• Sonuç bulunamadı

Diğer İktisadi Ekollerin Doğaya Yaklaşımı

1.2 DOĞAL KAYNAKLAR VE DOĞANIN DEĞERİ

1.2.4. Diğer İktisadi Ekollerin Doğaya Yaklaşımı

İnsanoğlu yaşamın ilk aşamalarında avcılık ve toplayıcılık ile ilgilenerek doğanın insanlara sunduğu imkânlardan yararlanmış ve doğayla bütünleşmiştir. Antik çağlara gelindiğinde ekonomik gerçeklikler ilk başlarda felsefenin konusu dâhilinde olduğundan çok fazla belirginleşmemiştir. Sofistlerden itibaren ekonomik düşünceler

ev ekonomisi kapsamında sınırlandırılmış olmakla birlikte ferdiyetçilik, özel mülkiyet ve tarım gibi kavramlar gelişmiştir (Gürler vd., 2017: 45).

Tarihin en eski medeniyetlerinde ekonomik kavramlar insanoğlu ile birlikte var olmalarına rağmen bu kavramların adlandırılması yapılamamıştır. Ekonomik kavramların adlandırılmasını ilk defa sofistler dile getirmişlerdir. Filozoflar ile sofistler çok fazla anlaşamadıklarından dolayı filozoflar tarafından sofistler safsatacı olarak görülmüşlerdir. Sofistler insan faydasının dikkate alınması gerektiğini savundukları için ekonomik gerçekliklerin önemsenmesinin gerektiğine inanıyorlardı. Daha sonraları bir Yunan filozofu olan Aristo ilerleyen bir piyasa sistemi içerisinde yaşadığından dolayı ekonomik olaylar ile alakadar olmaya başlamıştır. Bu alaka maddesel yaşama yönelik fikirlerin yeşermesine yol açmıştır (Gürler vd., 2017: 45, 46).

11.yy’dan sonra medeniyetlerin gelişmesiyle birlikte nüfus artmaya, kentler büyümeye ve piyasalar kurulmaya başlanmıştır. Ancak feodalitenin ve kilisenin baskısından dolayı ekonomik hayat ev ekonomisinin kapsamından dışarıya çıkamamıştır. Orta çağın sonlarına doğru inançlardaki değişim farklı bir bakış açısının oluşmasını sağlamıştır. Yöneticiler arasındaki ticaretin gelişmesiyle beraber kilisenin baskıcı tavrı yumuşamaya başlamış ve ekonomik faaliyetler insanoğlunu ardından koşturmaya başlatmıştır. Böylece ilk zamanlarda var olan ekonomik gerçekliklerin zamanla büyümesi ve toplumları zorlaması ile ekonomi bilimi bağımsızlık kazanmıştır (Gürler vd., 2017: 46).

Beşinci yüzyıldan onuncu yüzyıla kadar ekonomi biliminin bağımsızlık kazanmasıyla birlikte doğanın iktisadi faaliyetteki görevi genellikle tarım kesiminde ortaya çıkmıştır. Mübadele ekonomisinde bir ilerleme olmamış ekonomi, aile ekonomisi çevresinde sınırlı kalmıştır. Ortaçağ ve fizyokrasi arasındaki dönemde ise merkantalist ekolun hâkim olduğu değerli madenlerin esas alındığı ekonomi anlayışı kendini göstermiştir (Aslan, 2010: 6; Gürler vd., 2017: 46).

Çevrenin ekonomik faaliyetteki işlevi ilk defa düzenli bir biçimde 18.yy’da Fizyokratlar tarafından ele alınmıştır. Doğa, fizyokratlar tarafından üretim için gerekli olan bir faktör olarak kabul edilmiştir. Ayrıca bu ekole göre ekonomik fazla (artık değer) toprağın (doğal kaynaklar) üretkenliği sonucunda meydana gelmiştir. Bundan dolayı toprak (doğal kaynak) maddi refahın asıl kaynağı olarak değerlendirilmiştir.

Fizyokrasi ekolünün en önemli isimlerinden biri olan François Quesnay’in Ekonomik Tablo (Tableau Economique) adlı çalışması doğanın gücüne ilişkin ilk düzenli ve sayısal yaklaşımı barındıran ve sürdürülebilirlik düşüncesini aksettiren bir çalışmadır. Quesnay bu tabloda para ve ürün akışlarını, toprak sahiplerini ve çiftçileri (verimli sınıf), kısır sınıf olarak nitelendirdiği sanayi ve ticaret sınıfıyla ilişkilendirmiştir (Aslan, 2010: 6; Ulucak, 2018: 128).

