• Sonuç bulunamadı

Benim İçin Resim Yaparken Şiir Yazmak da Kaçınılmaz Oluyor

EKREM KAHRAMAN VE ESERLERİ HAKKINDA YAZILAN YAZILAR 3.1 Ekrem Kahraman Hakkında Yazılan Yazılar

3.1.3. Benim İçin Resim Yaparken Şiir Yazmak da Kaçınılmaz Oluyor

(Nejat Çetinok, Rehber Galeri Dergisi, İstanbul, Nisan 1990, Sayı:15, s. 33-34) Gerçeğin üstündeki dünyayı bazı eleştirmenler “gerçeküstücü” resim olarak değerlendiriyorlar. Ya da benim resmimi ona yakın buluyorlar. Bilemiyorum, benim böyle bir kaygım yok. Fakat bugünkü toplumsal düzen içerisinde, yaşadığımız ülkenin sosyal, ekonomik, kültürel şartları içerisinde gerçek ve gerçeküstünü bir arada yaşıyoruz ve bunlar birbiriyle o kadar iç içe ki herhalde bu benim resim çalışmalarımda aynen var. Tabi bunu kim nasıl istiyorsa öyle değerlendirecektir. (s. 33)

Benim sergimdeki bütünlük şudur: Konu, içerik, üslup, hemen hemen renk biçiminden tutup, tuvallerin biçimini belirlemeye varana kadar, bir bütünlük oluşturur. Bir romanın bölüm bölüm olduğunu, bir tiyatro yapıtının perde perde olduğunu biliriz. Bende de bu sanat dallarına ilgiden olsa gerek, bu ayrı ayrı tuvaller birleştiği, o sergide uğraştığım resim sorunları, kendi iç dünyamın sorunları, toplumsal sorunlarımız ki resmin içine

giriyor, bütün bunlarla uğraşırım. İsterim ki bir resmim seyirciyi etkilesin değil bir sergim seyirciyi içine alsın diye düşünürüm.

Şiir bir duygu... Resim bir başka duygu... Ekrem Kahraman önce şiirin içindeyse de, yayınlanmış şiir kitapları bulunsa da kendini şair olarak adlandırmıyor. İşin ilginci, sanatçıya göre resminin her dönemine paralel bir şiir serüveni oluşmuş yaşamında. (s. 34) 3.1.4. Risklerden Kaçınan Birisi Olmadım Hayatımda da, Sanatımda da

(Feriha Büyükünal, Sanat Çevresi Dergisi, Mayıs 1991; Aradığın yerde değilim artık, Bilim Sanat Galerisi Yayınları, İstanbul, 2002, s.214-215-219-220)

Sevgili Eklem Kahraman, çocukluğun Tarsus’ta kalabalık bir aile içinde geçiyor. Çevre ve yaşadığın gerçekler seni bir roman yazan da yapabilirdi. Sen şiir ve resmi tercih ettin. Neden?

Çoğu zaman tercih eden siz olmayabilirsiniz. Doğrusu ya, neyi tercih etmem gerektiğini pek düşünmedim. Her şey kendiliğinden gelişti diyebilirim. Daha ortaokul sonlarından beri yazılar yazarım; roman denedim, öykülerler yazdım, en çok da şiir yazdım her genç insan gibi. Lise yıllarımda Yelpaze, Yelken, Yeditepe, Hisar gibi dergilerde yayımladım. ANT dergisinde röportajlarım ve desenlerim yayımlandı. Edebiyat öğretmenlerim, eğer edebiyatla uğraşacaksam, edebiyat bölümünü değil, resim bölümünü seçmemi, ancak o zaman edebiyat yapmak için zaman bulabileceğimi söylediler ve resim bölümünü tercih etmek durumunda kaldım. Fakat şunu da belirtmeliyim ki, o zaman oldukça çok resmim vardı ve nihayet İstanbul Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü'nde öğrenime başladığımın ertesi haftasında sınıfta kişisel bir sergi açtım. O zamanlar, sürekli olarak Varlık dergisi okurdum ve orada yayınlanan siyah beyaz desenlere özenirdim. Doğru, yoğun ve romansal bir yaşamım oldu. Fakat ben bu yaşamın edebi cazibesine hiçbir zaman kapılmadım. Bu yaşamı hiçbir zaman abartmadım. Ne olumlu, ne olumsuz... (s214)

Tarsus’ta başlayan yaşam zincirine, İstanbul Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü nasıl eklendi? Neden Akademi değil de orası?

