• Sonuç bulunamadı

1.5. MÜZİĞİN PROPAGANDA AMAÇLI KULLANIMI

1.5.2. Günümüz Toplumlarında Müzik

1.5.2.5. Amerika Birleşik Devletleri

Müziği propaganda maksatlı ve organize olarak en etkin bir şekilde kullanan ülke kuşkusuz Amerika olmuştur. Bunda teknolojik gelişmişlik seviyesi ve devlet desteğinden daha fazla bu işten para kazanma hırsıyla yanıp tutuşan girişimcilerin payı vardır.

Başkan Wilson “Biz Savaşmak İçin Fazla Onurluyuz” gibi söylemleriyle ve 1916 yılında “O bizi savaştan uzak tuttu” sloganıyla tekrar Başkan seçilirken savaşçı şarkılara karşı olarak, başkan Wilson’u destekleyen “Sizin Önünüzde Şapka Çıkarırız Bay Başkan” gibi savaş karşıtı propaganda şarkıları da prim yapmıştır. “ Sevgili Oğlumu Benden Almayın, Ben Oğlumu Asker Olsun Diye Yetiştirmedim, Bir Annenin Barış İçin Yakarışı “gibi savaş karşıtı şarkılarda annelik duygusuna hitap edilmiştir. Şarkılarda savaşlara bir son verilip binlerce gencin hayatının kurtarılabileceği dünyadaki tüm annelere telkin edilmeye çalışılmıştır. Şarkı

36

sözlerinden alınan şu kısım özellikle dikkate değer: “Eğer tüm anneler: “Ben oğlumu bir asker olsun diye yetiştirmedim derse savaşlar olmaz.” Bu albümün kapağında etrafında bombalar patlayan ve bu hengâmede çocuklarını korumaya çalışan yaşlı, ak saçlı bir anne vardır. Popüler piyanistler tarafından çalınan bu şarkı kolaylıkla kesik tonlu “ragtime” denen ( o dönemin popüler müzik türü) bir türe uyarlanmış ve bu, etkili propagandanın önemli bir unsuru olarak şarkının geniş bir alana yayılmasını sağlamıştır.(Watkings, 2003:248-249)

Bazı şarkılar vatandaşları ve askerleri neşelendirerek savaşın acı ve dehşetiyle başa çıkmalarına yardım etmek için yazılmıştır. I. Dünya Savaşıyla ilgili birçok şarkı sözü savaşın gerçeklerini olduğu gibi tasvir etmemiş, bunun yerine savaşın yakında sona ereceği ve herkesin iyi olacağı izlenimini vermiştir.(Norman,2003:3) Özellikle I.Dünya Savaşının başlangıcında vatanperver müzikle Amerikalılara savaşın sahte yüzü gösterilmiştir. Şarkı sözlerinde bir tek Amerikan mermisi atılmadığı halde kaçışan Alman askerleri anlatılmaktadır. Şarkılardaki mesajlar o kadar etkili idiler ki askerler bu muharebede çok rahat bir vakit geçireceklerine ikna olmuşlardır. Savaş sırasında yayınlanan, iyimser bir hava estiren çoğu şarkı arasında “Hendekler Arasında Yıldızlı Sancağı Taşıyacağız” marşı Amerika’nın büyüklüğünü methetmesi yanında, düşmanın kötülüğünü gösteren mesajlar da içermektedir. Bu askeri marş tipi müzik, kanı kıpırdatıcı ve yurtseverlik duygularını kışkırtıcı bir şekilde dizayn edilmiştir. (Turino, 2003:6)

16 Nisan 1917’de Amerika’yı savaşa sokan Wilson, savaş karşıtı görüşü bertaraf etmek, milli kimliği ön plana çıkartmak için George M. Cohan’a “Orada” isimli marşı besteletmiştir. Şarkı, askerlerin savaşı sona erdirme ve eve güvenli bir şekilde dönmelerine olan inancı anlatan en başarılı Amerikan savaş öncesi propaganda şarkılarından biridir. Bir marş olduğundan dolayı kolaylıkla söylenmiş ağızdan ağza dolaşıp orduya kayıt hususunda etkili bir propaganda aracı olduğunu kanıtlamıştır. Reklâmı yapılıp bu yolla şarkıdan elde edilen gelirler vakıflara bağışlanmış, böylece müzik, savaş öncesi bir araç olarak beklenenden daha değerli çıkmıştır. “İleride” parçasının mesajı o kadar etkiliydi ki, Cohen daha sonra Kongre Onur Madalyası ile ödüllendirilmiştir. (Watkings, 2003:257-259)

