• Sonuç bulunamadı

ayrıcalıklara böyle bir saldırı Avrupa bütünleşme sürecini engelleyebilir ve hatta AB’nin kendisinin ayrışmasına bile neden olabilir.” (Institude for National Strategic Studies, 1996: 14–15)

Gerçekten de Batı Avrupa’da hem azınlık milliyetçiliklerinin hem de bölgesel partilerin yükselişte olduğunu görülmektedir (Jolly, 2004: 1). Avrupa bütünleşmesi, bölgelere büyük devletlerin sağlayabileceği imkanları (ekonomik istikrar, geniş pazar, savunma vb.) sağlayarak, ülkenin optimum büyüklüğünü etkilemekte;

böylece büyük ülkenin önemini ortadan kaldırarak, küçük, etnik ve heterojen devletleri daha çekici hale getirmektedir (Jolly, 2004: 3). Bu olgunun en önemli göstergesi Avrupa’da bölgesel partilere verilen desteğin 1950’deki yaklaşık %4 oranından günümüzde yaklaşık %15’e yükselmesidir. Aslında buradaki meşruiyet ilişkisi Birlikten ulus devletlere kayan Weber’ci meşruiyetle koşuttur. Yüksek işsizlik oranı ulusal hükümetlerden tatminsizliğe; tatminsizlik de, daha yakın hissedilen bölgesel partilere verilen, protesto oylarına neden olmaktadır (Jolly, 2004: 17).

Zaten bütünleşme de bölgesel partileri hem ekonomik bağımsızlık hem de müzakere güçlerini artırarak daha çekici hale getirmektedir (Jolly, 2004: 19–20).

Bu şartlar altında gelecekte: “Avrupa’yı tehdit eden uluslara bölünmek değil, ne kadar ufak olursa olsun her etnik grup için hem yanıltıcı hem de pratik olmayan bir ulus, dil ve toprak birliğinin sağlanabileceği bir ulus devlet kurma düşüncesi ve kararlılığı [olabilir]“ (Schulze, 2005: 310).

dönüştürmeye yönelik çabasını sürdürürse savunduğu değerleri ve itibarını kaybetme tehlikesiyle karşılaşacaktır. Bu sadece Birliğin içerideki meşruiyeti ve erekselliğinin değil uluslararası kimliğinin de sonu demektir (Telò, 2006: 189–190).

Başarısız modelini korumak isterse uluslararası ticaretteki açıklığını ve küresel karşılıklı bağımlılığını kısıtlayan bir yol seçebilir (Telò, 2006: 218). Böylece halklardan gelen refah talepleri veya bütünleşmenin kendisinden kaynaklanan sorunları muhafazakâr bir tutumla çözülebilir (Telò, 2006: 219). Fakat ekonomik, hukuki ve ideolojik çözümlerin başarısız olmasından kaynaklanan böyle bir eğilim, taleplerin temelleri sosyo-ekonomik de olsa, mantıksal olarak Avrupa’nın ABD modeline koşut askeri bir güce dönüşmesini gerektirecektir. Zaten pek çok Avrupa lideri de AB’nin küresel bir güç olmak için çabalaması gerektiğini vurgulamıştır (Economist, 2004b: 2).

Ancak Telò’nun da belirttiği bu tür bir “müstahkem Avrupa” senaryosu mümkün görünmemektedir. Her ne kadar, sosyo-ekonomik belirsizlikler Avrupalı halkları göçmen karşıtlığı ve ticari korumacılığı desteklemesine neden olabilirse de, Avrupa refah devletlerinden hiçbirinin kaynaklarını sosyal harcamalardan askeri bütçeye aktarma konusunda halklarını ikna etmesi mümkün değildir (Telò, 2006: 220; Economist, 2004b: 4). Bu iç gerilimin Avrupa uluslarının askeri güç olma yönündeki ideolojik farklılıklarının yarattığı gerilimle birleşmesi, Avrupa’nın kaçınmaya çalıştığı ayrışmanın kaçınılmaz hale gelmesine neden olabilir (Telò, 2006: 220). Dahası Avrupa Parlamentosu grup liderlerinden biri olan Hans-Pöttering de vurguladığı gibi: “Avrupa’yı [karşıt bir küresel güç olarak] Amerika karşıtı terimlerle tanımlamak [da] Avrupa’yı ortadan kaldırabilir” (Economist,

