• Sonuç bulunamadı

1.3 Küresel Toplum: Neoliberal Politikalar ve Toplumsal Yeniden Yapılanma

1.3.4 Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkması

Tüketim kültürünü yaygınlaştıran araç olarak bu dönemde kentler öne çıkarılmıştır. Kentler, ekonomileri, yaşam tarzları ve insanları ile tek bir sistem içerisine girmiştir. Barınma, dinlenme, eğlenme ve çalışma mekanları tüketim ile özdeşleştirilmiştir (Kiper, 2015: 14) ‘Mega kentler’ olarak adlandırılan bu kentler, kısacası tüketimin merkezi olarak işlev görmüştür. Castells’e (2008a: 545) göre bu megakentler ‘kültürel ve siyasal yeniliklerin merkezi ve her alanda küresel ağla bağlantı noktalarının’ oluştuğu yerdir.

Baudrillard (1983) deregülasyon ve özelleştirme politikalarının etkisiyle sermayenin taleplerine göre kentlerin şekillendirildiğini ileri sürerek kent yaşamının estetik bir meta olarak gören projelerle çekici hale getirildiğini belirtmiştir (akt. Akyos ve Danış, 2015: 149-

150). Hizmet sektörü kentlerde kültür endüstrileri halini alırken yeni üst orta sınıfın tercihlerine uygun bir biçimde kentlere rezidanslar, kültür merkezleri, müzeler, festivaller, bienaller, güvenlikli siteler tüketim toplumu olgusunu netleştiren mega alışveriş mağazaları yapılmıştır (Akyos ve Danış, 2015: 163; Kaygalak ve Işık, 2007: 26). Tüketim politikaları, reklam, ambalaj, medya, sinema, müzik endüstrisinin desteği ile bütünleştirilip toplumların yönlendirilmesi sağlanmıştır. Giyimden beslenmeye, eğitimden müzik anlayışına kadar yeni bir toplum yaratılmıştır. Sokaklar dünya markaları ile dolarken yerel mutfakların yerini “fast food” restoranlar almıştır (Kiper, 2015: 17).

Megakentlerin bu özellikleri, toplumsal, ekonomik ve çevresel sorunlarının artmasına yol açmıştır (Zülal, 2006: 19). Örneğin; hizmet sektörünün kentlerde gelişmesi, kentlere göçün artmasına yol açmıştır. İç göçün denetime alınamaması kırsal kültür tarafından kuşatılan kentlerin köyleşmesine, çarpık kentleşmeye neden olmuştur (Kaypak, 2013: 88). Bunun yanında kültürel anlamda farklı grupların bir araya gelmesi bütünleşme sorununu ortaya çıkarmıştır. Sosyal ilişkiler komşuluk temelli olma işlevini yitirmiş (Giddens’tan akt. Kaypak, 2013: 91), kentlerin hızına göre insanlar yaşamlarına yön vermeye başlamıştır. Göçle birlikte nüfusun sürekli artması, insanların sosyal ve ekonomik yönden beklentilerinin karşılanamaması, ayrıca göçlere yönelik yönetimde ve güvenlikte denetimin yetersiz olması suç oranlarında artışları meydana getirmiştir (Yılmaz vd., 2006:21).

Kitleler, megakentlere genellikle iş ve daha iyi bir yaşam koşuluna sahip olma umuduyla gelmiştir. Ancak yaşam koşulları megakentlerde daha da kötüleşmiştir. Özellikle eğitim düzeyleri düşük olanlar, kayıtdışı çalıştırılmak ve altyapı olanaklarının yeterli olmadığı gecekondu bölgelerinde ikamet etmek zorunda kalmışlardır (Yılmaz, 2006: 2). Ya da geleneksel dokunun yer aldığı ama bakımsızlıktan kira ücretlerinin düşük olduğu mahallelere taşınmışlardır.

Kiper (2015: 15-16), bu mahallelerdeki sorunların günümüzde ‘kentsel dönüşüm’ adı altında yenileme ve koruma gibi iki farklı uygulamayla çözülmeye çalışıldığını belirterek uygulamalarda korumadan ziyade yenilemenin yapıldığını, kentlerin belirli parçalarının rant haline getirildiğini ileri sürerek bunun nedenini ise kentlerdeki yerel yönetimlerin, giderek kamu hizmet sunumunu ve kentsel gelişmelerdeki düzenleyici rollerini özel sektöre devretmesi olarak görmüştür. Ayrıca özelleştirme sonucuyla kentlerde yıkılan yapılar yerine çok katlı rant tesislerinin yapımının hedeflendiğini ifade eden Kiper (2015), kentsel dönüşüm projelerinin bir diğer olumsuz yanının ise kentlerin kimliklerini yitirmesine yol açtığını, bu çevrelerde yaşayan insanların çevrelerine yabancılaştığını iddia etmiştir.