Şarkı, insanların beynindeki vatanseverlik duygularını etkilemek için birçok farklı metot kullanarak, savaş öncesi propagandanın kapsamlı ve uzaklara yayılabilir

37

olduğunu kanıtlamıştır. Savaş karşıtı mesajlar, “Ben çocuğumu bir korkak olarak yetiştirmedim”, “Bir askerin annesi olmaktan gurur duyardım” gibi şarkılarla yer değiştirmiştir. (Ewen, 1977:231)

Savaş devam ederken bestekârlar, insanları akşamları savaş şarkıları söyleyerek geçirmeye teşvik etmiş ve bu, savaş esnasında vatanseverliğin bir göstergesi olmuştur. Vatandaşlar evde, tiyatrolarda, müzik alanlarında ve özgürlüğe bağlılık toplantılarında vatanseverlik şarkılarına eşlik etmeye özendirilmiştir. Propaganda amaçlı yapılan yeni besteler daha geniş alanlara ulaşıp tanıtımı yapılması için gazetelerin pazar eklerinde yer bulurken albümlerin üzerindeki grafiklerle de şarkının içindeki mesaja görsel destek sağlanmıştır. (Watkings, 2003:268)

Savaş öncesi propagandadaki bir diğer önemli rol de bekar bir kadının sadakatle sevdalısını beklediği ve aynı zamanda savaşı kazanacağına olan inancının anlatıldığı şarkılarda görülmektedir.. “Eğer Sevdiği Gibi Savaşabilirse” , “İyi Geceler”, “Almanya” gibi besteler de bu tür şarkılara örnek gösterilebilir. Şarkılarda bir diğer odak noktası da o zamanlar öncelikle erkek görevi olarak düşünülen işlerin kadınlar tarafından daha kabul edilebilir olduğudur. (Watkings, 2003:262-263)

I.Dünya Savaşı sona ererken, müzikal endüstri “Berlin’e Gidiyoruz “, “Kaiser’i Kırbaçlayacağız” gibi savaşı teşvik eden çok sayıda vatansever şarkının seri üretimine devam etmiştir. Ancak askerler savaştan döndüklerinde; kendileri vatanlarından binlerce kilometre uzakta savaşırken ülkelerindeki fırsatçıların çoğunun “sheet müzik” (sayfa müzik) yaparak savaş sayesinde zengin olduğunu ve Amerikalı milyonerlerin sayısının dört katına çıktığını görmüşlerdir. (Ewen, 1977:237)

Amerikalıları savaşa duyarlı kılmak maksadıyla müzik I. Dünya Savaşı boyunca bir propaganda türü olarak kullanılmış ve I. Dünya Savaşı’nın çehresini tamamıyla değiştirmiştir.

Amerikan hükümeti müziği, II. Dünya Savaşı sırasında da kullanmıştır. Bu sefer de pop müzik, vatandaşları Japonya’ya karşı seferber etmek amacıyla kullanılmıştır. Şarkılarda aşağı, gelişmemiş Japonya ile medeni ve gelişmiş Birleşik Devletler karşılaştırılmıştır. Müzik yapımcıları ve yayıncıları II. Dünya Savaşı esnasında yeni bir ordunun oluşturulmasında ve Japonların kişiliksizleştirilmesinde şarkıları kullanmışlardır. Pearl Harbor saldırısından hem Tanrıya hem de Birleşik

38

Devletlere karşı işlenmiş bir günah olarak bahsederek, iyi (Hıristiyan) Amerikalıların, şeytani bir düşman olan kâfir Japonlara karşı yaptığı mücadeleyi anlatan şarkılar söylemişlerdir. “O yükselen güneşi batırdığımızda” şarkısının sözlerinde Japonya’dan tanrıya ve insanlara hiç saygısı olmayan insanların yaşadığı bir yer olarak bahsedilmiştir. Bu mistik armonik sesler sayesinde Amerikalılar, Birleşik Devletlerin bu savaşa girmesinin ahlaki bir zorunluluk olduğu hususunda ikna edilmiştir. Irk olgusu, Japonlara karşı yapılan şarkılarda daha önce Almanlara karşı yapılanlarda olduğu gibi baskın çıkmıştır. Fakat Japonya olayında odaklanılan şey, Naziler gibi bir grup veya Hitler gibi özel bir liderden öte tüm halktır.

