• Sonuç bulunamadı

3.1. ARAŞTIRMANIN DESENİ

3.1.2. Araştırmanın Felsefi Temeli

Yunan felsefesinin ikinci dönemi olan eleştiri çağındaki üç felsefi akım, ontolojik görüşleriyle birlikte epistemolojik görüşlerini de belirtmişlerdir (Weber, 1998). İdealist felsefe, varlığımıza ilişkin bilgiyi akıl ile elde edebileceğimizi söylerken (a priori düşünce), Materyalistler ve Spiritüalistler, bilgiyi elde etmek için, deney ve gözlemden başka bir metodun (a posteriori düşünce) söz konusu olamayacağını söylemişlerdir. Bu durumda iki bilgi felsefesi ortaya çıkmıştır. “A Priori” düşünceyi merkeze alan Rasyonalizm, “A Posteriori” düşünceyi merkeze alan Ampirizm.

Rasyonalistler, insanların doğuştan bir takım bilgilerle donanık olarak geldiklerini, bu bilgilerin dış dünyadaki benzerleriyle ilişkilendirildiğinde beyinde ona ilişkin bilginin canlandığını ve olaya ait bilgiye bu şekilde sahip olunduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla bilginin kaynağı akıldır. Ampiristler ise insanların doğuştan bir bilgiye sahip olamayacaklarını söyleyerek insan zihnini boş bir levhaya benzetmektedirler. Onlara göre gözlemler, deneyler, deneme ve yanılmalar yoluyla eşyaya ya da olaya ait bilgiye sahip olunmaktadır. Bu durumda bilginin kaynağı dış dünyadır. Ampiristlere göre bilginin tek kaynağı deneyim olmakla birlikte rasyonalistlere sorulan en önemli soru doğuştan var olan bu bilginin kaynağıdır. Rasyonalistlerin verdikleri en önemli cevaplardan bir tanesi ise Charles Darwin’in Doğal Ayırma Kanunu’dur (Bower ve Hilgard, 1981).

Epistemolojik görüşlerden faydalanılarak bilgi ve bu bilgilerin sistematik birikimiyle felsefenin değişik alanlarında derinlemesine incelemeler yapan farklı bilim dalları doğmuştur. Bilgi, insanın varlığı tanıma ve anlama isteği sonucu ortaya çıkan, düşünen özne ile nesne arasındaki ilişkidir. Ayrıca insan kendisini de nesne olarak görebilir ve kendisi hakkında bilgi ortaya koyabilir. Bilgi teorisi, metafizik düşünceden vazgeçerek matematik ve deneysel bilimlerin sentezi olmakla yetindiği zaman “pozitif felsefe” ya da “pozitivizm” olur (Weber, 1998: 3).

Bilimin doğruyu bulma konusunda uyguladığı paradigmalardan birisi yukarıda değinildiği gibi teoloji ve metafizik içermeyen, sadece fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı olan pozitivizm olmuştur. Pozitivizm terimini ilk kullanan Saint Simon’dur. Bu felsefeyi geliştirip sistemleştiren temsilci ise August Comte’dur (Bolay, 2008).

