• Sonuç bulunamadı

Erken Cumhuriyet Döneminde Tehdit Üretiminin Araçları: Güvenlikleştirici Söylemler, Aktörler ve Alımlayıcı Kitlenin Hazırlanması Sorunu Güvenlikleştirici Söylemler, Aktörler ve Alımlayıcı Kitlenin Hazırlanması Sorunu

BÖLÜM 2: ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ GÜVENLİKLEŞTİRME SİYASETİSİYASETİ

2.2. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası: Erken Cumhuriyet Dönemi Siyasal Alanın Güvenlikleştirilmesinin İnşası

2.2.1. Erken Cumhuriyet Döneminde Tehdit Üretiminin Araçları: Güvenlikleştirici Söylemler, Aktörler ve Alımlayıcı Kitlenin Hazırlanması Sorunu Güvenlikleştirici Söylemler, Aktörler ve Alımlayıcı Kitlenin Hazırlanması Sorunu

Herhangi bir sorunun ortaya çıkmasının ardından, devlet bu sorunu bekası için tehdit olarak algıladığı zaman, artık devlet o soruna öncelik verir. Öncelik verilen gelişmeyi güvenlik sorunu olarak tanımlarsa bu sorununla mücadele etmek için kendisinin özel haklara sahip olduğunu iddia eder. Bu sürecin ardından bekası için tehdit olan sorunu

bertaraf etmek için olağanüstü yöntemlerle ve acilen yani öncelikli olarak mücadele etmesi konusunda alımlayıcı kitleyi de ikna ederse burada güvenlikleştirme süreci oluşmuş demektir. Biraz daha somutlaştırmak gerekirse, güvenlikleştirici aktör, referans nesnesinin bekası için herhangi bir olayı varoluşsal tehdit olarak sunarsa, (bu söylem edimi yoluyla olur) burada söz konusu olay güvenlik sorunu olarak etiketlenir/tanımlanır. Güvenlik sorunu olarak tanımlanan gelişme alımlayıcı kitle tarafından da, benimsenirse artık bu sorun için olağanüstü önlemlerin alınması yolu açılmıştır. Olağanüstü önlemlerin alınması normal siyasetin kurallarının askıya alınması sürecini doğurur (Weaver 1995; Buzan ve diğ. 1998; Weaver 2000; Williams, 2003).Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın güvenlikleştirilerek kapanma sürecine giden durum analiz edilirken, güvenlikleştirme yaklaşımı bağlamında aktörler, söylemler, güvenliğin referans nesnesi, kolaylaştırıcı koşullar ve kapanma sürecinde kullanılan meşruiyet alanlarıyla ilgili süreçler bu alanlardaki teorik yaklaşımlara referanslar verilecektir. Ancak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın güvenlikleştirme sürecinde alımlayıcı kitle olgusunu ele alırken teorinin bu konudaki yaklaşımını yeniden ele almak gerekmektedir. Çünkü alımlayıcı kitlenin kim olduğu ve ikna edilip edilmediği sorunu önemli bir teorik eksiklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu bağlamda ileriki sayfalarda da gösterileceği gibi, güvenlikleştirici aktörler Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ileri gelenleri ve partinin ideolojisini benimsemiş bürokratlardır. Ayrıca partinin görüşlerini savunan gazeteler ve bu gazetenin yazarları da fonksiyonel olarak güvenlikleştirici aktörün söylemlerini desteklemekte ve bu söylemlerle güvenlikleştirme süreçlerine hizmet etmektedirler.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, Cumhuriyet’e tehdit olarak sunulmasında Mustafa Kemal’in kişisel görüşleri önemlidir. Mustafa Kemal’in söylemlerinin etki ettiği alımlayıcı kitle aslında Cumhuriyet Halk Fırkası Milletvekilleridir. Bu bağlamda bu milletvekillerinin ikna edilmesi için müzakere süreçlerine ihtiyaç yoktur. Söylemin kendisi yeterlidir. Aynı zamanda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na karşı söz konusu Milletvekilleri Meclis kürsüsünde konuşmaları kendilerini de güvenlikleştirici aktör konumuna yükselmektedirler. Konuşmaları ileriki sayfalarda incelendiğinde birçoğunun kendi eski silah arkadaşlarının niyetlerinin kötü olmadığına yönelik söylemlerinde görüleceği gibi, onları tehdit olarak sunarken kendilerinin de ikna

