türk edebiyatı için de geçerli olup yakın zamana değin kadının sesinin duyulmadığı bir edebi zemin mevcuttu. Kaldı ki bu noktada kadının sesinin bir kadın yazar tarafından çıkmış olması dahi cinsiyetlere dayatılan toplumsal kalıpları kırdığı anlamına da gelmemektedir. Öyledir ki anlatıcının kadın olması durumunda çoğu kez ataerkil yapıdan sıyrılamadığı, heteronormativiteye duruş sergilemediği ve en nihayetinde erkeklerin beslediği bir toplumda kadın anlatıcının da erkekliğin bütün kodlarını içselleştirdiği de yadsınamaz.

Sözü edilen ataerkil yapının evladı olan kadın yazar hakkında Şule Gürbüz’ün varoluşsal temelli edebiyatını inceleyen Meltem Gürle,

“Peki o zaman sorun nerededir? Sorunlardan ilki, kadınların bu resmin içinde tuttuları yerin belirsiz olmasıdır. Varoluşa dair bu büyük sorunları soran kişilerin arasında kadınlara nadiren rastlarız. Böyle bir farkındalığı kadınlara vermez, Gürbüz. Onu erkeklerin ağzından, onların sorunları ile ilişkilendirerek dile getirmeyi tercih eder.” (Gürle, 2019:161-162).

diyecektir ancak hemen akabinde “Ama bütün bunların bir erkek bilincine tahvil edilmesi, kadınların dışarıda bırakıldığı hissini verir.” şeklindeki ifadesi kadın yazar olmanın içinde doğduğu toplumdan soyutlanarak kadının görünür olma meselesini yazınına aktarmadığını, aktarmayı tercih etmediğini örneklemesi bağlamında önem arz etmektedir. Ancak bu noktada Gürle’nin ifade ettiği gibi “Kadın yazar kadına dair meselelerden bahseder.” algısını da yıkmakla beraber varoluşun evrenselliğini erkek bir sese teslim etmiştir.

Edebiyatın kadın anlatıcılara yer açması bir adım olarak görülebilir ancak evvelinde her daim edebiyatta kadının “temsil edilen” konumda olması Batı edebiyatı ve Türk edebiyatı fark etmeksizin değişmeyen bir neticedir. Bu bağlamda eserde erkeğe göre şekillen bir kadın için kadın edilgen, saf dışı, eve hapsedilmiş ve

öteki konumunda görünüm kazanmaktadır. Bu bağlamda kadın yazarın bir duyarlılıkla kadın meselesine kadar değindiği, kadın yazarların metinlerinde kadınların ve erkeklerin konumları; erkek yazarların metinlerinde kadının konumu ve temsiliyeti, cinsiyetin yaratım süreçleriyle ilgili ne kadar bağlı olduğu, erkeklerin kadınları ne şekilde okuduğu ve yorumladığı, kadın geleneğinin var olup olmadığı gibi pek çok sorun hâlen tartışmaya açık olup kadın edebiyatında kendine yer edinen sorulardan olmuştur. Dolayısıyla bu sorular ekseninde cinsiyetin bir araç olarak kullanıldığı feminist eleştiri “…yeniden okuduğu her metne tarihî ve toplumsal bir boyut, disiplinlerarası bir kapsam ve en önemlisi yeni yorumlar kazandırdı (Parla, 2004:19-20).

Feminist eleştiri bağlamında eserler toplumsal cinsiyetteki hâkim kodlar ve bu kodların inşasındaki etkiler bilhassa incelemeye tâbi tutulmuştur. Dolayısıyla merkezinde cinsiyet olan bir eleştiri anlayışı, eserlerin farklı bir mercekten incelenmesine de sebep olmuştur. Böylelikle erkeklerin yazdığı edebi metinlerde kadınların konumlanışı, kadın ve erkek ilişkilerinin temsiliyeti sorunsallaştırılmıştır. Bu bağlamda Simone de Beauvoir’in kadın hareketine yaptığı katkılar ileride de feminist eleştiriyi de beslemiştir. Beauvoir, öznenin karşısına öteki varlık olarak kadının konumlanmasını biyolojik, tarihsel bağlamda incelemekle beraber edebi metinlerde de kadının nasıl “öteki” olduğunu irdelemiştir. Ve ikincil konumda olan kadın mercek altına alınıp aslında “İnsan kadın doğmaz: sonradan olur. İnsan dişisinin toplum içerisindeki görüşünü belirleyen biyolojik, ruhsal ve iktisadi bir yazgı yoktur.” (de Beauvoir, 1993a:231) sonucuna ulaşmıştır.

