• Sonuç bulunamadı

AHMED HİLMİ’DE TANRI’NIN SIFATLARI

Yukarıda genel olarak, Tanrı-âlem münasebetinde, Tanrı’nın sıfatlarına bağlı olarak şekillenen çeşitli Tanrı tasavvurlarının belirleyici ve birinci dereceden rolüne temas etmiştik. Aslında Tanrı’nın sıfatları meselesi, sadece söz konusu münasebette değil tüm dînî ve teolojik görüşlerin ayrım noktası olarak görünmektedir. Çünkü “Tanrı’nın varlığı” ortak paydasında birleşen dinler ve hatta aynı dinin içinde yer alan yorumlar/mezhepler, Tanrı’ya atfettikleri nitelikler yani sıfatlar noktasında ayrımlaşmaya ve farklılaşmaya başlamaktadır.24 Dinler baz alındığında rahatlıkla

söyleyebiliriz ki, tartışmanın asıl koptuğu ve başkalaşmanın başladığı noktada tam da burada yani sıfatlar konusunda kendini göstermektedir.

Acaba düşünürümüz Ahmed Hilmi, Tanrı için hangi ve ne tür sıfatlardan bahsetmektedir? Başka bir soru ile ifâde edecek olursak acaba onun düşüncesindeki Tanrı nasıl bir varlıktır?

Ahmed Hilmi, din ve felsefe taraftarlarının, Tanrı hakkında farklı sıfatlardan bahsettiklerini belirtmiş25 kendisi de eserlerinin pek çok yerinde Tanrı için kimi dînî/kelâmî ve kimi de felsefî nitelikli olan pek çok sıfat kullanmıştır. Şimdi bu sıfatların her birinin ayrıntısına girmeden bu sıfatlardan bazılarını aktarmak istiyoruz.

Ahmed Hilmi, yazılarında, Tanrı’dan isim olarak genellikle “Allah, Zât-ı Bârî, Hakk Teâlâ, Cenâb-ı Hakk vb.” olarak bahsetmektedir. Ona göre, “bütün hakîkatlerin

23 Ş. F. A. Hilmi, Târîh-i İslâm, c. I, s. 199. 24 Krş. Necip Taylan, a.g.e. , ss. 259-260.

gâyesi”, “nihâî hakîkat”, ve “varlığın hakîkatı (hakîkat-ı vücûd)” olan Tanrı26 her şeyden önce bir “vücûd” yani bir varlıktır. Ve bu varlık mutlak anlamda bir/tek (vâhid ve ehad) tir.27

Düşünürümüze göre bu nokta, yani Allah’ın bir olması, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Çünkü daha önce de vurguladığımız gibi, Ahmed Hilmi’ye göre Tanrı’nın bir olması hususu, bir dine “hak” dedirten aslî şartların birincisi ve en önemlisidir. Zaten ona göre, târîhen sâbittir ki bütün ilâhî dinler de hep bu noktada ısrar etmişler ve tevhîd inancını savunmuşlardır.28 Düşünürümüze göre de,

Allah “vâhid” tir ve bu vahdet benzerlerinden (emsâl) farklılaşma mânâsına gelmez. “Ferd” dir, fakat bu teklik sayı dizisindeki çifte karşılık gelen ferdiyet (teklik) değildir. “Ehad” dır, zira birliği mutlak anlamda basitlik (besâdet-i kat’iye) demek olup; parçaların toplamından hâsıl olan “birlik” değildir.29

Ahmed Hilmi’ye göre, şüphe ve inkârı esas alan felsefe ekollerinin dışında kalan diğer felsefe ekollerini, yani insanlığın çok büyük çoğunluğunun geçmişte ve şu anda kabul ettikleri fikirleri incelersek; iki aslın, iki merciin, iki mabudun mümkün olmasının tasavvur bile edilemeyeceğini ve Cenâb-Hakk’ı inkâr etmenin, iki mabud tasavvurundan daha kolay ve mantıkî olduğunu görürüz. Bundan dolayı Platon (m.ö.427-347) ve Aristoteles gibi dâhilerin fikirlerinde gözlenen “felsefî ikicilik” (isneyniyet-i felsefiye) denilen şirk şekli, eserlerinin tamamında görülen gönül aldatıcı yücelikle (ulviyet-i dil-firîb) bile, felsefe önünde ayakta kalamamış ve tam anlamda bir oybirliği ile ilim meydanından atılmıştır. Öyle bir halde ki, Yaratıcı (Sâni’) hakkında cereyan eden tartışmalar, “vahdâniyetle varlığını ikrâr” ve “inkâr” gibi iki noktayla sınırlı kalmıştır.30