olmadıkları açıktır. Yani düşman olarak gördükleri eski dostları, aslında ihtiyaç duyulan “kamusal bir düşman”dır (Schmitt, 2005). Ancak dönemin oluşturduğu siyasal ve sosyal yapı (bağlam) (Stritzel, 2007) onları bu şekilde hareket etmeye zorlayacaktır. Güvenlikleştirmenin başarılı olması için geniş halk kitlelerinin iknası bu bağlamda şart değildir. Bir taraftan güvenlikleştirici aktör konumunda bulunan ama aynı zamanda da alımlayıcı kitle olarak tanımlayabileceğimiz siyasi ve bürokratik elitler düzeyinde partinin kimliğine karşı belirli bir kuşkunun oluşması yeterlidir. Bu durum konunun ele alınışında izlenilen yöntemle ortaya konulmaya çalışılacak ve aynı zamanda güvenlikleştirme kuramının da bu alandaki eksikliği için bir test imkânı sunacaktır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 tarihinde açılmasının ardından yaşanan köklü değişikliklerle birlikte Meclis içinde bu değişikliklere karşı mesafeli duran ya da tepki gösteren üyelerin varlığı gruplaşmaları da beraberinde getirmiştir. Bu gruplaşmalar Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi’nde Tesanüt Grubu, İstiklal Grubu, İkinci Müdafa-i Hukuk Grubu, Halk Zümresi, Islahat Grubu adları altında ortaya çıkmış, daha sonradan bu gruplar ortadan kalkmıştır. 1921’e gelindiğinde, önce 10 Mayıs 1921’de TBMM içinde Mustafa Kemal’in başkanlığında Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Grubu etrafında Birinci Grup ve ardından da Temmuz 1922’de bu Birinci Gruba karşı muhalif olanların bir araya geldiği İkinci Müdafa-i Hukuk Grubu oluşturulmuştur. Ancak bunlar siyasi parti şeklinde örgütlenmediklerinden, Cumhuriyet döneminde ilk çok partili hayata geçiş denemesi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla olmuştur (Tunaya, 1995, Tunçay, 2005; Sezgin ve Şaylan, 1983; Zürcher, 1992; Ateş 1998, Yüceer, 2002 ). 17 Kasım 1924 tarihinde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası uzun ömürlü olamamış ve Bakanlar Kurulu Kararı ile parti programının 6. maddesinde belirtilen “[f]ırka efkar ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardır” ifadesi dinin siyasete alet edildiği, bu durumun da “gerici” çevrelere cesaret verdiği ve “rejimi tehdit” ettiği gerekçesiyle kapatılmıştır. Aslında, 1924 Anayasası’nda “devletin dininin İslamiyet olduğu” açıkça belirtilmesine rağmen parti programındaki bu hususun Anayasaya aykırı bir hüküm olmadığı halde, “gericilik suçlaması” muhalifleri bastırmada bir “tehdit aracı” olarak kullanılmış (Karatepe, 1999: 169-170) bu süreçten sonra da Cumhuriyet dönemi Türk siyasal

hayatında parti kapatmalarında “tehdit söylemi” sürekli kullanılan bir güvenlikleştirici söylem haline gelmiştir. Bu güvenlikleştirici söylemler, daha parti kurulmadan, sonradan partinin üyeleri olacak olan aktörlerin faaliyetlerinden şüphe duyulması ile başlamıştır. Partinin kurulmasının ardından da parti üyelerinin ya da diğer toplumsal muhalefetin faaliyetleri de parti ile ilişkilendirilerek Cumhuriyet için bir tehdit söylemi etrafında hedef haline getirilmiştir.

