• Sonuç bulunamadı

ON İKİNCİ FASIL

BURHÂNIN İLKESİ

"Burhânın ilkesi" sözü iki şekilde söylenir. Birincisi mutlak olarak bilgi bakımından burhânın ilkesi denilmesidir. İkincisi ise herhangi bir ilim bakmamdan burhânın ilkesi denilmesidir. Mutlak olarak bilgi bakmamdan burhânın ilkesi, mutlak olarak orta terimsiz bir öncüldür. Yani bu ilkenin yükleminin konusuna olan olumlu veya olumsuz nispetinin açıklanması, bir orta terime bağlı değildir. Bu nedenle de başka bir öncül ondan daha önce ve onun önünde olamaz.

Herhangi bir ilim bakmamdan burhânın ilkesinin kendinde bir orta terim sahibi olması mümkündür.

Fakat bu ilke, o ilimde bir kabul olarak vazedilir (hipotez) ve ilkenin o ilimdeki mertebesinde herhangi bir orta terimi bulunmaz. Aksine ilkenin orta terimi, ya o ilimden önceki veya onun beraberindeki bir ilimdedir ya da o ilimde o mertebeden sonradır. Nitekim birazdan bundaki durumu öğreneceksin.

Burhânın ilkesinin iki kısmından her biri aynıyla çelişiğin iki tarafından biri olmada ve çelişiğin diğer tarafının burhânî olmasının imkânsız olmasında ortaktırlar. Bu ikisi, cedelî öncülden şöyle farklılaşırlar:

Cedelî öncül, her ne kadar çelişiğin iki tarafından biri olsa da, öğrenmiş olduğun gibi aynıyla değildir.

Burhânın ilkesi olan, kesinlikle orta terimi bulunmayan ve akıldan başka yolla kazanılmayan öncül, müteâraf bilgi (aksiyom) ve kabulü zorunlu öncül olarak adlandırılır. Fakat ondan sonra ister tanım isterse de Öncül olsun ilimlerin başlarında anlatılan (telkin) her şey, görünen o ki, onlar tarafından vaz' olarak adlandırılmıştır.

Tanım, öğrencinin kabul etmekle yükümlü olduğu ve kendiliğinden açık olmayan öncülden hatta bütün öncüllerden farklıdır. Bununla birlikte tanım bazen bir öncül biçiminde söylenir. Mesela bir kimse

"birlik, nicelikle bölünmeyendir" diyebilir. Farklılık yönü şudur: Amaç, birlik üzerine bir yüklemin tasdik edilmesi değildir, aksine birlik isminin anlamının ve birliğin zatının anlamının tasavvur edilmesidir; yoksa birliğin şöyle mi veya böyle mi olduğu değildir. Sonra onu aktarmanın (telkin), öncül biçiminde söylenen bir sözden başka yolu yoktur ve onda kesinlikle herhangi bir tartışma olmaz. Çünkü herkes ona her ismi verebilir. Tanımlardaki tartışma -şayet olursa-tasdik anlamında değil tasavvurda vuku bulan bir hatada olur. Hâlbuki öncül, tasavvurun değil tasdikin ifade edilmesi için söylenir. Sonra vazî' öncül, tanımdan farklı olarak başka bir isim daha alır. Bu isim, vazedilmiş asıl (hipotez) ismidir. Tanım ise vaz'dır ama vazedilmiş asıl (hipotez) değildir, çünkü tanımda bir olumlama ve olumsuzlama yoktur.

Bir grup düşünür, vazedilmiş asıl'a musâdere (postulat) adını vermektedir. Bir grup düşünür de vazedilmiş asıl'ı ikiye ayırmaktadır. Birincisi çekincesiz (veya hoşgörüyle) kabul edilendir ve öğrencinin zihninde ona aykırı bir görüş bulunmaz. Kimi kez buna, vazedilmiş asıl adım verirler. İkincisi ise

öğretmenin yeri gelince açıklamayı taahhüt etmesi ve öğrencinin zihninde ona aykırı bir görüş bulunması bakımından duraksanandır. Bazen ister evveli olsun isterse de evveli olmasın, ister öğrencinin zihninde aykırı bir görüş bulunsun isterse de bulunmasın bir tasdikin vazedildiği bütün asıllara vaz' derler.

