• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM

3.7. ARAŞTIRMANIN BULGULARI

Çalışmanın uygulama bölümünde, varsayımsal bir banka bilançosuna ilişkin faiz ve kur risklerinden kaynaklanan sermaye gereksinimleri, standart yaklaşım ve içsel yaklaşımlar çerçevesinde ayrı ayrı hesaplanmıştır. İçsel model yaklaşımları ölçümleri, MA, EWMA ve GARCH olmak üzere farklı volatilite modellemeleri altında gerçekleştirilmiştir. Uygulama sonucunda elde edilen bulguları şu şekilde sıralamak olanaklıdır:

i- Faiz riskine ilişkin olarak içsel ölçüm yaklaşımlarıyla gerçekleştirilen hesaplamalar sonucunda; tarihsel simülasyon, Monte Carlo simülasyonu ve varyans-kovaryans(parametrik) yaklaşımları sırasıyla, MA modeli altında 316.051, 229.938 ve 104.754; EWMA modeli altında 316.051, 240.805 ve 117.426, GARCH modeli altında ise 316.051, 242.708 ve 135.447 TL tutarlarında sermaye gereksinimi değerleri üretmektedir. Standart yaklaşımın faiz riskine ilişkin ürettiği sermaye gereksinimi tutarı ise 198.039 TL düzeyindedir.

Görüldüğü gibi tarihsel simülasyon ve Monte Carlo simülasyonu yaklaşımları, bütün ağırlıklandırma modelleri altında standart yaklaşıma oranla daha yüksek değerler üretmiştir. Parametrik yaklaşım sonuçları ise standart yönteme oranla oldukça düşük kalmıştır. Bilindiği gibi parametrik yaklaşımda sonucu etkileyen en önemli ve belirleyici değişken, hesaplama dönemindeki volatilite değeridir. Bu çerçevede, yaklaşımın düşük değerler üretmesini, 2004-2005 dönemindeki fiyat hareketlerinin görece durağan olmasına dayandırmak olanaklıdır.

Parametrik yaklaşımın, volatilitenin yüksek olduğu dönemler için daha yüksek değerler üreteceği bilinmektedir. Ancak yaklaşımın durağan giden bir süreçte üreteceği -görece düşük- sermaye gereksinimi değerlerinin, aniden ortaya çıkabilecek dalgalanmalara karşı yetersiz kalabileceği düşünülmektedir. Krizlerin ya da önemli kayıplara neden olabilecek fiyat dalgalanmalarının modellenememesi, aslında tüm VaR yaklaşımlarına dönük

olarak ileri sürülen bir eleştiridir. Ancak parametrik yaklaşımdan farklı olarak, simülasyon yaklaşımları durağan dönemlerde daha yüksek sonuçlar üretmektedir.

Tarihsel simülasyon yaklaşımında, parametrik yaklaşımda olduğu gibi geçmiş döneme ait veriler kullanılmaktadır. Ancak parametrik yaklaşımda serideki aşırı salınımları durağanlaştırmaya dönük olarak gerçekleştirilen işlemlerin tersine, tarihsel simülasyonda hesaplamalar en olumsuz veriler üzerinden yapılmakta, dolayısıyla daha yüksek değerler üretilmektedir. Monte Carlo simülasyonu da yine aynı nedenle, yani olumsuz senaryoların etkisiyle durağan dönemlerde parametrik yönteme göre daha yüksek sonuçlar üretmektedir.