29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra Halk Fırkası içinde, Cumhuriyet’in ilanına olmasa bile, Cumhuriyet’in ilan ediliş tarzına karşı bir muhalefet oluştu. Çünkü Cumhuriyet’in ilanının, Rauf (Orbay), Refet (Bele), Adnan (Adıvar) ve Ali Fuat (Cebesoy) gibi Milli Mücadelenin önderliğini yapmış kişilerle konuşulmadan bir “oldu-bitti”ye getirilmesi bu kişilerde bir şaşkınlık yaratmıştı (Zürcher, 1992: 49-50). Bu kişiler, Cumhuriyet’in kendisine karşı olmadıklarını, yapılış şekline karşı oldukların birçok kez yinelemelerine rağmen bu kişilere karşı bilinçli bir güvensizlik oluşturulmuştur. Bu güvensizliği oluşturmanın öncelikli amacı söz konusu aktörlerin kimliklerine karşı Cumhuriyete karşı söylemi etrafında bir ötekileştirmenin oluşturulması içindir. Çünkü güvenlikleştirmenin tehdit söyleminin kurulabilmesinin öncelikli yollarından biri, kimliğin ayrıştırılarak ötekileştirilmesidir. Bu kimlikler Kurtuluş Savaşı’nın çok önemli aktörleri olduğu için yapılması gereken ilk iş kimliklerine karşı bir kuşkunun oluşturulmasıdır. Bu ayrıştırmanın ilk nüveleri, Rauf Bey’in 1 Kasım 1923 tarihli Vatan ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde yayınlanan “Cumhuriyet aceleye getirilmişti, önce iyi düşünülüp doğru dürüst bir anayasa hazırlanmalıydı” şeklindeki Cumhuriyet’in ilan ediliş tarzına karşı çıkan demecinin ve yine Ali Fuat Bey’in gazetelere verdiği eleştirel demeçlerin, Cumhuriyet’in lehinde ve aleyhinde olacak şekilde bir çok gazetede yayınlanması (Tunçay, 2005: 74; Zürcher, 1992: 50-51) süreciyle başlamıştı. Yine, 10 Kasım’da Birinci Ordu Kumandanı Kazım (Karabekir)’in resmi bir ziyaret için İstanbul’da bulunduğu bir sırada, Cumhuriyet’ten yana olduğunu belirtmesinin ardından Mustafa Kemal’in politikalarına karşı “kişisel buyurganlığın her türlüsüne karşı” olduğunu belirtmesi de Cumhuriyet’ten daha çok dönemin politikalarına bir eleştirinin de yükseldiğinin bir kanıtı olmasına rağmen, yapılan her eleştiri Cumhuriyet’in aleyhine bir değerlendirme olarak yorumlanmaktaydı. Bu eleştirilerin ardından Halk Fırkası Meclis Grubu tarafından

Rauf Bey’in bir an önce Ankara’ya dönerek savunmasını vermesi istenmiş, Rauf’un Haydarpaşa Garı’ndan deniz subayları, esnaf birlikleri ve halifenin temsilcisi ve Refet ve Ali Fuat Bey’lerin de bulunduğu kalabalık bir grup tarafından Ankara’ya uğurlanması dikkatlerin tamamen onun üzerinde yoğunlaşmasına sebep olmuştur. 22 Kasım tarihli Meclis toplantısı Rauf Bey’in İstanbul’daki faaliyetlerine ayrılmış ve Rauf Bey’den “kayıtsız şartsız olarak ve açıkça” Cumhuriyeti desteklemesi istenmiştir. Rauf Bey burada yaptığı konuşmada bir yandan Cumhuriyeti halk egemenliği bağlamında desteklediğini söylerken, diğer taraftan da halifenin kişiliğine ve makamına duyduğu saygıyı ifade etmesi de giderek onun üzerinde şüphenin artması sürecini doğurmuş (Zürcher, 1992: 52-53; Aydemir, 1993:163-164) ve günden güne bu aktörlerin kimlikleri ötekileştirilmiştir.

