• Sonuç bulunamadı

Atatürk İlkeleri Ve Ulusçuluk-Halkçılık (Halkçılık Temelinde Köycülük-

2.2. KEMALİST ULUSÇU İDEOLOJİNİN ULUS-DEVLETİN OLUŞUM SÜRECİNE

2.2.2. Atatürk İlkeleri Ve Ulusçuluk-Halkçılık (Halkçılık Temelinde Köycülük-

Emperyalizme karşı bir uyanış olarak, ulusçuluk; şeriat düzenine karşı, cumhuriyetçilik; toplumsal, kültürel ve ekonomik bir yaklaşım olarak, halkçılık; ekonomik kalkınma için, devletçilik; demokrasinin temeli ve bir yaşam biçimi olarak, laiklik; Kemalizm için, devrimcilik; görüldüğü üzere ilkeler, toplumun her alanını kapsayan, düzenleyen temel düşüncelerdir. Bu ilkeler aynı zamanda, bir bütün olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleridir.

Bu temelin atılmasından önce, Kurtuluş Savaşı döneminde, millet ve ulus sözcüklerinin temelinde yukarıda yaptığımız ayrım dikkate alınarak, “milli mücadele” , “milli istiklal”, “milli hareket”, “kuva-ı milliye”, “milli zafer”, “hakimiyet-i milliye” ve “Büyük Millet Meclisi” gibi kavramların bağımsızlık mücadelesinin ulusçu söyleminin temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Yani, ulusal olan ve dini olan temelinde iki farklı durum bir araya getirilerek, kavramsal düzeydeki ulusçuluğun zeminini oluşturmuştur (Yıldız, 2010: 91). Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı bu anlamda, bu süreçte pragmatik bir zeminde yapılanmıştır diyebiliriz.

Kemalist ulusçuluğun, ulus-devletin kurulmasında genel tutumu, Osmanlıcılık, Pan-İslamcılık ve Pan-Türkçülüğü reddetmesi üzerine kuruludur. Bu anlamda Kemalist Ulusçuluk, Türk isminde sembolik yansımasını bulan, etnik niteliğe dayalı, teritoryal bir yapıdır.

Bu genellemelerden biraz daha özellikli bir alana doğru yönelirsek, aslında bahsedilen bu ulusçuluk anlayışının temelinde halkçılık anlayışının yattığını söyleyebiliriz. Bu anlamda, ulusçuluk-halkçılık bağlantısının temelinde iki ilkenin de temellendiği ulus ve halk kavramlarını yeniden belirlemeye ihtiyaç vardır. Öncelikli olarak, halk kavramı, sınıfsal bir temele dayanmadığı durumlarda, belirli bir zaman ve mekan boyutu içerisinde fiilen yaşamakta olan bir insan kitlesini ifade etmektedir. Diğer yandan ulus ise, dil, tarih, kültür birliği fikri üzerine kurulmuş olan ve tüm zamanalar için geçerli soyut bir kavramdır (Köker, 2012b: 167). Bu aşamada öncelikli olarak CHP’nin 1931 Programındaki Atatürk’ün ulusçuluk ve halkçılık konusundaki ifadelerine bakmak faydalı olacaktır: “ …Türk içtima hayatının hususi seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmayı esas sayar.” ifadesi ulusçuluk anlayışını belirlemekle birlikte, Türklük üzerinde bir birleştiricilik ifade edilmiştir. Diğer yandan, “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdi ve içtimai hayat için iş bölümü itibariyle muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telakki etmek…” ifadesi ise, halkçılık ilkesine yönelik ifadeler olmakla birlikte, ayrıcalıksız, sınıfsız ve kaynaşmış, meslek örgütlenmeleri temelinde dayanışmacı (korporatist), bir kitle yaratmak hedefindedir (Köker, 2012b: 142). Bu durumda sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde kurulan siyasi iktidar ile örgütlenme şekli belirlenmiş bir ulus-devletin, beşeri unsuru belli ‘ortak’lıklar üzerinde birleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu anlamda unutulmamalıdır ki, bu ilkelerde günün koşulları içerisinde değişik anlamlar içerse de nihai amacı bu ‘ortak’lığı sağlamaktır.

