• Sonuç bulunamadı

Bir Müslüman Müessesesi: Fütüvvet Geleneği, Ahi Teşkilatı ve

4- Araştırmanın Kaynakları

3.2. ANADOLU’DA İSLÂMLAŞMA HAREKETLERİNİN

3.2.1. Bir Müslüman Müessesesi: Fütüvvet Geleneği, Ahi Teşkilatı ve

ahlakını oluşturan değerlere baktığımızda, bu dindarlık biçiminin ve değerlerinin genellikle tasavvufi bir dünya görüşünden kaynaklandığını görmekteyiz.

Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması konusunda fütüvvet geleneğinin katkısı büyük olmuştur. Çünkü bu akımlarla, Anadolu’da Türk devletinin teşekkülü sağlam temellere oturtulurken diğer yandan İslâm’ın yayılması, milli birlik ve bütünlüğün muhafazası gerçekleştirilmekteydi. Şehir ve kasabalara yerleşen tarikat zümreleri, başta bürokrat ve entellektüel zümreler olmak üzere halk kitleleri ile yakın temas kurmaktaydılar. Tarikat zümreleri gibi medrese ve diğer içtimaî müesseselerin de daha çok şehirlerde yoğunlaşması, şehir halklarının göçebe ve köy halklarına oranla daha yüksek dinî kültüre sahip bulunması sonucunu doğuruyordu. Şehir merkezlerinden uzak muhitlerde ikamet eden ve dinî bilgileri oldukça zayıf, ananelerine son derece bağlı Türkmenler ise, kendilerinden olan şeyh ve dervişleri örnek almakta ve hayatlarını onların direktifleri doğrultusunda idame ettirmekteydi264.

Aşık Paşazade, Anadolu’daki “seyyahları” tanımlarken sadece Anadolu Abdallarından (dervişleri) değil, aynı zamanda Anadolu Ahilerinden de söz etmiştir. Sonuçta XIII. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu’nun ekonomik ve siyasi yaşamında olağanüstü derecede önemli rol oynamış olan Ahi grupları, bu dönemde uzun ve oldukça kapalı gelişim geçiren bir ideal olan fütüvvet kavramına sadık organizasyonlardı. Bir ideoloji olarak Fütüvvet’in menşeinin, genç adam ve kendisinden beklenen asalet, cömertlik, cesaret ve benzeri meziyetleri kavramına odaklanan belli bir erken dönem Arap idealinden çıkmış olduğu bellidir. Fütüvvetin bir ahlaki ideal olarak ortaya çıkması ve yayılmasından daha önemli olan, fütüvvetin İslâm kasabalarında genç adamların örgütlenmesi şeklindeki sosyal ve tarihi gelişimidir. Muhtemelen ilk dönem Arap geleneklerine kadar uzanan ahlaki konseptin gelişiminin aksine olarak fütüvvet cemiyetlerinin tarihi çok büyük ihtimalle, İslâmiyet öncesi Yakın Doğu’nun kurumsal yapıları içinde ortaya çıkmıştır. Araplar bu topraklara yayıldığında, buralarda mevcut olan değişik türde şehir örgütlenmeleri buldular ve bu örgütlenmeler, pratik olmasa bile teorik olarak, Arapların fata-fütüvvet ahlak kavramını benimsemiş görünüyorlardı. Bununla birlikte bu örgütler, sufîlerin katıldığı ve yeme, içmeye karşı sabır gösterme, cinsî       

ahlaksızlık, hırsızlıkla karakterize edilen gevşek bir yaşamdan vazgeçtikleri fütüvvetin fedakârlık tarzını her zaman benimsemediler. Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıl arasındaki dönemde bu gençlik örgütleri kasabalarda oldukça asi hale geldiler ve kendilerini sık sık merkezi otoriteye muhalif politik faktörler olarak ileri sürmeyi denediler. Onları hiç sevmedikleri aşikâr olan bu dönemin tarihçileri, onları ayyarun (soyguncular, kopuklar) olarak damgalamıştır. Halifeliğin tüm topraklarına adamakıllı yayılmış olmaları ve sahip oldukları güce istinaden Halife Nasır (1180–1225) fütüvvette reform yapmak ve onu kendi gücünü pekiştirmek amacıyla kesin bir kontrol altına almak için girişimlerde bulundu. Yenileme hareketinde, hatta onun da öncesinde, fütüvvet cemiyetleri ile Küçük Asya’daki derviş mezhepleri arasındaki yakın bağların ilk belirtisi olmasına istinaden önem arz eden bir etken olan sufîlerin fütüvvet içindeki etkisinin oldukça arttığına dair belirtiler mevcuttur265.

Göçebe Türkmen kafileleri Anadolu topraklarına yayılırken, hemen hemen aynı tarihlerde stratejik önemi bulunan bazı noktalara tekkesini kurup irşada koyulan şeyh ve kolonizatör dervişler de Anadolu’yu bir ağ gibi sarmaya başladılar266.