Bu sorunların yanında megakentlerde artan nüfus, sanayileşme, hizmet sektörünün genişlemesi, çok katlı binaların yapımı vb. oluşumlar, hava kirliliği, ulaşım sorunları, çevre

kirliliği gibi ekolojik sorunları doğurmuştur. Çünkü megakentlerde genellikle üretimde, ulaşımda, ev ve işyerlerinde kullanılan enerji, fosil yakıtlardan elde edilmektedir. Uzmanlar ise bu enerjinin kullanılmasının sonuçlarını, çevre kirliliği, hava kirliliği, atıklar ve küresel ısınma sorunları ile ilişkilendirmiştir çünkü enerji üretiminin fazlalığı kirliliği de o denli arttırmıştır (Can, 2006: 13).

Ayrıca neoliberal politikalar neticesinde büyüyen ihracat piyasaları, sanayi atıkları, kullanılan kimyasal maddeler; doğal kaynakların tükenmesine, biyolojik çeşitliliğin ve ormanların yok olmasına yol açmıştır. Çevrenin bozulması insanları dünya çapında korkutmakta ve en az yarım milyon insanın geçim kaynağının ortadan kalkmasına yol açmıştır (Mercan, 1999: 507).

Neoliberal politikaların sonuçlarına dair Savran (2008), şöyle bir değerlendirme yapar:

“Küreselleşme, yeni liberalizmin hegemonik konumunu pekiştirir. Emperyalist ülkelerin sosyoekonomik, politik ve kültürel yapılarını bütün öteki ülkelere kendi gelecekleri gibi gösteren emperyalizmin hakimiyeti altında bir bütünleşmeyi bütün ülkelerin çıkarı olarak sunan bir teoridir. Gerçek dünyada ulusal devletler ve milliyetçilik son derece güçlü tarihsel etkenler olarak varlıklarını sürdürürken bunların sonunu ilan ederek, emperyalizmin güncel dinamiklerini ve yakın dönemin gelişme olasılıklarını kavramayı engeller. Küreselleşme teorisi, yeni liberal tarzda bütünleşmenin kaçınılmaz olduğu, herkesin kendisini buna göre uyarlaması gerektiği önermeleriyle işçi sınıfı ve emekçi kitleler saflarında solda ve toplumsal hareketler içinde bir kadercilik ve teslimiyet atmosferi yaratır. Ayrıca yeni sistemin kaçınılmazlığına o kadar inanır ve muhataplarını inandırmaya çalışır ki sistemin sorgulanabileceğini aklında bile geçirmez.’ (Sungur, 2008a) Sistemin sorgulanması, kabul edilmemesi ise başka bir dünyanın mümkün olabileceğini gösterir” (Sungur, 2008b: 156-157).

Nitekim neoliberal politikaların uygulamaları sonucunda ortaya çıkan sorunlar ve değişimler nedeniyle artık sınıf çatışmalarından farklı olarak yeni toplumsal çatışmalar ortaya çıkmıştır. Başka bir dünyanın mümkün olabileceğini düşünen yeni orta sınıflar, sınıf çatışması yerine, yeni düzenin sorunları haline gelen çevrecilik, barış, kadın sorunları ve etnik kimlik etrafındaki sorunlara odaklanmışlardır. Ancak Coşkun’un (2007: 16-17) belirttiği gibi, ‘bu çatışmaların, sınıf hareketini bitirdiği, bundan sonra gelişiminin de olanaksız olduğu, bunun yerine yeni toplumsal hareketlerin geçtiği biçiminde yorumlanması bütünüyle gerçeği yansıtmamaktadır. (…) Zira söz konusu değişimler yeni bir topluma geçiş olarak değil, bizzat kapitalist toplumun kendi içindeki değişimleri olarak okunmalıdır.’