Ahmed Hilmi’ye göre Tanrı (Allah); “mutlak” ve “sonsuz” (nâ-mütenâhî) dur. O “sebeblerin sebebi ve müsebbibi”, “son sebeb” (sebeb-i gâî ve illet-i nihâî) ve “bütün varlığın kaynağıdır” (menba-ı vücûd). O varlıklar ve tasavvurlardan hiçbir şeye benzemez. Hiçbir fikir, hiçbir düşünce O’nun hakîkatini kuşatamaz ve ifâde edemez. Zâtî varlığı şartlı veya hiçbir düşünce ile sınırlı değildir. O, “Kayyûm” dur, sonradan olmuş ve mümkün bütün varlıkların sebepleri ve imkânı bu “kayyûmiyyet”

26 Ş. F. A. Hilmi, a.g.e. , s. Aynı yer. 27 Ş. F. A. Hilmi, Üss-i İslâm, s. 22-23.

28 Ş. F. A. Hilmi, Târîh-i İslâm, c. I, ss. 65-67, 297. 29 Ş. F. A. Hilmi, Üss-i İslâm, s. 23.

sâyesindedir. O, “Vâcibu’l- Vücûd” dur. Bu yüzden, varlığı zâtının gereği olup, varlığı vâcib ve zorunludur. O, “Dâim” ve “Bâki” olup yokluğu imkansızdır. Varlığı zâtının gereği olduğundan bir müessirin tesiriyle var olmuş değildir. Allah’ın zâtının varlıkta, kıdemde, hüviyette ortağı ve benzeri yoktur. Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde birdir. Sonradan olmuş ve varlığı mümkün olan şeylerin hüküm ve tesirlerinden, herhangi bir ihtiyaçtan uzaktır. Çok açıktır ki, varlığı vâcib olmanın gerektirdiği şey, hiçbir şeye muhtaç olmamaktır. “Kâim binefsihî” dir; Herhangi bir mekanda yerleşmekle (temekkün) nitelenmiş değildir. Aynı şekilde, şekil, form (hey’et), renk ve keyfiyet ile vasıflanması aklen imkânsızdır. “Ezelî” dir ki; zaman ile sınırlandırılmış olmaktan münezzehtir. Subhânî varlığının kesinlikle bir başlangıcı olmadığı gibi, hâşâ üzerinden yokluk (adem) da geçmemiştir. Varlığı vâcib olmanın apaçık gerektirdiği şey de budur. “Ebedî” dir ki; Rabbânî varlığı, ilelebed her türlü bozulmadan (halel) mukaddes ve yücedir. Bu da ezelî olmanın aklen gerektirdiği bir şeydir. Zira “kadîm” olanın yok olması imkansızdır. “İlim sâhibidir” (Âlim) ve ilmi bütün varlığı kuşatıcıdır (muhîd). “Dilediğini irâde eden” (Mürîd-i muhtar) ve “Mutlak kudret sâhibi” (Kâdir-i mutlak) dir. Yüce zâtına has “işitme” (semi’), “görme” (basar) ve “konuşma” (kelâm) sıfatları ile vasıflanmıştır.