Tarihsel arka planı olarak Osmanlı Devleti’nin son dönemleri, yönetenler- aydınlar-yönetilen(halk) arasındaki farklılıkların en aza indirgenmeye çalışıldığı döneme kadar giden halkçılık, Cumhuriyet Dönemi’nde de bu genel amaca hizmet etmiştir ve dolayısıyla aslında dönüşümün temelindeki ilkedir diyebiliriz. Bu temelde, halkçılığın birinci boyutu, siyasal anlamda, halkın siyasal yönetime katılması, ikinci boyutu kültürel olarak, halkın değer ve özlemleri ya da Türk halkına özgü niteliklerin belirlenmesi, üçüncü olarak da, toplumsal düzen ve sosyal sistemin yapısal

özelliklerinin belirlenmesi ve ona göre, halka doğru hareket edilmesidir (Köker, 2012b: 145). Bu boyutlar içerisinde, Türk halkı ifadesi ise, halkçılığın ulusçulukla ortak paydasını oluşturmaktadır diyebiliriz. Çünkü bu aşamada, dil, tarih ve kültür devreye girecektir.

“Hakimiyet bilakaydu şart milletindir” ve “halkın kendi mukadderatına bizzat ve bilfiil sahip olması” gibi ifadeler ise, ulusçuluk-cumhuriyetçilik ve halkçılık bağlantısının yapıldığı ifadelerdir. Kurtuluş Savaşı dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına yönelik olan bu ifadeler, sorununu gündeme getirmiştir. Buna bağlı olarak, “Türk Milleti’nin tabiat ve şiarına en mutabık olan idare Cumhuriyettir” denilerek, ulusal egemenlik mefküresini halkın umku ruhundan alındığından bahsedilmiş fakat Cumhuriyetçilik ilkesinin gereği olarak rejimin her türlü tehlikeye karşı korunması konusunda siyasal katılımın gerçekleştirileceği tek parti bir demokrasi aracı olarak sunulmuştur (Köker, 2012b: 153-157). Bütün bu ifadeler göstergesidir ki, kurulan sistem kendine özgü koşullarda, kendine özgü bir yapı içermektedir.

Toplumun dönüştürülmesi konusunda elbette bütün ilkeler önemlidir. Fakat ulusçuluk ve halkçılık temelindeki ortak payda, dönüştürülecek toplumun belirlenmesi ve bu temelde bir takım araçlarla yönlendirilmesi konusunda ayrı bir yere sahiptir. Bu anlamda, çok uluslu imparatorluktan, ister kültürel ister etnik düzeyde temellensin tamamen “Türk” olan bir kimliğe geçerken, toplumsal ve ekonomik düzlemde halk da yine ortak amaçlar etrafında birleşmiş, bölünemez, birbirine benzer ve birbirini bütünleyen, standartlaşmış bir toplumsal bütünlüğe işaret etmeli ve ona göre şekillendirilmeliydi. Ulusçuluk, tarihsel, etnik, kültürel bir tekdüzeliğe gönderme yaparken, halkçılık da bu tekdüzeliği toplumsal dokuda temellendiriyordu (Karaömerlioğlu, 2003: 276). Kemalist ideolojide, halkçılık ilkesiyle ifade olunan, toplumsal sınıfların yokluğu fikri ise bu temelde, ulusçuluk ilkesinde olan, siyasal, hukuki eşitlik fikri ile bütünleştirilmeye çalışılmıştır (Köker, 2012b: 167). Yani, bu iki ilkenin birbiri için ifadesi, yine toplumun birleştirilmesi yönünde olması bakımından anlamlıdır.

Halkçılık ilkesi özeline baktığımızda, Halka Doğru dergisinin varlığının öncesinde, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, İsmail Garsprinski, Hüseyinzade Ali, Ziya Gökalp gibi aydınların, Rus Halkıçılığı, Narodnizmden etkilenmişlerdir. 1908’den

sonra, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp halkçılık hareketinin önderi olmuşlardır (Karaömerlioğlu, 2003: 274).

