• Sonuç bulunamadı

Dijital iletişim çağında değişim fiber optik kablolardan akan verinin hızıyla yarışmaktadır. Bugün pek çok sosyal bilimciden “Bundan 10 yıl önce, 20 yıl önce başvurduğumuz kavramlar bugün ya hiç artık ortada yok ya da artık hiçbir işe yaramıyor” saptamasını zamanın ruhuna bir sitem olarak duymak mümkündür. Sitemin sebebi ise artan

mesai: Uyumak, dinlenmek, hayatın akışında bir boşluk bulup nefeslenmek imkansızlaşmıştır. Zamanın içinde kalmak isteyenlere inanılmaz bir iş yükü çıkmaktadır. Bundan on yıl önce üretilmiş kuramlar bugünün dünyasını anlatmakta yetersiz. Yenilerini ve daha yenilerini üreterek çözüm bulmak gerekmektedir. Bu bağlamda dijital iletişim teknolojilerinin en başta birinci derece yakından temas ettiği bütün gündelik pratikler, sebep olduğu toplumsal hareketler, siyaset ve ekonomik alanlar tekrar elden geçirilmek durumundadır (Aysever, 2004: 91).

Derrida’ya göre ‘gösterge’ kendisi dışında başka bir şeyi ifade eden, insanlar tarafından üzerinde uzlaşım sağlanmış bir işaret olarak kabul edilmek yerine ‘ayrımlar’ı dikkate alarak konuyu ele almaktadır. Dilin temel unsuru onun uzlaşımlardan ziyade ayrımlar üzerinde bina edilmesidir. Derrida ‘aşkınlık’a karşıdır. Bu bağlamda gösteren ve gösterilen ayrımı Batı metafiziği olarak eleştirdiği geleneğin kodlarını taşımaktadır. Göstergeyi ‘gösteren’ ve ‘gösterilen’ olarak ayırmak, gösterileni bir gösterge aracılığıyla gösterilebilir kıldıktan sonra gösterileni ‘aşkın’ konuma oturtmak tam da Batı metafizik geleneğinin yapacağı bir şeydir. Batı felsefesine işlemiş ‘aşkınlık’ Sokrates’ten günümüze kadar uzanmaktadır ve ‘aşkın’ varlığın bütün herşeyin içerisinde bulunması yönündeki gereklilik ‘dil’ kavramının tam olarak nasıl işlediğini anlamamızı zorlaştırmaktadır (Derrida, 1981: 18-20). “Gösterge aracılığıyla gösterilen aşkın bir gösterilen” yoktur. Her gösterge yalnızca başka bir göstereni gösterir ve böylece olsa olsa bir gösterenler zincirinden söz edilebilir (Derrida, 1978: 280).

Lacan da dilden bağımsız hiçbir özne yoktur ve dilde her gösteren başka bir göstereni gösterir der. Hiçbir gösterge eğretilemeden azade değildir. Eğretileme “bir gösterenin yerine geçen başka bir gösteren”dir. Bu noktada “anlama zincirinde gösterenden gösterene doğru gerçekleşen bir kayma” söz konusudur. Anlamlama edimi sonsuzdur, süreç tamamlanmaz ve ucu kapalı bir hale gelmez. Bir sözcük anlamlandırılabilmek için başka sözcüklere ihtiyaç duyar ve sözcük bir cümle içerisinde diğer sözcüklerden destek alarak anlamında erişkinlik kazanır. Cümledeki son sözcük, cümlede kullanılan diğer sözcüklerin anlamını geriye dönük olarak değiştirebilir, onları etkileyebilir. Yazılan veya söylenen herhangi bir sözcükten sonra ne geleceği kesin olarak bilinemez ve her sözcükten sonra başka bir sözcük eklenebilir; bir cümleye başka bir cümle eklenerek devam ettirilebilir. Anlam hiçbir zaman kesin biçimde tamamlanmış değildir. Gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki doğal değil yapaydır. Bir kimse hayatı boyunca anlam halkalarını birbirlerine bağlayarak öbekler oluşturur ve bu sayede gösterenleri birbirleriyle ilişkilendirmiş olur. Zamanlar bazı gösterenlerin yerine başka gösterenler gelerek önceden oluşturulan silsilede değişir. Bu değişim anlamayı geriye dönük olarak güçleştirir. Psikiyatristler her hangi bir düşüncenin, korkunun, sevginin, düşkünlüğün

kaynağını bulmaya çalışırken çoğu zaman geriye dönük olarak gösterenleri değişmiş olarak bulurlar. Korkunun kaynağı olan şey ya da kimse oradan gitmiş ama onu başkası temsil etmeye başlamıştır. Bu aynı zamanda kolektif olarak ürettiğimiz ve anlamları temsil etmesi için üzerinde uzlaştığımız gösterenler için de geçerli bir değişim çizgisidir (Aysever, 2004: 95).

