• Sonuç bulunamadı

Dinî Kuruluşlar (Tarikatlar)

KEMAL TAHİR’İN ESERLERİNDE HALK BİLİMİ UNSURLARI 1. DİL ANLATIM

5. DAYANIŞMA YARDIMLAŞMA VE EĞİTİM KURUMLARI

5.2. Dinî Kuruluşlar (Tarikatlar)

Tarikat yollar anlamına gelen bir kelimedir. Tasavvufta bütün yolların kesişim noktası; alemlerin yaratılma sebebi olan, iki cihan güneşi fahr-i kainat efendimiz Hz. Muhammet Mustafa’dır.Bunu Mahir İz şöyle ifade eder:

“Hicri ikinci asrın sonlarına doğru intişare başlamış olan tarikatların an’ane ile silsilelerinin ciharyar-ı güzine ve Hazret-i Fahr-i Alem sallallahü aleyhi vesselem efendimize kadar dayandığı rivayet edilmektedir.

Tasavvufun doğuşundan, tarikatların intişarına kadar geçer zamanı tasnife tabi tutulacak olursak, şu devreleri müşahade ederiz.

a) Tarikat öncesi tasavvuf

b) Şahıslar etrafında sistemli ve teşkilatlı bir şekilde gelişen tasavvuf. Tarikat öncesi tasavvufun umumi manzarası, Kur’an-ı Kerim’in hükmünde ve yani zühdden ibarettir. Bu devirde sofiler azdır. (İz 1997: 171).

5.2.1. Alevilik (Şiilik-Kızılbaşlık)

Alevilik, Hz. Muhammed (sav) ölümünden sonra damadı Hz. Ali’nin ilk halife ve imametin ancak onun soyundan gelenlere ait olduğunu kabul edenlerin, sunilerden ayrılarak kurdukları mezheptir.Kızılbaşlık ise Şii mezhebinin bir koludur.

Kemal Tahir’in eserlerinde alevi köyleri, Alevilerin yaşantıları konu edilmiştir. “Damağası” adlı eserde yüzbaşı beyin Alevilerin içine casus olarak gönderildiği ve onun, onların arasında edindiği bilgiler şöyle nakledilir.

“Türklere gelince bu hikaye başka bir şekil alıyordu. Yüzbaşı Bey tabur kumandanının hasedine kurban gitmiş. Kendisi kürde benzediğinden uzun müddet o taraflarda vazife görüp Kürtçe’yi bildiğinden, asilerin ahvalini öğrenmek üzere bizzat General Kazım Orbay tarafından aşiretlerin içine casus gönderilmişti. Bizim Türkümüz neden ilerlemez, diye içini çekiyordu. Yola çıkarken Kazım Paşa sırtımızı sıvazladı. Abdullah Paşa alnımı öptü. Ayağımızda bir beyaz don, sırtımızda bir beyaz gömlek, saç sakal birbirine karışmış, kafada bir keçe külah dağın yolunu

tuttuk. Kürt müsün “Lo…” Alevi misin “Hu…” girdik aralarına… Herifler dağ yabanisi arkadaş, ayıdan bir farkları yok… Lakin atıcı teresler! Tüfengi omuza dayamak, sol gözü kapatıp “gez, göz, arpacık” demek ne sektirir. Kurşunu sanki götürüp bizim askerin kafasına çekiçle mıhlıyordu. Tüfengi bir kaldırdığını görüyorsun. Bereket topçuluğa, mitralyöze akılları ermiyordu. Mitralyöze geveze diyorlardı da pek korkuyorlardı. Bir de dağ keçisi gibi herifler… Düz kayaya tırmanıp çıkıyorlar. Dersim kadar cenabet yer olmaz. Safi mağara. Bir geçidi bir kişi tutsun bir alaya karşı koyar. Bereket ersin tayyarelerimize verdiler bombayı, bedriler bombayı… Cebel topları da iş gördü, yoksa halimiz dumandı. Erkekler şurada dursun, karılar gördüm uçarı atıyor… Hepsi Alevi bunların… Allah Muhammed tanımaz. Alevi ne demek? Gavurdan beter… Malum ya bir Alevi Müslüman olmak istese evvela gavur dinine girecek sonra da ihtida edecek, İslam olacak… Bir türkü çağırıyorlar haşa, sümme haşa… Günahı vebali boyunlarına dinle arkadaş… Hiç böyle türkü duyulmuş mu bu Türk ilinde…

Dağları başına çiğdem takınır Kızları eline kına yakınır Hiddetinden yedi düvel sakınır Allah’tan kavidir beli Dersim’in Tövbe Ya Rabbi, tövbe!

