• Sonuç bulunamadı

TANIM İLE BURHÂN ARASINDAKİ ORTAKLIĞA DAİR BİLGİNİN TAMAMLANMASI İÇİN İLLET SINIFLARININ

TANIMLARA VE BURHÂNLARA GİRMESİNİN AYRINTISI

Bilinmelidir ki: illetlerin bir kısmı, uzak illettir. Sözgelimi "niçin yürüyor" sorusunun cevabında hazım kötülüğünden sakınmak için denilmesi gibi ki bu, gaye illetlerdendir. "Falan niçin ateşlendi"

sorusunun cevabında söylenen "oburluk" gibi ki bu, fail ilkedendir. "Canlı niçin ölür" sorusunun cevabında söylenen "unsurların zıtlığı" gibi ki bu, maddi ilkeyledir. "Şu açının dik oluşu" sorusunun cevabında söylenen "bir çizginin diğeriyle dikey olarak kesişmesi" gibi ki bu, sûrî ilkeyledir. İlletlerin bir kısmı da yalandır. Yürümenin gayesiyle verilen cevapta "karışımın bastırması ve soğuğun hâkim olmasından korunmak"; ve hummanın fail ilkesiyle verilen cevapta "kokuşma"; ölümün maddi illetiyle verilen cevapta "unsurların karışımında kurunun yaşa hâkim olması"; ve şu açının dik oluşunun sûri illetiyle verilen cevapta "iki eşit açıdan bir çizgi üzerinde durmak" yalan illetin örnekleridir.

İlletlerin bir kısmı bizzat iken bir kısmı bilarazdır. Bizzat ilke, duvarın yıkılması için ağırlık gibidir ki bu, fail ilke kısmındadır; gölgenin yansıması için parlaklık gibidir ki bu, maddi ilke

kısmmdadır; iki yanda iki eşit açının, çizginin dikey oluşunun ispatının ilkesi olması gibidir ki bu, sûrî illet kısmındadır; insanın yemekten önce yürümesinin ispatı için sağlık gibidir bu, tamamlayıcı (gaî) illet kısmındandır. Bilaraz illet ise fail ilkenin verilmesinde duvarın yıkılması için desteğin kalkması;

maddi ilkenin verilmesinde gölgenin yansıması için demirden oluş; sûrî ilkenin verilmesinde çizginin dikey olması için dik çizgi üzerinde gerçekleşen açınan onun üzerinde dikey olarak duran çizgiye paralel olan çizgiden olması; tamamlayıcı (gaî) ilkenin verilmesinde yemekten önce yürüme için yorgunluk veya hâzineye rastlamak gibidir.

Yine bil ki: Bu sebeplerden her biri, bazen bilkuvve bazen de bilfiil olur, illetin bilfiil oluşu, malulün bilfiil oluşunun sebebidir. illet bilkuvve olduğunda ise onun bilkuvve oluşu, malulün bilkuvve oluşunun sebebi değildir, aksine malulün bilkuvve oluşu onun kendisindendir. Sebep bazen özel olur ve bazen de genel olur; bazen tikel malulün karşısında tikel olur ve bazen de tümel olur.

Bil ki: Gayenin (erek) ve suretin (biçimin) varlığından her birinden hiç kuşkusuz malulün (nedenlinin) varlığı gerekli olur. Suret, zaman bakımından malulle birliktedir. Gaye, zaman bakımından malulden sonra gelebilir. Her ikisi de illettik bakımından malulden öncedir. Madde ise çoğu doğal şeyde zorunlu olarak sureti gerektirir ve onun varlığıyla birlikte mutlaka malul ve gaye varolur. Zorunluluk gayeyi engellemez. Çünkü çoğu doğal şey, zorunlulukla ve gayeyle birlikte meydana gelir. Sözgelimi azı dişlerinin yaratıldığı madde geniştir ve tam istidatla meydana geldiğinde suret zorunlu olarak onun gereği olur. Bununla birlikte onun genişliğinin yaratılışı, bir tamlık ve gaye içindir. Bu gaye ise yiyeceğin öğütülmesidir. Nitekim dişlerin keskinliğinin yaratılışı da bir tamlık ve gayeye yöneliktir ki bu gaye, yiyeceğin kesilmesidir. İlk Muallimdin (Aritoteles'in) bunun için verdiği örnekler şunlardır: Kandilin ışığının daha geniş alanlara, şayet nüfuz ediyorsa, nüfuz etmesinin nedeni nedir diye sorulduğunda maddi zorunluluk bakmamdan cevap verilerek