5 Aralık 1923 tarihinde İstanbul’daki bazı gazeteler Hintli Müslümanların liderleri olan Emir Ali ve Ağa Han’ın hilafetin korunmasına yönelik İsmet (İnönü)’ye gönderdikleri mektubu yayınlamalarının ardından, söz konusu gazetecilerin vatana ihanetle suçlanmasına yol açan süreçte yaşananlar da muhalif olarak görülen kişilere karşı güvensizliğin pekişmesinde ve güvenlikleştirme söylemlerinin inşa edilmesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu olayın ardından 13 Aralık 1923 tarihli Meclis’in 67. birleşiminde İsmet (İnönü)’nün öncülük ettiği önerge ile Meclis’te İstiklal Mahkemeleri’nin yeniden kurularak İstanbul’a gönderilmesine karar verilmiştir (TBMM, 1339: 211: 214, 215, 216: 217). İstiklal Mahkemeleri’nin1 yeniden kurulmasına yönelik, oylamada 156’ya karşılık 22 muhalif oyun çoğunluğu daha sonradan kurulacak olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na ait üyelerden oluşmaktaydı. Ayrıca 26 üye, her ne kadar bu önerge kabul edilmese de, İstiklal Mahkemesi’nin kararlarının Meclis tarafından onaylanması gerektiğine yönelik bir önerge vermişlerdi. Önerge mahkemenin kurulma düşüncesinin kendisinden daha çok tartışmalara sebep olmuş (TBMM, 1339: 216: 217; Tunçay, 2005: 83-84; Zürcher, 1992: 54) ve bu ortamın oluşmasının ardından 18 Şubat’ta, Rauf ve Kazım Paşa’nın halifeye bir nezaket ziyaretinde bulunması muhalif grup ile iktidar grubu arasındaki mesafenin gittikçe açılması sürecini beraberinde getirmiştir. Bu gelişmeler aslında

1 İstiklal Mahkemeleri ilk olarak casusluk ve asker kaçaklarına karşı 1920’de kurulmuş ve 1 Ağustos

daha Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurulmadan, sonradan bu partinin üyeleri olacak kişilerin Cumhuriyete karşı, “bir tehdit” olarak algılanması sürecinin de inşa edilmesi safhasıydı. Ali Fuat (Cebesoy) (1960: 108) anılarında bu durumu, “Halk Fırkası’nın müfterileri”nin onları tenkit edenleri, “kalbinizin en iç köşesinde mutlaka Cumhuriyet aleyhtarısınız haydi şunu itiraf ediniz” diyerek muhalif grubu sindirdiklerini aktarmaktadır. Ali Fuat anılarında ayrıca muhalif grubun sindirilmesinde ve hatta birçok kişinin muhalefet saflarına geçmesinin engellenmesinde “memlekette buhranlar çıkabilir” söyleminin etkili olduğunu belirtir (Cebesoy, 1960: 109). Dolayısıyla, güvensizlik, söz konusu aktörlerin faaliyetlerinden daha çok söylem (speech act) üzerinden kurulmaya başladığı kolaylıkla görülebilir. 1 Mart 1924’te Mustafa Kemal Meclis’in yeni toplantısını açış konuşmasında “[C]umhuriyet’in korunması, ve istikrara kavuşturulması, birleştirilmiş bir milli eğitim sisteminin kurulması” (Lewis 1998: 263) konularının yanında, “[m]emleketin hayatı, umumiyesinde orduyu siyasetten tecrid etmek umdesi, (….) Bunun gibi intisap ile mutmain ve mesut bulunduğumuz diyaneti İslâmiyeyi, asırlardan beri müteamel olduğu veçhile bir vasıtai siyaset mevkiinden tenziye ve îlâ etmek elzem olduğu hakikatini müşahede ediyoruz” (TBMM, 1340: 5) sözleri ile ifadesini bulan bir takım yeni köklü değişikliklerin olacağının ipuçlarını vermesi, sürecin gittikçe sertleşeceğinin de göstergesiydi. 3 Mart tarihinde de Cumhurbaşkanının bu teklifleri TBMM’ye sunularak, halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının ileri gelen mensuplarının Türk topraklarından sürülmesi kararlaştırılmış (Lewis, 1998: 263; Tunçay, 2005: 89-91), ardından Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle de eğitim sistemi laikleştirilme sürecine girmiştir.