Umberto Eco, sanat eserinin alımlanmasında yazar veya kompozitör değil, okuyucu veya dinleyiciyi asıl öznedir. Eco bu anlamda okuyucu veya dinleyiciye sınırsız bir özgürlük veren sanat eserleri ister müzikal ister yazınsal olsun, dinleyici veya okuyucusuyla "söylemi yaratıcısıyla neredeyse tam bir işbirliği içinde kurup yapılandırmasını" talep eden “devingen açık yapıtlar” bir yana, temelde bütün sanat yapıtlarının, “biricik tekillikleri bozulmaksızın değişik yollarla yorumlanabilecekleri, açıkça ya da örtülü bir biçimde, sonsuz bir olası okumalar zincirini içlerinde barındırdıkları anlamında 'açık' olduklarını” iddia etmektedir. Roland Barthes, “okunabilir metinlerin” karşısına “yazılabilir metinleri” koyar. Okunabilir metinler, metnin yazarı tarafından okurun anlaması gereken şey ya da çıkarması gereken anlamın önceden belirlenmiş olduğu, inisiyatifin tasarımcıda olduğu metinlerdir. Yazılabilir metinler, öncesizdir ve sonsuz bir şimdiki zamanda yaşarlar. Hiçbir sınır kabul etmezler, kalıplara sığmazlar. Bütün dillere ve tarzlara açıktırlar (Barthes, 2002: 16-17).

Roland Barthes’ın bu şekilde anlattığı metin düşüncesi, metin ve yazı anlayışının dijital kültürdeki kullanımına, ‘hipermetin’lere teorik bir temel oluşturmuştur. Hipermetinler belirli bir okuma çizgisine sahip olmayan metinlerdir. Okurlar yönlendirme, sınırlar olmaksızın, özgürce metinler arasında gezinti yaparlar. Bazı zamanlarda okuyucu yazar konumuna gelebilir: Çok yazarlı dijital sözlükler, kitaplar ve romanlar okuyucular için bu tür alanlardır. Bunlar başlangıçları ve sonları belli olmayan, yatay veya dikey biçimde gezinme veya okuma yapılabilir metinlerin üretildiği alanlardır. Linkler veya ortamda yer alan multimedya seçenekleri sayesinde pek çok farklı okuma seçeneği sunan, asla bitmeyen, merkezi olmayan, ortamın sunduğu imkanlar dolayısıyla metinler ve diğer içerikler arası geçişlerin çok kolay olduğu ve bu sayede bir romanı, öyküyü veya şiiri sonsuz farklı şekilde okuyabileceğimiz yeni bir yazınsal tür karşımıza çıkmaktadır (Aysever, 2004: 96). Mağara duvarlarında başlayan, hesap tutmayı kolaylaştırması için kil tabletlere kazınarak devam eden, Mısır’da Tanrıları anlatan hiyerogliflerle gelişen ve fonetik alfabeyle son şeklini alıp matbaa ile zirve yapan yazının hikayesinde dijital iletişim ortamları tam bir kırılmadır.

Roland Barthes’ın ifade ettiği yazılabilir metinler bildiğimiz metin anlamını, yazar- metin-okur ilişkisini değiştirmektedir. Metni tek bir anlamı barındıran yapıda, önceden planlanmış referanslar üzerinden erişilen tek bir sonuç olarak kabul etmekten vazgeçmek; yoruma açık, pek çok anlamı üzerinde barındıran ve farklı okumaları mümkün kılıp bunları

doğal karşılayan bir okuma ve anlam üretme anlayışına koymak yeni iletişim teknolojilerinin doğal bir getirisidir. Okur artık tek bir anlamı aramayacak ve kendi anlamını çıkarıp diğerlerinin farklılaşan değerlendirme ve yorumlarına da saygı duyacaktır. Çok anlamlı, pek çok yoruma açık ve hatta okurdan veya kullanıcıdan bu farklılığı hem ortam, hem şekil, hem içerik olarak talep eden metinlerin yazarları da artık metinleriyle aralarında daha gevşek bağlarla kurulu ilişkileri kabul edeceklerdir. Dijital kültürde okuru ile yazarın birbirlerine yakınlaşan konumları ve belirsizleşen sınırlarına yeni bir yazarlık anlayışını çoktan talep etmeye başladı bile.