2004b: 2). Zaten AB’nin ticari bağları ve kullandığı uluslararası araçlar değerlendirildiğinde muhafazakar bir ekonomi veya kuruluşa dönüşmesinin imkânsızlığı açıkça görülebilir.

Böröcz ve Sarkar’ın belirttiği gibi AB üye ülkelerin sadece bölgesel yetkilerinin “toplandığı ve paylaşıldığı” bir kurum değil, kolonyal ve emperyal miraslarının da “toplandığı ve paylaşıldığı” bir kurum olarak küresel gücün bir parçasıdır (Böröcz ve Sarkar, 2005). AB emperyal egemenliğini koruyabilmek için üye ülkelerini, uluslararası şirketleri, uluslararası kuruluşları (Böröcz ve Sarkar, 2005: 156–161) ve “değer”lerini kullanmaktadır. Ancak ayrışma, daha doğrusu ayrışmanın altında yatan sorunlar, Avrupa’nın tüm bu araçlarının elden çıkmasına yol açabilir. Bu da Avrupa’nın uluslararası arenadaki gücünü ciddi biçimde zayıflamasına hatta çöküşüne neden olabilecektir.

Hâlihazırda AB’nin çıkarlarının sürdürülmesinde kullanılan araçlardan biri üye ülkelerdir (Böröcz ve Sarkar, 2005: 156). AB üye ülkeleri ile arasındaki zımni bir anlaşma ile “pis işlerini” üyelerine yaptırarak hem “Değerler Avrupa”sı görünüşünü korumakta, hem de çıkarlarını sürdürebilmektedir (Böröcz ve Sarkar, 2005: 156–161). Ayrışma ise AB’nin merkezi olarak kullandığı üye ülkelerin güçlerinin yayılarak zayıflaması anlamına gelecektir. Böylece AB vasıtasıyla üye ülkelerin uluslararası güçlerinin eşgüdüm içerisinde kullanılmasıyla kazanılan avantaj yitirilecektir. Dahası Avrupa bütünleşmesinin kendisi Avrupa’nın yumuşak kuvvetinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Yüzyıllarca amansızca savaşmış uluslar için savaşın artık düşünülemez bir seçenek olması ve Avrupa’nın barış ve refah toprakları haline gelmesi, Avrupa’nın dünyadaki olumlu görüntüsüne büyük

katkı sağlamaktadır (Nye, 2004: 77). Komisyon’un ifadesiyle:“ Avrupa değerleri olan demokrasi, sosyal adalet ve sürdürülebilir büyümenin küresel yayılımı bir AB dayanışma siyasetini gerektirmektedir […] İşbirliği ve ortak çaba kültürü ve değerleri, gelişmekte olan ülkelerdeki ortaklara güçlü ve olumlu bir mesaj taşımaktadır…” (AT Komisyonu, 2000: 4). Maull’a göre de sivil kuvvet olabilmenin temel şartlarından birisi “uluslar arası hedeflerin izlenmesinde diğerleriyle işbirliğininin gerekliliğini kabul” (Elgström ve Smith, 2006: 104) etmektir. Oysaki Avrupa’nın ayrışması ve hatta bloklara bölünerek tekrar milliyetçi savaşların pençesine düşmesi olasılığı hem Avrupa’nın olumlu görüntüsünü ortadan kaldıracak, hem de kendi arasında işbirliğine gidemeyen bir Birliğin uluslararası işbirliğini sürdürme kapasitesini sorgulanır hale getirecektir.

