• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

2. ARAŞTIRMANIN KURAMSAL ÇERÇEVESİ

2.1. MODERNLİK ve MODERNLEŞME

2.1.3. Gelişme Yazını ve Modernleşme

2.1.3.2. Çoklu Moderniteler ve Batı Dışı Modernlikler

Modernlik, Batılı olmaktan çıkmaktadır. N.Göle

20. yüzyıl modernleşme teorileri açısından bir dönüm noktası olan sosyal olaylar ve buna bağlı olarak gelişen teorik açılımların yüzyılıdır. Bu yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da sosyoloji-evrimci ve işlevselci yaklaşımları- entelektüel eleştirilerden çok tarihsel dönüşümlerle tahribata uğramıştır. Ekonomik Buhrandan, Faşizmin yükselişinden ve Almanya ve Sovyetlerdeki toplama kamplarının çoğalmasından sonra Avrupa, modernleşme rasyonalizasyona olan katı inancından vazgeçmiştir. “İlerlemenin krizi”, “aklın düşüşü” gibi kavramlar Avrupa’nın rüyadan uyanışının ipuçlarını yansıtmaktadır (Touraine, 1999:38). Ayrıca modernleşme fikrinin önemli savunucusu Eisenstadt (1996:18), tarafından modernleşmenin dayandığı temel kuramsal perspektiften evrimci yaklaşımın çöktüğü belirtilmiştir. Eski evrim modellerinin iki temel güçlük nedeniyle çöktüğünü ifade eden Eisenstadt, bunun nedenleri olarak iki durumu sıralar. Bunlardan ilki; insan toplumlarının gelişiminin görece olarak kümülatif ve tek yönlü olduğu yönündeki gelişmeyi evrensel alan yaklaşım, ikincisi ise evrim geçiren toplumların veya kurumların sistematik özelliklerinin olduğu kadar bir aşamadan diğerine geçişin gerçekleştiği değişme mekanizmaları ve süreçlerin tamamen belirlenememiş olmasıdır. Söz konusu teorik ve pratik gelişmeler, modernitenin yeniden değerlendirilmesini zorunlu hale getirmiştir.

Batı modernliği; kapitalist ekonomiyi, liberal demokrasiyi ve özerk bireyi, evrensel, açıkça belirlenmiş ve birbirlerine bağlı gerçeklikler olarak dünyaya empoze etmeyi hedeflerken, ne var ki modernlik dünyanın diğer bölgelerinde böyle anlaşılmamıştır. Modernliğin farklı yorumlanışı ve modernitenin değerlerinde meydana gelen değişimler “postmodernlik”, “geç modernlik”, , “yüksek modernlik”, “akışkan modernlik”, “risk toplumu”, “tüketim toplumu” ve “çoklu modernlikler” gibi yeni teorik ve kavramsal çalışmaları gündeme getirmiştir (Kaya, 2006:13,19). Modernitenin yapısal değişimler geçirerek çoğullaşmasını “düşünümsel modernlik” ve bunun yaşandığı toplumları da “risk toplumu”1 olarak niteleyen Ulrich Beck, modernleşmenin gelmiş olduğu aşamayı şöyle tarif etmektedir: “modernleşme 19.yüzyılda karşıtının yani dinin

geleneksel dünyası ile anlaşılıp hükmedilmesi gereken doğanın zeminlerinde ortaya çıkmıştı: modernleşme bugün 21. yüzyılın eşiğinde kendi karşıtını tüketip yitirdi, şimdi de sanayi toplumunun öncüllerini ve işlevsel ilkelerini baltalayarak kendi kendini hedef alıyor. Modernlik öncesi deneyimin ufku dahilindeki modernleşmen yerini şimdi öz- dönüşlü (im Selbstbezug) modernleşme alıyor. Modernleşme süreci dönüşlü (reflexiv) hale geliyor; kendi kendisini konu ve sorun ediniyor” (Beck, 2011:9,22).