Tüm bu nedenlerle parametrik yaklaşımın, uzun vadede dengeli piyasa koşullarına sahip ülkeler için daha uygun bir yaklaşım olduğu düşünülmektedir. Ancak uluslararası finans piyasalarının etkileşiminin oldukça yüksek olduğu ve bu nedenle fiyat hareketlerinin yalnızca iç etkenlerden kaynaklanmadığı düşünüldüğünde, uzun vadede bu piyasalarda da parametrik yaklaşımın risk yönetimindeki etkinliğinin zaman zaman yetersiz kalabileceği görülmektedir.

ii- Tarihsel simülasyon yaklaşımı herhangi bir ağırlıklandırma içermediğinden, tüm ağırlıklandırma modelleri altında aynı sonucu vermektedir. Üretilen sonuçların diğer yaklaşımlara oranla oldukça yüksek olduğu gözlenmektedir. Bu durum ilk bakışta risk yönetimi açısında olumlu bir nitelik olarak düşünülebilir. Ancak yalnızca geçmiş verilerin ele alınarak bunlar arasındaki en kötü dönemlere göre sermaye gereksinimi saptanmasının önemli sakıncaları vardır.

Geçmişte herhangi bir nedenle fiyatlarda oluşan -geçici nitelikteki- aşırı dalgalanmaların, oldukça olumlu piyasa koşullarında bile sermaye gereksinimi tutarını doğrudan etkilemesi, yaklaşıma dönük en önemli eleştiri konusudur. Bu çerçevede, yaklaşımın özellikle, ani dalgalanmaların yaşanma

olasılığının daha yüksek olduğu gelişmekte olan ülkelerde kullanışlı sonuçlar üretebileceği düşünülmektedir.

iii- Uygulama sonuçlarına bakıldığında, Monte Carlo simülasyonunun diğer iki yaklaşımın sonuçlarının ortalarında değerler ürettiği görülmektedir.

Risk ölçüm yaklaşımlarının etkinliği, ürettiği sonuçların olabildiğince yüksek olmasıyla değil, gerçek risk düzeyini yansıtması ve kullanışlı olmasıyla ölçülmelidir. Gereğinden yüksek belirlenen sermaye gereksinimlerinin gerek bankalar açısından gerekse fonların atıl tutulması nedeniyle ekonomi açısından önemli maliyetlerinin olabileceği göz ardı edilmemelidir.

Monte Carlo simülasyonu, risk ölçümünde yalnızca geçmiş dönemdeki verilerle sınırlı kalmamakta, o döneme ilişkin binlerce farklı senaryo üreterek sonuçları bu geniş olasılıklardan türetmektedir. Bu niteliği, yaklaşımın geleceği öngörmedeki başarısını ve ürettiği sermaye yeterliliği değerlerinin kullanışlılığını arttırmaktadır.

iv- İlgili yazında, volatilite modelleri arasında en başarılı modelin, özellikle portföy riskini modellemedeki başarısı nedeniyle, GARCH olduğu kabul edilmektedir. Bu çalışmadaki uygulamada, GARCH modelinin diğerlerine oranla daha yüksek VaR değerleri ürettiği gözlenmektedir.

v- Kur riskine ilişkin ölçümlemeler sonucunda, standart yaklaşım için 36.733TL, tarihsel simülasyon yaklaşımı için de 205.956TL tutarlarında sermaye gereksinimi değerleri hesaplanmıştır. Sonuçlara bakıldığında, içsel yaklaşımın ortaya koyduğu sermaye gereksinimi tutarının standart yaklaşımın ürettiği değere oranla oldukça yüksek çıktığı görülmektedir. Sonuçlar incelendiğinde, söz konusu tutarın önemli bir bölümünün(184.602TL) vadeli işlemlerden doğan risklerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Standart yaklaşımın, bilanço dışı olarak gerçekleştirilen vadeli işlemlerin taşıdığı risklere karşı yeterince duyarlı olmadığı görülmektedir. Bunun verdiği olanaklarla faiz ve kur riskleri vadeli işlemler yoluyla gerçek

düzeylerinin altında gösterilebilmektedir. Oysa bu işlemlerin kendisi de önemli fiyat riskleri taşımakta ve bu nedenle -alım ya da satım ağırlıklı pozisyonlarda- risk unsuruna dönüşebilmektedir. Uygulamada da görüldüğü gibi içsel modeller söz konusu riski ayrıca ölçerken, standart yaklaşım bu konuda yetersiz kalmaktadır.

