• Sonuç bulunamadı

3.3. Kamusal Mekânlar

3.3.1. Üretilen ve Tüketilen ‘Kamusal’ Mekân

Lefebvre (1976: 21), 19. yüzyıldan itibaren kapitalizmin ayakta kalarak 20. yüzyılı görmesinin ne pahasına gerçekleştiği bilinmese de araçlarının artık bilindiğini belirtir; “mekâna yerleşerek ve mekân üreterek”. Bu noktadan sonra mekân üretmenin

kapitalist sistemin sürdürülmesi için temel dayanak noktası olduğu görüşü giderek ön plana çıkmıştır. Lefebvre ve onun yeri geldiğinde eleştirisini de yapmak suretiyle ardılları denebilecek düşünürler Castells ile Harvey, mekânı üretim süreçleri ve ilişkileri üzerinden değerlendiren düşünürlerdir. Kentsel sorunu Castells emeğin yeniden üretimi olgusundan ele alırken, Harvey ise sermaye birikim süreci noktasından değerlendirmiştir (Şengül, 2001: 17).

Harvey’in, Lefebvre’in ‘Kentsel Devrim’ kitabından kendi tercümesiyle yaptığı alıntı şöyledir36: “Kentsel Devrim sözcüklerini kullandığımızda iktisadi büyüme ve sanayileşme sorunlarının egemen olduğu dönemden kentsel sorunun belirleyici olduğu, kentsel topluma özgü çözüm ve biçimlerin öncelikli olduğu döneme geçişi sağlayan, günümüz toplumundaki yaygın dönüşümlerin toplam birlikteliğini kastediyoruz” (Merrifield, 2012: 177). 60’lı yıllarda Marksizm kentsel sorunlar konusunda neredeyse yüz yıla yakın süren uykusundan uyanmıştır. Bu geri dönüşün mimarlarından Lefebvre, Marksistlerin sanayileşme kadar kentleşmeye, fabrikalar kadar caddelere odaklanması gerektiğini vurgulamıştır (Merrifield, 2012: 24). Kentsel sorun sürecinde Lefebvre’in üzerinde durduğu nokta mekâna yönelik yaklaşımında ortaya çıkmaktadır. Lefebvre, kapitalizmin dayattığı soyut ve değişim değerini ön plana alan bir mekân anlayışı yerine günlük yaşamın geçtiği somut ve kullanım değerine göre konumlanan bir mekân anlayışını savunur. (Şengül, 2001: 15).

Althusser “bir toplumsal formasyonun, üretimde bulunurken, aynı zamanda üretim koşullarını da yeniden üretmezse, hayatını bir yıl bile sürdüremeyeceğini bir çocuk bile bilir” demektedir; Castells37 de Althusserci bir yaklaşımla emeğin üretimini kent boyutunda ele almıştır (Merrifield, 2012: 246). Castells, Lefebvre’i eleştirirken sınıf mücadelesi yerine kent mücadelesini koymanın işçi sınıfının sona erdiğini söylemenin kibar yolu olduğunu ifade eder (Merifield, 2012: 243). Ona göre kentsel mücadeleler sınıf merkezli mücadele ile bütünlendiği ölçüde kapitalist toplumsal ilişkilerin sorgulanmasını sağlar (Şengül, 2001: 19). Castells, mekânın biçimlenmesinin ve kentsel sorunların kapitalizm ve kentsellik arasındaki ilişkiler vasıtasıyla çözümlenebileceğini düşünmektedir. Kapitalist düzende nasıl ki üretimin kaynağı

36 Harvey bu alıntıya Social Justice and the City isimli kitabında yer vermiştir (Merrifield, 2012: 177). 37 Manuel Castells’in çalışmalarında onun 80’lerin sonundan önceki dönemde ele aldığı yaklaşımlar

dikkate alınmıştır. Zira Castells zamanla post Marksist bir çizgiye evrilmiş, kent sorununu teknolojik gelişmelerin etrafında değiştiği biçiminde değerlendirmiştir.

fabrika ise emeğin yeniden üretilmesini sağlayan sürecin kaynağı da kentlerdir (Keleş, 2006: 122).

Harvey gibi düşünürler Castells’i emeğin üretim sürecinin kentsel yapının yegâne amacı olmadığı noktasında eleştirerek bunun yanında toplu tüketiminde önemli olduğunu vurgulamıştır (Keleş, 2006: 125). Castells’in kent sorunu yaklaşımı emeğin yeniden üretimi olurken, Lefebvre’nin kapitalizmin mekânı kullanarak ayakta kalabildiği önermesini önemsememiştir; ancak bu önerme Harvey’in çalışmalarının çıkış noktası olmuştur (Şengül, 2001: 20).