Giddens’in “modernliğin ötesine geçmiş değiliz; onun radikalleşmesi evresini yaşıyoruz” diye kavramsallaştırdığı bu dönemin ayırt edici nitelikleri; “Batı’nın ayrıcalıklı konumunun uçup gitmesiyle birlikte, evrenselciliğin çözülmesi; tarihsel erekselliğin ortadan kalkması, yaygın, kurucu düşünümselliğin kabul görmesi” şeklinde yorumlanmaktadır (Giddens, 2004:55). Postmodern dönem olarak da nitelenen bu dönemin ruhu Lyotard’ın “büyük anlatılara inanmamak” sözlerinde özetlenmiştir (Harvey, 2006:60). “Büyük anlatılar”ın kıyasıya eleştirilerek çöküşlerinin ilan edildiği ve büyük anlatılardan biri olan modernitenin hesaba çekildiği bu dönemde; Postmodernizm; heterojenliğe, farklılığa, paradoksa ve çelişkiye ve yerel bilgiye öncelik veren bir vizyonla, Batı modernizminin tekdüze, ataerkil, rasyonalist ve hiyerarşik yapılarını yargılamıştır (Turner, 2003:30). Böylece modernitenin tekçi yapısının adeta parçalandığı ve özgün Batı formlarından sıyrıldığı bu dönemde postmodern perspektifler ışığında modernitenin çoğulluğu gündeme gelmiştir. Dolayısıyla 19.yüzyıl Batı dünyasında, Batı dışı dünyayı sömürgeleştiren tek bir medeniyet olarak Batı medeniyetinden söz edilirken 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte Batı dışı toplumların da modernleşebilmesinin imkanlarından hatta gerekliliğinden söz edilmeye başlandı. 1945 sonrasında modernleşme konusu, siyasi ve kültürel bir ayrımcılık yerine ekonomik anlamda bir bütünleşme söylemine dönüşürken bu dönemde Batılı olmayan toplumların modernleşmesi ile ilgili hızla artan çalışmalar modernleşmenin, gelişmenin, ilerlemenin, toplumsal refahın paylaşılması argümanları ile gündeme gelmektedir. Bu çalışmalarda modernleşmeye ilişkin süreçlerin Batı dışı toplumsal ortamlarda da denenebileceği fakat bunun gerçekleşmesinin Batının izlediği tarihsel seyrin örnek alınmasına bağlı olduğu yönünde genel bir görüş mevcuttur (Altun, 2011:67-68). Ancak bu yaklaşım, tarihsel koşullar altında ilk defa Batı Avrupa’da ortaya çıkan modernleşmenin zamanla diğer

toplumlara yayılarak çeşitli kırılmalar yaşaması ve toplumların kendi dinamikleri ile eklektik, melez, modernlikler üretmesi, Çoklu Modernlikler ve Batı Dışı Modernlik fikirlerinin gelişmesini gündeme taşımaktadır. Köklü bir dönüşüm geçirmeye başlayan modernlik, Batı dışı toplumlara doğru yayıldıkça göreli olarak özünü yitirmekte, modernliğin Batılı kalıpları yeniden dizayn edilmektedir. Dolayısıyla evrenselci bir modernite anlayışından, yerelci bir modernite anlayışına doğru hareket eden yeni bir entelektüel duyarlılık söz konusudur. Batı ile modernite arasındaki tekelci denklem bir kez kırıldıktan sonra modernitenin bürünebileceği yerel, tarihsel, kültürel biçimlerin çoğulluğu ortaya çıkıyor (Göle, 2010:92).