Standart yaklaşımın bilanço dışı işlem riskleri konusundaki bu zayıf yönü, kullanıcıların, risklerin gerçek düzeylerini ortaya koymaktan kaçınmalarına da olanak verebilmektedir. Tablo.3.7 ve Tablo.3.8’de örneklendirildiği gibi vadeli işlemler ya da gayri nakdi krediler gibi bilanço dışı kalemler bu amaçla kullanılabilmektedir.

vi- Standart yönteme faiz riski ölçümüyle ilgili olarak yöneltilebilecek önemli bir diğer eleştiri de, risk katsayılarıyla ilgilidir. Bilindiği gibi vadesi 1 yıla kadar olan borçlanma araçlarını içeren ‘Zaman Aralığı-I’deki risk katsayıları oldukça düşük belirlenmiştir. Bankaların Menkul değer portföyleriyle bunların kaynak yapılarının vadelerinin uyumlu olduğu ve faiz oranlarının görece istikrarlı olduğu ülkeler için bu katsayılar son derece kullanışlı olabilir. Ancak tersi durumda söz konusu risk katsayılarının faiz riskini yeterince ölçemeyeceği düşünülmektedir. Çünkü standart yöntem, bu biçimiyle menkul değerlerin kaynak yapısına yeterince duyarlı değildir. Yani yöntem, gecelik piyasadan borçlanarak bunları daha uzun süreli menkul değerlerde değerlendiren bankalarla, varlık-kaynak vade uyumunu gözeterek çalışan bankalar arasındaki faiz riskini yeterince ayırt etmemektedir. Türkiye’de özellikle 1999 ve 2001 yılları arasındaki banka bilançoları ve yaşanan krizler, yöntemin bu konudaki zayıflığını açıkça ortaya koymaktadır.

Standart yöntemin şimdiki biçimi, menkul değer portföyleri büyük oranda orta ve uzun vadeli araçlardan oluşan piyasalarda etkin olarak işleyebilir. Ancak piyasa değişkenliğinin(kırılganlığının) oldukça yüksek olduğu, dolayısıyla kısa dönemli borçlanma araçlarının bile yüksek risk taşıyabildiği ekonomilerde, söz konusu risk katsayıları, piyasa riskinin etkin bir biçimde yönetimine katkı sağlamakta yetersiz kalacaktır.

vii- Yukarıda da belirtildiği gibi, başarılı bir risk ölçüm sürecinden beklenen en temel yarar, olabildiğince yüksek tutarda sermaye gereksinimi üretmesi değil, söz konusu gereksinimi en doğru biçimde, yani taşınan gerçek risk düzeyine uygun olarak belirlemesidir. Dolayısıyla içsel model yaklaşımlarını standart yaklaşıma göre öne çıkaran asıl nitelik, daha yüksek sermaye gereksinimi üretmeleri değil, risklerin asıl kaynağı olan piyasa koşullarına(volatiliteye) olan duyarlılıkları ve bu sayede riski daha doğru olarak ölçebilme olanaklarıdır. (Örneğin geçmiş 250 günlük piyasa koşulları ne olursa olsun, uygulamada sunulan bilanço verileri altında standart yaklaşım hep aynı sonuçları üretecektir. Yukarıda da belirtildiği gibi bunun nedeni, yaklaşımın, hesaplama sürecinde volatilite unsurunu içermemesidir.)

SONUÇ VE ÖNERİLER

Teknoloji alanındaki baş döndürücü gelişmelerin bir sonucu olarak ivme kazanan ve özellikle son çeyrek yüzyıldaki tarihsel sürecin en belirleyici unsuru haline gelen küreselleşme olgusunun, etkilerini en fazla hissettirdiği alanların başında finans piyasaları gelmektedir. Çok büyük miktarlı işlemleri kısa sürelerde ve dünya ölçeğinde yapmanın olanaklı hale geldiği bu süreçte finansal piyasalar, dünyadaki toplam fon hareketinin gittikçe daha önemli bir bölümünü oluşturmaya başlamıştır. İşlem hızının ve toplam parasal büyüklüğün hızla artması ise, bu piyasa kaynaklı risklerin giderek çeşitlenmesi ve ekonomik işleyiş üzerinde temel belirleyici etkenler haline gelmesi sonucunu doğurmuştur.