Auguste Comte’a göre her bilim teolojik, metafizik ve pozitif aşamalardan geçmiştir. Örneğin matematik, fizik, kimya gibi bilimler soyutturlar ama pozitif aşamaya erişmişlerdir. Örneğin hiç kimse 2x2’nin 4 etmemesi için artık dua etmez. Ancak somut bilimlerden olan sosyoloji pozitif aşamaya çekilememektedir. John Stuart Mill ve Herbert Spencer’ın pozitivizmi, Comte’a göre özellikle sosyolojide daha az cüretlidir. Nihayetinde Alman Kant, maddeyi ancak bizde olan bir fikir vasıtasıyla bildiğimize göre, doğru olan materyalizm değil idealizmdir demektedir. 19.y.y. felsefecileri ve bilimcileri, yalnızca olayların gerçekliğine, gözlem ve deneye dayandıkları için realisttirler. Ancak, insan bilgisinin varabileceği realitenin son tahlilde fenomen (algı) âlemine ait olduğunu, nihayetinde olayların, kendiliğinde bilinmeyen bir realitenin işaretleri veya simgeleri gibi düşünülen fikirlerimizden başka bir şey olmadığını kabul etmek bakımından idealisttirler (Weber, 1998). Aslında eleştiri çağı ile birlikte önemli bir sofist olarak karşımıza çıkan Protagoras, olgunun kişinin duyumundan ayrı olmadığı için, olguyu gerçekliği veren de insandır ki o her şeyin ölçüsüdür demektedir. Bu anlamda idealizmin post pozitivist bir anlayışa dönüşüp dönüşmediği bir soru işareti olarak görülebilir.

Özellikle Sosyal Bilimler alanında doğru, doğru bilgi, doğru bilgiye ulaşılması, bu süreçte araştırmacının rolü, elde edilen bilginin genellenebilirliği, bağlam, gibi soruların pozitivist anlayış tarafından cevaplanamaması, yapılandırmacı yaklaşımların daha ön plana çıkmasına neden olduğu düşünülebilir. Bir anlamda deney ve mühendislik yaklaşımları, sosyal olayların açıklanmasında ve genellenmesinde artık yetersiz hale geldiği söylenebilir. Bu bağlamda bilgi ve bilgiyi elde etme anlamında pozitivizmin katı anlayışından vazgeçilmeye başlanmıştır.

Bilimsel paradigmadaki bu dönüşüm, nicel çalışmalardan daha çok nitel çalışmaları önemli kılmıştır. Dönüşümün gücü özellikle 1990’lı yıllarla birlikte eğitim bilimleri alanında yapılan çalışmalarda da gücünü hissettirmeye başlamıştır (Yıldırım ve Şimşek 2008). Eğitim alanındaki araştırmalarla birlikte eğitim sistemlerinde de

değişmeler gözlenmekte, bilginin öğrenciler tarafından oluşturulmasına gidilmektedir. Özden ve Şimşek tarafından kaleme alınan “Davranışçılıktan oluşturmacılığa: Öğrenme Paradigmasının Dönüşümü ve Türk Eğitimi” isimli makale (1998), bizim eğitim sistemimizdeki bu dönüşümün gerekliğini son derece öz bir biçimde anlatmıştır.

… öğretmen mutlak alan ve sınıf otoritesi yoluyla şekillenmemiş bir nesneye şekil ve biçim veren bir heykeltıraştır. Bu nedenle olsa gerektir ki ülkemizdeki pek çok öğretmen ve özellikle sınıf öğretmenleri öğrenciyi tanımlarken şekil ve biçim verilmeyi bekleyen şekilsiz bir ‘hamur’ veya ‘çamur’ nitelemelerini yaygınlıkla kullanırlar” (s: 76).

… Oysa oluşturmacı bir program anlayışı ulaşılması istenen sonucu belirleyip, bu sonuca ulaşma sürecini oldukça esnek tutar. Varış noktasına varma konusunda öğretmen ve öğrenen birlikte çalışarak ortak stratejiler geliştirirler ve bu stratejiler sürecin herhangi bir aşamasında daima yenilenmeye ve değiştirilmeye açıktır (s: 81).

