• Sonuç bulunamadı

3.4. Finansal Regülasyonların Araçları

3.4.1. Önleyici ( Ex Ante) Araçlar

129

130

dönüşmesinin önüne geçilmekte ve mevcut rekabetin etkinliği artırılmaktadır (Stiglitz, 1993:48).

Regülatörler giriş kısıtlamalarıyla, mevcut fonların büyük merkezlerde toplanmasının önüne geçmeyi de amaçlamaktadırlar. Finansal kurumlar, kredi verme aşamasında yerel bilgilere önem verirken, mevduat toplama aşamasında bu bilgileri göz ardı edebilmektedirler. Hem iktisadi hem de sosyal perspektiften irdelendiğinde, fon tahsisinin belirli bölgelerde toplanmasının regülatör tarafından istenen bir durum olmadığı ve bu durumu ortadan kaldıracak etkin önlemlerin ivedilikle alınması gerektiği görülmektedir (Barth vd. 2004:209-210).

Yoğun bir biçimde regüle edilen finansal sistemlerde, kâr marjları düşen finansal kurumların piyasadan çekildikleri ya da tam tersi bir yöntem uygulayarak yeni finansal ürünler sunmayı tercih ettikleri gözlemlenmektedir. Sistemik riskin, finansal sistem içerisindeki finansal kurumlar tarafından sunulan yeni ürünler aracılığıyla riskin çeşitlenmesine neden olduğu ve daha riskli faaliyetlerde bulunulmasına imkân sağladığı görülmektedir. Dolayısıyla regülatör, finansal kurumlar aracılığıyla piyasaya sunulan bu yeni finansal ürünlerin değerlendirilmesini sağlamakta ve gerekli gördüğü durumlarda söz konusu ürünü/ürünleri piyasadan kaldırabilmekte ya da faaliyetlerini sınırlamaktadırlar. Finansal piyasalarda oluşabilecek sistemik riskin önüne geçebilmek amacıyla finansal piyasadaki mevcut kurumların arz edebilecekleri uygulamaların daraltılması literatürde faaliyet sınırlaması olarak adlandırılmaktadır. Faaliyet sınırlamalarının gerekçeleri;

• Finansal kurumların diğer sektörlerin alanlarında faaliyetlerini çeşitlendirmesi (sigortacılık, gayrimenkul yatırım danışmanlığı vb. uygulamalar gibi) çıkar çatışmasının yaşanmasına neden olabilmektedir.

• Finansal kurumların faaliyet alanlarının genişlemesi; mevcut işleyişin karmaşıklaşması, istikrarın bozulması ve verimliliğin azalması gibi sonuçları meydana getirebilmektedir. Bu durumlara bağlı olarak söz konusu kurumların denetlenmesinin ve izlenmesinin zorlaştığı görülmektedir.

• Faaliyet alanları genişleyen finansal kurumların daha fazla risk almaları mümkün olabilmekte bu durum ise ahlaki tehlike probleminin artmasına neden olabilmektedir.

131

• Finansal kurumlar, faaliyet izinleri ile siyasi ve iktisadi açıdan güçlenebilmekte bu duruma bağlı olarak ise söz konusu kurumların disipline edilmesi zorlaşabilmektedir.

• Görece büyük finansal kurumlar finansal sistemdeki rekabeti ve etkinliği azaltabilmektedir.

şeklinde sıralanabilmektedir (Barth vd. 2004:208-211).

3.4.1.2. Faiz Oranı Sınırlamaları

Faiz oranları, önemli bir para politikası aracı olmakla birlikte, kamu düzenleme otoriteleri tarafından finansal istikrarın sağlanması amacına yönelik olarak kullanılmaktadır. Faiz oranlarının, genel itibariyle, finansal kurumlar arasındaki rekabeti kısıtlayabilmek amacıyla regülatörler tarafından sınırlandırıldığı görülmektedir (Heremans, 2000:963). Piyasada oluşan fiyatları kontrol etmeye yönelik olarak kullanılan faiz oranı sınırlamaları, aynı zamanda finansal sistemde, sistemik risklerin oluşumunu da engellemeye yardımcı olmaktadır. Buna göre, finansal kurumlar yüksek mevduat faiz oranları aracılığı ile piyasadaki rakiplerine nazaran daha fazla fonu kendilerine çekmeye çalışmaktadırlar. Ancak bu duruma karşılık olarak, kâr marjını artırmak isteyen finansal kurumlar tarafından fon talebi olan bireylere verilen kredilere ait faiz düzeylerinin de arttığı görülmektedir. Bu durumda yatırımcılar fon sağlamanın maliyetinin artması nedeniyle yatırım kararlarından vazgeçmeyi ya da söz konusu kararlarını ertelemeyi tercih etmektedirler. Finansal istikrarı sağlama amacı güden regülatörler ise kredi faiz oranı kontrolleri ve mevduat faiz oranı sınırlamaları ile hem yatırımcıları korumayı hem de piyasadaki olası sistemik risklerin önüne geçmeyi hedeflemektedirler ( Stiglitz,1993: 39).