"parçaların şeffaflığı nedeniyledir" denir; tamlık (gaye) illeti bakmamdan cevap verilerek

"sürçmememiz ve tökezlemememiz içindir" denir. Aynı şekilde niçin bulutta ses meydana geliyor diye sorulduğunda bazen "ateşin sönmesinin zorunluluğu nedeniyledir" şeklinde cevap verilir ve bazen de Pythagoras'ın benzerlerinde söylediği üzere "cehennemlikleri korkutmak içindir" şeklinde cevap verilir. Bu zorunluluk, bir zorlamalım zorunluluğu değil, doğanın zorunluluğudur.

Maddelerin çoğunda istidadın meydana gelişi esnasında tamlığın (gayenin) meydana gelmesi gerekmez. Çünkü o maddenin tamlığı (gayesi), hareket ettirici bir illetin hareketiyle meydana gelir.

Her hareket ise bir zamanda meydana gelir ve sonunda surete varır. Yapay şeylerde de durum böyledir. Onlarda da sadece unsurun (maddenin) varlığıyla suretin varlığı gerekli olmaz. Çünkü unsur her yerde surete yönelmez ve surete yönelmesi ancak bir fail illetle olur. Şayet fail illet, yabancı ve dışardan ise, unsura (maddeye) bazen gelir bazen de gelmez. Şayet illet, doğal ve şeyin cevherinde mevcutsa ve doğal bir güç olduğu için boyun eğdirmeyle ve bizzat etki (fiil) yapıyorsa, tam istidat meydana geldiği ve onunla karşılaştığında etkide bulunmaması (fiillerinin ondan çıkmaması) mümkün değildir.

Bil ki: Bir hareketin ilkesi olan illetlerin bir kısmı, kabul edicinin (kabilin) vazedilmesiyle birlikte vazedilmesinden malulün vazedilişi zorunlu olmayan illettir ve bir kısmı da kabul edicinin

vazedilmesiyle birlikte malulün vazedilişinin zorunlu olduğu illettir. Çünkü bütün doğal güçler,

edilgenle karşılaştıklarında etki (fiil) zorunlu olur. Yapay, iradi, arzuya dayalı vb. güçlerin ise edilgen güçle birleşmelerinden bir etki (fiil) ve edilgi zorunlu olmaz. Bu illetler, her ne kadar zorunlu olarak karışsalar da, rastgele değil bir gayeye bağlı olarak etki ederler.

Bil ki: Her ne zaman malul bilfiil vazedilirse bütün sebepler de vazedilmiş demektir. Fakat gaye bazen dış dünyada bulunuşu bakmamdan bilkuvve mevcut olur. Buna yatağın varlığıyla birlikte yatmayı örnek verebiliriz.

Bil ki: Sebep, bizatihi ve mutlak sebep olmadığı ve fakat bitişen bir takım şartlarla sebep olduğunda veya uzak sebep olduğunda onun tek başına "şeyin niçin olduğu" sorusunu cevaplaması, bir sebebin cevaplaması olmaz ve şartların zikredilmesinde son sınıra ulaşıncaya ve böylece sebep bizâtihî sebep haline gelip yakın sebebe varıncaya dek niçinlik için bir yer kalır.

Bil ki: Zatlarının varlığı, illet olmalarına yeterli olmayan çoğu illete bir şart bitişir ve böylece ondaki bilkuvve illetin bilfiil illet olmasını zorunlu kılar. Bunun örneği, afyonun gücünün soğutucu olmasıdır. Çünkü bu sürekli değil, afyon, insandaki doğal sıcaklıktan etkilendiği zaman böyledir.

Bütün bunlardan açığa çıkmaktadır ki burhân ancak bizzat ve bilfiil olan yakın-özel illeti verdiği zaman tam burhân olur. Tam tanım, mahiyetin illetlerine sahip bulunan şeyde böylesi illetleri kuşatır ve onları, şayet zâti iseler hiçbiri dışarıda kalmayacak şekilde tamamıyla verir. Daha önce söylemiştik ki tanımlamalım amacı, dönüştürülme (muâkese) bakımından tanımlanana eşit zâtilerle ayrıştırma değildir;