T.Veblen’nin yaklaşımında kalkınma/modernleşme “eski ve yeninin birbirlerini reddetmeleri” şeklinde açıklanır. Modernleşme veya çağdaşlaşma arttığı ölçüde, geleneksellik azalır. Oysa Bendix’e göre modernleşme ile geleneksellik arasında ters bir orantının bulunduğu- yani biri artarken diğerinin azaldığı- varsayımıyla toplum değişmesine bakmak yanıltıcıdır (Bendix, 2004:166,168). Toplumların Batılı ve Batılı olmayan toplumlar biçiminde iki genel kategoride ele alınamayacak kadar birbiri ile farklı özelliklere sahip olduğunu vurgulayan Levy’e göre modernleşme için gerekli ön şartlar her toplum için farklı farklı olabilir (Atay, 1998:21). Çünkü modernlik, ister araç isterse amaç olarak yalnızca Batılı biçimleriyle özdeş tutulamaz ve tutulmamalıdır. Batılı biçimler, modernliğin illa en iyi biçimi olmadığı gibi nihai biçimleri de değildir. Japonya örneğinin gayet iyi gösterdiği gibi modernleşme yol kat ettiği zaman ve yere uygun biçimlerini bulacak olan küresel bir süreçtir (Kumar,1999:234).

Kimi sosyal bilimcilere göre geçmişte ve bugün birçok modernlik var olmuştur ve var olmaktadır. Modernlik siyasetine katılan birçok insanın hayatında anlamlı bir yeri olan birçok modernlik vardır ve modernlik böyle çoğul bir biçimde kavranmalıdır (Davison, 2006:53).Bu çerçeveden bakıldığında modernleşmenin çoğulluğunu sağlayan faktörler; modernleşmekte olan toplumun yapısındaki farklılaşma düzeyleri, modernleşmenin farklı tarihsel başlangıç noktaları, modernleşen seçkinlerin temel yönelimleri ve toplumun önemli kurumsal alanlarındaki birbirinden farklı değişim temposu olarak sayılmaktadır (Eisenstadt, 2007:199).

Son yıllarda çok sayıda gelişmeler, modernitenin yeniden gözden geçirilişi için teorik alanda önemli bir yer açmıştır. Özellikle S.N Eisenstadt, Charles Taylor, David Martin, Peter Wagner ve diğerleri tarafından açıkça ifade edilen, teorik ufukta doğmakta olan ‘Çoklu Modernlikler’ tezidir. Çoklu Modernlikler tezinin altında yatan temel fikir, dünyanın farklı yerlerinde aynı topluluklardaki farklı gruplarda bile modernite ve onun özellikleri ve güçlerinin farklı şekillerde alınabilir, geliştirilebilir ve ifade edilebilir oluşudur (Smith, 2006:1). Çoklu Modernlikler üzerine çalışmalar yapan Eisenstadt; çoklu modernlikler kavramının genel ve bilimsel tartışmalarda çağdaş dünyanın belirli bir görüşünü-gerçekte modern çağın/tarihin karakteristiklerini- ifade eder. Kavram, 1950’lerde yaygın olan sanayi toplumlarının bütünleşmesi ve klasik modernleşme teorileri görüşü ve gerçekte Marks, Durkheim ve Weberin klasik sosyoloji analizlerine karşı çıkar. Onlar, örtük de olsa modernitenin kültürel programının ve temel kurumsal burç yıldızlarının Avrupa’da geliştiğini, modernitenin yayılmasıyla modernleşme süreçlerinin dünya genelinde hakim olacağını ileri sürdüler. İkinci dünya savaşından sonra bu varsayımların başarısız olduğu kabul edildi. Modernleşmekte olan toplumlardaki güncel gelişmeler, modernitenin Batılı programının homojenleştirici ve hegemonik varsayımlarını çürüttü. Çünkü modernleşmekte olan toplumların çoğundaki kurumların yapısal farklılaşması; aile hayatı, ekonomik ve siyasal yapılar, kentleşme, modern eğitim, kitle iletişimi ve bireysel uyum alanları, onların gelişimlerinin belirli periyotlarında çoklu kurumsal ve ideolojik kalıplara yol açacak tarzda düzenlenip tanımlandılar. Bu kalıplar belirgin olarak modern olmasına rağmen toplumların kendi özel kültürel kurumları, gelenekler ve tarihi deneyimlerinden büyük oranda etkilenmiştir. (Eisenstadt, 2000:1-2). Modernitenin biricikliğinin ortadan kalktığı bu süreçte orijinal Batı modernliği, Batı dışı toplumların modernleşme serüveninde çeşitli dinamikler ve sosyal kurumlarla harmanlanıp sentezlenmektedir. Başka bir tanımlamada Çoklu Modernlikler kavramı; “tek güzergahlı, kültür dışı modernlik anlatımı yerine, modernliğin çok güzergahlı ve kültür-bağımlı yeni bir okuması” (Göle, 2008b:162) şeklinde yorumlanmaktadır. Söz konusu süreçte; “Batı’nın coğrafya, tarih ve kültürüyle tanım kazanmış modernlik deneyimi bugün farklı coğrafyalara açılmakta, yeni kültürel havzalarda yeşermekte, değişik dillerde yeniden anlatılmaktadır” (Göle, 2008b:160).