Bazen İlk Talim'de ilk bakışta gerçeğe aykırı olup sözgelimi "bütün birdir" ve "hareket yoktur"

diyenin sözü gibi akılla değil de dille söylenen her görüşe vaz' adı verilmiştir.

Bazen de öğrenci akılda evveli bilgilerin evveli olarak tasavvurunda yetersiz kalır ve ona kıyasla evveliler, vazlar haline gelir. Bu, ya onun fıtratında başlangıçtan beri bulunan veya hastalık yahut

yaşlılıktan dolayı sonradan meydana gelen bir eksiklik nedeniyledir; ya da otoriteye dayanan veya yaygın olarak kabul edilen görüşlerle fıtratının karışıp çelişiğini sonuç vermemesi için evvelinin reddedilmesini gerektirmesi nedeniyledir. Bazen lafız anlaşılmaz ve değiştirilmeye gerek duyulur ya da anlam kapalı ve anlaşılmaz olur ve anlaşıldığında kabul edilir. Anlamın kapalılığı bazen tümelliği, soyutluğu ve hayalden uzak oluşu nedeniyle çok olabilir. Böylesi durumda muhatap tikelleri tümevarıma tabi tutar ve onlardan çok yararlanır. Çünkü tümevarım, sabit kılmasa da hatırlatır.

Her halükarda şunu ortaya koymalıyız: ilimlerin ilkeleri, tanımlardır ve akılda evveli olarak veya duyu ve tecrübeyle veya akılda bedihî bir kıyasla kabul edilmesi gereken öncüllerdir. Bunlardan sonra musâderât (postulat) ile kuşkulu olan ama öğrencinin görüşünün muhalif olmadığı vazedilmiş asıllar gelir. Vazedilmiş asıllar bütün ilimlerde kullanılmamaktadır, aksine Aritmetik gibi kimi ilimlerde yalnızca tanımlar ve evveliyat kullanılır. Geometride bunların tamamı kullanılır. Doğa Timinde de bunların tamamı kullanılır fakat karışık olup ayrıştmlmamıştır.

Burhân bizde bir bilinmeyene dair kesin bir tasdik oluşturduğundan ve bu tasdiki de burhânın ilkeleri sebebiyle oluşturduğundan bizim burhânınm ilkelerini daha önceden tasdik etmiş olmamız zorunludur. Burhânlann bütün ilkelerini veya yalnızca bir kısmını yani musâdere olmayanı tasdik etmemiz yeterli değildir, aksine burhânın ilkelerini tasdikimizin sonucu tasdikimizden daha sağlam ve daha öncelikli ve ilkelerin mukabillerini tekzibimiz de sonucun mukabilini tekzibimizden daha katı olmalıdır. Mukabil (karşılıklı olan) yalnızca çelişikle değildir, bunun yanından zıt da vardır. Bunun zorunlu olmasının nedeni şudur: Bir şey, ortak oldukları bir anlamda diğer şeyin illeti olursa, o anlamın illette daha sağlam ve daha çok olması gerekir, çünkü o anlam, illet sayesinde diğerinde meydana gelmektedir. Biz iki şeyi seversek, fakat birine olan sevgimiz, diğerini sevmemizin illeti olursa, sebep daha çok sevilmeye daha layıktır. Buna çocuğa ve çocuğun öğretmenine olan sevgiyi örnek verebiliriz, "birisi bir duruma, diğerinden daha layıktır" denilen iki şey hakkında bunun

nedeninin diğerindeki bir eksiklik veya diğerinin zıtla karışımı olduğunu sanmamak gerekir. Nitekim karalığa daha layık olanın, karalığın kendisinde ortak ve daha kara olduğu, diğerinin de daha ak olduğu sanılır. Böylc düşünüldüğünde şeyin doğruluğa daha layık oluşu, ancak diğeri doğru

olmamaya daha layık ve bir miktar yanlışlıkla karışık olduğunda gerçekleşecektir. Aksine bazen iki şey doğa bakımından eşit olduğu ve fakat biri kendinde o duruma diğerinden daha önce, diğeri ise daha sonra sahip olduğunda "bu şev, diğerinden şuna daha layıktır" denilir. Nefis (zihin), iki şeyi de tasdik ettiğinde, fakat ikisinden birini daha önce, diğerini ise daha sonra tasdik ettiğinde, zihin bunlardan birini bizzat ona yönelerek tasdik etmişken diğerini bizzat ona yönelerek değil birinciye yönelerek tasdik etmiştir. Dolayısıyla birinciyi tasdik, bu anlam nedeniyle daha güçlüdür. Eğer bu fasıl, zihnini karıştırırsa onu terk et, çünkü bunda büyük bir yarar yoktur.