Tunçay’a (2005: 89-90) göre, bu değişikliklerden ve özellikle Hilafetin Meclis’te kaldırılmasından önce, Mustafa Kemal basın, üniversite ve ordunun desteğini alma yönüne gitmiştir. Mustafa Kemal hükümet yanlısı başyazarların yanında İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış eski sanıkları da İzmir’e çağırarak görüşmüştür. Tunçay söz konusu toplantıya katılan gazetecilerden Mehmet Emin Yalman’ın anılarından, Mustafa Kemal’in bu toplantıda, “milletin ses ve iradesinin bir tezahürü olarak [C]umhuriyet’in etrafında çelikten bir kale vücuda getirmeli” dediğini aktarmaktadır. Ayrıca başta Rektör İsmail Hakkı Baltacıoğlu olmak üzere Edebiyat Fakültesi Dekanı,

Hukuk Fakültesi Dekanı, Tıp Fakültesi Dekanı ve Fen Fakültesi müderrisinden oluşan Darülfünun Heyeti, Başvekil İsmet İnönü ile birlikte İzmir’e giderek Mustafa Kemal ile görüşmüşlerdir. Spesifik bir konumda olan Mustafa Kemal’in söz konusu dönemin aktörleri ile görüşmesi güvenlikleştirme pratikleri açısından önemlidir. Çünkü Mustafa Kemal’in iktidar gücü ve tarihsel kişiliği dikkate alındığında bir sorun üzerindeki söylemi belirleyici olmaktadır. Bu anlamda, görüşmek için çağırdığı aktörler, toplumun elitleri olarak güvenlikleştirici fonksiyonel aktör konumunda alımlayıcı kitleye dönük olarak Mustafa Kemal’in söylemlerinin yayılmasını sağlayacaklardır. Yani başat güvenlikleştirici aktör olan Mustafa Kemal’e göre, yanına çığırıp görüştüğü bu insanlar önce alımlayıcı kitle olarak işlev görmekte, ardından da söylemi yaygınlaştırmada gördükleri fonksiyon açısından da güvenlikleştirici fonksiyonel aktör olarak konumlanmaktadırlar. Örneğin, Baltacıoğlu görüşmeden sonra, “yobazlık ağacının dallarının budandığını asıl kökünden sökülmesi gerektiğini söylemiştir.” Görüldüğü üzere, Mustafa Kemal’in dönemin önemli aktörlerini çağırarak onlarla görüşmesi, söz konusu aktörlerin söylemlerinde hemen etkisini göstermekte ve bu söylemler güvenlikleştirme süreçlerine hizmet etmektedir. Mustafa Kemal’in bu çabası, Hasan Bülent Kahraman’ın (2010: 30) Cumhuriyet’in kuruluş dönemini analizinde ifade ettiği “aydın ve bürokratik” bir zümrenin eliyle rejimin ideolojik yapısının oluşturulması çabasının da temellerinin atılmasıdır. Weaver’in (1995: 57) güvenlik “sadece spesifik bir konumdan kurumsal bir sesle seçkinler” tarafından dile getirilir” saptaması dikkate alındığında Mustafa Kemal’in “seçkinler/elitler” üzerindeki etkisi sonraki güvenlikleştirme adımları için önem arz etmektedir. Çünkü Mustafa Kemal’in tarihsel kimliği ve iktidar gücü (power position) sosyal sermayenin oluşturularak (social capital) alımlayıcı kitlenin iknasında belirleyici en önemli unsurdur. Yani güvenlikleştirme söylemini dile getirmesi yeterlidir, alımlayıcı kitlede etkisini göstermesi bakımından başka bir güvenlikleştirme aracına ihtiyacı yoktur (Balzacq, 20005, 2008 ve Stritzel, 2007)

Tunçay’a (2005:101) göre, Terakkiperver muhalefetin geçmişi Rauf Bey’in Cumhuriyet’in ilanından sonra ileri sürdüğü çekincelerle başlamıştır. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasındaki siyasal gelişme, 20 Ekim 1924 tarihinde Menteşe (Muğla) Mebusu Esat Efendi’nin Mübadele, İmar ve İskân vekili

Refet Bey’e yönettiği soru önergesinin ardından yaşananlardır. Bu olayın hemen ardından, Kazım Karabekir Paşa’nın ve ardından da bazı paşaların askerlikten istifa ederek Meclise katılması da süreci hızlandırmıştır. Mustafa Kemal Paşa yaşananları “paşalar komplosu” olarak adlandırmış (Mango, 2004: 482; Tunçay, 2005: 105; Nutuk, 1997: 566, 567) ve kendisine bağlı komutanları meclisten çekerek ordu üstündeki denetimi artırmaya çalışmıştır.

