• Sonuç bulunamadı

Yaşanılan zamana göre hayati gerekliliklere en fazla yarayan duyu organı diğerlerine göre daha güvenilir bulunmuştur. İnsanlığın avcılık-toplayıcılık döneminde, cangılda en fazla işe yarayan organ kuşkusuz kulaktı. Yerleşik hayatın olmayışı, yazının ortaya çıkma şartlarının oluşmasını geciktirdiğinden söze dayalı kültür aktarımı kulağın egemenliğini pekiştirerek devam ettirmiştir. Yazının ilk ortaya çıkışını ve kullanımı çok sınırlı bir alanda olduğundan kulağın işlevselliğinin önüne gözün geçmesi Aydınlanma döneminde gerçekleşmiştir. Görmeyi merkeze alarak işleyen insan aklı Aydınlanma döneminde ortaya çıkmıştır. İnsan aklı bu dönemle birlikte, her gördüğünü evrensel hakikat düzeyine çıkarır hale gelmiştir. Aydınlanmanın görmeye yönelik vurgusu, karşımıza Kartezyen perspektifçilik olarak çıkmaktadır. Modern dönemin başat görsel modeli olan Kartezyen perspektifçilik, mutlak göz merkezlidir. Öyle ki Descartes’ın “düşünüyorum öyleyse varım” sözü, “görüyorum öyleyse varım” olarak ifade etmek mümkündür. Kartezyen görme anlayışı, homojen üç boyutlu mekân yanılsamasına dayalıdır ve bu anlayış, adeta Tanrı’nın uzaktan bakışı gibi, gözün de önündeki her şeyi gördüğünü vurgular. Kartezyen perspektifçiğe gelinceye kadar ve özellikle 17. yüzyılda Barok görme tarzı ve optik rejimi geçerliydi. Barok görme rejimi, gözün sunduğu algı dışındaki duyusal algıların önemine de yer açmasıyla Kartezyen olandan ayrılmaktaydı.

Descartes’in Kartezyen öznesi beden-zihin ikiliği üzerine kurulmuştur. Bedenle deneyimlenen fiziksel dünya “düşünen ben” üzerinden anlaşılır. Deneyimleme işinin gerçek fiili ise “görme”dir. Görülmeyen dünya deneyimlenmiş dünya değildir. Descartes’a göre gören göz değil, bilinçtir. Duyguların dışarda kaldığı, nesnel genel geçer kuralların arandığı bir düşüncenin nüvesini tarafsız göz anlayışı oluşturur. Modern dünyanın bilim anlayışına da bu düşünce yön vermiştir. Pozitivizm gözleme, gözlenebilmeye, rakamlara, deneye dayanır ve bilginin temelini bu deneyim oluşturur. Anlama eylemine dahil olacak olan bilgi gözle edinilmeli ve mutlak bütüne bu şekilde dahil olmalıydı. Kuşkusuz çağımızın halen daha hakim anlama, öğrenme ve bilme eylemi görmedir (Dursun, 2013: 168).

Anlamı aktarma araçlarımız olan kelimeler yazıyla birlikte görselliğe kavuşmuşlardır. Görsellik aydınlanma ile birlikte zirve yapmış, görme eylemi ortaya çıkan durumda hakim anlam aktarma ve hakikati açıklama çabasına dönüşmüştür. Ancak daha olası olan sesle başlayan kelimelerin hikayesinin bir defa görselliğe kavuştuktan sonra görselliğin hikayesinin kelimelerin görsellikleriyle sınırlı kalmamasıdır. Gelişen teknolojiyle birlikte fotoğrafın ortaya çıkmasından sonra, zamanın en küçük birimi olan ‘an’ın kaydedilmesi mümkün olduktan sonra, artık iletişim alışkanlığımız bir kilometre taşını daha geride bırakmıştı. Kelimelerin görselliğinin yanına gelen fotoğrafik görsellik artık imgelerle konuşmayı mümkün kılıyordu.