Küreselleşme süreci, bir taraftan ulusal ve uluslararası piyasaların iç içe geçmesini sağlayarak büyüme ve gelişmeye katkıda bulunurken, diğer taraftan da reel piyasa ve finans piyasası etkileşimini hızla arttırarak risklere karşı çok daha duyarlı bir ekonomik yapı oluşturmuştur. Piyasalardaki işleyişi çok daha karmaşık ve riskli hale getiren bu yapının doğru anlaşılması, özellikle finansal kurumların başarısı açısından büyük bir önem taşımaktadır.

Geçmişte ağırlıklı olarak fon sunanların ve fona gereksinim duyanların buluşturulması işlevini yürüten finans piyasaları, yeni süreçte daha çok, riskten korunmak ve -belli bir getiri beklentisiyle- riski taşımak isteyenleri bir araya getiren bir işlev üstlenmektedir. Piyasa kaynaklı risklerden tamamen kaçınmanın olanaksız hale geldiği bu süreçte, riskleri bilinçli bir biçimde taşıyarak yönetmek, rekabetteki başarının da temel koşulu haline gelmiştir. Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan risk yönetimi olgusu, yaşanan gelişmelere koşut bir biçimde, hem kuramsal alandaki hem de uygulamadaki önemini sürekli arttırmaktadır.

Finans piyasalarının en köklü ve yaygın aracısı olan ve son dönemlerde çok önemli aşamalar kaydeden bankacılık sektörü açısından da risk yönetimi, kuşkusuz çok büyük bir önem taşımaktadır. Etkin bir risk yönetimi altında ekonomik kalkınmaya çok önemli katkılar sağlayabilecek olan bankacılık sektörü, tersi durumda ise, olumsuz etkileri yalnızca bulunduğu ülkeyle sınırlı kalmayan ve çok kısa süre içerisinde tüm dünyaya yayılabilen yüksek maliyetli krizlere neden

olabilmektedir. Örnekleri özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan ve etkileri ekonominin tüm kesimlerinde yoğun olarak hissedilen finansal krizlerin ortaya çıkmasında ve derinleşmesindeki en temel etkenin, bankacılık kesiminin o dönemdeki aşırı riskli işleyiş biçimi olduğu bilinmektedir.

Piyasaların küresel düzeydeki yoğun etkileşiminin bir sonucu olarak, risk yönetiminin beklenen başarıyı sağlayabilmesi, ancak yaygın ve etkili bir biçimde kullanılmasına bağlıdır. Tersi durumda ise, hem yüksek risklerle çalışan bankalar lehine haksız bir rekabet ortamı doğmakta, hem de riskli bankalardan kaynaklanacak olası bir krizden sağlıklı bankaların da etkilenmesi kaçınılmaz hale gelmekte ve sonuçta ekonominin tüm tarafları önemli kayıplara uğramaktadır. Bu açıdan, risk yönetiminde dünya ölçeğinde ortak bir dil oluşturacak bir uygulamanın varlığı, bankacılık sektörü ve tüm finansal piyasalar açısından hayati bir öneme sahiptir.

Bankacılık risklerini ayrıntılı bir biçimde tanımlayan, bunların ölçülmesine dönük olarak olarak esnek ve oldukça kapsamlı yöntemler sunan ve tüm bunların yanında, risk ölçüm süreçlerinin etkinliğinin sağlanmasına dönük önlemler içeren Basel-II Uzlaşısı, gerek bankacılık sektörü açısından gerekse tüm finansal piyasalar ve ekonomi açısından çok önemli bir gereksinimi karşılamaktadır. Bankacılıkta risk yönetiminde ortak bir dil oluşturarak, risk düzeylerinin düşürülmesinin yanında rekabet eşitliğinin sağlanmasına da önemli katkılar yapması beklenen Basel-II Uzlaşısı’nın, bu yolla, gerek ulusal gerekse de uluslararası piyasaların daha sağlıklı biçimde işlemesini sağlaması olanaklıdır.