18.yy’da Adam Smith’in öncüsü olduğu ve onun düşüncelerinin etrafında gezinen iktisatçıların bağlı olduğu ekole klasik iktisat ekolü denilmektedir. Klasik iktisat, fiyat mekanizması aracılığıyla piyasada otomatik olarak dengenin olacağını savunan düşünce ile ortaya çıkmıştır (Gürler vd., 2017: 47). Klasik yazında da fizyokratlarda olduğu gibi toprağın iktisadi faaliyetlerin esas kaynağı olduğuna dair düşünce üstün olmuştur. Fakat mevzu farklı perspektiflerden ele alınmıştır. Klasik iktisadın öncüsü olan Adam Smith, Ulusların Zenginliği adlı eserinde tarım sektörünün üstünde dururken doğal kaynaklar ve çevre mevzusunu incelemiş ancak kaynakların sürekliliği ile ilgili endişeli olmayan iyimser bir tavır sergilemiştir. Ancak 1800’lerde tarım ürünlerinde görülün fiyat artışı, iktisatçıları kaynakların sınırsızlığı konusunda endişeli bir tutum sergiletmeye başlatmıştır. Esas kaynak olan toprağı yöneten doğa yasalarını anlamak, ekonominin uzun vadeli sürekliliği için elzem görülmüştür (Aslan, 2010: 7; Ulucak, 2018: 128).

Bu gerçekliklere karşın Klasikler, modern toplumların, ilkel toplumlardan zenginliğin artmış olmasıyla ayrıldığını savunmuşlardır. Zenginliğin artmasının nedenini ise iş bölümü ve sermaye birikimi olduğunu belirtmişlerdir. Kapitalizmin gelişme dönemi olan 19.yy’ın yarısında büyümeye öncelik vermişlerdir (Gürler vd., 2017: 48).

Klasik iktisatçılardan biri olan Thomas Malthus nüfus artışı ile gıda arzı arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. Malthus’a göre nüfustaki geometrik bir artışa karşı ekilebilir arazilerin kısıtlı olması itibariyle gıda arzında aritmetik olarak bir artış görülecektir. Tarıma elverişli arazi sayısının sabit olduğu kabul edilerek azalan verimler yasası nedeniyle gıda arzı giderek azalan oranlarda artabilecektir. Malthus diğer taraftan yeni tarım arazilerinin açılabilmesinin mümkün olabileceğini, fakat bunun uzun vadede gerçekleşeceğini hem de bu arazilerin mevcut olan arazilerden daha verimsiz olabileceğini savunmuştur. Malthus’un nüfus artışı ile gıda arzı arasındaki ilişkiye ait düşüncesinden büyümenin önünde bir sınırın olduğunu ve

sürdürülebilir bir büyümenin mümkün gözükmediği sonucuna varılmaktadır. Malthus’un bu savunusuna daha çok gelişen teknolojiyi hesaba katmamasından dolayı eleştiriler getirilmiştir (Aslan, 2010: 15-16, 20; Ulucak, 2018: 128).

Ekonomik faaliyetlerin doğa üzerindeki etkisini araştıran bir diğer klasik ekole mensup iktisatçı David Ricardo’dur. Ricardo’nun bu konuyla ilgili geliştirdiği teori toprak rantı teorisidir. İnsanlar ilk başta en verimli arazileri kullanmışlardır. Nüfus artışıyla beraber daha az verimli arazilere devamında ise verimsiz arazileri kullanmaya başlayacaklardır. İnsanların son kullandıkları araziler marjinal arazilerdir. Bunun sebebi azalan verimler yasasıdır. İnsanların kullandıkları toprak miktarı artırılmadan çalışan emek gücü artırıldığında, artan emek gücü aynı oranda arzı artırmayacaktır. Yine verimsiz araziler, emeğin ve sermayenin daha yoğun olmasını gerektirdiğinden üretim maliyeti de daha yüksek olacaktır. Ricardo, Malthus’un nüfus teorisinin doğal kaynak kıtlığı sebebiyle ekonomik büyümeye endişeli yaklaşımına katılmakta iken kaynak kıtlığı mevzusunda nüfusun üzerinde çok durmasını eleştirmiştir. Ricardo’ya göre ekonomik büyümenin ekolojik sınırları tarıma elverişli arazinin kalitesindeki azalan verimler yasasının geçerli olmasından dolayı oluşacak üretkenlikteki azalmanın etkisiyle kendini gösterecektir (Aslan, 2010: 17; Gürler vd., 2017: 48).