10 Kasım’da yeni kurulacak partinin alacağı adın Cumhuriyet olacağına yönelik söylentilerden dolayı Halk Fırkası’nın başına Cumhuriyet kelimesi ilave edilmesi bir anlamda Cumhuriyet kelimesinin yeni kurulan partiye karşı kullanılacak olmasının da bir işaretiydi.1 Partinin kuruluş aşamasında İstihlas, Millet, Cezri gibi kelimelerin partiye isim olarak verilmesi tartışılsa da partinin kurucuları “[C]umhuriyet düşmanı olduklarını daha baştan çürütmek için” partinin adını Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olarak koymuşlardır (Mango, 2004: 484; Zürcher, 1992: 77-78; Ertunç, 2004: 89; Yüceer, 2002: 536). Ayrıca partinin kurucu aktörleri, kendilerine karşı şüphelerin giderilmesine yönelik olarak partinin kuruluş aşamasında Zürcher’in (1992: 78) tabiriyle “İslamcı tutucuların partiye katılmalarının önlenmeye çalışılmasına” karar vermişlerdi. Hatta Ali Fuat (Cebesoy) anılarında partinin laik görüntüsünü kuvvetlendirmek için Nurettin Paşa ve Raif Hoca’yı muhafazakâr olduklarından dolayı partiye almadıklarını açıklamaktadır (Cebesoy, 1960: 1999). İstifaların yaşanmasının ve yeni partinin kurulacağının anlaşılmasının ardından iktidar partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası grubu bir takım kararlar almıştır. Bu kararların güvenlikleştirme açısından en önemli maddesi, “gensorular bundan böyle grubun kapalı oturumlarında ve yalnızca çoğunluğun talebi halinde yapılması” hükmüydü. Zürcher’e (1992: 86-87) göre, yasama ve karar alma süreçlerinin herkese açık olan Meclis oturumlarından alınarak, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kapalı Meclis Grubu toplantılarına alınması muhalefeti tümüyle süreçlerden soyutlamak içindi. Bu durum güvenlikleştirme süreçlerinde “gizlilik” uygulamasının da ilk uygulamalarından biriydi.

1 Halk Fırkası Cumhuriyet kelimesini yeni partiye kaptırmamak için fırka isminin başına daha yeni parti kurulmadan önce eklese de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın resmen kurulduğu 17 Kasım’a kadar bu adı hiç kullanmamıştır (Ertunç; 2004: 89)

Daha parti kurulmadan önce, Meclis tartışmalarında da muhalif gruba karşı ötekileştirici söylemler yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Meclis kürsüsünde Dâhiliye Vekili Recep Bey’in konuşmasında daha sonradan partinin kurucularından olacak olan Rauf Bey’e karşı “[C]umhuriyeti benimsememekle suçladığı” ifadeler aslında bir gerçeklikten daha çok kurguya dönük olduğu aşikârdı.

“[B]u zat İstanbul’da kıyametleri kopardı ve biliyorsunuz, acele oldu, şöyle oldu diye elinden gelen her kuvveti sarf etti ve huzurunuza çıktığı zaman bütün onlardan hicat etti ve yemin ederek dedi ki ben Cumhuriyetçiyim, ben milletçiyim. Emniyeti tamme ile kendisine emniyetim vardı, bugünkü vaziyeti görünce şüphem hâsıl olmuştur (…) ben

Kütahya Mebusu Recep, İstanbul Mebusu Rauf Bey’den şüphe ediyorum. (Bravo sesleri,

alkışlar) Eğer böyle Recep gibi âciz bir arkadaşını kendilerinin bu tarzdaki muannidane vaziyetinden mülhem olan bu kanaatin yanlış olduğuna ikna etmeyi kendileri için bir mesele addederlerse, çıksınlar, kürsüden veya başka bir mahalden söylesinler ki: Böyle bir tereddüde mahal yoktur. Aksi takdirde Rauf Bey’in Cumhuriyete olan merbutiyetinden

şüphem vardır ve bu şüphem devam edecektir (…) bugüne kadar boğazımıza kadar kan

içinde yoğrularak bu davayı, bu mukaddes vatanın itilâyı kafisini temin edecek olan bu

davayı bugünkü mertebeye kadar getirdik. Bugünden sonra en büyük hata, tereddütler,

şüpheler, vuzuhsuzluklardır” (TBBM, 1340: 111-112).