Bil ki İlk Talim'de şöyle denmiştir: "Öğretmen, aldığı şeylerin tamamım -ki bunlar,

açıklanmamış olması bakımından otoriteye dayalı (makbul) öncüllerdir- şayet öğrenci nezdinde zannî olana uyumlu olarak alıp da vazetmişse bu, vazedilmiş asildir (hipotez), mutlak olarak vazedilmişi değil yalnızca öğrenci nezdinde vazedilmişi kastediyorum. Şayet aldığı şeylerin tamamım, o şey hakkında öğrencinin herhangi bir görüşü, hiçbir zannî bile olmaması bakmamdan veya zıddına bir zannî bulunması bakmamdan alıyorsa öğretmen, aldığı şeye el koyup müsadere (postulat)

yapıyordur". İşte müsadere ile vazedilmiş asıl arasında İlk Talim'de zikredilen fark budur. Buna göre müsadere, öğrencinin zannına mukabil olandır. O da insanın kanıtlanmış olarak aldığı ve açıklamamış olması bakmamdan kullandığı bu öncüldür. Mantıkçılar Aristoteles'in yukarıdaki sözünü duyunca zannettiler ki, vazedilmiş asıl, en küçük bir düşünmeyle açıklanan şey iken müsadere, en küçük bir düşünmeyle açıklanmayan şeydir; hatta sanki vazedilmiş asıl, öğrencinin en küçük bir düşünmeyle hakikatini anladığı şey iken müsadere, öğrencinin en küçük bir düşünmeyle anlamasına imkân bulunmayan şeydir. Oysa durum böyle değildir. Zira en küçük bir düşünmeyle açıklığa kavuşan şeyde düşünme, ya uyarma yoluyla lafzın anlamım açığa çıkarmaktır ki, bu durumda aslında şeyin hakkı bilinmektir ancak öğrenci onu gözden kaçırmış ve lafzın mefhumundan bir tür gaflet nedeniyle onun farkına varmamıştır; ya da düşünme, sözün anlaşılması açısından değil doğruluğu açısından durumunu açığa çıkarmaktır. Tasavvurun açığa çıkarılması işi, yalnızca vazedilmiş asıl olan kısımda yapılmamakta, kimi zaman hakiki evveli bilgilerde de yapılmaktadır. Çünkü gerçekten evveli olan bilgiler de gözden kaçırılmakta, farkına varılmamakta ve bu nedenle inkâr edilmektedir; bu

bakımdan öğrencinin uyarılması gerekmektedir. Tasdikin düşünülmesine gelince, bilinmeyenin tasdiki ancak orta terimle açıklık kazanır. Dolayısıyla bu açığa çıkarma işlemi, öğrencinin kolaylıkla

anlayabileceği bir yerde orta terim talebinden ibarettir. Buna göre orta terimi az olan matlup ve meseleler, vazedilmiş asıllar olacaktır. Şayet durum böyleyse, Geometride öğrencinin en ufak bir düşünmeyle kavrayabileceği kolay meselelerin çoğu, vazedilmiş asıllar arasına girecektir ki bu, imkânsızdır. Aksine vazedilmiş asıllar, kendiliğinde bilinmeyen ve başka bir sanatta açıklanması gereken öncüllerdir.

Çünkü öğrenci, onları kabul etmiş ve öğrenmen hakkındaki iyi niyeti ve ona güveni nedeniyle karşılaştığı vazedilmiş asılların doğru olduğunu sanmıştır.