Sözcüklerin kulağı ısıtan büyülü tınlamasından, anlamı daha net ve kapsayıcı taşıyarak düşünsel anlamda önemli bir kırılma yaratan fonetiğin dünyasına, oradan da imgeler vasıtasıyla anlamın paket olarak sunulduğu fotografik görsellik dünyasına geçildi. Gözün anlam ve hakikati kavrayıcılık yönünden hakimiyeti pekişti. Ancak bu durum insanların bilinçleri üzerinde nasıl sözlü kültürden yazılı kültüre geçerken, fonetiğin veya kelimelerin görsellerinin yazılmasının insan beyninde neden olduğu değişim sayesinde farklı düşünme süreçlerinin kapısı açıldıysa imgelerin dünyası da farklı düşünme süreçlerinin kapısını açmıştır. İmgelerin bize sunduğu dünyada anlama çabamız gereksizleşir ve yavaş yavaş ondan uzaklaşırız. Eleştiri, analiz etme, açıklama, tanımlama gibi düşünsel eylemleri gerektirmez. İmgelerin yer aldığı görsel dünya bizi içine çeker ve düşünsel süreçlerimizi çalıştırmayı yavaşlatır veya durdurur. Düşünsel süreçlerimizin çalışması söz konusu gerçeklikle mesafelenme suretiyle mümkün olabilmektedir. İmgelerle düşünmek, yazılı metinleri okuyarak düşünmekten daha kolay ya da zihni başkalaştıran ve kendiliğinden üretken bir etkinlik sayılamaz. Sözcükler eğer gördüklerimizle çatışıyorsa, en çok gördüğümüz şeye inanma eğilimindeyizdir. Günümüzde imge, doğrudan deneyimlemeye alıştığımız şeylerin yerini büyük ölçüde almaktadır. Görme ve düşünme arasında Aydınlanmadan bu yana kurulan ikilik, halen süregitmektedir. Hatta görme, düşünmenin anti-tezi olarak varsayılır. Birçok sosyolojik analiz, aşırı basitleştirilmiş imgenin, algının dibini oyduğunu ve zihni uyuşturduğunu, böylelikle de hakiki düşünmeyi engellediğini öne sürer. (Dursun, 2013: 169)

Duyuların en üstünü sayılan görmenin düşünceyle olan ilişkisindeki sorun, birçokları için halen çözümlenmiş değildir. Kişi büyüdükçe, özellikle kitle medyasından ve elektronik medyadan gelen milyonlarca sabit ve hareketli imge ile karşılaşmaktadır. İmgeler, bir görünüp bir kaybolmaktadırlar. Aynı imgenin içine her türlü şey, hiçbir çelişki yaratmadan yerleştirilebilmektedir. İmge akını her şeyi taşımaktadır. İmgelerin yarattığı gösteri, her şeyi bağlamından, geçmişinden amaçlarından ve sonuçlarından yalıtmaktadır. Gösteri Toplumu kitabının yazarı Guy Debord’a göre toplumsal diyaloğu devreden çıkaran gösteri dünyası, böylelikle çağdaş toplumların düşünce araçlarını da çökertmektedir (Debord, 1996). Çünkü mantık ancak toplumsal diyalog sayesinde oluşur. Somut deneyimler üzerine gerçekleştirilen karşılıklı iletişim, ortak aklı olanaklı kılar. İmgeler ne somut bir deneyim sunar, ne de toplumsal diyaloga yol açar. Üstelik bu, belleksiz bir dünyadır, tarihsel bilginin yok edildiği bir dünyadır. Görme, algılama ve düşünme arasındaki ilişkiyi daha olumlu bir biçimde kuran yaklaşımlarda ise, her şeyden önce görselliğin hâkim olduğu yeni düşünme biçiminin ortaya çıkışı, eski düşünme biçimini zenginleştiren bir gelişme olarak kabul edilir. Yeni çağın bu yeni düşünme biçimi, görsel düşünmedir. Görsel düşünme, bu iyimser yaklaşıma göre, görme ve

düşünme arasındaki emek bölünmesini ortadan kaldırır. Görsel düşünme, her tür enformasyonu, onu iletişime katacak resimlere, grafiklere ve biçimlere dönüştürebilmedir. Görsel düşünmeyi sağlayan algılama, gözlenmiş olan her şeyin etkin bir yorumunu gerektirmektedir. Algılama, görme ve belleğin birleşimidir. İnsanlar, güncel deneyimlerini sınıflandırıp, kavramlaştırıp yorumlarken önceki görsel deneyimlerinin kendilerine yardımcı olduğuna güvenirler. Algılama, neyi gördüğümüz kadar dünyayı nasıl gördüğümüzü de belirler. Dolayısıyla algılama, günümüzde bütünüyle edilgin bir süreç olarak değerlendirilmemektedir. Öyle ki görsel kültürde zihin, sözcüksel görsel bir akıl yürütme yapar. Sözcüksel görsel akıl yürütme, öncelikle imgelerin anlamı tarafından taşınan tutarlı ve mantıklı düşünmedir (Dursun, 2013: 170).