“Barthes, Balzac'ın Sarrasine'i üzerine kaleme aldığı ‘Yazarın Ölümü’ 18 başlıklı denemesinde (2004) yazının bir dolambaç, bir serüven olduğunu söyledikten sonra, bir şey nesnesiz bir biçimde, yani simgenin kendisinin bize çizdiği yol dışında başka bir yola girmeden anlatılmaya başladığında, bölünmenin başladığını (yazar ile metni arasındaki bağın koptuğunu), sesin kaynağını yitirdiğini, yazarın öldüğünü, metnin kendi serüveninin başladığını söylüyor. Ona göre, yazı, tanrı-yazarın mesajından başka bir şey olmayan tek bir anlam dışında başka bir anlama izin vermeyen bir sözcük zinciri değildir; yukarıda belirtildiği gibi, her boyutu, hiçbiri de kaynak olmayan çeşitli metinlerle birleşip çatışan çok boyutlu bir boşluktur: Metin (yazı), kültürün binlerce kaynağından yapılan bir alıntılar yumağıdır” (Aysever, 2004: 97).

Söz en başta Tanrı’nın sözüdür ve yazı da tarihte uzunca zaman tarının sözünü çoğaltmak ve aktarmak için kullanılmıştır. Tarihte kullanılan ilk alfabelerden olan Mısır yazısı Tanrı yazısı anlamına gelen hiyeroglif kelimesi ile ifade edilmiştir ve sadece Tanrıları anlatmıştır. Dolayısıyla tarihte söz ve yazının tanrısallığı üzerine uzunca bir hikaye söz konusudur. Derrida da “sözü (logos'u) yazının temsil ettiği şey olarak gören gelenek, sözün gücünü ve kaynağını onun babası olarak gördüğü konuşan kişide bulur. Konuşan kişi, sözün varoluş nedenidir” der. Böylelikle söz her zaman bir sahibe, kurucuya, babaya gereksinim duyar. Yeri geldiğinde sorunlarla başa çıkmasını, sorulara cevap üretmesini ister. Bu bakımdan yazı yalnız başınadır ve yazının temsil ettiği söz öksüzdür. Sözün öksüzlüğü onun ayrıca özgürlüğüdür, babanın erkinden kurtulmuştur. “Bunun içindir ki sözün baba katilliğini yasaklamasına karşılık, yazı babanın ölümünü onaylar” (Derrida 1999: 64).

Yazının sözden ayrılan, onun ayrı özgün koşullarını oluşturan özelliği tasarımcısı, yazarı yokken dahi anlamı aktarabilmesi, işlevini sağlayabilmesidir. Metnin kimin tarafından tasarlandığının, yazıldığının hiçbir önemi yoktur. Metin her halükarda okunur ve karşı tarafa bir anlam iletir. Böylelikle okuma eylemi yazarın kati suretle karşıya aktarılacak anlam tasarımı olmaktan ziyade metnin barındırdığı çoklu okuma yönelimlerinden birinin okuyucu tarafından tercih edilmesidir. Metin tasarlanan okuma, yorumlanma aralıklarından uzaklaşabilir, farklı yönelimler kazanıp bambaşka bağlamlarda yeniden hayat bulabilir (Güneytepe, 2003: 140-141; Aysever, 2004: 97).

Foucault’ya göre ise metin çok katmanlı, çok boyutlu bir inşa sürecinden geçer. Bir metin başka bir metinle iç içe geçebilir, edebiyatın müzikle ilişki kurması gibi farklı türlerle ilişki kurabilir, başka metinlere veya türlere göndermelerde bulunabilir. Bazen bir metin aynı DNA’yı taşıyan pek çok hücreden birisi olarak işlev görebilir. Bu noktada metin kavramından anlaşılması gereken şey tam olarak metnin diğer metinlerle, müzikle, resimle, heykelle, tarihi olaylarla veya bilimsel ilerlemelerle iç içe olabileceği, bunlardan birine ya da bir kaçına eklemlenebileceğidir. Böylelikle metin derinlik ve katman kazanırken metnin içinde yer alan anlam yönelimleri çeşitlilik kazanır. Bu durumda bir metnin anlattıklarını ortaya çıkarmak için metnin diğer metinlerle ilişkilerini ortaya dökmek gerekir. Foucault, yazar metnin anlamlarının aranacağı yer değildir demektedir. Yazarlık belirli bir tarihsel momentte işlevini yerine kurumdur ve artık işlevini tamamlayarak tarih sahnesinden çekilmektedir (Aysever, 2004: 97- 98)