Ziya Gökalp’in halkçılık anlayışı ise, Kemalist halkçılık anlayışına benzemesi bakımından önemlidir. Buna göre Ziya Gökalp’in halkçılık anlayışı, savaşın yarattığı aşırılıkları ve sınıfsal farklılıkların giderilmesi üzerine temellenmekteydi. Yani, halk, ayrıcalıklı olanların ve eğitimli olanların dışında kalan kısımdı. Eğitimli olan ve olmayan ayrımında, eğitimsiz olan köylü de toprak ağası da Ziya Gökalp’e göre halktı. Bu anlamda, aralarında çıkar çatışması olmayan, birbirlerini tamamlayan, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum, halk, Cumhuriyet döneminde de halkçılık anlayışı içinde tanımlanmıştır. Ulusal mücadele dönemindeki halkçılığın önemi ise, toplumun değişik kesimlerini ortak mücadele etrafında toplamak açısından önemlidir (Karaömerlioğlu, 2003: 274). Bu durumun önemli göstergesi, merkezi bir örgütlenme olmayan Kuvay-ı Milliye ve diğer yerel örgütlenmelerin anti-merkeziyetçi yapısının yok edilmeye çalışılmasıdır.

Ulusçuluk, halkçılık, cumhuriyetçilik temelinde, “hakimiyeti milliye” bu üç ilkeyi de bünyesinde toplayan bir ilkedir. Çünkü Kemalist ulusçuluk anlayışı soyut olan ulus yerine, Kemalist ulusçuluğun daha çok pratik alanda kendini gerçekleştiren bir süreç olması bakından da halk kavramını benimsemiştir. Lakin bu kavramında somutluğu ve açık olarak tanımlanabilir bir hali yoktur. Yani muğlak bir halkçılık anlayışı bu dönemde varlığını korumuştur. Halkçılık ilkesinin genel amacı da bu muğlaklığı korumaktadır. Ulus-devletlerin halkları ile doğrudan ilişki içerisinde olmak istemesi, yöneten-yönetilen ayrımının belirginliğinin giderilmesi çerçevesinde halkçılık, herhangi bir aracının olmasını gereksiz kılmaktadır (Karaömerlioğlu, 2003: 280).

Tek parti dönemindeki halkçılık söyleminde, tenasütçülük adı verilen, Fransız Üçüncü Cumhuriyet’in solidarizminin (dayanışmacılık) etkileri görülmektedir. Buna göre, çatışan değil, birbirini tamamlayan, ahenk ve uyum içinde bir halk tanımlanmaktadır. Bu anlamda, liberal düşüncedeki bireyi öne çıkaran bir yapı olarak değil, toplumu öne çıkaran bir anlayış mevcuttur. Osmanlı aydınlarını da etkileyen bu anlayış, Cumhuriyet döneminde, özellikle 1930’lar Türkiye’sinde toplumsal uyumun garantörü olan devlette ve onun da üzerinde karizmatik bir önderde şekillenmiştir. Bu açıdan bakıldığında halkçılık anlayışının Türkiye’ye özgü bir yapısının olduğunu söyleyebiliriz (Karaömerlioğlu, 2003: 282).

1930’lu yıllar, toplumsal dönüşümün farklı bir boyut kazanması bakımından önemlidir. Bu anlamda, Serbest Fırka deneyimi genel olarak rejimin oturmadığının göstergesi olmuş ve rejim için yapılan dönüşümün kapsamının genişletilmesi gündeme gelmiştir. Bu dönemin halkçılık söylemi ‘halka rağmen halk için’ doğrultusunda gerçekleşmiş ve bunun için öncelikli olarak, halkın eğitimi için Halkevleri örgütlenmesi uygun görülmüştür. Bir diğer aşama olarak da, halkçılığın içinden çıkan köycülük anlayışı temelinde ‘Köy Enstitüleri’ kurulmuştur.

Köycülük anlayışına kısaca değinmek gerekirse, Osmanlı sürecinde Türk Ocakları içeresinde fili olarak Köycüler Cemiyeti’nde ifadesini bulan bu anlayışın, Cumhuriyet Dönemi’nde de var olduğunu görmekteyiz. Bahsettiğimiz gibi, Köy Enstitüleri bu durumun fiili göstergesidir. Peki, bu köycülük anlayışının amacı nedir?