AB’nin (daha doğrusu Batı medeniyetinin) diğer bir aracı da uluslararası şirketler ve ticari ilişkileridir. AB açıkça Batı Avrupa ve Kuzey Amerikanın yönetici sınıflarının ortak projesidir (Böröcz ve Sarkar, 2005: 159). Bu gün bile her iki kıt’ada da etkin olan çokuluslu şirketlerin çabalarıyla AB ile ABD arasında bir Transatlantik ekonomik birlik teşkil edilmesi için çalışmalar sürdürülmektedir. AB ile uluslararası şirketlerin arasındaki zımni anlaşma AB’ye bu şirketlere büyüme ve karlılıkları açısından destek vermesi görevini verirken, uluslararası şirketlere de yarattıkları ekonomik, teknolojik, finansal ve ticari bağımlılıklar ve gerektiğinde ilgili ülke yapılarının dönüştürülmesiyle AB’nin gücünü uluslararası alanda genişletme görevini vermektedir (Böröcz ve Sarkar, 2005: 159).

Ancak yaşlanma sorunu Batılı uluslar kadar, bu uluslara bağlı şirketlerin pazardaki başarılarını da olumsuz yönde etkileyecektir. Doğum oranlarındaki

düşüş Batılı ülkeler için ciddi sorunlar oluştururken, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere reel büyüme sağlanması açısından önemli fırsatlar anlamına gelmektedir (Wattenberg, 2004: 134). Gelişmiş ülkelerden kaçan sıcak para ve yatırım (ki teknoloji aktarımını da içermektedir) gelişmekte olan genç piyasalara yönelecektir (Wattenberg, 2004: 144–145). Yatırımı ucuz işgücüyle birleştirebilen ülkeler için bu akım önemli bir gelişme sığası anlamına gelmektedir. Sonuçta ya gelişmekte olan ülkelerin şirketleri pazardaki hâkimiyeti ele geçirecek ya da Batılı çok uluslu şirketler ulusal bağlılıklarından arınarak gerçek anlamda çok uluslu olacaklardır.

Maull’un sivil kuvvetin temel niteliklerinden biri de “… ulusal hedeflere erişmek için askeri olmayan, aslen ekonomik araçların” (Elgström ve Smith, 2006:

104) kullanılmasıdır. Buna paralel olarak Avrupa yumuşak gücünü önemli oranda ticari ilişkilere dayandırmıştır (Petiteville, 2003: 128). Avrupa hâlihazırda fakir ülkelere yönelik denizaşırı gelişim desteklerinin %70’ini karşılayarak (Nye, 2004:

80) ticari ilişkilerini değer ihracatında kullanmaktadır. Yine Komisyon’un ifadesiyle:

“Topluluğun gelişme siyaseti dünyaya Avrupa’nın belirgin bir görüntüsünü (imajını) iletmektedir… Avrupa sosyal değerleri, mevcut sosyal sistemlerin farklılığı ve çevresel meselelere verilen önem, sürdürülebilir büyümenin niteliğine ilişkin, AB siyasetine farklı bir profil vermektedir” (AT Komisyonu, 2000: 15). Fakat topluluğun kendisinin sosyal değerlerinin, mevcut sistemlerinin farklılığının ve sürdürülebilir büyümesinin aslında sürdürülemez olduğu ortaya çıktıktan sonra; topluluğun ticari ilişkilerini ve değerlerini sivil gücüne katkı sağlayacak biçimde kullanması mümkün olmayacaktır.

Bu açıdan günümüzde ekonomik başarısızlığın Avrupa’nın “yumuşak (Nye, 2004: 75–83) (veya sivil [Duchêne, 1973]) kuvveti” ve uluslararası kimliğine vereceği zarar hakkında Avrupa’da artan bir farkındalık vardır (Telò, 2006: 184).