İKİNCİ BÖLÜM

2 YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER

2.1 Yeni Toplumsal Hareketlerin Ortaya Çıkması

Neoliberal politikaların toplumsal paradigması olan yeni sağ ideolojinin dünya ülkeleri tarafından benimsenmesi, sosyal haklar, çevre ve ekonomik gelişim konusunda benzer etkilere yol açmıştır. İşsizlik, özelleştirmeler, çevre kirliliği ve ekonomik krizler bu toplumların ortak sorunu haline gelmiştir (Lelandais, 2009: 77). Yeni toplumsal hareketler (YTH), bu sorunlara karşı tepki niteliğinde ortaya çıkmış, kimi zaman ulusal çapta kimi zaman da sorunların benzeşmesi nedeniyle ulusötesinde ses getirmiştir. Son birkaç yıllık süre içerisinde sosyal eleştirinin odak noktası haline gelen küreselleşme, finansal dengesizlik, ekonomik kriz, küresel eşitsizlik, derinleşen yoksulluk ve toplumsal mahrumiyet, iş kayıpları, Amerikanlaşma ve çevresel bozulma yüzünden kolektif memnuniyetsizliği oluşturan bir unsur olmuştur (Pieterse, 2001: 28).

Küresel kapitalizmin farklı ülkeleri farklı yollarla etkileyen karmaşık bir süreç olduğunu belirten Slavoj Zizek (2013) de benzer bir şekilde kapitalist küreselleşmenin farklı yönlerine karşı tepkileri temsil eden bütün çeşitliliklerin birleşmesinin sonucunda protestoların oluştuğundan bahseder:

“Günümüz protesto eylemleri ve isyanlarının sürekliliğini sağlayan etken, birbiriyle örtüşen çeşitli taleplerin bir araya gelmesidir ve bu başkaldırıların kuvvetini de bununla açıklayabiliriz: İnsanlar, otoriter rejimlere karşı (normal, parlamenter) biçimlerden yana mücadele ediyorlar; özellikle de göçmenler ve mülteciler söz konusu olduğunda ırkçılığa ve cinsiyet ayrımcılığa karşı mücadele ediyorlar; siyasette ve iş dünyasında çürümeye (endüstriyel atıklarla çevrenin kirletilmesine, vb.) karşı mücadele ediyorlar; neo-liberalizme karşı refah devletini istiyorlar; çok partili ritüellerin ötesine geçen yeni demokrasi biçimleri talep ediyorlar. İnsanlar ayrıca, genel olarak küresel kapitalist sistemi sorguluyor ve kapitalizmi aşan bir toplum fikrini canlı tutmaya uğraşıyorlar” (Zizek, 2013: 9-8- 12-13).

YTH, iktidar ile birlikte siyaset ve toplum düzenini eleştirerek özellikle gündelik yaşamın siyaset alanına dahil edilme çabası olarak görülmektedir. Devletin bürokratikleşmesinin sonucunda kolektif kimlikleri şekillendiren ya da onları yok eden kitle medyasının etkisiyle sosyal ihtiyaçların piyasaya uygun olarak metalaşması ve toplumsal yaşamın kültürel yığınlar haline getirilmesi direnişlerin ortaya çıkmasının nedenlerini oluşturmuştur (Mouffe’den akt. Demiroğlu Topal, 2014: 137). YTH’in daha iyi yaşam talepleri ekseninde kutuplaşması ise siyasetin sadece iktidar mücadelesi olmadığını göstermiştir (Yıldırım, 2012: 76).

Benzer bir biçimde yeni çatışmaların, ekonomik dağılım problemlerinden değil, yaşam biçiminin düzenlenmesine bağlı sorunlar tarafından oluştuğuna değinen Habermas (1981), hareketlerin taleplerinin ekonomik çıkarlarından ziyade devletin ve ekonominin baskıcı yapısına karşı yaşam alanlarının özgürleşmesine yönelik olduğunu iddia etmiştir (Demiroğlu Topal, 2014: 137). Bu bağlamda YTH’in, değişik çıkar gruplarını bir araya getirebildiği, bu grupların bir araya gelmelerini sağlayan en önemli nedenin ise politik ortamda hissettikleri ‘demokrasi eksikliği’ olduğu ifade edilmektedir (Tilly, 2008: 13).