Yakın tarihlerde bankacılık sektörü kaynaklı çok önemli finansal krizlerle karşı karşıya kalan ve bunların neden olduğu kayıpların etkisini halen yaşamakta olan Türkiye açısından, Basel-II Uzlaşısı ayrı bir önem taşımaktadır. Yalnızca krizlerden korunma konusunda değil, bunun da ötesinde, sektörü ekonomik kalkınmanın önemli bir bileşeni haline getirecek sağlıklı bir yapının oluşturulmasında Uzlaşı’nın çok önemli katkılarının olacağı düşünülmektedir. Ekonomik kalkınma konusunda bankacılık sektörünün yukarıda anlatılan işlevi yeniden ele alındığında, Uzlaşısı’nın etkin bir biçimde uygulanmasının Avrupa Birliği’ne uyum çabaları açısından da ne derece önemli olduğu açıkça görülmektedir.

Ancak anılan katkıların sağlanabilmesi, Uzlaşı’da sağlanan esnekliklerin ülke koşullarına en uygun biçimde uyarlanmasına bağlıdır. Uzlaşı’nın dünya ölçeğinde olabildiğince yaygın biçimde uygulanabilmesini sağlamak amacıyla getirilen uygulama esneklikleri, sağladığı yararların yanında, çok önemli bir sorunu da beraberinde getirmektedir. Yapılan çalışmalar, Uzlaşı’da öngörülen ölçüm yaklaşımlarının birbirinden oldukça farklı sonuçlar verebildiğini göstermektedir. Yani sağlanan esneklikler ülke koşullarına uygun biçimde seçilmediğinde, Uzlaşı’nın uygulaması, taşınan risklerle orantısız olarak çok ağır yükler getirebilmekte ya da tam tersi biçimde risklerin gerçek düzeylerinin gizlenmesine olanak verebilmektedir. Sektörün taşıdığı risk düzeylerini düşürmeye dönük olarak geçmişte gerçekleştirilen düzenlemelerin bankalar tarafından uygulamada nasıl işlevsiz bırakıldığı hatırlandığında, Uzlaşı’nın uygulanması konusundaki seçimlerin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.

Türkiye’nin yakın tarihindeki kriz deneyimleri, sektöre dönük yaptırımların özellikle ekonomik darboğaz dönemlerinde gündeme geldiğini, bunun dışında ise etkili bir çaba gösterilmediğini ortaya koymaktadır. Oysa risk yönetimi uygulamaları ve bu kapsamda Basel-II Uzlaşısı, yalnızca krizlerin etkilerinden kurtulmanın bir aracı değil, asıl olarak ekonomi açısından fayda üreten sağlıklı bir işleyişin kurulmasını ve sürdürülmesini amaçlayan bir düzenlemeler bütünüdür.

Son yıllarda gerek ekonomideki bazı alanlarda gerekse bankacılık sektörü risk göstergelerinde sağlanan iyileşmeler yanıltıcı olmamalı, bu konuda gösterilen çabaların hızını kesmemelidir. Yukarıda da belirtildiği gibi risk yönetimi yalnızca kriz ortamlarında kullanılan ve krizden çıkışı kolaylaştıran bir olgu değil, aynı zamanda, sağlanan istikrarı sürekli kılmayı amaçlayan geniş çerçeveli bir anlayıştır. Kaldı ki sağlanan görece iyileşmelere karşın ekonominin halen çok önemli riskler taşıdığı bir çok akademisyen ve uzman tarafından dile getirilmektedir.