Köycülük anlayışının genel amacı, tarım toplumu olan Türkiye’deki köylünün tarıma modern araçlarla devam ederek, Türkiye’nin içinde bulunduğu dönemde, kentlere göçün atmamasına yönelik olarak da, köylünün bulunduğu köyünde kalmaya devam etmesini sağlamaktır. Bu temelde öncelikli olarak, Atatürk’ün söylemleri dahil birçok resmi söylemde, kırsal bölgelerin gelişimin teşvik edilmesi rejimin temel görevi olarak belirtilmektedir. Buna bağlı olarak, rejimin propaganda organları olarak kurgulanan Halkevlerinin köycülüğe verdiği önem temelinde, Ülkü dergisinde Nusret Kemal Köymen gibi Köycüler tarafından yazılan makalelerde, devlet tarafından öğrenci ve öğretmenlerin yaz tatillerinde köylere gitmelerinin teşvik edilmesi gibi fikirlerin öne atılması önemlidir. Bu süreç aynı zamanda, Maarif Vekaleti’nin de köylerde eğitimi iyileştirmeye yönelik projeler oluşturduğu süreçtir (Karaömerlioğlu, 2003: 286).

Köylülerin eğitilmesindeki temel amaç nedir? Köylü bu süreçte, ulusçuluk temelinde, Türk ulusunun aslını oluşturan, ulusal gelişmede belirleyici, saflığı bozulmamış, asil, akıllı ve değişime açık insan olarak tanımlanmıştır (Karaömerlioğlu, 2003: 287). İşte bu nedenle dönüşümün temelindeki özne olarak ‘köylü’ belirlenmiştir.

Köycülüğün şehirleşme karşıtlığı temelinde, köydeki tarımsal faaliyetin geleneksel araçlar korunarak teknoloji, dolaysıyla modernleşme ile bütünleştirilmesi ile köylü, kentlere göç etmeyecek ve böylece sanayi sürecinde ortaya çıkan, kozmopolit şehrin, sınıf çatışmalarının, ekonomik buhranların, işçi grevlerinin öznesi olmayacaktır (Karaömerlioğlu, 2003: 289). Bu doğrultuda, bu dönemde, bu konuda fikir

geliştirenlerin genel olarak eğitime verdiği önem doğrultusunda belirlediği ana düşünce, köylüye kendi coğrafyasında ve kendi coğrafyasına özgü bir eğitimin verilmesidir. Bu durum ileride inceleyeceğimiz ‘Okulda Yurttaş Eğitimi’ başlığında ayrıntılandırılacaktır. Bu anlamda kırsal kesimdeki eğitim, mesleki anlamda olmakta ve köylünün kendi içinden eğitmenler yetiştirilerek böylece, kendi coğrafyasına yabancı olmayan eğitmenler aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır (Karaömerlioğlu, 2003: 294). Köycülük temelindeki bu gelişmeler, 1940 yılında planlı bir eğitim sistemi olarak faaliyete geçecek Köy Enstitülerinin temelini oluşturmuştur.

Bu süreçte, halkçılık ve ulusçuluk temelinde geliştirilmiş ve fakat uygulanabilirliği tartışılır olmuş bir akım olarak Anadoluculuk fikri de önemlidir. Yine kırsal kesimin geliştirilmesi üzerinde temellenen bu fikrin öne çıkardığı durum, adından da anlaşılacağı gibi Anadolu coğrafyasını ön plana çıkarmakta ve kutsallaştırmaktadır. Bu temelde ilk olarak Anadoluculuk ile ilgili belirtmemiz gereken Turancılığı reddeden bir anlayış olmasıdır ve Anadolu coğrafyasında bulunan insanlara yönelmesidir. Buna göre, bir ulusu yaratan ruhun işlevsel niteliğe dönüşebilmesi, her şeyden evvel yerleşik bir düzene geçişle birlikte, ulusal bir coğrafya ve bu coğrafya üzerinde yaşayan kader birliğine bağlıdır(Atabay, 2003: 527).

Anadoluculuk, coğrafi olarak sınırlanan Anadolu’nun güncel dertleri ve sorunlarıyla uğraşılması gereğini savunurken, geçmişteki sorunlar ile bugün dertlenmeyi gereksiz bulmuştur. Anadoluculuk bu anlamda salt coğrafi değil, aynı zamanda hukuki ve siyasi haritanın sınırları içinde vicdani bir davadır. Malazgirt’ten Sakarya’ya kadarki süreçte bu vatan için canını vermiş olanların emaneti olan Anadolu, toprağıyla, kaderiyle, gerçek iradesiyle Türk ulusunu oluşturmaktadır (Atabay, 2003: 517). Bu durum, Anadoluculuğun, ulusçuluk ile bağlantılandığı temeldir. 1920’li yıllarda bu temelden, Anadolu’nun bağımsızlığını kazanması konusunda yararlanılmıştır. Fakat ilerleyen süreçte, Anadoluculuk, Kemalist ulusçuluğun ilerlemeci fikri karşısında geleneksel ve muhafazakar olanı savunması temelinde, Kemalist ulusçuluktan ayrılmıştır.

