• Sonuç bulunamadı

1.1.6. Ulusun Modernliği

1.1.6.2. Sınıf temelli kuramlar

1.1.6.2.2. Anderson ve hayali cemaatler

Ulusa, icatçı temelden yaklaşan bir diğer araştırmacı da B. Anderson’dur. Anderson temelde, ulusu hayal edilmiş bir kurgu olarak ortaya koymuştur ve aynı zamanda bu hayal edilmişliği bazı durumlara dayandırmıştır: Eş anlılık düşüncesi ve kapitalist yayıncılık anlayışı. Bu iki durum aynı zamanda ulusu modern bir olgu yapmaktadır (Erözden, 2008: 69).

Kapitalist yayıncılık anlayışı temelinde, Andeson’un kuramı, Deutch’un iletişim süreçleri ile bağlantılı olarak, nation building olarak da değerlendirilebilir. Anderson, ulus kuramı ve ulusçuluk kuramı geliştirmiştir ve bu kuramlar üç boyutlu bir devrimin ertesinde, modern dönemde ortaya çıkmıştır. Birinci boyut, hakikate erişimin sağlandığı düşünülen dini lisanın (Latince) giderek marjinalleşmesi; ikinci boyut, toplumun doğası gereği kutsal bir mevkii sahibi olan hükümdarın etrafında örgütlendiği fikrinin zayıflaması; üçüncü boyut olarak, insan tarihiyle kozmolojinin iç içe geçtiği kaderci ve tarih dışı bir zaman anlayışının terk edilmesidir (Jaffrelot, 2010: 33).

Anderson’a göre ulusçuluk modern kalkınma tarihinin patolojisidir, tıpkı bireylerdeki nevroz gibi kaçınılmazdır, köklerini toplumlar için çocuksuluğun dengi olan ve dünyanın büyük bir kısmına dayatılan çaresizliğin ikilemlerinde bulur ve o da tıpkı nevroz gibi muğlaklığa bürünür, bunaklığa doğru ilerler ve tedavisi mümkün değildir. Anderson, ulusçuluğun kaçınılmaz bir durum olduğunu belirtikten sonra, liberalizm ve faşizm gibi olgularla değil de, “akrabalık”, “din” gibi olgularla bir arada düşünülmesi gerektiğini vurgulamıştır (Anderson, 2007: 20).

Ulus, hayal edilmiş bir siyasal topluluktur. Kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir. Hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğerlerini tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında bir şey işitmeyecektir ama her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam edecektir. Bu düşünceye paralel olarak Renan, “bir ulusun özü, tüm bireylerin ortak pek çok şeye sahip olması ve aynı zamanda hepsinin pek çok şeyi unutmuş olmasıdır” demektedir (Anderson, 2007: 20). Gellner de ulusçuluğun, ulusların kendi öz bilinçleriyle uyanma süreci değil, ulusların var olmadığı yerde onu icat eden olduğunu söylemektedir (Gellner, 1998: 138). Gellner’in bu düşüncesinde ulusçuluk, ulusu, icat, yaratım ya da hayal ile değil de, bir uydurma ve sahtekarlık ile ortaya çıkarmaktadır. Bu durum ulusçuluğun, topluma ulus olmak adına yarattığı bir takım bütünleştiricilerle yani harç görevi görecek temellerle ile ilgilidir.

Ulus sınırlı olarak hayal edilir, çünkü belki de bir milyar insanı kapsayan en büyüğünün bile, ötesinde başka uluslara mensup insanların yaşadığı, esnek de olsa sonlu sınırları vardır. Ulus egemen olarak hayal edilir, çünkü kavram, aydınlanma ve devrimin, ilahi olarak buyrulmuş, hiyerarşik hanedanlık mülklerinin meşruiyeti aşındırmakta olduğu çağda doğmuştur. Ulus, bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir, çünkü her ulusta fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık içermektedir (Anderson, 2007: 22).

Kısacası, önceki bölümlerde de değindiğimiz kapitalist yayıncılık anlayışı temelinde, bireyler kendilerini hiç görmese de kendileriyle eş anlı olarak aynı yayınları okuduklarını bildikleri diğer bireylerle kendilerini bir bütün olarak düşünecekler ve ulus kurgusu basitçe bu temele sabitlenecektir. Bu durumu kurgunun bireysel boyutu olarak değerlendirebiliriz. Diğer yandan, sınırlılık temelinde, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa devletlerinin nüfus sayımı, harita ve geçmişi arşivleme yöntemleri (müze) ile toprakları üzerinde denetim kurmaları da siyasal anlamda, ulusa bir boyut kazandırmaktadır. Devlet, bu yöntemlerle, kısmen kendini meşrulaştırmak adına bir takım belgeler, kanıtlar yaratmak çabası içerisindedir. Ulusa ait kolektif semboller (bayrak, marş..) yaratımı da aynı zamanda bu hayali durumu destekler niteliktedir.

Henüz ulusçuluk ve ulus-devleti tam olarak açmamakla birlikte buraya kadarki anlatımımızda ulusçuluk ve ulus-devletin, ulusa göre hangi konumda olduklarının ayrımını az çok belirlemeye çalıştık. Bu durum, ulus, ulus-devlet ve ulusçuluk

açısından, üç kavramında birbiri ile çok yakın ilişkisinin ortaya çıkardığı bir zorunluluktur. Buna göre, ulusçuluğu, ulus-devlet mi yoksa ulus mu yaratmıştır, diğer yandan, ulusu, ulusçuluk mu yoksa ulus-devlet mi yaratmıştır sorularını çeşitli kuramcılar ve araştırmacıların bakış açısından değerlendirmeye çalıştık. Soruların cevabına ve dolayısıyla konunun bütününe ulaşmak adına ulaşılan ortak nokta, ulusun modern bir olgu olduğu ve ulus-devlet içerisinde, ulusçuluk ideolojisi çerçevesinde yaratıldığıdır. Yani, kurumsallaşmış siyasal iktidarın belli bir aşamada büründüğü yapısal birim olarak ulus-devlet, bu yapılanmanın meşruiyet kaynağı olarak ulus ve meşruiyet kaynağını tek geçerli siyasi değer olarak kabul ettirmeyi hedefleyen siyasi akım olarak ulusçuluk, anlatmaya çalıştığımız kurgunun bütünleşmiş halidir. Ulus, bu durumda evrensel, kapsayıcı ve geneldir. Fakat bir ulusun diğerinden farklılığını ortaya çıkarmak, böylelikle ayrı siyasi birimler olarak örgütlenen devletlerin her birinin varlık nedenini haklılaştırmak amacıyla, bir yandan dil, kültür gibi doğal olduğu iddia edilen farklılıklar siyasallaştırılacak, diğer yandan da siyasal bir farklılık olarak yurttaşlığın doğallaştırılması söz konusu olacaktır (Erözden, 2008: 77). Bu dönüşümü gerçekleştiren ise, ulusa yönelen siyasi bağlılığı diğer her türlü değerin üzerine çıkararak yücelten, ulusçuluk akımı olacaktır.

Geldiğimiz noktaya kadar amacımız, ulusun ne olduğunu ve unsurlarını belirlemekti ve bu unsurlardan yola çıkarak diğer kavramlarımızın ulusa göre ve kendilerine göre ne olduklarını ortaya koymaktı. Kavramsal kısmın son iki kavramında, yapmamız gereken bu unsurların, ulusçuluk ideolojisi içerisinde ve ulus-devlet yapılanmasında ne şekilde ortaya kondukları ve yorumlandıkları boyutunu ele almak olacaktır.