3.4.1.3.Sermaye Yeterlilik Oranları

Finansal piyasalarda meydana gelebilecek beklenmedik sermaye kayıpları karşısında, finansal kurumları korumaya yönelik olarak kullanılan temel araçlardan birinin sermaye yeterlilik oranı (rasyosu) olduğu görülmektedir (Heremans, 2000:964).

Sermaye yeterlilik oranı uygulaması ile olası banka iflasları karşısında mudilerin korunması, yüksek riskli varlıklara yüksek sermaye zorunluluğu getirilerek riskli davranışlara engel olunması, sermaye standartları belirlenerek hissedarların yönetimi denetlemesinin desteklenmesi ve sermaye kayıpları yaşayan finansal kurumları

132

küçülmeye zorlayarak piyasa disiplinin sağlanması amaçlanmaktadır (Kashyap vd., 2008:443-446). Dolayısıyla sermaye yeterlilik oranı aracılığıyla, banka yöneticilerinin, hissedarlara karşı sorumlu olması ve ihtiyatlı davranmaları sağlanabilmekte bu duruma bağlı olarak ise aşırı risk alınmasının önüne geçilmektedir. Ayrıca sermaye yeterlilik oranı kapsamında tutulan likit fonlar, mudilere güvence vermekte ve beklenmedik mevduat çıkışlarının engellenmesine katkı sağlamaktadırlar. Sermaye yeterlilik oranlarının finansal sistemin bütününe etkisi ise söz konusu kapsamda tutulan fonların, finansal kurumların karşılaşabilecekleri makroekonomik sorunlar karşısında etkili bir tampon görevi görmesi ile ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu doğrultuda ele alındığında, sistemik bulaşıcılığın meydana gelmesinin önlendiği görülmektedir (Prasad, 2010:5-6).

Prasad, ideal bir sermaye yeterlilik oranının üç temel özelliğinden bahsetmektedir. Öncelikle ideal bir sermaye oranının finansal kurumların bireysel ödeme gücünü korumanın yanı sıra finansal sistemin istikranı da gözetecek şekilde oluşturulması gerekmektedir. İkinci özellik, sermaye yeterlilik oranlarının finansal kurumun risk yaratma durumuna göre belirlenmesi gerektiği ve finansal istikrarı tehdit eden kurumların sermaye yeterlilik oranlarının artırılmasının doğru olacağı şeklindeki görüştür. Son özelliğin ise finansal kurumların risk temelli kaldıraç kısıtlamaları ve açık bir likidite standardına bağlı olmasının finansal istikrarı sağlamada mutlak bir unsur olması üzerinde durduğu görülmektedir (Prasad, 2010: 5-7). İlgili literatür incelendiğinde, ideal sermaye yeterlilik oranının, finansal kurumların başarısızlık risklerinin düşürülmesi neticesinde ortaya çıkan marjinal sosyal faydayı, finansal kurumların etkin faaliyet göstermemesine bağlı olarak meydana gelen toplumsal refah kayıplarının neden olduğu marjinal sosyal maliyete eşitleyen düzey olarak belirlendiği görülmektedir (Malkönen, 2004:38-39).

Finansal sistemin istikrarına yönelik olarak kullanılan sermaye yeterlilik oranı uygulanmasında da bazı sorunlar ile karşılaşmak mümkündür. Finansal kurumlar, büyük sermaye kayıpları yaşamaları hâlinde, söz konusu sermaye yeterlilik oranını sağlayabilmek amacıyla mevcut varlıklarını tasfiye edebilmektedirler. Ancak, büyük sermaye kayıplarının birden fazla bankada yaşanması, gerçekleşmesi muhtemel tasfiye satışlarının artması durumunu da beraberinde getirecektir. Dolayısıyla zaman içerisinde varlıkların fiyatları düşmeye ve zararına satışlar yapılmaya başlanacaktır. Söz konusu durumda zararına yapılan satışlar sonucunda finansal kurumların varlıkları giderek

133

azalacak ve tek bir bankada bireysel olarak başlayan risk, sistemin tümüne hızla yayılarak sistemik risk hâline dönüşecektir. Ancak sermaye yeterlilik oranları uygulaması, finansal kurumların daha fazla kâr elde etme güdüsüyle hareket etmelerini ve yasal boşluklardan yararlanarak farklı faaliyetler aracılığıyla gelir sağlamalarının önüne geçilmesi hususunda her zaman yeterli olmayabilmektedir (Kashyap vd., 2008:

445-449). 1988 yılında toplanan Basel Komitesi tarafından ortaya konan “Basel I Uzlaşısı” ile hem sermaye yeterlilik oranının tekdüzeleştirilmesine hem de düzenleyici arbitraj olanağının ortadan kaldırılmasına yönelik adımlar atıldığı ve böylelikle finansal kurumlar arasındaki rekabet eşitsizliklerinin önüne geçilmesinin amaçlandığı görülmektedir. Basel I Uzlaşısı doğrultusunda, minimum sermaye yeterlilik oranı %8 olarak belirlenmiştir. Söz konusu oran, kredi ve piyasa risklerinin toplamının, toplam sermayeye oranı şeklinde hesaplanmaktadır. Ancak 1990’lı yıllarda yaşanan finansal krizler ile birlikte, Basel I’in sorgulanmaya başlandığı görülmektedir. 2004 yılına gelindiğinde ise Basel II düzenlemesi ile sermaye yeterliliği kavramının genişletildiği gözlemlenmektedir. Basel II kapsamında sermaye yeterlilik oranı %8 olarak kalmıştır ancak bununla birlikte risk tanımına operasyonel risk47 kavramı da dâhil edilmiştir (Stephanou & Carlos, 2005:5). 2008 küresel finansal krizin ardından Basel II’nin finansal sistemdeki risklerin tamamını kapsamadığı düşünülmeye başlanmış ve mevcut eksikliklerin giderilmesi amacı ile Basel III uzlaşısı 2009 yılında kabul edilmiştir. Basel III’e göre sermaye yeterlilik oranları aracılığıyla amaçlanan, bireysel anlamda finansal kurumların korunması değil bir bütün hâlinde finansal sistemin istikrarının sağlanması olmalıdır. Ayrıca, bankaların risklilik durumlarına göre bu oranın artırılmasının gerekliliği de vurgulanmaktadır (Prasad, 2011, s.346).

3.4.1.4. Şeffaflık

Daha önceki bölümlerde de bahsedildiği üzere, regülasyonların temel gerekçelerinden biri konumunda olan asimetrik bilgi problemi önemli bir piyasa aksaklığı olarak değerlendirilmektedir. Asimetrik bilgi sonucunda oluşabilecek sistemik riskleri önlemek amacıyla regülatörlerin sık sık şeffaflık aracını kullandıkları görülmektedir. Buna göre şeffaflık kavramı, finansal kurumların yatırımcıların sağlıklı

47 Operasyonel risk: Banka içinde gerçekleştirilen kontrollerdeki aksamalar sonucunda hataların ve/veya usulsüzlüklerin gözden kaçması, banka yönetimde hatalar yapılması ya da banka yönetimi ve/veya personeli tarafından zamana ve koşullara uygun hareket edilememesi sonucunda ortaya çıkan risklerdir (BDDK, 2006).

134

karar vermeleri amacıyla gerekli bilgileri güncel olarak açıklaması olarak ifade edilebilmektedir. Böylelikle yatırımcılara sağlanan enformasyon aracılığıyla, bilgi asimetrisinin önlenmesi ve spekülasyonların engellenmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca menkul kıymet fiyatlarındaki volatilitenin azaltılacağı da düşünülmektedir. Tüm bunların yanı sıra finansal sistem içerisinde şeffaflık sağlandığında, finansal kurumların risk profilleri ile performansları hakkında bilgi sahibi de olunacaktır. Şeffaflık uygulaması aracılığıyla, yatırımcı çekmek isteyen finansal kurum yöneticilerinin risk alma iştahları azaldığı ve böylelikle sistemik riskin önüne geçildiği görülmektedir (Heremans, 2000:965; Llewyn, 1999:33-34).

Ayrıca finansal sistemde işlem gören tüm kurumların şeffaflığı sağlandığında, asimetrik bilgi problemi azalacağından, ters seçim problemleri de ortadan kalkmakta ve yatırımcıların karar alma süreçlerinde daha az işlem maliyetine katlanmaları sağlanmaktadır. Regülatör tarafından standardize edilmiş bilgilerin yatırımcılara sunulması neticesinde daha doğru tercihler yapılması şeffaflık unsurunun pozitif dışsallık yaratan bir araç olarak değerlendirilmesine neden olmaktadır (Llewyn, 1999:33).

Şeffaflık yatırımcılara ve dolayısıyla sisteme yönelik pozitif dışsallıklar sağlamasına rağmen uygulamada bilgi verme zorunluluğunun olması bir takım olumsuzluklara da yol açabilmektedir. Bu kapsamda değerlendirildiğinde söz konusu bilgilerin açıklanma sıklığı ile şeklinin önem arz ettiği görülmektedir. Finansal kurumlara ait bilgilerin sık aralıklarla açıklanması, firmanın menkul kıymet değerlerinin volatil olmasına neden olabilmektedir. Bu durumun nedeni, açıklama sıklığına bağlı olarak, kısa vadeli hareket eden spekülatif yatırımcıların harekete geçmesidir. Ayrıca, bilginin kamuoyuna duyurulması “gürültülü” bir biçimde gerçekleştiğinde, yatırımcıların söz konusu finansal kuruma karşı fikirleri de değişebilmektedir. Yatırımcı söz konusu durumda kararsız kalmayı ya da yatırımından vazgeçmeyi tercih edebilmektedir. Dolayısıyla, şeffaflığın sağlanmasında verilecek olan bilginin seviyesinin optimum düzeyde olması gerekmektedir. Optimum bilgi seviyesi ise verilen bilgiler ışığında sağlanan faydanın, maliyetten daha yüksek olduğu durumu ifade etmektedir (Frolov, 2007: 179-182).

135