Yine de farkındalık tek başına yeterli olmamaktadır. Mart 2000’de kabul edilen ve yere göğe sığdırılamayan Lizbon Stratejisi AB’yi “2010 yılına kadar dünyanın rekabet gücü en yüksek bilgi-toplumu”na dönüştürmeyi hedeflemekteydi. Ancak ekonomik başarıyı artırmak için gerekli yapısal reformların üye ülkeler tarafından gerçekleştirilememesi ve AB’nin bu alandaki liderliğinin zayıf olması (Cohen-Tanugi, 2005: 59–60) bu tehlikenin savuşturulması ihtimalini de ortadan kaldırmaktadır. Bu alandaki muhtemel başarısızlık, Avrupa’nın sivil gücünü oluşturan başka bir bacağı daha kaybetmesi anlamına gelmektedir.

AB’nin (daha doğrusu Batı medeniyetinin) uluslararası alanda gücünü koruyan üçüncü vasıtaysa uluslararası kuruluşlardır. Bu kuruluşlar Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), “International Monetary Fund” (IMF) ve “European Bank for Reconstruction and Development” (EBRD) gibi iktisadi teşkillerden; BM gibi çok amaçlı teşkillere ve oradan BAB, “Organization for Security and Cooperation in Europe” (OSCE) ve “North Atlantic Treaty Organization” (NATO) gibi askeri ve savunma teşkillerine uzanan geniş bir tayfta yer almaktadır. Ancak bunların arasında en önemlisi, askeri bir kuruluş olan NATO’dur. AB bu kuruluş vasıtasıyla, ki ne AB’nin ne de üye ülkelerinin kontrolü altındadır, dış güvenliğini sağlamaktadır (Böröcz ve Sarkar, 2005: 157). Bu kadar önemli bir görevin aktarımı Transatlantik bağların kuvvetini açıkça gözler önüne sermektedir. Üye ülkelerinin gücünü kullandığı gibi, AB uluslararası kuruluşların arkasına saklanarak değerlerin

koruyucusu pür-ü pak görüntüsünü korumaktadır. Mesela stratejik savunma yükünü NATO’nun sırtına yükleyen AB, güç kullanımı gibi konularda ellerini kirletmeden çıkarlarını koruyabilmektedir. Bu kuvvet paylaşımında AB Batı Medeniyetinin iyi, ABD ise kötü polis rolünü oynamakta; daha yerinde bir ifadeyle AB Batı Medeniyetinin “sivil” kuvvetini, ABD ise “kaba” kuvveti görevini yerine getirmektedir.

Ancak Batının kaba kuvveti olan ABD’nin Avrupa’nın sorunlarından tümüyle azade olmadığı da ortadadır. Hâlihazırda ABD’nin doğum oranları gelişmiş devletler arasında en iyisidir. Ancak nüfus artışı Batılı egemen sınıfı oluşturan

“White Anglo-Saxon Protestant”lardan (WASP) değil, ülkenin asimile edilememiş göçmen nüfusu ve bu nüfusun büyük bir kesimini oluşturan İspaniklerden kaynaklanmaktadır (Huntington, 2004: 223–225). ABD’de WASP’lar arasında görülen düşük doğum oranının nedeni açıkça, düşük seviyede olsa da ABD’yi de etkileyen, “Avrupalılaşma”dır (Wattenberg, 2004: 124). Ülkenin hâkim sınıfı azalırken göçmen nüfusunun hızla artması ve geleneksel yapının aksine bu göçmenlerin asimile edilememesi ABD’nin “Meksikalılaşması” tehlikesini yaratmaktadır. Eğer Huntington’ın ABD’nin Meksikalılaşması ve etnik bölünmesi hakkındaki endişeleri doğru çıkarsa (Huntington, 2004: 324), gelecekte ABD’nin süper güç olarak kalması mümkün olmayacaktır. Wattenberg bu olguyu şöyle özetlemektedir: “Benim için Amerika “Meksikalılaşırken” “Amerikalılaşan” bir dünyayı tasavvur etmek çok güç” (Wattenberg, 2004: 216).