Yüksek reel faiz politikası sonucu ülkeye yoğun olarak giren kısa süreli yabancı sermaye, makroekonomik göstergelerde sağlanmış olan düzelmelerin de en önemli kaynağı olarak görülmektedir. Dövizle borçlanmanın yeniden cazip hale geldiği son 4 yıllık süreçte özel kesimin döviz borçları hızla artarak tarihinin en yüksek tutarlarına ulaşmıştır. Böyle bir ortamda kısa süreli sermayenin aniden

çıkışına neden olabilecek herhangi bir olayın, sektörü önceki krizlerden çok daha yoğun biçimde etkileyebileceği açıkça görülmektedir. Reel kesim-finans kesimi etkileşiminin bu denli yüksek olduğu bir ortamda, doğrudan bankacılık kaynaklı olmasa bile, herhangi bir krizin sektörü anında etkileyeceği ve bunun da krizi daha da derinleştireceği gerçeği göz ardı edilmemelidir.

Basel-II Uzlaşısı’nda, risk ölçümlerine dönük olarak iki ana yaklaşım önerilmektedir. Daha yalın ve uygulaması kolay olan standart yaklaşım, Basel Komitesince bir geçiş uygulaması olarak görülmekte ve sürecin devamında içsel yaklaşımların kullanımına geçilmesi hedeflenmektedir. Görece karmaşık ve daha uzun süreçlerden oluşan içsel yaklaşımların, risklerin gerçek düzeylerini belirlemede daha başarılı oldukları kabul edilmektedir.

Şunu bir kez daha belirtmekte yarar vardır ki, etkin bir risk yönetiminin amacı, risk unsurlarına karşı olabildiğince yüksek tutarda sermaye ile önlem alınmasını sağlamak değil, sermaye verimliliği göz önüne alınarak, risklerin gerçek düzeylerine karşılık gelen tutarda sermaye tutulmasını sağlamak olmalıdır. Yani yaklaşımların hangisinin daha yüksek sermaye gereksinimi ürettiği değil, hangi yaklaşımın riskleri daha doğru ölçtüğü araştırılmalıdır. Sermaye gereksiniminin gereğinden yüksek hesaplanması, yerli fon kaynaklarının zaten kısıtlı olduğu piyasalarda, banka kaynaklarının bir kısmının atıl olarak tutulmasına neden olarak ek bir maliyet oluşturacaktır. Bu durum, özellikle uluslararası rekabetteki başarı açısından büyük önem taşımaktadır.

Bu çalışmada, Türk bankacılık sektörünün karşı karşıya olduğu en önemli piyasa riski bileşenleri olan kur ve faiz risklerine ilişkin sermaye gereksiniminin belirlenmesine dönük ölçümler yapılmaktadır. Varsayımsal bir banka bilançosuna dönük olarak tarihsel simülasyon, Monte Carlo simülasyonu ve parametrik VaR yaklaşımları doğrultusunda, MA, EWMA ve GARCH gibi farklı ağırlıklandırma modelleri altında gerçekleştirilen ölçümleme sonuçları, gerek kendi arasında gerekse standart yaklaşım çerçevesindeki ölçüm sonuçlarıyla karşılaştırmalı olarak ele alınmaktadır.

Standart yaklaşıma göre faiz riskine ilişkin sermaye gereksinimi 198.039 TL olarak hesaplanmaktadır. Aşağıda sunulan VaR yaklaşımları sonuçlarıyla karşılaştırıldığında bu tutar çok düşük gözükmemektedir. Ancak hesaplama süreçlerinden de anlaşılacağı gibi standart yaklaşım herhangi bir piyasa duyarlılığı içermediğinden, her türlü piyasa koşulu altında aynı sonucu vermektedir. Bu çok önemli zayıflığının yanında, standart yaklaşımda kısa süreli borçlanma araçlarına atanan risk ağırlıklarının da düşük kaldığı görülmektedir. Oysa geçmişteki kriz deneyimleri, bu tür finansal araçların da Türkiye özelinde ne derece yüksek riskler doğurabildiğini göstermektedir. Standart yaklaşımın bir diğer önemli zayıflığı da, vadeli işlemler kalemi yoluyla risklerin gizlenmesine son derece uygun olmasıdır. Vadeli işlemler için ayrıca risk hesaplaması yapılmaması önemli bir eksiklik olarak değerlendirilmektedir(Bilindiği gibi vadeli işlemlerin döviz pozisyonu hesaplaması kapsamına alındığı 1998 yılından itibaren birçok banka yapay(fiktif) sözleşmelerle döviz açık pozisyonlarını gizleme yoluna gitmiş ve bu durum, BDDK’nın bankaları bu konuda uyarmasıyla kamuoyuna da yansımıştır).