aksine anlam bakımından tanımlanana eşit zâtilerle ayrıştırmaktır ve böylece tanım, tanımlananın zâti anlamlarının hepsini içerir ve kuşatır. Şayet ayrıştırmayla yetinmek nedeniyle zâti anlamlardan biri dışarıda kalırsa tanım, tanımlanalım mahiyetine delalet etmez. Çünkü onun mahiyeti, bazı kurucuları (kaim kılıcıları) ve bazı zâtileri değildir, aksine zâti anlamlarının tamamının birleşmesidir. Zâtî anlamların bir kısmım bilip diğerlerini bilmeyen kimse onun zatını tam olarak bilmemiştir. Tanımlamanın amacı, nefiste şeyin mahiyetine tam olarak paralel bir suretin meydana gelmesidir. Bu nedenle tek bir şeyin iki zatı olmayacağı gibi tek bir şeyin iki tanımı olmaz. Bütün zâtilerin zikredilmesi gerektiğinden ve

tanımlananlar arasında bütün illetlere izafeti zâti olan tanımlanan bulunduğundan, bu tanımlananın tanımında illetlerin tamamının zikredilmesi gerekmiştir. Fakat bu illetlerin o tanımlanalım cinsi yerinde değil faslı yerinde olması gerekir. Çünkü bu illetler, hiç kuşkusuz bir şeyin illetleridir ve o şeyin varlığı, illetlerin varlığını gerektirir, onlarla gerçekleşir, meydana gelir ve özelleşir. Dolayısıyla meydana gelmiş ve özelleşmiş bir varlığa ve belirsiz ve özelleşmemiş bir varlığa sahip olan şeyde zatı meydana getiren bu gibi illetler, onu meydana getirmek için onu bir şeye özel kılarlar ve o şey de onunla özelleşir. Bu durumda o şey, cins konumunda, illetler de fasıl konumundadır. Sözgelimi "ateşin sönmesinden kaynaklanan ses"

sözünde "ses" cinstir ve "ateşin sönmesinden kaynaklanan" ise fasıldır -eğer bütün şimşekler böyleyse-.

Farklı illetlerden bileşen tanımlara gelince sen, dik açıyı yalnızca suretle tanımlayarak şöyle dersin:

"Doğru çizgiyi dikey olarak kesen tarafındaki diğerine eşit olan açıdır". Günaşırı hummayı fail illetle tanımlayarak şöyle dersin: "Safranın bozulması nedeniyle gün aşırı gelen humma". Yüzüğü gayeyle tanımlayarak şöyle dersin: "Yüzük, parmağın giydiği bir halkadır". Düz burunluluğu konuyla tanımlayarak şöyle dersin: "Burundaki düzlüktür". Bazen bütün bunları tek bir şeyde birleştirerek şöyle dersin: "Kılıç, savaşta canlının organlarım kesmek için uzun, enli ve tarafları keskin bir demirden yapılan bir alet veya bir silahtır". Senin "alet" ve "silah" sözün cinstir. "Yapılan" sözün hareket ettirici ilkeden (fail illetten) fasıldır.

"Demirden" sözün, konudan fasıldır. "Uzun, enli ve keskin" sözün, suretten fasıldır. "Canlının organlarım kesmek için" sözün, gayeden fasıldır. !

Bir kimse şöyle diyebilir: Tanım, şeyin cevherini ve zatım tanıtır. Nasıl olur da tanımda şeyin dışındaki sebepler kullanılabilir? Bu kimseye şöyle cevap verilir: Şeyin tanımında onun sebepleri alınır, çünkü şeyin cevheri, o sebeplere bağlıdır ve o sebeplere izafeti onun cevherinde zâtı bir özelliğidir. Eğer şeyin dışındaki sebeplerden böyle olan varsa ya cevherinin durumu böyle olan şey bilinmeyecektir veya sebepleri zikredilecektir. Hatta doğruyu söylememiz ve bilmemiz gerekir ki: Şeyin mahiyeti bakmamdan tanımı, onun varlığını oluşturan ve dışında olmayan parçalarla tamamlanır. Şeyin varlığı (inniyeti)

bakımından tanımı ise diğer illetlerle tamamlanır. Böylece şeyin mahiyeti, onun varolduğu şekilde tasavvur edilir; bu sayede mahiyetini varlık bakmamdan önceleyen şey gerçekleşir, onunla şeyin varlığı tamamlanır ve o mahiyet onunla meydana gelir. Fakat mahiyetin gereği olan varlığı dikkate almaksızın bizzat

mahiyetin kendisine baktığımızda, her ne kadar bir varlık türü mahiyetin gereği olmak durumundaysa da, mahiyetin tanımında mahiyet olması bakmamdan mahiyeti kuran (kâim kılan) şeylerin söylenilmesi yeterlidir. Mahiyetin ayrık illetlere nispeti, özel veya ortak (genel) eklenti ve ilişenlere nispeti gibi değildir.