Amerika’nın Vietnam’a girmesi üzerine propaganda müzikle yeniden can bulmuştur. Zencilerinde bu savaşa tüm istekleriyle gitmesi propagandanın ne kadar etkili olduğunun göstergesidir. Ancak savaştan dönen zencilerin ırkçılığa maruz kalmaları onları hayal kırıklığına uğratmış ve protestonun müzikte yerini almasına olanak sağlamıştır.

Böylece Amerika’da müzik 1950 ve 60’lı yıllarda ırkçılık ve özgürlük başta olmak üzere sosyal sorunların halledilmesi için bir protesto aracı olarak kullanılmaya başlamıştır. Rock müzik olarak karşımıza çıkan müzikal hareket dinleyicilere: Eğer şarkılarda belirtilen değerlere ve prensiplere uygun hareket ederlerse “değişimi” gerçekleştirmek için gereken güce sahip olacaklarına inanmaya teşvik etmiştir. Sosyal problemlerin çözümünün yine insanlar olduğu düşünülerek bu tür mesajlara ağırlık verilmiştir. Alkış veya ana vokalistin bir mısraı söyleyip seyircinin tekrar ettiği çağrı ve cevap tekniği yoluyla seyirciler bütünleştirilerek bu şarkıların duygusal etkisi artırılmaya çalışılmıştır. (Hitchcock, 1986:487)

39

İKİNCİ BÖLÜM

SANAT VE MUHALEFET:

MÜZİĞE PROTESTO MİSYONU YÜKLEMEK

“Yaşamımıza nasıl yön vermeliyiz” sorusuna ilişkin görüşlerimizin yanında, “biz kimiz” ve “neden yaşıyoruz” türünden sorgulamalar yaparız. Bu sorgulamalar en derinimizdeki anlam-a dokunan sorulardandır. Kurum ve kuruluşların birçoğu konu varoluşun sorgulanması olduğunda sessiz kalır; protesto ise bu tür bir davranışa tanıklık eder, insana dair soruların sorulup, ele alınması gerektiği savunur.

Hükümetlerin oluşturduğu kurumlar ve kurumlara bağlı kuruluşlar, her zaman teknolojide yeni adımlar atarlar. Yeni ürünler geliştirip, yeni kurallar getirirler. Protestocular ise bütün bunlar hakkındaki hislerin, düşüncelerin şekillenmesinde yardımcı olup, her konuda çekinmeden sesini yükselten kamuoyu oluşturmada önemli rol oluştururlar. Çünkü protesto, hayatın anlamlı ve sorgulanır olduğunu savunan görüştekilerin ısrarcı tutumudur.

Protesto yüzyıllar boyunca değişime uğramıştır. Batı Avrupalı düşünürler protestonun geçtiği aşamaları şöyle belirler:

Ortaçağ’dan on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar köylüler ya dini hareketler düzenlediler ya da tohum kıtlığı, yüksek ekmek fiyatları, kamuya ait toprağın çevrilmesi ve geleneksel haklarını kısıtlayan öteki girişimler gibi onlara açıkça yöneltilen tehditlere ve seçkin sınıfın keyfi düzenlemelerine tepki gösterdiler. Modern çağın başlarında şehirler ortaya çıkmaya başlayınca şehir sakinleri haksızlık yaptığını hissettikleri, vergi tahsildarlarının evlerini yağmalayan, tohum yüklerine el koyan ya da dini azınlıklara saldıran kişilere karşı doğrudan harekete geçtiler. Bu tür eylemler yerel ve kısa ömürlü olurdu. Çünkü fark edilen yanlışları düzeltmek yerine haksızlık yapanlar hedef alınırdı. Fransız devrimi sırasında boykot, toplu dilekçe ve şehir ayaklanmaları gibi daha genel amaçlı başka protesto biçimleri ortaya çıktı. Önce burjuva sınıfının üyeleri, da sonrada endüstrileşme sonrası ortaya çıkan işçi sınıfı tarafından benimsenen bu taktikler “yurttaşlık hareketleri” diye tanımlanan eylemleri hazırladı. Bu girişimler bir bakıma insan haklarının tümünden mahrum edilmiş, siyasi katılımdan ve en temel ekonomik himayeden dışlanmış sınıflarca ve o sınıflar adına düzenlenmişti. Bu tür hareketler, endüstri işçileri, kadınlar ve daha sonra ırk azınlıkları ve etnik azınlıklar da dâhil bütün dışlanmış grupların üyelerinin