Bu söyleme güvenlikleştirme yaklaşımı açısından bakıldığında, ilk söylenmesi gereken, daha önceden Kurtuluş Savaşı’nın önemli aktörlerinden olan Rauf Bey’e karşı dile getirilen güvensizlik söylemi tamamen şüphe üzerine inşa edildiğidir. Dolayısıyla, güvenlikleştirmenin söz edimi (speech act) yönü kolaylıkla bu ifadelerde görülmektedir. Güvenlikleştirici adım kurulurken vatanın söz konusu güne kadar “kan içinde yoğrularak” kazanıldığı şeklindeki güvenlik grameri söylemde belirleyici olmuştur. Yani ölüm kalım mücadelesi içinde kurulan Cumhuriyet’in bekası için her türlü tereddüt ve şüphe gerektirecek davranış engellenebilecektir.

Rauf Bey ise “[s]izin her vakit ve her tereddüt ettiğiniz zamanda ben tekrar yemin ve kasem etmeye mecbur muyum?” sözlerine karşılık, “[m]ecbursun sesleri” arasında kendisi hakkında yapılan suçlamaları cevaplandırmıştır. Meclis sıralarından yükselen “mecbursun sesleri” bir anlamda söylemin etkisini gösterdiğine ve alımlayıcı kitlenin (audience) söylemi onayladığına da işarettir. Rauf Bey’in kendisi hakkındaki güvenlikleştirme söylemlerini güvenlik alanının dışına çıkarmak için (desecuritization move) dile getirdiği söylemlere bakıldığında ise, aslında kendi söylemi (Meşruti saltanat dediğin, milleti kasaphaneye götürüyorlardı) ile de istemeden de olsa güvenlikleştirici aktörlerin söylemine hizmet etmektedir:

“[B]enim milletten müdafaai hukuk namzedi olarak, Halk Fırkası’na intisap etmek şartıyle aldığımız vekâlet dairesinde ve tam mânasıyle Cumhuriyetçi olduğumu söyledim (…)

Şimdi efendiler, Rauf Cumhuriyetçi midir? Rauf Hâkimiyeti milliyenin bilâ kaydı şart

tecelli ettiği bir vatanın evlâdıdır ve Türkiyelidir. Fakat bu mesele üzerinde o vakit de muhalif kaldığımız bîr nokta vardı. Rauf Cumhuriyetçidir, ama Cumhuriyet mi hâkimiyeti milliyenin tekâmülüdür, yoksa hâkimiyeti milliye mi Cumhuriyetin tekâmülüdür? diye bir sual varit oluyor. Böyle bir sual varit olunca, vazıhan ifadeye mecburum ki efendiler, sultanlar kendi kendilerini madum ettiler ve milletin bihakkin tahkir ve telinine müstehak oldular. Meşruti saltanat dediğin, milleti kasaphaneye götürüyorlardı, Millet onu da kahr ve tedmir etti. Şimdi ise bilâ kayıt ve şart hâkimiyeti milliye esasına müstenit bir idareyi, demokrasi denilen halk idaresi esaslarını tesis etmek için ve bu esaslar üzerine milletten vekâlet aldık” (TBBM, 1340: 112-113).

Genelde güvenlikleştirme süreçlerinde özelde ise Türkiye’deki güvenlikleştirme siyasetinde, tehdit algısının kurulmasında tüm Cumhuriyet boyunca güvenlikleştirme süreçlerinde fonksiyonel aktör olarak adlandırılan gazetelerin çok önemli işlevler gördüğü açıktır. Çünkü haberlerin veriliş biçimi, kullanılan manşetler ve haberlerin köşe yazarlarının düşünceleri ile dolaşıma sokularak tartışılması kanaatlerin

Outline

Benzer Belgeler