• Sonuç bulunamadı

1.2. ULUSÇULUK

1.2.3. Alman Ulusçuluğu

19. yy’ın ilk yıllarında Almanya’nın yaşadığı yoğun dönüşümlerin kökeninde Fransa’nın ideolojik etkisi katalizör görevi yapmıştır. Rousseau’nun Aydınlanma’nın kozmopolit ve evrenselci boyutuna yönelik eleştirel tutumu, Alman romantikleri üzerinde etkili olmuştur.

Alman romantizminin ilk ölçütü, dile yapılan vurgudur. Ulusal kimliğin belirlenmesinde dilin önemli olduğu, Alman dilinin varsayılan saflığı, bozulmamışlığı, dilin Alman kültürünün özgünlüğünün en somut göstergesi olması gibi düşünceler bu vurguyu yansıtmaktadır. Herder gibi yazarlar bu görüş etrafında, Alman folku kavramını inşa etmişlerdir. Buna göre, Alman folkunun sahip olduğu kültürel biricikliğin temeli dildir. Aynı zamanda, dil bağımsız değildir, dil düşünce demektir. Her dil kendine has düşünceleri iletmek için kullanılır. Buradaki folk, tam bir ulus değildir; fakat halkın yaratıcılığının, dehasının kolektif olarak dışavurumuna olanak sağlayan halktır (Kerestecioğlu, 2008: 332). Alman ulusunun, folktan ulus olma süreci boyutunu Fichte “Alman Ulusuna Söylevler” adlı eserinde romantizm temelinde açık olarak ortaya koymaktadır.

Fichte’nin, 19. yy’ın ilk yıllarında Berlin’in Napolyon işgali sırasında üniversite öğrencilerine yaptığı bu konuşma metni, Alman ulusçuluğunun amentüsü sayılacak niteliktedir. Fichte, Alman ulusçuluğunu oldukça metafizik ve organisist (toplum bir canlı beden, organizma gibidir; toplumun sınıfları, zümreleri arasındaki ilişkiler, organlarla sistemler arasındaki ilişkiye benzer) bir yaklaşıma dayandırır. Ona göre Alman ulusunun kendine özgü karakteri vardır: Alman ulusu, müstesna ve münhasır bir halktır. Almanya, küçük devletçiklere bölündüğü içindir ki, Fichte’ye göre, Alman bütünlüğü halktan ibarettir ve bu devletlerin ortak yanı, kültür ve dildir (Kerestecioğlu, 2008: 333). Yani, Fichte’nin ilk vurgu yaptığı dil unsuru, ulusal bütünlüğün temelidir. Bu noktada mevcut diller arasında ayrım yapmaktadır. Ulusal bütünlüğün temeli olacak

dil, doğal, saf ve özünü yitirmemiş olmalıdır. Ancak böyle, doğal ve saf olan dil, bir kültür taşıyıcısı olabilmektedir. Dil vurgusunun ötesinde, Fichte, Prusya’nın Napolyon orduları karşısında uğradığı yenilginin sebebini, ulusun iç bütünlüğünü sağlayan etken olan dinin, akılcılık tarafından yıkılmasına bağlamaktadır (Erözden, 2008: 91). Bu ölçütler, Alman ulusçuluğunun romantik tarafına kaynaklık etmektedir.

“İnsan, ulusunun varlığından derin bir saadet ve menşeinden yüce bir kıvanç duymalıdır. Uluhiyet, o insanda tecelli etmiştir. Ve onu, kendi dinin alem ve kaynaşması vasıtası yapmıştır. Bundan sonra artık ulûhiyet, o insan vasıtası ile tezahür eder… Daima var olacak şey ulus olduğundan, ulusun yaşaması için kendini feda etmeye hazırdır.”

“Görünen maddi hayatının değil, görünmeyen manevi hayatını ebedi sayan bir insanın bir cenneti ve bu cennet de vatanı olabilir. Fakat yalnız maddi hayatına inanan insanın bu dünyada vatanı olamaz…” (Kerestecioğlu, 2008: 333).

Fichte’nin söylemindeki bu ifadeler, yaklaşımının manevi unsurlar temelinde şekillendiğinin göstergesidir. Yani, yaklaşımın bu boyutu rasyonalizm karşıtı bir tavırla, romantik öğeler içermektedir. Fakat Fichte, üzerinde durduğu bu unsurları daha çok açtığında tam da romantizm temelli bir yaklaşım olmadığının göstergelerini de, konuşmasında barındırmaktadır.