Bir diğer klasik iktisatçı olan John Stuart Mill ise tarımda üretimin artmasıyla birlikte erişilecek olan sınırlı kapasiteye istinaden durgun durumu savunmuştur. Mill, nüfus artışı ve ekonomik büyümenin bir dengeye gelince durması gerektiğini ve sonlu bir büyümenin ise sürdürülebilirlikten uzak olduğunu savunmuştur. Mill, Malthus ve Ricardo’nun aksine endişeli olmayan bir tutum ortaya koymuştur. Mill’e göre insanoğlu, nüfus artışını doğru bir şekilde yönetmesiyle belli bir yaşam standardını sağladıktan sonra sosyal adalet konularına yönelebileceklerdir. Bundan dolayı ekonomik büyümenin sadece gelişmekte olan ülkeler için lüzumlu olduğu gelişmiş ülkelerin ise sosyal adalet konularına yönelmeleri gerektiği savunmuştur. Yine büyümenin ekolojik sınırları ile ilgilide teknolojik gelişme ile bu sınırların esnetilebileceğini belirtmiştir (Aslan, 2010: 7, 21).

19. yy’in sonlarına doğru iktisatta neoklasik iktisat görüşü hâkim olmuştur. Klasik iktisadın ardından ortaya çıkan neoklasik iktisat yaklaşımı da klasik iktisat gibi iktisadi kıtlık olgusundan yola çıkmıştır. Neoklasik yaklaşıma göre fiyatlar devlet müdahalesi olmadan piyasada arz ve talebe göre belirlenmektedir (fiyat mekanizması)

(Gürler vd., 2017: 51). Ekonomik sistemde ortaya çıkan herhangi bir problemde fiyat mekanizması ile çözüme kavuşacaktır. Çevre ile ilgili problemlerinde bu yolla çözülebileceği savunulmaktadır. Kaynaklardan herhangi birinin kullanımının fazla olması ve bunun sonucunda söz konusu kaynağın tükenmeye başlaması durumunda bu olgunun sebebi neoklasiklere göre bu kaynağın piyasa ekonomisi içerisinde fiyatlandırılmaması olarak savunulmaktadır. Eğer fiyatlandırma söz konusu olduğunda ise kaynağın fiyatının yükseleceği bu durumda ise kaynağı kullananların başka alternatiflere yöneleceği ve söz konusu kaynağın kullanımının azalacağı öngörülmektedir (Eroğlu ve Canan, 2019: 12).

Neoklasik yaklaşımın ortaya çıkmasını sağlayan kişi Alfred Marshall’dır. Marshall’ın, klasik iktisatçılardan farkı ekonomik düşünceyi siyasetten ayrı olarak incelemesidir. Kendisi ekonomiyi insan davranışlarını inceleyen bilim olarak ele almıştır (Gürler vd., 2017: 50). Neoklasik ekolün içerisinde olan Marshall ve Pigou çevre konusunu dışsallık sorunu ve onun içselleştirilmesi çerçevesinde incelenmiştir (Ulucak, 2018: 128). İlk olarak Marshall’ın ele aldığı dışsallık sorunu daha sonra Arthur Cecil Pigou tarafından ele alınmıştır. Dışsallık, bir kişinin yapmış olduğu eylemin başka bir kişinin refahını etkilemesi ve bu etkinin maddi olarak karşılığının ödenmemesi durumudur. Marshall, dışsallığı olumlu dışsallık olarak ele almıştır. Pigou ise dışsallık kavramını refah ekonomisi kapsamında ele almıştır. Olumlu dışsal ekonomiler ve olumsuz dışsal ekonomiler kavramlarının kullanımlarını genişletmiştir. Ayrıca Pigou Londra’da oluşan sisin sebep olduğu hava kirliliğinin dışsallık vergisiyle vergilendirilmesi gerektiğini ortaya atmıştır. Dışsallığa sebep olan malların vergilendirilmesi düşüncesi ilk olarak Pigou tarafından ortaya atılmıştır. Bundan dolayı bu tür vergilere “Pigou tipi vergiler” adı verilmektedir (Gürler vd., 2017: 53).

Neoklasik iktisatçılardan olan Paul Samuelson, çevrenin kamusal mal olarak değerlendirilmesine katkı sağlamıştır. Yine çevre kirliliğinin küresel boyutta etki yaratmasıyla birlikte çevrenin küresel kamusal bir mal olarak değerlendirilmesi ve çevre kirliliğine çözüm için bu bakış açısının da ele alınması gerektiği belirtilmiştir (Ulucak, 2018: 128).