Batı Medeniyetinin zayıflayan sivil kuvvetinin yanı sıra kaba kuvvetini de kaybetme ihtimali çok önemlidir. AB bu kaybı dengeleyecek bir askeri gücü

oluşturmak için gerekli ne siyasi ne de ekonomik güce sahip değildir (Telò, 2006:

31, 33–34, 152). Zaten AB’nin artık savaşlara gönderecek genç insanları da yoktur. Avrupa gün geçtikçe dünya nüfusunun daha da küçük bir parçası haline gelmektedir (Bakınız Şekil III–3). Bu kapsamda sayının tamamen önemsiz olduğunu öne sürmek abes olacaktır. Nüfus güç ve ekonomi için kesinlikle belirleyici bir unsurken, kimi zaman jeopolitik de demografinin bir sonucu olabilir (Wattenberg, 2004: 162). Belki savunma her şey değildir; ancak kendini koruma gücü olmayan bir medeniyetin dünyanın önde gelen medeniyeti olması da söz konusu değildir. Yine de ABD’nin nispi durumunun çöküşünü geciktirecek olması, bu meselenin Avrupa açısından önemini geri plana atmaktadır. Ancak ABD’nin AB’nin ayrışmasına aynı tarafsızlıkla bakması mümkün değildir. ABD’nin ekonomik başarımını sürdürmesi etkin bir ekonomik ortağın varlığına bağlıdır. Öyleyse AB’nin ayrışması ABD’nin de çöküş sürecinin hızlanması anlamına gelecektir.

Şekil III–3 Dünya ve Avrupa Nüfusunun Nispi Gelişimi 1950–2050

0 10 20 30 40 50 60 70

Afrika Asya Avrupa (Genel) AB-27 Latin Amerika ve Karayipler Kuzey Amerika Okyanusya

1950 1975 2005 2050

Kaynak: (BM, 2004: 3, 34–39)

Aslında günümüz Avrupa’sının uluslararası kimliğinin doğrudan, en güçlü ve kaybı halinde telafisi olmayan aracı, onu tüm dünya ulusları karşısında bir başarı örneği haline getiren kendine has sosyo-ekonomik modelidir (Telò, 2006: 2). Bu açıdan, AB uluslararası alanda, özellikle demokrasinin desteklenmesinde, belirgin bir kültürel söylevi izlemektedir (Elgström ve Smith, 2006: 97). AB bu model çerçevesinde serbest pazar ekonomisini ve demokrasiyi sivil gücüyle desteklerken, Batı’nın diğer parçası ABD aynı söylevi mesihvari bir görev olarak (Telò, 2006: 5) ve kaba kuvvetiyle takip etmektedir. AB’nin “örnek” sosyo-ekonomik yapısının korunması sadece içerideki kimliğinin değil uluslararası

alandaki (hem kendi hem de Batı Medeniyetinin) itibarı için de gereklidir (Telò, 2006: 189). Bu model refah ve ekonomik başarısına bağlı olarak Avrupa’nın uluslararası alanda gücünün temelini oluşturmaktadır (European Banking Federation, 2004: 10).

Ancak gelecekte, gelişen bir ekonomi ve istikrarlı bir nüfus yapısını korumak isteyen ülkeler için Avrupalı değerler örnek değil kaçınılması gereken tehlikeler olarak tanımlanacaktır. Çünkü doğum oranlarının düşüşün ve Avrupa sosyal modelinin çöküşünün temelinde maddiyatçılık, bireycilik ve feminizm gibi Batılı değerler yatmaktadır (Wattenberg, 2004: 124). Oysaki feminizm, çevrecilik ve cinsel devrim gibi 1960’ların Batılı hareketler güçlerini nüfus patlamasından duyulan korkudan almıştı. Günümüzde ise gerçek tehlikenin nüfus patlaması değil, sürdürülemez nüfus yapıları olması bu hareketlerin değerinin sorgulanmasına (Wattenberg, 2004: 187) ve hatta reddine neden olacaktır. Dahası “değer”ler Avrupa’sının temelini oluşturan barışçı bütünleşmenin, refah devleti uzlaşısının ve ekonomik başarının “başarısızlıklar” haline dönüşü; Avrupa’nın günümüzde alıştığımız “model”lik niteliğini ortadan kaldıracaktır. Bu da Batı Medeniyetinin

“değerler”inin değersizleşmesi; yani Avrupa’nın uluslararası gücünün temelinin ortadan kalkması demektir.