Çünkü eklenti ve ilişenlerin varlığı, mahiyetin varlığından sonra gelir. Oysa illetlerin varlığı, mahiyetin varlığını önceler. Dolayısıyla çoğu şey, zatı bakmamdan değil, ilişenlerden bir ilişen, eklenenlerden bir eklenti ve nispetlerden bir nispet bakımından tanımlanır. Bazen bu eklenti ve nispet, gayeyi içerir ve ancak gaye zikredilebilir. Bunun örneği, yüzük ve elbisenin tanımında takmanın ve giymenin zikredilmesidir.

Bazen söz konusu eklenti ve nispet, faili içerir. Bunun örneği, yanmadır. Çünkü yanma, her nasıl olursa olsun şeyin parçalamam dağılması ve kararması değil sıcaklık nedeniyle böyle olmasıdır.

Sonra bir kimse şöyle diyebilir: Pekâlâ yalnızca etkileriyle (fiilleriyle) tanımlanan kuvvelere (güçlere) ne demeli? Bu etkiler, kuvvelerin dışında olup onların sebebi değildirler, aksine onlar, kuvvelerin eklentilerindendir. Acaba bunlar tanım veya resim midir? Bunun cevabı şudur: Bunlar, kuvvelerin isminin açıklamasında resim (betim) şeklinde alınabileceği gibi tanım şeklinde de

alınabilir. Çünkü tarif edici sözde yalnızca kuvvelerin her hangi bir şekilde kendilerini izleyen şeylere nispetine delalet edilmesi durumunda bu söz resim olur; o kuvvenin cevherine ve zatına, ondan ilk önce şu fiilin çıkar şeklinde, delalet edilmesi durumunda tanım olur. Çünkü tanım, şeyin cevheri ve zatının tarifini gerektirir. Kuvvenin ise kendisinden fiilinin çıkması bakımından fiilinin çıkması

özelliğine sahip olmaktan başka zatı yoktur. Yine makullerde, sanatlarda ve ahlakta düşünce gücüne ait ayrıştırma gibi, kuvveden birincil ve bizzat bir fiil çıktığında ve ona zatı gereği olmaksızın bitişen şeyler nedeniyle onu izleyen fiiller ve haller çıktığında -çünkü bir kuvveden zatı gereği ancak

gülmeye, utanmaya, ağlamaya, sevinmeye vb. istidadı olma gibi tek bir fiil çıkar- o kuvvenin belirtilen şekilde olan birinci fiile nispeti, onun tanımına giren şeylerdendir; kuvvenin söylenilen şekilde olmayan birinci fiil benzerine nispeti veya ikinci fiil benzerine nispeti, onun tanımına değil resmine giren şeylerdendir. Kuvvenin sanatların tikellerine nispeti -ki kuvvenin bunlarla ilişkisi birincil değildir, aksine mutlak sanatla ilişkisi birincildir- resme (betime) girmektedir. "Şeyin cevheri, o şeylerin bu cevherin gereği olacak durumda olmasıdır" denemez, çünkü birden bizzat ancak bir tek şey gerekli olur. Bundan dolayı bir kimse bize şöyle diyemez: "Niçin gülme gücünü, insanın cevheri bakımından onun tanımına giren bir fasıl olarak insanın gereği yapmıyorsunuz?" Biz deriz ki: Çünkü bu yanlıştır. İnsanın cevheri ve onun düşünen sureti, bilaraz değil de bizatihi ve birincil olarak

düşünme gücünü gerektirmez, bilakis ona bir mizaç bitişir ve o mizacı düşünme gücü ve yine ağlama gücü, utanma gücü ve diğerleri izler. Bunlardan herhangi birine istidatlı olma veya onu yapması ise düşünme gücünün zatı için birincil değildir.

Bil ki: illetler, tanımın parçalarıdır ve tanımlanana yüklenmezler -dairedeki nokta gibi-.

Bunlardan suret (biçimsel neden), bir durumda yüklenir: Suret, maddeyle birlikte alındığın da yüklenir, ama tek başına alındığında yüklenmez -düşünen gibi değil düşünme gibi-.