Müsadere de böyle olandır fakat öğrenci, öğretmenin düşüncesine mukabil bir zanna sahip olur veya hiçbir zanna sahip olmaz. Özetle müsaderede vurgulanan şey, öğrencide öğretmenin

düşüncesine mukabil bir zannın bulunmasıdır. Hatta en muhtemel olan, müsaderenin öğrencinin öyle olduğunu zannetmese bile kabul etmekle yükümlü bulunduğu şey olmasıdır. Bu şey, ilkelerden de olabilir, bizzat o ilimdeki meselelerden, daha sonra açıklanacak ve bu nedenle başlangıç derecesinde

kabulüne müsamaha gösterilecek meselelerden de olabilir. Dolayısıyla kendiliğinden açık olmayan bir ilke, bir itibarla vazedilmiş asıl (hipotez), bir itibarla da müsadere (postulat) olmaktadır. Böyle bir itibar bazen o sanatın ilkesinde değil sanatın bazı meselelerinin ilkesinde -bu ilke sanatta açıklandığı takdirde-olur. Bu durumda o ilkeye müsadere denir.

Öklides'in Kitab'ında vazettiği şeyin -ki bu, iki çizginin, iki dik açıdan eksik olanın yönünde karşılaşmasıdır- müsadere olması uygundur. Çünkü oradaki orta terim, Geometri'den gelmektedir.

Şöyle zanneden kimseye şaşıyorum: "Vazedilmiş asıl, Geometri'deki "merkezden çembere uzanan çizgiler eşittir" sözleri gibidir. Zira bu bazen az bir sorun çıkarır. Oysa bir şeye eşit olan şeylerin

birbirlerine eşit oldukları herhangi bir kuşku barındırmaz. Sonra bu sorun, en ufak bir düşünmeyle açıklanacak türdendir." Bu kimse şöyle demiştir: "Bu açıklama ise, öğrencinin çizgilerin eşit olduğunu öğrenip kabul edeceği bir pergelle olur." Ant olsun ki bu gafil, şayet "bu önermenin tasavvur yoluyla anlaşılmasında pergelden yararlanılır" deseydi bu sözün bir anlamı olurdu. Fakat önermenin tasdik yoluyla anlaşılmasında bu nasıl mümkün olur! Öğrenci, daireyle merkezinden çıkan çizgileri şöyle olan bir şekil kastedildiğini duyduğu ve sadece onu kabul ettiğinde onun merkezinin çizgileri böyle olmayan bir daire vazetmesi ve dolayısıyla dair olmayan bir daire vazetmesi mümkün değildir. Bu, bir daire vazetmeyi varsaydıktan sonra öğrencinin kuşkulanması mümkün olmayan bir şeydir ve dairenin varsayımının açık bir gereğidir. Aksine öğrenci için sorun teşkil etmesi gereken şey, daire adı verilen bu şeyin bir varlığının olup olmadığıdır. Şayet öğrenci, dairenin tanımını işittikten ve onun bir varlığı olduğunu farz ettikten sonra çizgilerin durumundan kuşkuya düşecek olursa, Geometrideki akli bir şeyi pergel nasıl temellendirecektir?!

Duyusal bir pergel bir yana akli bir pergel bile olsa yine de öğrenci çizgileri anlamakta zorlanacaktır. Akli veya duyusal bir tikel pergelle yalnızca belirli çizgilerin eşit olduğu gösterilebilir. Nasıl olup da bundan bilkuvve sonsuz sayıdaki bütün çizgilerin, zorunlu olarak böyle olması gerekecektir?! Eğer öğrenci, dairenin varlığından kuşkulanacak olursa, varsaydığı bütün pergellere rağmen kuşkulanacaklar. Eğer dairenin varlığım kabul edecek olursa, daireyi tanımladığı halde, çizgilerden kuşkulanması mümkün değildir.

Sonra eğer öğrenci ahmaksa dairenin ne olduğunu anladıktan ve gafletten uyanmak amacıyla pergelden yararlanıldıktan sonra da çizgilerin durumundan kuşkulanır. Göreceksin ki, bundan daha da ahmak öğrenciler, uyarma amacıyla bir cetvel alıp çizgiler çizerek onlara açıklanıncaya dek bir ölçüye eşit olan ölçülerin birbirlerine eşit olduğunu anlamaktan bile bihaberdir. Özetle uyarma yolu ile mütearaf (aksiyomatik) bilgi, mütearaf olmayan bilgiden ayrışmaz. Aksine gerçek şudur ki, söz konusu öncülün vazedilmiş asıl haline gelmesinin nedeni, dairenin varlığının kendiliğinden açık olmaması ve bu nedenle pergelle yapılan açıklamadan öte bir açıklamaya gerek duymasıdır. Öğrenci müsamaha gösterdiği takdirde öncül, vazedilmiş bir asıl haline gelir. Dahası İlk Muallimden (Aristoteles'ten) duyulan sözü, benim

yorumladığım şekilde anlamak gerekir: Açıklanmasına gerek duyulduğu halde herhangi bir açıklama yapılmadan alınan ve kabul edilmesi istenen ve öğrencinin zannî olarak tasdik ettiği her öncül, başkasına kıyasla değil zannî olarak tasdik eden o öğrenciye kıyasla vazedilmiş asildir (hipotez). Öğrencinin,