Kaynakların kıtlığı ile ilgili kuramını ortaya atan neoklasik ekole mensup olan iktisatçı William Stanley Jevons’dur. Jevons önemli bir kaynak olan kömürü ele alarak kuramını açıklamıştır. Hızlı sanayileşme sonucu dünyada mevcut olan zengin ve kolay erişilebilen rezervler tükenmektedir. Bu da erişilmesi zor olan kaynakların

çıkarılmasını gerektirmektedir. Sonuç olarak ise kömür rezervlerinin tükenmesi ya da maliyetlerin artması sonucu sanayi sektörü çalışamaz duruma gelecektir. Jevons’un bu kuramı ait olduğu neoklasik ekolün savunduğu düşünceden farklıdır. Bu nedenle Jevons bu ekoldeki iktisatçılardan kaynakların kıtlığı konusundaki görüşleri ile ayrılmaktadır (Aslan, 2010: 21).

Neoklasik yaklaşıma göre piyasanın tam serbest olması, fiyat sisteminin doğru çalışması, üretim ve tüketimle dengelenen fayda ve maliyet zincirini içermesi halinde ekonomide herhangi bir problem ortaya çıkmayacaktır. Ancak; piyasada devlet müdahaleleri, eksik rekabet ve dışsal etkilerin olması halinde sistemde problemler ortaya çıkabilecektir. Sistemin en büyük eksikliği ise olumsuz dışsallıkların piyasa fiyat sistemi dışında yer almasıdır. Neoklasik dönemde serbest kaynaklar dışında üretimde kullanılan her şey kıt varsayılmaktadır. Doğal kaynakların kıtlığının insanların refah düzeylerini kısıtlamakla birlikte, üretimde emek ve sermaye faktörlerine yer verilirken doğal kaynaklara yer verilmemektedir. Bunun nedeni ise klasik dönemdeki problemlerden sonra gelen teknolojik ilerleme ve sömürgeciliğin yayılması ve sonucunda ise doğal kaynaklara ulaşılmasının kolaylaşmasıdır. Doğal kaynaklar üretim faktörü olarak kullanıldıkları halde kolay ve bol bulunduğu için değersiz olarak kabul edilmektedir. Bundan dolayı doğal kaynaklar için bir piyasa oluşmamıştır. Üretiminde kaynaklardan yararlanılan mal ve hizmetlerin fiyatlarına da fayda ve maliyetler eklenmemektedir (Gürler vd., 2017: 54).

Neoklasik iktisatçılar 1950-1970 yılları arasında çevreyi dikkate almayan ekonomik büyüme biçimine odaklanmışlardır. Ekonomik büyüme ile birlikte yaşam standartlarının artacağı savunulmuş ve ekonomik büyümenin yoksulluğun çözümü olduğu kabul edilmiştir. Böylece ekonomik büyüme toplumların başlıca amacı durumuna gelmiştir. 1970’lerden itibaren ise neoklasik iktisatçıların çevre ilgi alanlarına girmiştir. İktisatçılar çevre ekonomisi ve doğal kaynaklar ekonomisi olmak üzere iki alt disiplin ortaya çıkarmışlardır. Bunlardan çevre ekonomisi, ekonominin çevre ile birlikte incelenmesiyle ve çevre kirliliği problemleriyle ilgilenirken doğal kaynaklar ekonomisi de ekonominin çevreden kaynak çekmesi ve doğal kaynakların kullanılmasından dolayı ortaya çıkan problemler ilgi alanını oluşturmuştur. Bu iki alt disiplinde, çevresel maliyetlerin fiyatlandırılması yoluyla piyasa problemlerinin çözülebileceğini savunarak neoklasik ekolü sürdürmektedirler (Aslan, 2010: 8, 9).

Neoklasik iktisatçılar tüm toplumsal ve ekolojik problemlerin bilhassa da çevresel kirliliğin ekonomik büyüme ve teknolojik gelişme ile çözüme kavuşacağını savunmuşlardır. Bundan dolayı geliştirilen ekonomik büyüme modelleri ekolojik sınırları önemsememiş ve sınırsız büyümenin muhtemel olacağı düşüncesini savunmuşlardır. Geliştirilen ekonomik büyüme modellerinin içerisinde doğal kaynaklar ve ekolojik kirliliğin kapsama dahil edildiği model türlerinde de maalesef ki teknolojik gelişme ile sonsuz büyümenin gerçekleşebileceği sonucu ortaya çıkmıştır (Ulucak, 2018: 128).