SONUÇ

“Şahıslar gibi devletlerin [medeniyetlerin] de tabii ömürleri vardır.” (İbn Haldun, 2005: 392.)

Batı Medeniyetinin yükselişi bireyci normlar ve kapitalizm sayesinde gerçekleşmiştir. Ancak Avrupa’yı yukarıya taşıyan değerler tüm sosyal denklemlerdeki gibi, işlevlerini gerçekleştirirlerken, bir takım dışsallıklara da sebep olmuşlardır. Bireyci değerlerin haddinden fazla yüceltilmesi ve kurumsallaştırılması, toplumsal yaşamın idame edilmesi için şart olan, değerlerin yozlaşmasına neden olmuş; kapitalizm ise, Avrupa’da kazandığı vahşetiyle, sınıflararası çatışmaların ve hatta savaşların doğuşuna yol açmıştır. Geçmişte bireyciliğin ve sanayileşmenin yarattığı dışsallıklar refah devleti uzlaşısıyla çözülürken; I ve II. Dünya Savaşlarıyla en şiddetli dışsallıkları yaratan kapitalizmin sınıf çatışmalarının nedenleri “Dünya’da Smith, Avrupa’da Keynes” modeliyle ortadan kaldırılmıştır. Avrupa bütünleşmesi ise, bireyci kapitalist düşünceden doğan bir yönetim biçimini (Liberal Demokrasi) yine bireyci kapitalist düşüncenin bir dışsallığı olan başka bir yönetim biçiminden (Komünizm) koruyabilmek amacıyla, refah devleti ve küresel ekonomi çözümlerinin hassas dengesi üzerine bir kale gibi inşa edilmişti.

Aslında bu tarihsel diyalektik süreç oldukça olağandır. Çünkü tüm toplumlar yaşamları boyunca varoluşlarına yönelik devamlı bir tehdit altındadırlar. Önemli olan tehditlerin ortaya çıkması değil, toplumların bu tehditleri savuşturmak için yeterli esnekliğe sahip olmaları ve ciddi bir tehditle karşılaştıklarında vefatlarını erteleyecek yapısal frenleyicileri devreye sokabilmeleridir (Huntington, 2004: 12).

Avrupa Medeniyeti de, kurduğu hassas dengeyle bahse konu esnekliğin ve

direncin takdire değer bir örneğini sergilemiştir. Ancak en başarılı toplumlar bile eninde sonunda dâhili ayrışma ve yozlaşmanın yanı sıra daha dinç ve acımasız harici “barbar” güçler tarafından tehdit edilirler (Huntington, 2004: 12). Kimi zaman bahse konu yozlaşma yükselirken kendisini yukarıya taşıyan değerlere, yarattıkları dışsallıklara rağmen, bağlılığın sürdürülmesinden kaynaklanır. Tarih, bu meyanda, pek çok medeniyetin yükseliş ve çöküşüne şahitlik etmiştir. Rousseau’nun dediği gibi: “Roma ve Sparta bile yok olduktan sonra, hangi devlet sonsuza değin sürmeyi umut edebilir ki?” (Rousseau, 1996: 143). Bu kapsamda, Batı medeniyetinin bir istisna olması için hiçbir sağlam neden yoktur. Gerçekten de, Avrupa Medeniyeti kendini refah uzlaşısının hassas dengesiyle kurtardığında, bu düzeneğin gün gelip de kendi boynundaki ilmeği sıkacağını ön görememiştir. Hatta kendi yaratımından o kadar büyülenmiştir ki, ideolojilerin ve tarihin sonunu bile müjdelemiştir (Friedman, 1999; Fukuyama, 1992).