İlk olarak, dil unsuruna yönelik, özgürlük düşüncesine inançla bağlı olan herkesin, dili ve kökeni ne olursa olsun, Alman ulusunun bir parçası olduğunu ifade etmiştir. Buna karşılık, konuştuğu dil Almanca olsa bile, Fichte tarafından Alman sayılmayacaktır. Yani, anadil unsuru, özgürlük düşüncesine inanç fikrini sonralamaktadır. Fichte’in, dil unsuruna yönelik şu ifadeleri dil unsurunun kutsallığını içermekle birlikte, tam bir birlik için çok da bağlayıcı olmadığının göstergesidir:

“Alman dilinin konuşulduğu yerlerde her Alman, kendini iki kere yurttaş sayabilir. Evvela kendini büyüten, doğduğu memlekette, sonra Alman ulusunun müşterek vatanında… Her Alman, daha çok sevdiği, başka bir medeniyete bağlanabilir ve kendine orada daha uygun bir hareket sahası arayabilir. Zeka ve maharet bir ağaç gibi muayyen bir yere muhtaç değildir.” (Kerestecioğlu, 2008: 333).

Fichte’in romantizmin dayanağı olmayan bir diğer unsuru dindir. Fichte, din konusunda katolasizmi değil, reformizmi savunmaktadır. Fichte, reformizmi Alman ulusunun, Aydınlanma düşüncesiyle özgürleşmeye başlayan insanlığa sunduğu bir hizmet olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla, dinin birleştiriciliği üzerinde dursa da, bu köktenci bir bakış açısı olmamaktadır. Bu konudaki, üçüncü durum da, devlet yapılanmasıyla ilgilidir. Fichte, Alman devletinin yalnızca cumhuriyet şeklinde

örgütlenmesi halinde ulusal çıkarlara hizmet edeceğini savunmaktadır. Bu durum ise Fransız devrimi ilkeleriyle örtüşmektedir (Erözden, 2008: 92). Bu temelden baktığımızda da, Fichte’in romantik kurgudan uzaklaştığını görmekteyiz.

Fransız ve Alman Ulusçuluğu, bütün bu belirttiğimiz ulusçuluk türlerinin birbirinin karşıtı içerikleri üzerinden şekillenmiş olduğu için, örneksel bir nitelik taşımaktadır. Söyle ki, biri devrim (Fransa), biri romantizm (Alman) kaynaklı olan bu iki ulusçuluk türü, devrim kaynaklı olanın akılcı, ilerlemeci, demokratik; romantizm kaynaklı olanın ise, muhafazakâr ve duygusal olduğu yönünde şekillenmiştir. Bir yandan bireylerin eşitlikçi bir siyasal yapıya özgür katılımı, diğer yanda ise, organizmacı bir tabiiyeti söz konusudur. Fakat belirtilmelidir ki, bu keskin farklar aldatıcıdır. Çünkü Fransız ve Alman ulusunun oluşumunda bütün bu unsurlar etkilidir. Fakat tarihsel süreçte değerlendirildiğinde, siyasal ve toplumsal dönüşümlere göre bu iki anlayışın içeriklerinin ağırlıkları değişkendir (Thiesse, 2010: 153). Yani, Fransız uluslaşması, siyasal yönlerini ön plana çıkarırken, Alman uluslaşması öncelikle (dil) edebiyat aracılığıyla şekillenmiştir. Fransa’da devlet adamlarının, hukukçuların ve yasama organının itelediği siyasal ve sosyal birlik, Almanya’da aydınların, yazarların ve eğitimcilerin dileklerinde temellenmiştir. Özlenen ulusal birliğe kavuşmak, 1848’de Frankfurt Ulusal Meclisi’nin girişimiyle liberal yöntemlerle gerçekleştirilmeye çalışılsa da, bu girişim başarısız olmuş, Alman ulus-devleti 1870 yılında organik bir biçimde ortaya çıkmıştır. Örneğin bu durum, Hans Kohn’u Alman Ulusçuluğunu, Doğu türü ulusçuluk şeklinde sınıflandırmaya itmiştir. Yine Smith’in etnik-Alman, teritoryal- Fransa eşleştirmesi bu iki ülke temelindedir. Yurttaşlık temelinde baktığımızda, Fransa’da devlete, Almaya’da ise ulusa üye olma üzerine iki farklı vurgu üzerinde şekillenmiştir. Bu durumda, Fransız ulusçuluğu özümseyici olmakta, Alman ulusçuluğu ise dışlayıcıdır (Yıldız, 2010: 11). Dolayısıyla diyebiliriz ki, birinde ulusçuluk etnik farklılıklar üzerinde tanımlanırken, diğerinde ise etnik kimliğin ön plana çıkması söz konusudur. İşte bu ince, hassas denge üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ulusunu nasıl şekillendirmiş, dönemsel olarak ağırlığı hangi yöne olmuştur sorularını ilerleyen bölümlerde cevaplayabilmek için, bu ayrımların ortaya konmasının faydası vardır.

Bu soruları cevaplamaya geçmeden önce, buraya kadar bahsettiğimiz unsurlar üzerinden ulus-devleti açıklamamız gerekmektedir.