40

tümünün katılmasını gerektiriyordu. Gittikçe daha çok ulusal nitelik kazanan ve köylerin daha önce hiç gerçekleştiremediği şekilde örgütlülüğünü sürdürebilen bu hareketler, zamanla toplumun daha büyük bir kısmını kapitalist işgücü piyasasının içine alan ve onlara demokratik bir siyasi tavır kazandıran endüstri toplumunun yayılma sürecinin bir parçasıydı. Taleplerin muhatabı olan devletler gün geçtikçe güçlenip merkezileştikçe bu hareketlerde daha formel bir nitelik kazanıp, bürokrasi kuralları çerçevesinde hareket eder hale geldi. (Jasper,2002:31-32)

James, endüstrileşme öncesi ve endüstrileşme sırasındaki protesto biçimlerine ek olarak bir de, içinde yaşadıkları toplumun siyasi, ekonomik ve eğitim düzenine uyum sağlamış bireylerin yer aldığı, “yurttaşlık sonrası” diye adlandırdığı üçüncü bir toplumsal hareketten bahseder.

Bu hareketlere katılan kişiler kendileri için temel haklar talep etmeye ihtiyaç duymadıklarından, genellikle öteki insanların (zaman zaman da bütün insanların) çıkarlarını ve yararlarını gözetirler. On dokuzuncu yüzyılda yurttaşlık-sonrası hareketler yoksulluğa ya da ahlaksızlığa karşı yürütülen kampanyalar şeklini aldı. Son otuz yılda ise, çevrenin korunması, barış ve silahsızlanma, alternatif sağlık, hayat tarzının korunması, hayvan hakları gibi iş, eşit ücret, oy kullanma hakkı talebinde bulunanları pek ilgilendirmeyen (ki, bunlardan hiçbiri sokak lambasına asılan ilanlarda da yoktu) “endüstrileşme- sonrası” ya da “post-materyal” amaçlar peşinde koştular. Modern bilim ve teknoloji konularındaki çekince, hatta bunlara karşı beslenen açık ve net düşmanlık yakın zamandaki yurttaşlık-sonrası hareketlerin endüstrileşme- sonrası biçimlerindeki yaygın tavırlarıdır. Bu protestocular özellikle toplumun kültürel duyarlılığını değiştirmek isterler. Yurttaşlık-sonrası hareketler kolayca birbirlerinin içine geçebilen nitelikte olduğundan, unsurları kesin bir şekilde belirlenen ve bu yüzden birbirleriyle devamlı yarış içinde olan yurttaşlık hareketlerine benzemez; örneğin, çevreci ve feminist hareketler beraberce 1970’lerdeki anti-nükleer hareketlere esin kaynağı oldu ve hepsi daha sonra 1980’lerin silahsızlanma hareketini yarattı. (Jasper, 2002:32)

Protesto hareketleri endüstrileşme öncesinden başlayarak günümüze kadar süregelmiştir. Bu süregeliş protesto hareketlerini çeşitlendirmiştir.

Protestonun farklı biçimleri vardır. Günümüzdeki belli başlı protesto biçimleri, geniş çaplı mitingler, yürüyüşler düzenlemek, simgesel ya da stratejik bölgeleri işgal

41

etmek, kışkırtıcı görsel ya da sözlü retorik oluşturmak, bir görüşü yaymak için daha fazla kulis ve seçim propagandası yapmaktır. Ancak her grup bu temel taktiklere dayanarak farklı yöntemler yaratma çabasındadır. (Jasper, 2002:30) 1960 Amerika’sında da Vietnam Savaş karşıtı oluşturulan söylemler, bir muhalefet tarzı olabilecek müziğin protesto aracı olarak kullanılmasına olanak sağlamıştır. Müzisyenlerin bireysel olarak başlattıkları barış söylemleri, örgütsel hale gelerek, başta Amerika olmak üzere tüm dünya devletlerinde müziğin protesto amaçlı kullanımını yaygınlaştırmıştır.

1960’li yıllara gelene kadar, endüstrileşmenin yaygınlık kazandığı, sömürge hareketlerinin arttığı ortamda, siyahiler ABD’nin ırkçı uygulamalarına maruz kalmış ve bu durumdan kurtulup, seslerini dünyaya duyurabilmek adına “Blues” adını verdikleri müzikle ilk defa yola koyulmuşlardır. Muhalefet sözcülerinin Blues’la başlayan serüveni, -ABD’nin sürekli savaşa girmesi ve toplumlarda sömürge faaliyetlerini arttırması sonucunda- yepyeni bir müzik tarzı olan Rock’la devam etmiştir.

Çalışmanın bu bölümünde bu sürecin genel değerlendirmesi ve tarihsel arkaplana geniş yer verilecektir.