Harvey’e göre kentsel çerçevede üretim ve tüketim arasında karşılıklı bir ilişki söz konusudur. Kapitalizm hiç durmadan kentleşmenin ihtiyacı olan artı ürünü üretirken ürettiği artı ürünün soğrulması için kentleşmeye ihtiyaç duyar (Harvey, 2013: 45; 88). Harvey artı sermayenin emilmesi konusunda başta 1850’lerdeki Paris örneği olmak üzere bugün dünya genelinde yaygınlaşan kentsel dönüşüm, soylulaştırma gibi uygulamaları örnek vermektedir. Gelinen noktada mülksüzleştirme ve yerinden etme uygulamaları kentsel süreçlerin merkezinde yer alır (Harvey, 2013: 60). Bununla birlikte Lefebvre, Castells gibi Harvey de kentsel süreçlerin nasıl bir strateji çerçevesinde kapitalizmi dönüştürmeyi sağlayacağına ilişkin somut öneriler belirtmemektedir (Şengül, 2001: 23).

Geçtiğimiz yüzyılda mekân giderek artı değerin üretildiği yerden çok bu değerin ürünü haline gelmiştir. Bu noktada mekânın üretimi olgusu yeni bir şey değildir, ancak yeni olan toplumsal mekânın toptan ve toplam üretimidir (Lefebvre, 2014: 146-147). Neo-liberal politikaların ve küreselleşmenin ortaya çıkmasıyla birlikte sermayenin yeniden üretildiği mekânlara dönüşen kentler; bu süreçte sermayenin cazibe merkezi olarak ön plana çıkmış ve kentler arası küresel ölçekte bir rekabet başlamıştır (Sert vd., 2005: 102). Bu durum halen devam eden bir süreci resmeder. Kentsel mekân, piyasa mantığı ve talepleri doğrultusunda rekabete dayalı bir büyümenin merkezinde gün geçtikçe daha da fazla metalaşmaktadır (Yavuzçehre, 2010: 69).

Küreselleşme olgusunun mekânı yeniden üretmesi, değiştirmesi ve dönüştürmesi yalnızca küresel boyutta değil; bölge, semt gibi daha mikro coğrafi ölçekleri de birbirine sararak çoklu bir yapıda gerçekleşmektedir (Yavuzçehre, 2010: 124). Küreselleşme süreci içinde kentlerin mekânsal ve sosyal açıdan yeniden düzenlenmesi sonucunda ise sadece kentler arası değil, kentlerin kendi içinde de mekânsal farklılaşma ve kutuplaşma

ortaya çıkmıştır. (Aydın ve Yarar, 2007: 34). Bu süreçte hızla yeniden üretilen ve tüketilen mekân olgusu, mekânsal açıdan ayrışan ve mekândan koparılan kitleler, kentlerin büyük kitlesel eylemelere sahne olmasına ortam hazırlanmıştır. Ancak bu eylemler mevcut iktisadi ve sosyal sistemin yapısından çok genellikle siyasi otoriteye yönelmektedir. Şengül'e (2001: 26) göre devletin kentsel alana yönelik artan müdahalesinin38 de bir sonucu olarak, kapitalizmin bütününe yönelebilecek tepkilerin pek çoğu soyut ve bağımsız gibi algılanan devlete yöneltilip bu şekilde eritilmektedir.

Keith ve Pile, mekânsal pratiklerin asla tarafsız değil, aksine belirli bir ideolojinin taşıyıcısı olduğunu belirtir; mekân politiktir çünkü toplumdaki eşitsiz güç ilişkilerinin hem aracı hem de örtülü bir ifadesidir (Aytaç, 2007: 212). Gelinen noktada mekân her zamankinden daha fazla sömürülen, alınıp satılan, yapılıp yıkılan, kullanılan, suiistimal edilen, üzerinde düşünülen ve uğruna kavga edilen bir yere dönüşmüştür (Merrifield, 2012: 187). Buna karşılık ortaya çıkan ve çıkacak olan tepkilerin başlangıç noktası da mekân olacaktır. Sonuçta yeniden şekillenen kapitalist sistemle ortaya çıkan toplumdaki eşitsiz gelişim süreçlerinin ve buna karşı mücadele politikalarının yeniden tanımlandığı mekân, yerel olacaktır ve bu mücadele politikalarının yerelden kavranışı ile yeni politik mücadele alanları doğacaktır (Sert vd., 2005: 102).