Bütün bu olumlu yönlerine rağmen bazı düşünürler tarafından görsel kültürün desteklediği görsel düşünme biçiminin, eleştirelliği zayıflattığı da öne sürülmektedir. Bu tür eleştiriler öncelikle ve en çok, geleneksel medya sayılan televizyon, sinema ve reklam endüstrisinin yarattığı görsel akışa yönelik gelişmiştir. Buna göre insanların bilişsel olanaklarının çok daha azını gerektiren televizyon izleme gibi etkinlikler, insan duygulanımlarında da bir düşüş, zayıflık ve edilginlik yaratmaktadır. Özellikle çocuk yaşlarından başlayarak kişinin dil ediniminin kaynaklarından biri haline gelen televizyon izlemede, dil becerilerinin gelişmesi için gereken karşılıklı etkileşim bulunmaz. Dil yeterliliği açısından televizyona bağımlılığın yarattığı sorunlar, kişinin düşünce biçimine de etkiler. Düş gücünün gelişimini zayıflatan, çeşitli türden bilişsel yitimlere yol açan görsel medyaya bağımlılık, aşırı basitleştirilmiş ve basmakalıplaşan imgelerle kişinin algılarının da dibini oyarak zihni uyuşturmakta ve gerçek düşünmeyi engellemektedir (Sanders, 2010). Sonuçta insan, inandığı görüşün başka bir inanç tarafından belirlendiğini fark edemeyen, eleştirel sonuç çıkaramayan, sorun çözemeyen, çare yaratamayan, özgün bağlantılar bulamayan, hızlı ve aceleci yargılara dayalı bir zihinsel işlemi adeta mekânik tarzda yapar hale gelmektedir. Görselin desteklediği düşünme biçimine ilişkin bu olumsuz bakış açısı, gözü baktığı imge karşısında korumasız, insanı da görsel imgenin ürettiği anlam karşısında savunmasız saymaktadır.

Dijital kültür kendisini üreten iletişim araçları sayesinde insanların hayatını her an ve tekrar tekrar yeniden şekillendirmektedir. Dijital iletişim araçlarının yaydığı hakikat kavrayışı ise hipergerçekliktir. Hipergerçeklik iletişim araçlarının yaydığı yoğun hipermetinlerle bezeli mesajlar aracılığıyla kendisini, gerçekliğin kendisi olarak kendisini kabul ettirir. Bu haliyle dijital kültür ve yeni iletişim araçları kendisinin içine doğmuş yeni nesil için zorlayıcı bir gerçeklik algısı sunar. Hipergerçekliğin içine doğan ve yoğun biçimde hipergerçekliğe maruz

kalan bireylerin gerçekliğe yaklaşımları şu şekilde ortaya çıkmaktadır: “Bilgisayarlar artık teknoloji değildir, internet televizyondan daha iyidir, gerçeklik artık gerçek değildir, yapmak bilmekten daha iyidir, öğrenme mantıktan çok oyuna benzer, çok işlemlilik bir yaşam tarzıdır, klavye elle yazmaya tercih edilir, bağlantıda kalmak gereklidir, gecikme için tolerans yoktur, tüketici ve yaratıcı birbirine karışmıştır” (Dursun, 2013: 171-172). Yeni nesil artık yazıyla ifade edileni imgeyle ifade etmenin yollarını bulmaktadır. Dijital kültürde görmeye duyusuna verilen ağırlık da giderek artmaktadır. Göz, görsel kültürde de devamlı taramaktadır, devamlı deneyim aramaktadır ve görme alanının içinde kalan her şeye hakim olmaya çalışmaktadır.

Dijital medya bizlere iki tür yeni ortam sunmaktadır. Bunlardan ilki aracılanmayı hissetmediğimiz ve bizleri içine alarak, tam bir kesinlik hissiyatı yaratarak gerçek bir deneyime mümkün olabilecek en yakın noktaya taşıyan ortamlardır. Bunlara yakın dolaysız ortamlardır. Medyanın kendisi bir arayıcı, taşıyıcı veya ortam iken bu yeni durumda kendisini olabildiğince hissettirmemeye çalışır. Söz konusu birinci tür, yakın dolaysız ortamlar dijital insanlar içinde olmadan, katılımcı olarak bulunmadan deneyimleyemeyecekleri ortamladır. Bu birinci tür yeni dijital ortamlar gerçeklikle aralarındaki sınırları giderek azaltmaktadır. Teknolojinin imkanları genişledikçe ve yazılım konusunda ilerlemeler sağlandıkça birinci tür dijital ortamların sunduğu deneyimler gerçeklerine yakınlaşmaya devam edecektir. Bu türden ortamların sunduğu deneyime örnek vermek gerekirse pilotların eğitimlerinin başlangıç seviyesinde kullandıkları simülasyonları söylemek mümkündür. Gerçeğe ne kadar yakınlaşırsa eğitimin kalitesi de o derece de artacaktır. Hatalar, eksiklikler gün yüzüne çıkarılmaya çalışılır. Burada kritik nokta medyanın olabildiğince aradan kaldırılmasının, hissedilmemesinin gerekliliğidir.