Paradigmatik dönüşümle birlikte dış gerçekliği katı bir biçimde neden sonuç ilişkisi içinde açıklama yöntemi değişmekte, bunu yerine bilginin birey ve araştırmacı tarafından oluşturulmasına yönelik yöntemler ön plana çıkmaktadır. Nitel yöntemde çevre, süreç ve algılara ilişkin verilerin toplanması önemli hale gelmekte, betimsel ya da içerik analizi yoluyla bilgi oluşturulmaya çalışılmaktadır. Pozitivist anlayışta olduğu gibi evrensel bilgiye ulaşılmaya çalışılmamaktadır. Doğal ortama duyarlılık, araştırmacının katılımcı rolü, bütüncül yaklaşım, algıların ortaya konması, araştırma deseninde esneklik ve tümevarımcı analiz, nitel araştırma yöntemini ön plana çıkaran özellikler olarak yeni araştırma çalışmalarında ortaya çıkmaktadır. Bilimsel değerlerdeki bu değişim, program değerlendirme çalışmalarında da görülmektedir.

Cronbach’a göre (Worthen ve Sanders, 1973: 43) “değerlendirme, eğitim programlarının etkilerinin nasıl üretildiğini anlamaya yardımcı olmalı ve eğitim programının etkililiğini hangi parametrelerin etkilediğini belirlemelidir. Bu anlayış, tek bir testin sonuçlarına bakarak programı sınamaktan daha etkili olacaktır. Aynı zamanda deney desenli gruplar da bize yararlı bilgi veremeyebilir. Çünkü bir gruba ilaç veren doktorun diğer gruba hiç bir şey vermeden ilacın etkisini denemeye çalışması yanlış

olduğu gibi aynı durum sınıf ortamında yapılan deneysel çalışmalar için de söylenebilir”.

“1960’lı ve 1970’li yıllar arası korelâsyona dayalı eğitim çalışmaları baskın olup araştırma şekli deneysel desenlerdi. Bu yıllardan sonra eğitim araştırmalarında önemli değişmeler meydana gelmiştir. En önemli değişme 1970’li yıllarda yüzeysel gözlemler ve ölçümlere dayalı olan araştırmalar, 1990’lı yıllarda daha doğal, anlamaya dayalı ve detaylı araştırmalar ile yer değiştirerek araştırmalara yeni boyutlar getirilmiştir” (Ekiz, 2006a: 2). Bu anlamda program değerlendirme süreçlerinin de, tek bir başarı testinin sonuçlarına bakarak yapılan değerlendirme daha sonra deney ve kontrol gruplu desen çalışmaları ve son olarak programı uygulayan ve etkilenen kişilerle programın değerlendirmesi şeklinde bir süreç izlediği düşünülebilir.

Eisner’a göre (1998: 59), “nitel araştırma ve değerlendirme birer harita gibidirler; hatta bir rehber görevini üstlenmiştir. Nitel araştırmanın işlevi, okuyucuyu aydınlatmak, gerçekliği açıklamak ve yönleri belirtmektir”. Nicel çalışmalara yönelik istatistiksel hesaplamalar ve bunun için kullanılan programlar ile ölçek geliştirme çalışmalarındaki gelişmeler, oldukça fazla katılımcı ile sonuçların kısa sürede alınabilmesine ve genelleme yapılabilmesine fırsat vermesine rağmen, ölçekler “niçin?” sorusuna cevap bulmakta yetersiz kalmaktadırlar. Alana çıkıldığında, katılımcıların, sorunlarını paylaşmak yerine oldukça sınırlandırılmış ölçek sorularına nedenini belirtmeden işaret koymayı artık istemedikleri görülmektedir. Bu da ölçeklere verilen cevapların güvenirliğini ve geçerliğini düşürmektedir. Nitel çalışmalar ise daha çok gönüllülük esasına dayanmakta bu da katılımcıların daha içten ve dolayısıyla daha ayrıntılı bilgiler vermesini sağlamaktadır. Aynı zamanda nitel çalışma, katılımcıların yanıtlarından, daha derinlemesine başka bir anlatımla olayın nedenini daha doğru anlamamızı sağlayacak, olayın iç yüzünü kavramamızı kolaylaştıracak sonuçlara ulaşmayı daha çok vaat etmektedir. Bu bağlamda, eldeki araştırmanın amacına yönelik olarak, uygun bir felsefi temelden hareket ettiği düşünülebilir.