öğretmenle aynı zannî paylaşmadan veya onun zannına aykırı bir zanla aldığı öncül ise müsaderedir (postulat). Müsadere, öğrencinin zannına mukabil olan öncüldür. Söz konusu mukabillik, ya öğrencinin herhangi bir zannî bulunmaması nedeniyle olumsuzlama mukabilliği olur ya da öğretmenden başka bir zan sahibi olması suretiyle zıtlık mukabilliği olur. Bu da açıklamaya muhtaç olan bu önermeyi herhangi bir açıklama olmaksızın aldığında olur.

Onları vazedilmiş asıl hakkında yanılgıya düşüren şey, Onun (Aristoteles'in) vazedilmiş aslı, orta terimi olmayan öncüllerin iki kısmından biri yaptığının işitilmesidir. Onlar bu sözün anlamının, kendinde orta terim olmayan demek olduğunu sanmışlardır. Oysa böyle değildir. Aksine bu sözün anlamı, o ilimde orta terimi bulunmayan demektir -ister başka ilimde orta terimi bulunsun isterse de başka hiçbir ilimde bulunmasın-.

Bil ki: Zorunlu (tümel) matluplar (talep edilen sonuçlar) hakkındaki burhânî öncüller, gereklî-zorunlu (vâcîb-zarûrî) maddelerde bulunur. Bunların benzerlerindeki burhânî mugalatalar ise imkânsız-zorunlu maddelerde bulunur. Burhânî mugalatalarla kastım, burhâna benzeyen ama burhân olmayan

mugalatalardır. Çünkü mugalataların (yanıltmaların) bir kısmı burhânî değil cedelîdir. Burhânî (apodeiktik) ve cedelî (diyalektik) mugalata arasındaki iârk şudur: Burhânî mugalatanın öncülü, evveli öncüle benzer ve zorunlu şeylerden oluşur; fakat talep edilen şey, mümkün bir şeydir ve bu nedenle onu elde etmek için yapılan kıyas, mümkün önermelerden olur. Mümkünlerden olmayanı elde etmek amacıyla yapılan kıyas ise zorunlulardan oluşur ve bunların mukabilleri de zorunlunun mukabilleridir. Bundan dolayı, bütün

durumlarda yanlış olan bir tümel, büyük ve küçük önerme olarak bulunur ve büyük önerme olarak alındığında ondan bütün durumlarda yanlış olan sonuçlar çıkar. Bu formda alındığında burhânî mugalatanın öncülü, burhânî öncüle ve sonucu da burhânî sonuca zıttır.

Cedelî mugalatanın (diyalektik yanıltmanın) öncülüne gelince bu, meşhura benzer ama

soruşturulduğunda meşhur olmadığı ortaya çıkar ve çoğunlukla zorunlu olması gerekmez. Bazen çirkin

olur. Bazen çirkin olmakla birlikte doğru olur ama cedelde kullanımı, mugalata olur. Çünkü o, her ne kadar doğru olsa da, meşhurdan farklıdır. Zira pek çok meşhur, yanlış iken pek çok çirkin de

doğrudur. Meşhur ve çirkinin cedelî kıyaslara nispeti, doğru ve yanlışın, burhânî kıyaslara nispetidir.

Burhândaki hata, doğru olmayanla olurken cedeldeki hata, meşhur olmayanla olur. Burhânî

mugalata, kıyas yapanın yanılgısı nedeniyle, bazen sınamak kastıyla ve bazen de nefsin kötülüğü ve alçaldığı nedeniyle gerçekleşir.

İKİNCİ MAKALE

BİRİNCİ FASIL

BURHÂNIN İLKELERİNİ, BU İLKELERİN TÜMELLİĞİNİ VE

Benzer Belgeler