Arap kültüründe ideal kahraman, şehavet ve şecaat timsali olan Fütüvvet erinin adı “Feta”, İran kültüründe “Cevanmerd”, Türk kültüründe “Akı”dır. Türk Akılığı, İslâmiyet’le Arap Fütüvvet şiarından etkilenmiştir. Akılar birbirlerine karşı kardeşçe tutumundan dolayı Akı kelimesi yerini Ahi kelimesine bırakmış ve Abbasi Devleti’nin sona ermesiyle de Fütüvvet yerini Ahiliğe bırakmıştır.267 XI. yüzyılın sonlarından itibaren kısa zamanda göçebe Türkmen kafileleri Türkistan ve Horasan yöresinden kalkıp Anadolu’ya gelmiştir.Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden batı istikametinde Anadolu’ya kitleler hâlinde göç eden zümreler arasında çok sayıda mutasavvıf, âlim ve sanatkâr bulunmaktaydı268. Bu durum Anadolu fütüvvet geleneğinin başlaması açısından önemliydi. Çünkü göçebe Türkmenlerin İslâmlaşma sürecini hızlandırmak, Anadolu’yu Türk yurdu haline getirmek, şehirlerde yaşayan Rum ve Ermeni tacirlerle rekabet edebilmek amacıyla Ahi teşkilatı Anadolu’da kuruldu. Kısacası Anadolu’da Ahiliğin şekillenmesi ve köylere kadar teşkilatlanması politik ve sosyo ekonomik bir mecburiyetin ürünüdür269.

      

265 Vryonis, a.g.e., s. 398

266 Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler: I,

İstilâ Devrinde Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, Sayı: 2, 1974, s. 281

267 Bayram, Ahi Evren… s. 130,132 

268 Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul 1981, s. 206–222 269 Cumhuriyetin 50. Yılında Esnaf ve Sanatkârlar, Güneş Matbaacılık, Ankara 1973, s. 24

Nitekim Orta Asya’dan gelerek Anadolu’da Kayseri’ye yerleşen ve Ahiliği ilk getirenlerden olan Ahi Evren, Kayseri’de bir deri atölyesi açmış ve debbağlık mesleğini icra etmiştir. Aynı zamanda yöre halkının manevi duygularını yükseltmek üzere tasavvuf içerikli Fütüvvet anlayışını yaymaya çalışmıştır. Selçuklu sultanı I.Gıyasu’d-Din Keyhüsrev, onun oğulları olan I. İzzü’d Din Keykavus ile I. Alaü’d-Din Keykubad’da Ahi Evren’in fikirlerinin gelişmesinde ve devletçe himaye edilmelerinde etkili olmuşlardır270.

Anadolu’daki fütüvvet, en az üç grup arasında temsil edildi: Hıristiyanlara karşı savaşmakla ilgilenen gazi cemiyeti; Selçuklu sarayı; çoğunlukla Ahi veya runud olarak anılan şehirli gruplar. İbn-i Bibi, Halife Nasır’ın 1215-16’da sultan Keykavus’u fütüvvetin sembolleriyle donattığını anlatır ancak Ahilerin saray fütüvvetinden mi geldiğini yoksa bağımsız olarak mı ortaya çıktığını belirlemek çok zor. Küçük Asya’nın kasabalarının tarihinde, gazilerin en fazla ilgilendiği sınır bölgelerinde en çok öneme sahip olan, fütüvvetin bu Ahi formuydu. Ahi terimi, on üçüncü ve on dördüncü yüzyıl Anadolu’sunda genellikle, aynı zamanda rindlerin de lideri olan, kasabanın önde gelen bir bireyini tanımlamak için kullanılırdı. Bu rindler (runud) meslek sahibi olmayan gençliğin yanında geniş olarak zanaatkâr sınıfa mensup bekâr genç erkeklerden oluşuyordu. Terimin genişlemesiyle Ahi’nin sadece bu grubun liderini değil aynı zamanda grubun kendisini ifade etmek için de kullanıldığı görünüyor. Selçuklu devletinin gerilemesi ve Osmanlı devletinin kuruluşu arasında geçen dönemde, rindler Anadolu kasabalarının politik yaşamlarında önemli faktörler olarak belirdiler. Ahi ve rindler, hatta kendi yolcu hanlarında gerçekleştirilen törenlerinde bile çoğunlukla silahlıydılar ve devlet görevlileri onları sıklıkla askeri birlikler olarak kullandı. Sadece iç politika entrikalarında değil aynı zamanda dış ilişkilerde de etkin, kimi zaman nihai olarak yer aldılar. Anadolu’daki durum XIII. yüzyılın ikinci yarısı ve XIV. yüzyılın başlarında giderek bozulurken, Ahilerin bir dizi kasabada kontrolü ele geçirdiğine dair belirtiler bulunmaktadır. İbn-i Batuta bu gelişmenin farkındaydı ve bunu şöyle yorumladı271:

“Bu topraklardaki geleneklerden biri, bu toprakların Sultanı’nın bulunmadığı

herhangi bir kısmında Ahinin hükümet gibi davranmasıdır; ziyaretçilere atlar ve elbiseler verir ve kendisini imkânı dâhilinde ağırlar.” 272

      

270 Mikail Bayram, “Anadolu Selçukluları Zamanında Ahi Teşkilatı'nın Kuruluşu ve Gelişmesi”, Ahilik ve

Esnaf Koneransları Seminerler Metinler Tartışmalar, Esnaf ve Sanatkârlar Dernekleri Birliği Yayınları,

İstanbul 1986, s. 175–176

271 Vryonis, a.g.e., s. 399 272 Vryonis, a.g.e., s. 399

Zamanla Ahilerin, siyasi otoritelerin güçlendiği dönemlerde siyasi etkinliklerinin azaldığı ama kaybolmadığı: herhangi bir otorite boşluğu ortaya çıktığında ya da mevcut egemen otoritenin zaafa uğradığı dönemlerde birden bire sahneye çıktıkları söylenebilir273. Buna bir örnek verecek olursak, Anadolu Selçuklu Devletinin 1243’te Kösedağ Savaşı’nı Moğollar karşısında kaybetmesiyle ortaya çıkan otorite boşluğunu gösterebiliriz. Bu sırada Anadolu’da iki güç vardır; Türkmenler ve Ahiler. Ahilerin güç kazanması ile devletin siyasi otoritesinin zaafa uğraması arasında bir paralellik vardır. Özellikle, o zaman Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya’da Ahi Ahmed Şah güçlenmiş ve yanında birçok taraftar ile kendinî göstermiştir274. Söz konusu savaş sonrası, otorite boşluğu nedeniyle Ahi Örgütü gelişme kaydederek önemli bir kitleyi kendi içine almıştır. Bazı önemli yerleşim merkezlerinde söz sahibi olarak yönetime müdahale etme imkânı bulmuştur. Bu dönemlerde iktidarda bulunanlar, Ahilerin dikkate değer bir toplumsal ve siyasal bir güç olduğunu fark etmişlerdir275.

Ahiler, hanları ve düzenli yaşamları ile sanki derviş uygulamalarının ve yaşamının dış görünüşünü andırır. Ahi organizasyonunun tekkelerinin en keskin gözlemcisi yine İbn-i Batuta’dır276.

“Genç Ahiler (Kardeşlik) Meselesi. Ahiyyanın tekil hali Ahi’dir, tekil birinci kişinin

iyelik zamiri agh (birader) olarak telaffuz edilir. Anadolu’nun tüm Türkmen topraklarında, her yörede, şehirde ve köyde vardırlar. Dünyanın hiçbir yerinde onlarla yabancılara gösterilen özen, onlara yemek verme ve memnun etme isteği, tiranların hâkimiyetine gem vurma, polis ajanlarını ve onlara katılan kabadayıları öldürme konusunda kıyaslanabilecek değildir. Bir Ahi, kendi tabirleriyle, diğer genç bekâr erkeklerle beraber kendi mesleğinin cemiyetine üye olan ve bekâr yaşamı benimsemiş ve onların lideri olmayı seçmiş kişidir. Ahi, bir han inşa eder ve onu kilimler, lambalar ve gerekli diğer ekipmanlarla donatır. Geçimlerini sağlamaları için onlara gün içinde çalışacakları işler verir ve ikindi namazından sonra ona kazançlarını toplu halde getiriler, bununla yiyecek, meyve ve hanın tüketimi için gerekli diğer şeyleri alırlar. Eğer, gün içinde bir yolcu kasabada belirirse, onu kendileriyle barındırırlar; satın almış oldukları şeyler onu ağırlamaya hizmet eder ve yolcu ayrılana

      

273 Claude Cahen, “İlk Ahiler Hakkında”, çev. Mürsel Özrürk, Belleten, Cilt: LXVII, Sayı: 197, , Ankara 1986,

s. 599

274 Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986, s. 31

275 Ernst Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar, Çev. Orhan Esen -Yılmaz Öner, Alan Yayıncılık,

İstanbul 1986, s. 100

kadar onlarla kalır. Eğer hiçbir yeni misafir gelmezse, kendileri toplanır ve yemeğe katılırlar ve yemekten sonra dans edip şarkı söylerler. Ertesi gün işlerine dağılırlar ve ikindi namazından sonra kolektif kazançlarını liderlerine getirirler. Üyelere fityan denir ve liderleri de, daha önce söylediğimiz gibi Ahi’dir. Dünyanın hiçbir yerinde, onlardan daha şövalyece davranan adamlar görmedim. Şiraz ve İsfahan halkı davranışlarında onlarla kıyaslanabilir ancak bunlar, yolcuya karşı çok daha şefkatliler ve ona daha fazla saygı ve nezaket gösteriyorlar.” 277