2.1. YENİDÜNYANIN KEŞFİ

Ortaçağ dünyasına hâkim olan kilisenin gücü toplumsal hayatta azaldıkça değişim ve dönüşüm beraberinde gelmiştir. 15.yy sonlarında başlayan ve 16.yy sonlarına kadar devam eden süreçte de Avrupaların dünyayı keşfetme ve yeni yerler bulma girişimi tüm insanlığı etkilemiştir. Yenidünyanın keşfiyle sömürgeleştirme etkinlikleri artmış ve ucuz emek ihtiyacı doğmuştur. Önceleri bu ihtiyaç yerli halk tarafından karşılansa da sonrasında Avrupa Afrika’ya yönelmiş ve Afrika halkının, zaman içinde yabancı ülkelere sürülmesine ve ucuz emek kaderine razı olmasına imkân sağlanmıştır.

Avrupalı ticari ve kapitalist girişimin hızı ve yoğunluğu giderek artan gelişme süreci, çoktandır ülkelerin ve bölgelerin toplumsal düzenlerini aşındırmaya başlamıştı; daha önce görülmedik boyutlarda korkunç bir köle ticareti yoluyla Afrika; rakip sömürgeci güçlerin gerçekleştirdiği sızmalar yoluyla Hint Okyanusu; ticaret ve askeri çatışmalar aracılıyla Yakın ve Ortadoğu, hepsi de bu süreçten

42

nasiplerini almaktaydı. Avrupalılar, uzun süre önce, on altıncı yüzyılda öncü İspanyol ve Portekizli sömürgecilerin, on yedinci yüzyılda da Kuzey Amerikalı beyaz göçmenlerin işgal ettikleri bölgelerin hayli ötesine yayılan doğrudan istila hareketlerine çoktan girişmişlerdi. Bu konuda hayati ilerlemeyi, zaten Moğol İmparatorluğunu yıkarak Hindistan’ın bir bölümü üzerinde teritoryal bir denetim kurmuş olan İngiltere gerçekleştirmişti ve bu, onları bütün Hindistan’ın hâkimi ve yöneticisi yapacak bir adımdı. Batının teknolojik ve askeri üstünlüğü karşısında Avrupalı olmayan uygarlıkların fazla bir şansı olmadığı zaten öngörülebilir bir şeydi. “Vasco da Gama” denen şey, bir avuç Avrupalı devletin ve Avrupa kapitalizminin, bütün dünya üzerinde tam ve geçici bir egemenlik kurduğu dört yüz yıllık dünya tarihi, doruğuna varmak üzereydi. Avrupalı olmayan dünyaya aynı zamanda nihai karşı saldırıya geçmesi için gereken koşulları ve teçhizatı sağlayacak olsa da, çifte devrim Avrupa’nın genişlemesini karşı konulmaz bir hale getirecekti. (Hobsbawn, 2008:35)

Tropikal ürünler, Avrupalı girişimcilere, serbest ticaret ve uygarlık adına, üçlü bir ticaret alanına yatırım yapma bağlamında cazip geliyordu: İmalat ürünleri Batı Afrika’ya ihraç ediliyor ve karşılığında yerli egemen sınıftan köle alınıyordu ve bu kölelerde kahve, tütün, şeker, pamuk, indigo vb. karşılığında Amerika’ya gönderiliyordu. Arap ya da Afrikalı tüccarlar tarafından yakalanıp, damgalanan köleler, mümkün olabilecek en yüksek kar kaygısıyla havya sürüleri gibi naklediliyordu ve bu nakil döneminin başlangıcında ölüm oranı çok yüksekti. Bu köleler Amerika açıklarında karantinaya anlıyor, pazara çıkarılıyor, satılıyor ve sahibinin plantasyonuna götürülüyordu; en şanslıları uşak oluyor, ötekiler tarım işlerinde, hayvanlardan farksız biçimde çalıştırılıyorlardı. 1619’da yirmi zenci köle Jamestown’a (Virginia) götürüldü; burası Yeni Dünya’nın 1607’de kurulmuş ilk sürekli kurumuydu bu bağlamda. Daha sonra onları Nieuw Amsterdam’da (New York) başka zenci emekçiler izledi. İlk gidenler sözleşme yapıyorlardı ama 1640’tan itibaren kölelik Kuzey Afrika İngiliz kolonilerinde kabul edildi. 1661’de Virginia’da ilk “Zenci Mevzuatı”yla ilk meşru düzenlemeler hayata geçti. (Frank, 2004:12)

Benzer Belgeler