İçlerine girdim bir Erzincan mahpusundan kaçmış oluyoruz. Aslen Kemahlıyız. Bize inandılar lakin ben erkekliğimle utanıyorum. Şimdi gece oldu mu cümlesi bir yuvarlak yorganın altına giriyorlar anadan doğma soyunup… İşte o yorganın altında artık eline geçen eline geçeni uyduruyor. Ama kızın rastgelmiş ama öz anan… Kızılbaş dedik ya… Kızılbaşın da domuzu… Geceleri baskın yapıyorlar ellerine geçen Türk askerlerini kesiyorlar bu gözlerim neler gördü…” (D. s. 49-50).

Bu anlatılanların bir rivayet olduğu, gerçekle alakasının olmadığı ortadadır. İşin aslı şudur: Toplu ibadet etmenin yasak olduğu günlerde, alevi vatandaşların köşe başlarına birer gözcü koyarak ibadet etmeleri söz konusudur. Baskın sırasında ise ceza almamak için mumların söndürülüp herkesin yatış vaziyetine geçmesi salık verilmiştir. Hal böyle olunca baskınlarda aynı yatakta yakalananlar alevi cemaatini yıllarca zan altında bırakmıştır.

“Mum söndü' meselesinin temeline inmek gerek. Benim araştırmalarıma göre Şah İsmail'in yanına Kalender Çelebi isminde bir gönül adamı geliyor. Şah İsmail Çaldıran'da yenilmiş, inzivaya çekilmiş, şiir ve içkiye vermiş kendini. Mevlana ile Şems nasıl yakın oluyorlarsa İsmail ile Çelebi de öyle yakın oluyorlar. Günlerce sarayda kalıyor Çelebi. İsmail, Kalender Çelebi'ye 'Artık bu tebaanın şeyhi sensin, şeyhlik çizgisini sen yürüt' diyor. O gün ikisinin işareti olarak iki tane mum yakıyorlar. O iki mum sönene kadar da semah yapıyorlar. Öyle bitkin düşüyorlar ki mum sönüp de ortalık karanlık olduğu zaman yeni bir mum yakmaya güçleri kalmıyor. Bir hafta sonra onların böyle yaptığını gören bir grup Alevi bunu sünnet olarak uygulamaya başlıyor. Mum yakıp sönene kadar semah dönüyorlar. Ama bu uygulama çok uzun sürmüyor. Sonra İsmail'in aşık olduğu Taçlı Hatun postu giriyor semahın içine. O günden sonra kadınlar da semahın dairesine dahil olmaya başlıyorlar. Tabii mum yakıp, uzun süre semah yapınca mum söndüğünde bitkin düşüklerini hesap edebiliriz. Bu gün bazılarının 'mum söndü' ile ima ettiğinin tarihi bir alt yapısı yok. Bu gün zihnimizdeki 'mum söndü'nün çağrışımı, tekkelerin kapatıldığı, dinî ibadet ve zikirlerin yasaklandığı, tasavvuf zemininin silinmeye

çalışıldığı 40'lı yılların jandarma ve dipçik korkusunun eseridir.”

(http://www.stratejikboyut.com/haber/mum-sondu-olayinin-tarihi-kokeni-44469.html,

Erişim Tarihi 08.02.2011).

5.2.2. Bektaşilik

Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu tarikata Bektaşilik tarikatı ona intisap edenlere ise Bektaşi, denilmektedir. Nihat Sami Banarlı bu tarikatı şöyle değerlendirir.

“Hacı Bektaş Veli’nin Kırşehir yanındaki Suluca Karaöyük’de kurduğu bu tarikat hiç hür düşünceye geniş yer veren fakat şii-batını inanışlara meyilli, Alevi tarikatlarını andıran bir kuruluştu. (…) Bektaşilik Türk halkının iman anlayışında taassuba meydan bırakmayan hür bir vicdan dünyası uyandırdı; kadınların da bulunduğu meclis ve ayinlerinde ileri ve olgun bir topluluk seviyesi gösterdi. Halk arasında Allah korkusu yerine Allah sevgisini yayma anlayışıyla çalışarak her türlü taassuba karşı durdu; Bektaşiliğin bu halleri aşırı dindarların taassubunu ve düşmanlığını davet ettiği içinde onların zahitlikleriyle ancak keskin nükteler söyleyip yermek yoluyla pasif bir mücadelede bulundu.” (Banarlı 2001: 293-294).