Ekonomik büyüme ve teknolojik gelişmenin ekolojik sorunlara çözüm olacağı şeklindeki iyimser düşünce Grossman ve Krueger öncülüğünde “Çevresel Kuznets Eğrisi” (ÇKE) hipotezi ile de destek bulmuştur. Bazı deneysel çalışmalar bu hipoteze destek verirken bazıları da karşı çıkmıştır. Ayrıca ÇKE hipotezinin savunduğu teknolojik gelişmenin, verimliliği artırarak doğal kaynakların daha az kullanımının sağlanması kanıtı ekonomik yazında Jevons Paradoksu ve Rebound etkisi yaklaşımlarıyla deneysel olarak çürütülmüştür (Ulucak, 2018:129).

Özetle neoklasik iktisatçılar ekonomik faaliyetler sonucunda ortaya çıkan ekolojik problemlerle ilgilenmekle birlikte ekolojik problemi ve çözümü kaynakların sürdürülebilir kullanımını sağlayacak ekonomi politikalarıyla bütünleştirmemişlerdir. Ekolojik problemi ve çözümü, çevresel kirlilik ve atık ve artık maddelerle benzer bulmuşlar ve bunlarla sınırlandırmışlardır. Neoklasiklerin çevreye olan bu yaklaşımı maalesef ki günümüz dünyasının çevre politikalarında da kendini göstermektedir (Gürler vd., 2017: 54).

Dünya ekonomisinde 1929 Büyük Bunalımının yarattığı işsizlik ve toplam talepteki yetersizlikleri gidermek için klasiklerin savunduğu görünmez el ilkesi yetersiz kalmıştır. Bunun için talep yönlü iktisat geliştirilmiştir. Bu ekonomik düşünceyi savunan ekole ise Keynesyen iktisat ekolü denilmektedir. Bu ekolün en önemli temsilcisi ve kurucu olan John Maynard Keynes’tir. Keynes, işsizliğin esas nedeninin eksik istihdam dengesine yol açan fiili talep yetersizliği olduğunu savunmuştur. Bunun içinde devletin uygun bir politikayla toplam talebin artırılması ve tam istihdamın sağlayabilmesi ve bunun sürdürülmesi görevini üstlenmesi gerektiğini savunmuştur (Gürler vd., 2017: 57, 58).

Keynes’in savunduğu devletin müdahaleci ekonomi politikalarında izlenecek yöntem, ilk önce özel yatırımları teşvik edici duruma getirmek amacıyla faiz oranın düşürülmesi, kamu yatırımlarının artırılması ve düşük gelirli olan insanların faydasına düzenlenecek gelir dağılımı ile tüketim talebinin yükseltilmesine dayanmaktadır. Keynes’in savunduğu müdahaleci ekonomi politikalarına bazı görüşler, ekolojik açıdan eleştiriler getirmişlerdir (Gürler vd., 2017: 58).

Keynes’in ekonomi politikasına ekolojik açıdan getirilen eleştirilere göre bu politikaları uygulanması durumunda doğal kaynakların kullanımının artması kaçınılmaz olacaktır. Toplam talepteki artış üretimi artıracak ve yeni istihdam alanları açılacak bu da sermaye birikimi ve verimliliğin yükselmesini sağlamakla beraber doğal kaynakların aşırı kullanımını ortaya çıkacaktır. Burada önemli husus talebin oluş biçimidir (gerçek talep mi? yönlendirilmiş talep mi?). Kapitalist sistem üretilen mal ve hizmetlere toplam talebi artırabilmek amacıyla toplumun tüketim alışkanlıklarını değiştirmekte ve hedeflenen doğrultuya yönlendirmektedir. Ayrıca bu sistem bunu bulunduğu ülke ile sınırlı kalmayıp gelişmekte ve doğal kaynak rezervi yüksek olan ülkelere taşımaktadır ve yönlendirilmiş talep yaratabilme politikalarıyla dünya çapında tüketim toplumları oluşturabilmektedirler. Böylece bu toplumlar, hem yönlendirilmiş aşırı bir tüketimle hem de kendi kaynaklarını yönlendirilmiş bir üretimle kaynakların aşırı kullanılmasıyla birlikte gelişebilirlikten uzaklaşmaktadırlar (Gürler vd., 2017: 58, 59).

1.3. EKOLOJİ-EKONOMİ İLİŞKİSİ VE MARKSİZMDE EKOLOJİK