Dijital teknolojilerin getirisi olan bir diğer ortam hiperortamlardır. Hiperortamlar ses, görüntü, metin, grafik ve video unsurlarının birbirleri ile bağlantılı ve istenilene erişime izin veren işleyiş şekline sahiptir. Ayrıca hiperotamlar kendilerinden önceki ortamları ve bu ortamlara has mesaj biçimlerini kendi üzerinde toplar ve aralarında etkileşime imkan verecek şekilde kullanır. Bu açıdan bakıldığında dijital kültürün çok renkli, zengin bir içerikli ve anlatım tarzları olan bir ortam yapılanmasını bize sunmaktadır. Öte yandan linkler sayesinde, sayfadan sayfaya geçişler yapmak suretiyle sonsuz bir akış, sınırsız içerik ve iletişimin mümkün olan bütün unsurlarını kullanmayı da dijital kültürün iletişimi genişleten olanakları altını çizmek gerekmektedir (Bolter ve Grusin, 2002: 31-44). Hiperortamlar ve sundukları etkileşim dijital kültürle birlikte ortaya çıkmış ve dijital kültüre has olmakla beraber tarih boyunca başta el yazmalarında olmak tarihte bazı öncülleri vardır.

Dijital teknolojilerin özelliklerinden birisi de görüntünün yanına sesi koymuş olmalarıdır. Sözlü kültürde yazının ortaya çıkmasıyla birlikte yavaş yavaş bir aktarım aracı

olarak değerini kaybeden ses ve sese dayalı söz öncesinde elektronik ve şimdilerde dijital kültür ortamlarında yeniden rolünü arttırmıştır. Burada sesin ve sese dayalı sözün ortamda tam bir başat konuma geldiğini iddia edemesek de ciddi anlamda medya üzerindeki alanı ve etkinliğini arttırdığı söylememiz yerinde olacaktır. Yazıyla başlayan görsel yönelim elektronik ve arkasından gelen dijital teknolojiler vasıtasıyla artık yedinden işitsel bir yönelime kavuşmuştur. Söz konusu olguyu Walter Ong’un ikincil sözlü kültür çağı olarak değerlendirdiğini daha önceki sözlü kültür bölümünde bahsetmiştik. Burada ortaya çıkan ve yeniden kulağı davet eden durum öncekinden daha farklıdır. Dijital kültürün sözlü kültürü birincil sözlü kültüre daha amaçlı ve bilinçlidir. Radyo ve televizyonda kendisine sunulan gerçekliği insanlar aradaki medyayı ortadan kaldırarak algılamaya yatkındırlar. Sorgusuz bir özdeşleşme durumu görülür. Bu durum sözlü kültürdeki deneyime çok benzerdir. Burada sözlü kültürden farklı olarak bütün duyu organlarının katılımının gerekli olduğu bir aktarım vardır. Ayrıca buradaki radyo gibi elektronik veya dijital iletişim araçları sadece kulağa hitap etmekle birlikte yazı temellidir. Söz gücünü matbaa teknolojilerinin sağladığı yazınsal birikimden almaktadır (Ong, 2007: 161).

Görsellik ile dijital kültür iç içe geçmiştir. Şimdilerin tabletlerinde, telefonlarında hız kazanmış akışın içeriğinin ana gövdesini oluşturan imgeler insanlığın tarihi kadar eskidir. Dijital kültürün görsel yanını tam olarak tahlil edebilmek için bu bağlamda görsel kültürü aşamalarıyla birlikte tahlil etmek gerekecektir. Rönesans ile birlikte zihinsel çalışma prensipleri görsel imgelemenin ağır bastığı bir yönde değişmiştir. Televizyonun oluşturduğu görsel kültür telgrafın başlattığı zaman ve mekan kopuşunda önemli bir aşama olmuştur. Televizyon sayesinde insanlar bulundukları yerden koparak kendilerine sunulan gerçekliğin zaman mekan koordinatlarına kendilerini bırakırlar. En önemlisi insan bedeni ile bilinci arasında bir kopuş gerçekleşir. İnsanların günlük deneyimleriyle televizyonda tanık oldukları arasında geçişler yaşar. Ayrıca televizyonda kendisine sunulan, hızlı, keskin geçişleri olan görüntülerin deneyimleri ile kendi hayatının durağan, tek düze akışı arasındaki fark kendisini hissettirir. Televizyonda olan görüntünün insanda uyandırdığı deneyim hissi parçalıdır. Parçalı olması süreklilik imkanını kazanmasına engel olur. Bu hayatın alışıldık akışına ve onun deneyimine aykırı bir deneyim hissidir (Dursun, 2013: 173).