Bil ki: Failin, konunun veya suretin ilkesi, doğal şeylerde, yapay şeylerde ve zihinsel şeylerde olduğunda orada fiilin kendisi için olduğu bir gaye bulunur. Sûrî illet olduğunda ise hareketin kendisinde son bulduğu tarzda gaye ilke de olmak zorunda değildir. Nitekim bu, geometrik

anlamlarda zorunlu değildir; dolayısıyla onların bu sıfatta bir gaye için olmadığım aksine orada bir gaye varsa bile başka şekilde olduğunu kabul etmek gerekir. Fakat fail sebep ve maddi sebep rastlantısal olduğunda, bunun bizzat değil bilaraz bir şey için olması zorunludur. Çünkü o, her ne kadar bir gayeye götürse de, o gayenin ilkeleri bizzat değil bilarazdır. Öyleyse onun bizzat değil bilaraz gayeleri vardır. İşte bu, talih ve rastlantıdır. Mesela bir insan, borcunu istemek için yürür ve yolda bir hazine bulur. Burada yürüme, bir yönden hâzinenin varlığının sebebidir, ama bizzat değil bilarazdır. Hâzineyi bulmak, bir yönden yürümenin sebebidir, ama bizzat değil bilarazdır. Zatilik ise sürekli veya çoğunlukla olandır. Bilaraz sebeplerden, rastlantıdan kaynaklanan gayelerden

sakınılması ve bunların resimde (betim), tanımda ve burhânda alınmaması gerekir.

Malul gerçekleşmişse onun illeti de gerçekleşmiştir. Bu nedenle şunun gerçekleşmiş olduğunu kanıtlayan burhânda daha önceden gerçekleşmiş olan illetler alınmalı; şimdide şöyle olan şey için şimdideki illetler alınmalı; gerçekleşecek şey için gerçekleşecek illetler alınmalıdır. Bunlar, illetleri bilfiil illetler olan şeylerde böyledir. Ama illetlerin bir kısmı, zat olarak var ve henüz bilfiil illet değilse onunla kanıtlama yapılması mümkün değildir aksine o, delillendirilir. Böylesi illetler, orta terim olarak değil büyük terim olarak vazedilir. Gerçekleşmiş olanlarda da durum böyledir. Mesela babanın zatı mevcut olduğunda oğulun zatının da mevcut olması gerekmez. Sperm mevcut olduğunda ceninin de mevcut olması gerekmez. Duvar mevcut olduğunda tavanın da mevcut olması gerekmez. Aksine bunlarda tersi durumlar doğrudur. Bu durumlarda illetler malullerini kanıtlamak için alınmaz, bilakis o illetlerin malulleri, istidlal yoluyla illetleri kanıtlamak üzere alınır ve şöyle denir: 'Tavan vardır, o halde duvar vardır"; "tavan vardı, o halde duvar da vardı"; 'Tavan olacak, o halde duvar da olacak".

Baba ve oğulda da durum böyledir. Özetle bu, fail ve maddede olur. Çünkü fail ve madde,

çoğunlukla zaman bakımından malulden bizzat önce gelir; zira bu ikisi bazen bilfiil illet olurlar, bazen de bilkuvve illet olurlar. Bilkuvve illet olduklarında ve orta terimlere konulduklarında malulün büyük terim olması gerekmez.

Burada şaşıracağın bir yer vardır. Bu yer şudur: İlkler mevcut olduğu ve İkinciler onlara bitişmediğinde oluş nasıl bitişir (yani illet olduğu halde malul yoksa ve bu ikisi arasında varlıkta sürekliliği sağlayan bir bitişme yoksa oluş nasıl süreklilik kazanmaktadır) ? Sonra illetin oluşunun ilkesi bir anda ve malulün oluşunun ilkesi başka bir anda olduğunda, anların bileşiminden de bir zaman oluşmadığında ve yine birliğin biri izlediği gibi bir anın diğer anı izlemesinin mümkün olmadığı aksine her iki an arasında bilkuvve sonsuz anların bulunduğu bir zaman olduğunda oluş nasıl

bitişebilir (yani oluşun sürekliliğinden nasıl bahsedebiliriz) i Zaman oluşla birleştirilmek istendiğinde

her malul ile illet arasında sonsuz aracılar olması gerekir ve illet ve maluller ardı ardına gelmez. Burada kabul ettiğimiz ve Doğa ilminde kanıtlayacağımız şeylerden oluşun malullerinin, oluşun oluşa bitiştiği şekilde, illetlerine bitişmemesi zorunlu olur. Belki şöyle denebilir: Oluşun bitişmesi (sürekliliği), başka bir yöndendir. Bu yön şudur: Zamanı yapan döngüsel hareket ve doğal ilkeleri, doğal İkincilere bunlar

arasındaki hareket aracılığıyla ulaştırır. Bir oluş bir anda olduğunda hareket sayesinde diğer bir anda diğer oluşa itilmekte ve zaman bu iki oluş arasım birleştirmektedir. Bu, gerçekte Mantıkta değil, ilimlerde

öğrenilecektir.