Eisenstadt’a göre; tüm toplumların mutlaka belirli farklılaşma aşamalarına erişmesi veya böyle bir aşamaya eriştikten sonra mutlaka aynı tipte kurumsal biçimler geliştirmesi için hiçbir neden yoktur. En fazla iddia edilecek şey, farklı toplumlardaki farklılaşma süreçlerinin benzer formel ve yapısal özellikler gösterdiği ve bunların benzer bütünleşme problemleri yarattığıdır. Diğer bir deyişle, genetik (burada kültürel veya toplumsal) “aktarma ve değişme mekanizmaları ile bu veya şu organizma veya türlerin gelişme rotası” arasında mutlaka bir ilişki olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur. Dolayısıyla “gelişme” veya ”modernleşme” temel hatları her yerde aynı olan “tek yönlü” demografik, toplumsal, ekonomik veya siyasal bir süreç değil bilakis modernleşme, farklı çözümlerin mümkün olduğu belirli temel problemler yaratan, ortak bir özü olan, bir süreç veya süreçler dizisi olarak görülmelidir (Eisenstadt, 1996:20, 22). Çoklu modernlikler fikrinin gelişmesini sağlayan dinamiklerin başında klasik modernleşme ilkelerinin aşınması veya geçerliliğini yitirmesi yer almaktadır. Özellikle modernlik-geleneksellik dikotomisi ve modernliğin evrenselliği/evrimciliği iddiaları son yıllardaki çalışmalarla büyük oranda zaafa uğramıştır. Modernleşme ile geleneklerin zorunlu olarak birbirlerini dışlamadıkları tezi 1980’lerden sonra Huntington (1984), Davis (1987), Banuazzi (1987), Wong (1988) gibi yeni modernleşme kuramcıları tarafından vurgulanmıştır. Örneğin Banuazzi, gelişmenin yönünün Batılı değerlere yönelik olma zorunluluğunu yadsımıştır. Bu görüşe göre gelişme sade bir tek yönlü olamaz her gelişmekte olan ülke kendi yolunu kendisi bulabilmelidir. Japonya’da olduğu gibi gelenekler gelişmeyi destekleyebilir. Bunda ülkelerin kültürel/dinsel yapısı belirleyici olmaktadır. Bendix, klasik modernleşme kuramcılarının “geleneksellik”, “evrensellik” gibi kavramları var olanı hem abarttığını hem de basitleştirdiğini iddia etmiştir. Ona göre; tam manasıyla modernleşmiş bir toplumun bütün geleneksel unsurlardan arınmış olacağı fikri anlamsız bir soyutlaştırmadan başka bir şey değildir. Modernliğin gelenekselliği dışlaması gerektiği görüşüne karşıdır. Yanı sıra Barringtin Moore, da modernleşmenin tek yolla gerçekleşebileceğine katılmamaktadır. Ona göre modernleşme, demokratik toplumlarda olduğu kadar demokratik olmayan toplumlarda da ortaya çıkabilmektedir. Modernleşme doğrusal bir süreç değildir, bir toplumda çıkan bir değişimin aynı şekilde başka bir toplumda da ortaya çıkacağını iddia etmek tarihsel