Anadoluculuğun köycülük ile bağlantılandığı nokta ise, Anadoluculuğun Anadolu’nun kurtuluşunu, Anadolu köylüsünün üretici zümre olarak bir sınıf haline getirilmesinde ve köylüyü, ahlaki bir hayat içinde toplumun başında getirilmesi gereken bir toplum öğesi olarak görmesidir. Yani Anadoluculuk ve köycülüğün bileştiği nokta,

köylü üzerinedir. Ayrıştığı nokta ise, Köycülüğün, Anadoluculuktaki gibi, köylüyü bir zümre olarak değil, sistemin köylü öğesi olarak görmesidir (Atabay, 2003: 517).

Anadoluculuk ile ulusçuluğun bağlantısı da, Anadoluculuğun aynı zamanda ulusçu olması üzerinedir. Bu temelde Anadolucuğun ulusçuluk anlayışı, kutsal bir vatan olarak temel aldığı coğrafyayı, ulusal gelişimin her düzeyindeki kaynağı olarak görmesidir. Bu toprak parçasının vatan olarak kabul edilmesi ve kalkındırılması önemlidir. Anadoluculuk, aynı zamanda ulusçuluğu bir tarih bilinci olarak algılamaktadır. Bu temelde Malazgirt Savaşı, Türklerin bu coğrafya üzerinde uluslaşma sürecinin başlangıcıdır (Atabay, 2003: 528).

Anadoluculuk kendini kültürel ulusçuluk üzerinden tanımlamaktadır. Bu temelde, Anadolu’nun bilim, sanat, folklor gibi sosyal ve kültürel alanlarda gelişmesini amaçlamaktadır. Böylece, Türkiye Türklerinin kendine özgü dil, edebiyat, güzel sanatlar, gelenekler gibi özelliklerinin ortaya çıkarılmasını amaçlamaktadır. Bu amaçlar doğrultusunda Anadoluculuk, fakülteleri değişik şehirlerde olacak şekilde bir üniversite ‘Anadolu Üniversitesi’ kurulmasını öne sürmüştür (Atabay, 2003: 529).

Ulusal mücadele döneminin ‘Misak-ı Milli’sini düşündüğümüzde bu sınırların belirlenmesi de Anadoluculuk algısı içerisindedir diyebiliriz. Bu durum Anadoluculuğun, Turancılık anlayışına tepki olarak ortaya çıktığının göstergesidir. Fakat Anadoluculuk ile Kemalist Ulusçuluğun, Anadolu’nun coğrafi sınırlarının belirtilmesinden başka ortaklığı bulunmamaktadır. Kemalist ulusçuluk, modernleşme yolunda evrilirken, Anadoluculuk bahsedildiği üzere, geleneksel ve muhafazakar kalmaktadır. Atatürk, bu söylemi ulusal mücadele döneminde kullanmış ise de, ilerleyen süreçte terk etmiştir (Atabay, 2003: 531).

Buraya kadar tartışageldiğimiz ulusçuluk, halkçılık ilkeleri bağlantısı ve halkçılığın içerisinde değerlendirdiğimiz Köycülük ve Anadoluculuk akımları, Kemalist Ulusçuluk içerisinde çeşitli dönemlerde varlığını göstermiştir. Bu sebeple, Kemalist ulusçuluk bu ilkelerin birbirleri ile bağlantılandığı noktalar göz ardı edilmeden değerlendirilmelidir. Bu durumun en önemli göstergesi ise, Halkevleri, Okullar, Köy Enstitüleri içerisinde Kemalist ulusçuluk temelli, ulusu inşa etme süreçlerinde kullanılan programlar, müfredatlar ve bunlara bağlı yapılan faaliyetlerdir. İlerleyen aşamada bu kurumlara ve müfredatlarına değinerek bu konuyu ayrıntılandıracağım.

2.2.3. Kemalist Ulusçuluk Anlayışının Düşünsel Temelleri Ve Hukuki-Siyasal