Doğrusu ya ben, ilkokul ve Eğitim Enstitüsü resim dersleri dışında hiçbir zaman çalışkan bir öğrenci olamadım. Üniversite giriş sınavında gırgır olsun diye fen sorularının karşılığını baştanbaşa (b) şıkkı olarak işaretledim. Gariptir Fen Fakültesi'ni kazandım. Oysa ben sanatla ilgili bir eğitim görmeliydim. Hangi sanat dalı olursa olsun ama... Resim bölümünde karar kıldığımda da İstanbul dedim. Ankara'yı hiç düşünmedim. Bizim kuşak, biraz da uzak ülkelere kaçma hayallerimizi besleyen filmlerle, romanlarla büyüdü. Benim uzak, favori ülkem hep İstanbul olmuştur. (Hala da öyledir ya...) Ben Akademi'yi düşlüyorum o zamanlar. Babam ise yatılı bir okul tercih etmemi, yoksa okutamayacağını

söylüyor. Reis o. Çaresiz Eğitim Enstitüsü resim bölümü ön sınavlarına girdim ve kazandım. Aklım yine Akademi'de. Geceleri Çukurova’da tarla suladım, kazandığım paralarla kaçarak Akademi sınavları için İstanbul'a geldim. Geldim ama sınav bir ay ertelendi. Ne yapacaktım? Beyazıt'ta konfeksiyon terzihanesinde 10 gün kadar ütü yaparak ve geceleri de iş yerinde kalarak sınava kadar dayanmayı denedim. Fakat dayanamayıp Tarsus'a geri döndüm. Bir daha da geri dönüp sınava giremedim. Çaresiz Eğitim Enstitüsü resim bölümü sınavlarına girdim ve kazandım. Oraya gelişim öyle oldu. Fakat şimdi anlıyorum ki meğer bir insanın ailesi, doğduğu yer, çevresi, okuduğu okul ne kadar belirleyiciymiş. Bunu o zaman görebilmiş olsaydım belki şimdi başka bir serüveni izlemiş olurdum. Kim bilir? (s.215)

Gelelim resimlerine. Şair tarafın tuvallerinde de gözüküyor. İnsanı tüm dış etkilerden uzak tutuyor, doğanın yalınlığını, bir çeşit yalnızlığı sunuyorsun. Bu bir çeşit tutku olmalı değil mi?

Benim kanım şu: Türkiye’de bırakın sıradan insanı, birçok sanatçı bile ressamla sanatçı arasındaki ayrımın farkına henüz varabilmiş değil. Artık günümüzde şairlik ile şairanelik arasındaki çizgi oldukça belirginleşmiştir. Giderek, ressamlıkla, sanatçılık arasındaki çizgide berraklaşıyor. Türkiye’deki kavganın arkasındaki bir olgu da bu. Artık şiir yazmak, duygulu sözler sıralamaktan, resimde usta fırçalar sallamaktan öteye geçmiş, giderek düşünsel bir temele oturmaya başlamıştır. Benim şiirim imgelerden ve simgelerden oluşuyor. Çağın şiirinin gereği bu ve benim tercihim de bu; doğal olarak resmimin temeli de bu. Başka bir şey olacağım zannetmiyorum. Evet tutku! Bazı izleyiciler buna “kafayı takma” diyorlar. Doğrudur. Kafayı takmadan, değil sanatın hiçbir şeyin başarılmayacağım düşünüyorum. Ben bir sessizliğin, dinginliğin ve görünmeyenin tehlikesinin resmini yapmaya çalışıyorum. Tam anlamıyla beceremedim yapmak istediğimi. Becerdiğimi gördüğüm ana kadar da bunu tutkuyla sürdüreceğimi sanıyorum. (s. 219-220)