bir yanılgıdır. Singer ise Hint toplumu üzerinde gerçekleştirdiği araştırmalarda geleneksel-modern zıtlaşmasına karşı çıkarak, geleneksel ve modern öğelerin aynı bünyede yer aldığına dikkat çekmiştir. Gusfield’e göre geleneksel-modern kutuplaşması, sosyal bilimlerde genel kabul gören bir yaklaşım olmaktan çıkmıştır. Geleneksel toplumun homojen, geleneksel ve modern biçimlerin daima bir çatışma içerinde oldukları yolundaki görüşler yanlıştır. Eski ve yeni kültürel yapıların herhangi bir çatışma durumuna girmeksizin hatta karşılıklı uyum sağlayarak bir arada var olacağını Hint ve Japon örneklerinde görmek mümkündür (Cirhinlioğlu, 1999:101-103; Bendix, 2004:168; Atay, 1992:60-62).

Samuel Huntington da tekçi modernleşme fikrine karşı çıkarak evrenselleşmiş Batılı modernlik yaklaşımlarının gerçeği yansıtmadığını ileri sürer. Ona göre; “çağdaş dünyada, çoğu modern toplumlar Batılı toplumlar olmuştur. Fakat modernleşme, Batılılaşmayla eş değildir. Japonya, Singapur ve Suudi Arabistan’ın modern, müreffeh toplumlar olmakla beraber Batılı olmadıkları açıktır. Batılıların modernleşen öteki halkların ‘bizim gibi’ olması gerektiği yönündeki zanları bizatihi medeniyetlerin çatışmasını gösteren bir Batılı küstahlığıdır. Slovenlerin ve Sırpların, Arapların ve Yahudilerin, Hinduların ve Müslümanların, Rusların ve Taciklerin, Japonların ve Amerikalıların tek bir Batı-tanımlı evrensel medeniyete mensup olduklarını ileri sürmek gerçeklikten kaçmaktır” (Huntington, 1993:78). Nitekim ona göre; gelişmiş Batı toplumu imgesi; modern bir Müslüman, Afrikalı, Konfüçyüsçü ya da Hindu toplum için anlamlı bir model ya da referans grubu oluşturmuyor olabilir. Bu toplumları değiştirmeyi bir yana bırakıp modeli değiştirmenin, modern bir Müslüman, Konfüçyüsçü ya da Hindu topluma ilişkin olarak bu kültürlerin hüküm sürdüğü ülkelere daha uygun düşecek modeller geliştirmenin zamanı gelmiştir (Davison, 2006:39-40). Görüldüğü gibi modernlik konusunda Weber’den beri süregelen Batının ayrıcalıklı konumu esnetilerek artık Batı dışı toplumların da Batılılaşmadan kendi özgüllükleriyle modernleşebileceği ifade edilmektedir.

Modernlik, çoğu kez doğduğu toplumlar dışında Batılılaşma (Westernization) ile eş tutulmuştur. Geleneksel olarak nitelediği kültürlere kendini karşıt olarak gösteren ve onları er-geç dönüştürme tutkusuyla dopdolu olan modern kültür, diğer kültürler