Kadın hareketleriyle başlayan feminist eleştiri ileriki yıllarda Türk edebiyatı ve eleştirisi için de kaynak oluşturup yeni yöntemlerde, yeni bağlamlarda edebi eserler “cinsiyet” temele alınarak incelenmiştir. Dolayısıyla metinlerde erkeğe göre konum alan kadının ayak izleri sürülmüş, ilişkilerde güç dengelerinin nasıl temsil edildiği, kadının ve erkeğin neye göre, nasıl kurgulandığı, metinlerde iki cinsiyet arasındaki güç dengelerinin nasıl düzenlendiği, metinlerde kadınların patriarkal dille ilişkisinin nasıl olduğu ve kadın-erkek söylemlerine etkisi araştırma konusu olmuştur. Bu türden sorunlar ve meselelerle çıkılan yolda 1980’lerin sonlarından beri metinlerde farklı kadın/kadınlıklar ve farklı erkek/erkeklikler temsiline

odaklanarak feminist eleştirinin önü açılmıştır (Uygun- Aytemiz, 2016:65).

Feminist eleştirinin neliği üzerine derin tartışmalarda bulunmak bu çalışmanın amacı değildir ancak edebiyatın yeni bir pencereden bakılmasında yeni yollar açtığı için feminist eleştirinin imkânlarını söz konusu etmek çalışmanın mahiyeti için destekler nitelikte olacaktır. Bu bağlamda feminist eleştiri, kadınların ataerkil dil-eril dil ile ilgili tespitleri toplumsal cinsiyetin doğru noktadan hareket etmesini de sağlamaktadır. Zira Alman filozof Heidegger’in ifade ettiği gibi “Dil düşüncenin evidir.” ve düşüncelerimiz, bilinçaltımız bir şekilde dil kanalıyla kendisine bir yol bulur. Dolayısıyla toplumun kamusal fikri çoğu kez davranışlara sindirilmiş bir şekilde kendisine ifade imkânı bulur.

Dile düşmek, adın çıkması, söz olması gibi gündelik dilde kolaylıkla söylenen, söylenebilen bu türden yaftalar feminizmin de en temel saptamalarından biridir. Bu edebiyat bağlamında da düşünüldüğünde kadınların erkekler tarafından üretildiği, yapıldığı dil sınırları içinde gerek reel dünyada ve gerek metin düzleminde yaşadığı açıktır (Irzık&Parla,2004). Bu sebepledir ki kadının zorunlu olarak patriarkal dille kurduğu ve bu dile maruz kaldığı ilişkide geride kalan, öteki, sözü edilen, “dile düşen” konumunda olmuştur. Irzık ve Parla Kadınlar Dile Düşünce adlı eserinde,

“…Yani onlar uygunsuz şeyler yapıp kendilerini rezil etmeseler de, hep başkalarının diline düşmüş durumda, hep “erkeklerin” dilinde, “erkek dili”ndedirler. Bu dilin nesnesi olmakla kalmakla kalmazlar, parçası da olurlar. Yeri gelir, en temel, en korunası değerlerin işareti olur kadın: Doğallık, namus, gelenek, maneviyat, ev, ulus gibi. Yeri gelir, tam da bunlara yönelik tehlikelerin, ya da genel olarak tehlikenin, bozulmanın adı olur: Güçsüzlük, değişkenlik, denetimsizlik, yapay kadındır: denetimsiz arzu, kahpe felek, baştan çıkarma, delilik de öyle.” (a.e.:8). diyerek erkeklerin, devamlı surette ataerkillikten gücünü alarak bir tür rahatlama, yaptıklarında kendini aklama adetâ bir katarsis gibi kadın üzerinde söz söyleme selâyetini kendinde bulduğunu açıklamaktadır. Ancak sözü edilen durumdan daha önemli bir husus vardır ki “…kendisine hem olumlu hem olumsuz bazı özellikler atfedilen bir kadın kavramının, başka şeyler hakkında, özellikle iktidar ilişkileri ve kimlikler hakkında konuşmanın kültürel aracı olup, bir tür “süper gösteren

(signifier)” işlevi yüklenmesi.” (a.e.:8) dir. Dolayısıyla bu göstergelerle dil özneleşir, erkeksileşir; kadın ise nesneleşir. Dil birliği içinde bulunan erkekler hep bir ağızdan kadını sözün bir nesnesi, sözün sahiplendiği bir “şey” konumuna getirirler. “Edebiyatta da kadın erkeğin yazdığı kadın olduğu”, erkeğin yazdığı edebiyatta kadının okuduğu –okuma eyleminin edilgen olması göz önünde tutularak- bir noktada kadın eril otorite tarafından pasifliğe hapsedilmiştir. Böylelikle sınırsız bir düzlem olan edebiyatta kadının-erkeğin farklı şekillerde ve oranlarda sınırlandığı ve bu sınırlar içinde var olmaya çalıştığı dil incelemelerinde tespit edilmektedir. Bu, aynı zamanda toplumsala, toplumsalın cinsiyetine dair de doneler sunmaktadır.

2.2. TÜRK EDEBİYATININ CİNSİYET KURGULARI / TÜRK