Abdurrahman Güzel Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya irşad göreviyle gelişini, aldığı icazeti ve Anadolu’ya varınca yaptıklarını şöyle anlatır:

“Hacı Bektaş Veli Lokman Perende’den gördüğü eğitim neticesinde aldığı icazetname-i müteakip;ocaklar uyandıracağı, nesiller yetiştireceği, birçok kıtanın Türkleşmesi ve İslamlaşmasına katkıda bulunacağı millî birlik ve beraberliği temin edeceği, hizmet vereceği Anadolu’ya gönderiliyordu.”(Güzel 2002: XIV).

Bektaşilik “Kurt Kanunu” adlı eserde şöyle anlatılmaktadır.

“Paşa çiftliğinin Derviş Kahyası kalın, dokunaklı sesiyle Menakıpname-i Hacı Bektaş Veli oluyor hepsi Bektaşi olan çiftlik yanaşmaları kaç göç bulunmadığı için kadın erkek toplanmış şaşılacak yerlerinde derin derin iç çekip inleyerek dinliyordu.” (KUKA. s. 137).

5.2.3. Rufailik

Silsilesi Cüneydi Bağdadi, Ebu Muhammed Rüveym Bağdadi, Ebu Said Yahya en-Neccari el-Vasıti, Ebu Mansur et-Tayyib, Şeyh Mansur el Betayihi er Rabbani Ahmet Rifa-i ile Peygamber Efendimize dayanan Rifailik Tarikatı’nın kurucusu Ahmet Rifai’dir.

“Rifai, Basra bölgesinde Hasan Köyü’nde doğmuştur. Yedi yaşında babasını kaybetmiştir. Seyyid Ahmed’i dayısı büyütmüştür. Dayısı Mansur tarafından Basra’ya gönderilmiştir. Orda dayısı ve Ebu Bekir el-Vasiti’den ders okutan Rifai dayısının ölümünden sonra şeyh olmuştur. (İz 1997: 189).

Şeyh Ahmed Rufai tarafından kurulan Rufai Tarikatı 12. asırda Bağdat çevresinde kurulmuştur. Rufailik “Bozkırdaki Çekirdek” adlı eserde Rufai Dervişi ve Kara Mansur’un diyaloglarıyla geniş geniş anlatılmıştır. Halveti olan Kara Mansur’un Rufailiğe geçişi şu şekilde olmuştur.

“… Hayır, Karaoğlan, bu mesele önce yürek ister, sonra bilek ister. Ayrıca diline de sağlam olacaksın. Baş vermek var gizliyi açıklamak yok… Tarihte okudunsa bende iyisini bilirsin. Osmanlı mülkü, savaşçı dervişlerin çabalamasıyla kurulmuştur. Savaşçı derviş ne demek Karaoğlan? Resmen din askeri demek… Öyleyse, Osmanlı’yı bugünkü çukurdan da Allah’ın izniyle din askerleri çıkaracaktır. Bu böyledir. İnanmaya gavurdur. Sana üç gün izin… Düşün taşın, evir çevir! Unutma yemin etçin! Bundan böyle, kendinden başkasına danışmak yoktur. Şurasını

aklına yaz: adem bu dünyada kazanır cenneti ama çabalamakla kazanır! Bu yolda çetin geçitler geçeceksin! Yüreğini bozdun mu, rezillik elverir ki büsbütün… Bu kadarını bil ki, üç günden sonra “He” dersen, dünya donunu soyup Rufai hırkasına bürüneceksin!

Bunu duymamla irkildim:

—Ya bizim bunca yıllık Halvetliğimiz? Diye bağırdım.

—Halvetlik mi kalır hey Karaoğlan? Rufailik yoluna sapmamış olur mu? Sınavlar geçireceksin ki çok zorlu sınavlar aşacaksın. Yüreğini şimdiden bozdunsa ayıp işledin, az biraz da günaha battın. Bundan böyle aklına güvenip dipsiz kuyulara dalayım deme ki, batağa batmayasın! Din askerliğinin yolu Rufailikten geçer! Çünkü Rufailik gövde acılarıyla boğuşma ve de onları yenme yoludur kendin bilmez değilsin ya, Rufailik’in ilk adımı, şişi avurda sokmak… Yüreğine şuncacık vesvese gelirse avurdunda kan boşalır! Kuşkuyu atacaksın ki kanın akmasın! Ardından kanına kılıç saplamak, daha ardından ateş yemek, kızgın demir yalamak vardır. Bu sınavları yüz akıyla başardın mı gövden okka çekmez olur, iğne deliğinde geçersin! Bu kesimle yeni doğmuş bebeklerin üstüne çıkıp tepinirsin de haberleri olmaz! Din askeri Rufai gerek ki düşmana kavuşunca süngüden kurşundan yılmaya ve de sırasında her bir beden acısına dayanıp İslam’ın sırrını ağzından kaçırmaya…” (BÇ. s. 315).