karşısında önce oluştuğu yere nispetle ilkin “Avrupalılaşma” olarak adlandırılmıştır. Ancak Avrupalılaşma, lokalliği nedeniyle evrensellik iddialarına ters düştüğü için bir süre sonra terk edilmiş ve “Batılılaşma” ifadesi ön plana geçmiştir. Ama Batılılaşmanın da bir sınırlılığı vardı. Batıcılık şöyle veya böyle onur kırıcıydı. Bu noktada yeni bir adlandırılma olarak modernlik kullanılmaya başlanmıştır (Aydın, 2009:10). Batının kendi dışındaki toplumları kontrollü olarak dönüştürme projesi olarak modernleşme; Batı ve onun dışındaki dünya arasında gerilimli ilişkiye dayanmaktadır. Doğu-Batı çatışması olarak da anılan bu ilişkide Guénon, Doğu-Batı ayrımında Doğu olarak Asya’yı ve Batı olarak da Avrupa’yı esas alır. Ancak burada Batı ya da Avrupa zihniyeti ele alındığında Guénon, bir bütün olarak Avrupa ırkına özgü zihniyet ve bu ırkla bağlantılı her şeyi Batı/Avrupa olarak kabul eder. Örneğin Amerika ve Avustralyalılar da bu kategoriye girmektedir (Guénon, 2011:27). Dolayısıyla bir zihniyet olarak beliren Batı, coğrafi bir kavram olmasına karşın sosyolojik bağlamda; Batılı toplumların sosyal, ekonomik, siyasal ve hatta kültürel yapısına tekabül eden topyekün bir tahayyül ve tasavvuru, Batılılaşma ise bu toplumların modernliklerini taklit eden Batı dışı toplumların modernleşme süreçlerini içerir. “Bir kavram olarak Batılılaşma, bir devletin tüm kurumlarıyla ve bu kurumların içsel bağıntılarının eklemleşme tarzıyla, Batı toplumunun bir benzeri haline gelmesi sürecidir. Batılılaşma, teker teker kurumların olabileceği gibi, sınıfsal toplulukların, bireylerin davranışların zevklerin, Batıdaki izafet çevrelerine göre şekillenmesi sürecidir. Batılılaşma, Batılı olmayan bir toplumun, Batı normlarına göre yeniden yapılanması anlamına gelmektedir” (Aslan, 2006:92). Üçüncü dünya toplumları ile geçmişte Batı toplumlarındaki modernizasyonun itici gücünün, üçüncü dünya toplumları açısından dış kaynaklı olduğu önemle vurgulanmalıdır. Bugün üçüncü dünya toplumlarında modernizasyon Batılılaşma anlamına gelmektedir (Berger v.d., 2000:146).

Batı dışı toplumlar açısından modellenmesi nedeniyle Batı; sosyo-kültürel, iktisadi ve politik topyekün bir yaşam tarzını, bir hayat tasavvurunu karşılamaktadır; “Batı nedir? sorusuna, Avrupa diye cevap verenlerin yanında Amerika’yı, dahası Kanada’yı ve Japonya’yı da Batı olarak nitelendirenlerin çoğunlukta olması; Batı kavramının bir coğrafyayı değil, bir medeniyeti simgelediğini göstermektedir. Her ne

kadar Batı medeniyetinin Batı Avrupa’da ortaya çıktığı söylenilse de; bugün Batı yalnızca Avrupa değil, bütün Avrupa da Batı değil. Doğu Avrupa ve Latin Amerika coğrafî olarak Batı olmakla beraber, medeniyet olarak Batı değildirler. Batılılaşma denilen olgu, gelişmekte olan toplumların gerçeği olup, onların Batı medeniyeti içinde yer alma çabalarından başka bir şey değildir” (Ceylan, 2002:226).

Modernleşmeye biraz yakından bakıldığında, onun büyük oranda Batı dışı toplumların, Batılılaşma yönünde yaşadıkları sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. değişimlere karşılık geldiği görülür. Başka bir ifadeyle modernleşmede önemli hususlardan biri, Üçüncü Dünya olarak adlandırılan fakir, geleneksel, gelişmemiş ya da az-gelişmiş ülkelerin, Batı toplumlarının, özellikle de ABD’nin geçtikleri süreçten geçerek modernliğe ulaşma seyirlerini ihtiva etmektedir. Bu anlamda denilebilir ki modernleşme, Batılılaşmanın, Avrupalılaşmanın veya Amerikanlaşmanın bir değişik isimlendirilme biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde modernleşmenin, Batı’nın ve Amerika’nın vasıflarını az-gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere kazandırma girişimi olarak toplumsal değişimin yönünü tayin etme anlamında değer yargısı taşıyan bir kavramsallaştırma olduğu söylenebilir (Okumuş, 2007:5,7). İşin tam da bu kısmında Batı dışı modernlik tartışmaları gündeme gelmektedir. Batılı toplumlardaki modernliğin hangi boyutları ile model alınacağı, özgün bir modernleşme sürecinin mümkün olup olmadığı, Batı ve Batı dışı toplumlar arasındaki güç, iktidar ve sömürü ilişkileri Batı dışı modernliğin önemli yönlerini oluşturmaktadır.