İncelenmesi gereken şeylerden biri de şudur: Türün, cins için aracılık yapması ve burhânın da illet burhânî olması durumunda o burhân hangi illetle olur? Bu bağlamda deriz ki: Bu burhânın bazen maddi illetten olduğu, çünkü maddi illetin büyük terimin konusu olduğu zannedilir. Bu, doğru değildir. Çünkü malul sonuçtur. Sonra sonuç, maddi illette mevcut değildir. Oysa maddi illet sahibi, maddede mevcuttur.

Bu hata, konu adının ortaklığından kaynaklanmaktadır. Fakat o, ya gaye illet olur, çünkü türler, cinslerin yetkinlikleridir. Cinsin doğası, tür nedeniyle doğalarda artar ve türde varlık yetkinleşir. Bu, büyük terime kıyasladır. Ya da o, fail illettir, çünkü o bir şeyde eser oluşturur ve bir konuda bir şeyi zorunlu kılar.

Zorunlu kıldığı şeyden ise zat bakımından farklıdır. Böylesi ise fail illete daha benzerdir. Bu da sonuca kıyasladır.

Doğal şeylerden çoğunun illetlerinin ve malullerinin tertibi, doğrusal değil döngüseldir. Bunun maddi illetlerdeki örneği şudur: Yer, yağmurla ıslanır ve buharlaşır, bulut meydana gelir, tekrar yağmur yağar ve yer, bu yağmur nedeniyle ıslanır. Öyleyse yerin yağmurla ıslanmasının ilk illeti, yine yağmurla

ıslanmasıdır. Eğer "yer, yağmurla ıslanan topraktır ve yağmurla ıslanan her toprak, yağmurla ıslanır"

denirse döngüsel bir burhân olur ve döngüsel olmakla birlikte doğrudur ve böyle olması gerekir. Fakat onun orta terimi ile büyük terimi arasında aracılar ve niçin soruları vardır. Çünkü "yağmurla ıslanan yer, niçin yağmurla ıslanır" denir ve "çünkü buharlaşır" cevabı verilir. Sonra bir kez daha "niçin buharlaştığında yağmurla ıslanır" sorusu sorulur ve "çünkü buharlaşmadan bulut oluşmaktadır" denir. Sonra "niçin bulut oluşunca yer yağmurla ıslanmaktadır" diye sorulur ve "çünkü bulut, soğumakta, yoğunlaşmakta ve yağmur olarak düşmektedir" cevabı verilir. Bu şeylerden her biri, illet ve maluldür ve onun orta terim olarak alınması, hem burhân hem de delildir. Fakat onlardaki illet ve malul, zat bakımından değil tür bakımından birdir. Yağmurun kendisinden oluştuğu ıslanma, yağmurdan kaynaklanan ıslanma değildir.

Ama ıslanmanın türü birdir. Aynı şekilde buluttan olan buhar ile bulutun kendisinden oluştuğu buhar aynı değildir. Bu kıyasa göre anlamın türünü itibara aldığında burhân döngüsel olur; ferdi dikkate aldığında ise burhân döngüsel olmaz ve burhân burada tür hakkında değil türün belirli bir ferdi hakkındadır. Öyleyse açıklanan şey ile açıklayan şey aynı değildir ve her ne kadar bir döngü olduğu vehmedilse de gerçekte orada bir döngü yoktur.

Daha önce demiştik ki burhân (kesin kanıt), ya zorunlu şeyler içindir ya da çoğunlukla gerçekleşen şeyler içindir. Zorunlu şeylerin burhânlarında zorunlu illetin aracılık yapmasının (orta terim olmasının) gerekliliğinde kuşku yoktur. Ama çoğunlukla gerçekleşen şeyin burhanında orta terim, çoğunlukla

gerçekleşen illet olur. Bunun örneği şudur: İnsan türüne mensup her erkekte çoğunlukla ondan kopan şey

gerçekleşen illet olur. Bunun örneği şudur: İnsan türüne mensup her erkekte çoğunlukla ondan kopan şey

Benzer Belgeler