Ahmed Hilmi’ye göre Cenâb-ı Hakk, bütün kemâl sıfatlarla vasıflı ve bütün noksân sıfatlardan münezzehtir. Zâtî yetkinliği (kemâlât-ı zâtiyye), yetkinliğin son noktasında olduğundan insan idrâkinin tasavvur edebileceği yetkinlik tasavvurlarına benzemez. “Mutlak” tır; selb ve isbât ile, nefy ve inkâr ile kayıtlanamaz. “Nâmütenâhî” dir; varlığına şekil, başlangıç ve son tasavvur olunamaz. Zât-ı Bârî, bir çok idealist filozofun iddiâ ettiği gibi, mücerred bir fikir (fikr-i mücerred) veya Ernest Renan’ın ifâdesiyle “bir kategori-yüksek bir cins (cins-i âlî) olmadığı gibi, sonradan olma (hudûs) ve bölünebilirlik (cüz’iyyet) ifâde eden hiçbir tasavvurla ifâdesi mümkün olan bir şey de değildir. Zât-ı Bârî’yi madde, özellik (hâssa) ve hele şahıs gibi tasavvur ediş de bâtıldır. Çünkü “şahsiyet”, “benzerlerinden farklı ve zorunlu olarak sınırlı (mahdûd) ve belirli (muayyen) bir şey” demektir. Cenâb-ı Hakk ise hudûd ve tâ’yînden yücedir. Öbür yandan “hakîkî vahdet” ile “şahıs” fikri bir araya gelmez. Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını tasdîk etmekle beraber bunu bir “insan şeklinde, insandan kıyas ile, insana benzetmekle (antropomorfizm)” tasavvur ve telakkî de bâtıldır. İlâhî Hakîkat hakkında vârid olan özellikler ve sıfatların ( nuût ve evsâf) cümlesi, O’nun zâtının

tecellîleri ve zâtının aynı olduğundan, onlar da “şekil ve şartlarla, âlet ve ta’yîn ile” sınırlı değildir. İnsan idrâkinin O’na atfetme cesâretinde bulunduğu sıfatlar, ancak şekil ve sınırlamadan; nicelik (kemiyet) ve kayıtlamadan (takyîd) uzak olmak şartıyla birer bilgi sembolü (remz-i ma’rifet) dür. İsimleri de birer hakîkat işâreti (remz-i hakîkat) dir.

Ahmed Hilmi’ye göre, bizler, var olan şeyleri (eşkâl-i mevcûdiye), Yaratıcı Zât’a irca’ etmek mecburiyetinde olduğumuzdan dolayı O’na “görücü, bilici, hissedici, işitici vs.” gibi isimler veririz. Durum (şuûn) ve olayların (hâdisât) menbaı ve sebebi olan Zât-ı Bârî’nin “görmez, işitmez vs.” olması imkansız olduğu gibi, “gözle görür, kulakla işitir; şartlarla görür, şartlarla işitir” olması da imkansızdır. “Hiddet, gazab, infiâl, tat alma, ferah, yayılma/genişleme (inbisâd) vb.” özellikler bizim anladığımız mânâda Zât-ı Bârî’ye atf ve izâfe olunamaz. Bu gibi sıfatlar, ilâhî işlerinin, mükevvenât sahasındaki mükellef varlıkların fiillerine karşılık olan ve adâlet ve hikmetinin gereği olan “karşılık (cezâ) ve netice” yi işâret eder. Yoksa, meselâ: “Cenâb-ı Hakk intikâm alıcıdır” demek; “bir şey yapmak istiyor da yapamıyor, çünkü O’na bir takım insanlar engel oluyor, [hâşâ] Cenâb-ı Hakk da buna kızıyor ve bundan dolayı fırsat gözleyerek, imkan zamanı bulduğu anda intikâm alıyor.” demek değildir.

Ahmed Hilmi’ye göre, bu kemâl sıfatları kendinde toplayan Allah’ın mukaddes zâtı “ölümsüz bir hayat sâhibidir.” 31

Görüldüğü gibi Ahmed Hilmi, benimsemiş olduğu tevhîdî görüş çerçevesinde Allah için hem “tenzîhi” hem de “teşbîhi” sıfatları kabul etmiştir. Ancak ona göre, “teşbîhî” sıfatlar konusunda dikkatli olmak gerekir. Çünkü Allah’ın sıfatlarına “insan üzerinden” alınmış anlamlar vermek, Hak Din olan İslâm’ın hakîkatini inkârla eş anlamlıdır.32

31 Bkz. Ş. F. A. Hilmi, Târîh-i İslâm, c. I, ss. 270-271; Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?, ss. 1, 28, 40-41;

Üss-i İslâm, ss. 4, 9, 12, 22-31, c. I, ss. 225-226.

II. AHMED HİLMİ’NİN VARLIK VE ÂLEM ANLAYIŞI

A) AHMED HİLMİ’NİN VARLIK VE ÂLEM ANLAYIŞI (ÂLEMİN