“Batı dışı modernlik” kavramı ile çoklu modernlikler tezine önemli bir katkı, sosyolog Nilüfer Göle tarafından yapılmıştır. Göle (1998), “Batı-dışı modernlik” kavramı ile yaptığı analizlerde, Batılı modernliğin tarihsel ve coğrafi bağlamından koparak Batı dışı toplumlar tarafından nasıl revize edildiğini ifade etmek üzere analitik bir araç olarak kullanır. Batı dışı modernlik, Batı’yı merkezden kaydırarak modernlik üzerine Batı’nın kıyısından yeni bir okuma ve dil üretme çalışmasıdır (Göle, 2008b:163). “Batı modernliğinin-zaman ve mekanda değişerek- nasıl tekrar inşa edildiği, Batılı olmayan aktörler tarafından Batı modernliğinin hangi özelliklerinin seçilerek diğerlerinin göz ardı edildiği Batı-dışı modernlik yaklaşımının konusudur”. Göle’ye göre; “Modernlik, Batı toplumlarının tekeli olmaktan çıktıkça, tekçi bir

modernlik anlayışından, çoğulcu modernlik anlayışına geçilmekte alternatif modernlik modeller” olasılığı gündeme gelmektedir (Göle, 1998a:56). Batılı olmayan modernlikler kavramı Göle’de, dört temele dayandırılır. Bunlar; a) Batı modelinin merkezden kaydırılması, b) ilerlemeci zaman anlayışından eşzamanlı modernlik anlayışına geçilmesi, c) eksik yerine ekstra modern olanın gözlemlenmesi ve d) Geleneksel yerine geleneksizleşme tezleri üzerine temellenme olarak ifade edilmektedir (Göle, 2008b:165).

“Batı dışı modernlikler” kavramıyla Göle, modernleşmenin tek tip olmadığını, çoğul görüntülerle yaşandığı görüşündedir. Bu, modernleşmeyi daima Batı'nın tekelinde gören ve Batı'yı merkeze alan tek-tip, klasik modernleşme kuramlarına aykırı bir yaklaşımdır. Batı dışı modernlik kavramı, bugüne dek Türk sosyologlarında karşılaştığımız hakim modernleşme kavrayışının içini boşaltmaktadır. Modernleşmenin kıstaslarını belirsizleştiren bu yaklaşım son dönemde gündeme gelen yeni tartışmalarla bağlantılıdır. Batı'da, Batı toplumlarını Batı dışı toplumlardan farklılaştırma yönünde güçlü eğilimler ortaya çıkmıştır. Batı, modern çağda görülenin aksine, kendi dışındaki dünyayı modernleştirme misyonunu, sahiplenmeye yanaşmamaktadır. Fiili olarak da dışlayıcı bir tutum geliştirmiştir. Dolayısıyla Batı’nın benzersizliğinin ilan edildiği, evrensellik iddiasından vazgeçildiği bir dönemde, modernliğin birçok yolu olabileceği tezi ile Batı dışı toplumların kendine özgü bir modernleşme deneyimini yaşayabilecekleri ifade edilmektedir (Özcan, 2009:232-233).

Toplumlar kendi ilişki biçimleri ve kurumsal süreçleri ile kendine özgü “biriciklik” niteliği taşırlar. Bu bağlamda kültürel bir otansiteden söz etmek mümkündür. Toplumun yapı ve işleyişini devam ettirmesi yeni durumlara uyum sağlaması da yine toplumun iç dinamikleri ile gerçekleştiğinde toplumsal özgünlük korunmuş olmaktadır. Diğer yandan ithal model ve mekanizmalar bir toplumun bozulmasına da yol açabilir. Bu yönüyle Batılılaşma, süreç olarak sancılı ve çatışmalı bir durum olarak Batı dışı toplumlarda kendini göstermektedir. Toplumlar arasındaki bu eşitsiz ilişki biçimi çeşitli şekillerde değerlendirilmiştir. Göle, orijinal Batı modernliği ile Batı dışı toplumların modernlik deneyimini/ ilişkilerini “zayıf tarihsellik” İbrahim