Tarihsel simülasyon yaklaşımı, hesaplama sürecinde herhangi bir ağırlıklandırma süreci içermediğinden, tüm ağırlıklandırma modelleri altında aynı sonucu vermekte ve sermaye gereksinimi 316.051 TL olarak hesaplanmaktadır. Esas alınan dönemdeki fiyat hareketlerinin görece durağan olmasına karşın, hesaplanan sermaye gereksiniminin diğer yaklaşımların sonuçlarına oranla oldukça yüksek çıkmış olması dikkat çekmektedir. Hesaplamalar en kötü olasılıklar üzerinden yapıldığından, fiyatların daha hareketli olduğu piyasa koşullarında tarihsel simülasyon yaklaşımının çok daha yüksek sermaye gereksinimi üretmesi kaçınılmazdır. Yukarıda da anlatıldığı gibi, gereğinden fazla sermaye bulundurmak zorunda kalınması, bankaları özellikle uluslararası rekabette olumsuz etkileyebilmektedir.

Monte Carlo simülasyonu yaklaşımı, faiz riskine karşı MA, EWMA ve GARCH modelleri altında sırasıyla 229.938 TL, 240.805 TL ve 242.708 TL sonuçlarını üretmektedir. Söz konusu rakamların standart yaklaşım ve parametrik yaklaşım sonuçlarından yüksek, tarihsel simülasyon sonuçlarından ise daha düşük olduğu görülmektedir. Bilindiği gibi Monte Carlo simülasyonunda, tarihsel

simülasyonda olduğu gibi yalnızca geçmiş verilerle sınırlı kalınmamakta, hesaplamalar binlerce farklı dönemsel fiyat değişimleri olasılıklarından hareketle yapılmakta ve ayrıca, ağırlıklandırma modelleri yoluyla veriler aşırı salınımlardan arındırılarak görece durağan hale getirilmektedir. Hesaplamaların çok sayıda farklı simülasyon üzerinden yapılması, sonuçların geleceğe dönük geçerlilik(temsil) gücünü de arttırmaktadır.

Parametrik VaR yaklaşımı ise MA, EWMA ve GARCH modelleri altında sırasıyla 104.754 TL, 117.426 TL ve 135.447 TL değerlerini üretmektedir. Bilindiği gibi bu yaklaşım da, tarihsel simülasyonda olduğu gibi geçmiş dönem verileri kullanılarak yürütülmektedir. Tarihsel simülasyondan farklı olarak, en kötü senaryolardan hareketle hesaplama yapmak yerine, seri durağanlaştırılmakta ve böylece geçici (kısa dönemli) olarak ortaya çıkan hareketlerin volatiliteye olan etkisi sınırlanmaktadır. Ancak bu nitelik, yukarıda da görüldüğü gibi volatilitenin düşük olduğu dönemlerde çok düşük sermaye gereksinimi üretilmesi sonucunu doğurmaktadır. Dövizin çeşitli etkilerle baskı altında olduğu ya da uygulanan politikalar nedeniyle faiz hareketlerinin sınırlandığı bir döneme ilişkin olarak yapılan ölçümlemelerde, parametrik yaklaşımın üreteceği görece düşük sermaye gereksinimi değerlerinin, sürecin aniden tersine dönmeye başlaması durumunda bankaları risklere