Offe’ye (1999: 74) göre YTH’i yaratanlar, ‘daha çok merkezi, bürokratik ve teknoloji çoğunluklu örgütlenme biçiminin gerçekleştirebileceğinden daha ileri düzeyde modern değerlerin yerleşmesine yol açacak bireysel özgürlük ve evrensel değerler gibi değerleri ve düzenlemeleri’ savunanlardır. Anthony Giddens’a (akt. Offe, 1999: 68) göre ise talepler evrensel niteliktedir ya da sadece belirli bir grup içindir. Bu yüzden sınıfsal bir temeli yoktur. Gouldner vd., (Gouldner’den akt. Erbaş ve Coşkun, 2007: 6) de aynı şekilde artık ‘sınıf temelli siyasal kutuplaşmadan değer temelli siyasal kutuplaşmalara doğru gidildiğini’ ileri sürmüştür. Bu nedenle sınıf çatışmasının yerini kültürel kimliklere dayanan hareketler almıştır. Artık çevrecilik, barış, kadın sorunları ve etnik kimlik gibi değerler toplumsal hareketlerin konusunu oluşturmaktadır. Kültürel kimlikler üzerinden hareketlerin yükselerek demokrasiyi geliştireceği düşünülmektedir (Erbaş ve Coşkun, 2007: 6). Hareketlerin en temel ortak noktası yaşanılan dünyaya ‘karşı olma’ eğilimi göstermeleri olarak görülmektedir. Hareketlerin bu yönünü gösteren ise kullandıkları ‘Başka Bir Dünya Mümkün’ sloganıdır (Çımrın, 2009: 151).

Neoliberal politikalarla küreselleşme sürecini yaşayan toplumları, Castells ‘ağ toplumu’, Bell, Piore ve Sabel ‘post-endüstriyel toplum’ , Urry ve Offe ‘örgütsüz kapitalizm’ Touraine ‘programlanmış toplum’ kavramları ile tanımlamıştır (Erbaş, ve Coşkun, 2007: 7). Bu kavramlarla toplumların tanımlanmasının nedeni, bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte internetin, yaşamın tüm alanlarında baskın hale gelmesidir. Özellikle Web 2.0. teknolojisi, insanların, fiziksel mekândan bağımsız bir biçimde 24 saat iletişim kurabilmelerine imkan tanımaktadır.

Sosyal medya ve web tabanlı uygulamalar, bu uygulamalardan faydalanan kullanıcıları içerik üreticisi yapmanın yanı sıra internet üzerinden yürütülen ticari eylemlere ve reklam verenlere de pazarlanan tüketiciler konumuna getirmektedir (Sayımer, 2014: 102-103). Her ne kadar bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan bu değişim, küresel kapitalizmin amaçlarına hizmet etmek için kurulsa da muhalif seslerin de amaçlarına hizmet etmektedir. Özellikle internet kullanımının zaman ve mekan engelini ortadan kaldırması yeni toplumsal hareketlerin tepkilerini küresel ölçekte duyurabilmesini sağlamıştır (Meriç, 2012: 2-3). Bu nedenle YTH,

örgütlenmede ve ses getiren eylemler düzenlemede yeni iletişim teknolojilerinden artık daha fazla yararlanmaktadır (Kalafatoğlu, 2010: 21-22- 27)

Yeni iletişim teknolojileri sayesinde YTH, benzer sorunları yaşayanların katılımıyla ya da desteğiyle hareketi güçlendirebilmekte ve hareketin tüm dünyada ses getirebilmesini sağlayabilmektedir. 1990’lı yıllardan itibaren internetin gelişimine paralel olarak ortaya çıkan internet tabanlı YTH, "sosyal medya" ağlarıyla entegre olarak, yerel ve küresel ölçekli olayların parçası haline gelmiştir (Kar ve Kesim, 2015: 158). Castells (2013: 191) de ‘toplumsal hareketlerin adaletsizliğe karşı öfkeyle ve değişim umuduyla tetiklenen duygusal bir seferberlik ile görüntüler ve mesajların internette ağlar oluşturmasıyla doğduğunu’, her isyanın bir sonrakine örnek teşkil ederek ilerlediğini savunmaktadır. Ayrıca ‘bu hareketlerin farklı konulara odaklanmasına rağmen ortak bir örüntü oluşturan belli ortak özelliklerine değinir ki ona göre bu ortak örüntü, İnternet Çağında toplumsal hareketlerin şeklidir’.

İnternet çağının ilk toplumsal hareket örneği olarak Zapatistalar (Ulusal Kurtuluş Ordusu-EZLN) verilmektedir. Zapatistalardan sonra sosyal ağların direnişin temel araçlarından ve alanlarından biri olarak kullanıldığı diğer hareketlere, Seattle olayları, Afrika ve Ortadoğu'daki Arap Baharı, ABD'de Wall Street'i İşgal Et Hareketi, İspanyada 15-M Hareketi, Yunanistan'da ekonomik kriz sonrasında ortaya çıkan toplumsal ayaklanmalar ve Türkiye'de Gezi olayları gibi direnişler örnek verilmektedir (Şener ve Öğün Emre, 2015: 209).