Avrupalılar bu hayale kapılmakta pek de haksız değillerdi. Avrupa’nın kurduğu sistem, özellikle 1970’lerin ortalarına kadar, kendilerine lale devri yaşatmıştır. Ülkelerinde yarattıkları sistemin refahını süren mutlu Avrupalı görüntüsü dünyanın tüm fakir ülke vatandaşlarının gözünün önünde arzuların maddeleşmesi olarak yıllarca yer almıştır. Bu refah ve mutluluk, Avrupa’nın kurduğu uluslararası sistemin ürünüydü. AB çağdaş Batı liberalizminin rüyasını gerçekleştirmiş: karlılığı ve gerekli sosyal dönüşümleri yaratırken bu işlerin pisliğinden ari kalabilmiş bir yapı oluşturmayı başarmıştı (Böröcz ve Sarkar, 2005:

167). Adam Smith’in “görünmez el”ini ekonomik alandan siyasi alana taşıyabilmiş;

dünya nüfusunun sadece %6’sını barındırmasına rağmen dünya GSMH’sının

dörtte birinden fazlasına sahip olmuş; parmağını bile oynatmadan çevresindeki ülkelerin bağlılıklarını sağlamış; Avrupa’nın jeopolitik rüyası olan tampon sahayı oluşturup, doğal ve sosyal kaynakları eline geçirmiş; dünyadaki mevcut kolonilerin yarısından fazlasına sahip olmasına ve şiddet, vahşet, ırkçılık ve soykırım dolu tarihine rağmen siyasi değerlerin sembolü olarak görünmeyi başarabilmiş;

dünya’nın tek askeri süpergücü olan NATO tarafından desteklenmesine rağmen tarafsız, barışçı ve kibar görüntüsünü korumayı başarmış (Böröcz ve Sarkar, 2005:

167) ve tüm bunları dış siyasetini üzerine dayandırdığı başarının “değerler”iyle gerçekleştirmişti.

Ancak gün gelmiş bu mutluluğun temelleri çatırdamaya başlamıştır. Bretton-Woods sisteminin çöküşü Batı’nın gerilemesinin başlangıcı oldu. Sistemin yıkılmasıyla Avrupa, bireycilik ve kapitalizmin dışsallıklarından kaynaklanan, dâhili ayrışma ve yozlaşmanın etkilerini her gün daha fazla hissetmeye başladı. Ancak yıkım çok daha şiddetli ve acılı olmaktaydı; çünkü Avrupa halklar bu sefer yüksekten düşmekteydiler. James Maede’nin belirttiği gibi Keynes’çi fikirler dönüp dolaşıp çözdüğü sorunları tekrar yaratmıştı (Symes, Levy ve Littlewood, 1997:

236–237). Bir zamanların tam istihdamın keyfini süren ülkelerde işsizlik şiddetle hissedilmeye başlamış; işsizliğe getirilen Keynes’çi çözümler ise enflasyonu körüklemişti. Liberal ekonominin büyüsüne fazlasıyla kapılmış olan Avrupa, kaybolan ekonomik dinçliğini, geçmişte yıkımına neden olan “çok” serbest ekonominin kucağına dönerek telafi etmek istemiştir. Tek Pazar projesi ve yerel küreselleşme olan bölgesel bütünleşmeyle “Smith”i Avrupa’ya geri sokmuşlardır.

Böylece refah devleti ve kapitalizmin bütünleşik varlığını korumak için kurulan

sistemlerden biri daha amacının dışına çıkarılarak, işlevsizleştirilme süreci başlamıştı.

Zaten küreselleşmenin, zaten kendisine karşı kurulan bir sistem olan, refah devletiyle beraber varlığı her halukarda sürdürülebilir değildi. Çünkü Avrupa altın çağlarını yaşadığı dönemde, refah devleti toplumsal dengeleri geri dönülemez biçimde değiştirmişti. Refah devleti uzlaşısının yarattığı yaygın destek sisteminin dönüştürülmesini imkânsızlaştırmış; geleneksel toplumsal yapıları zayıflatarak sisteme yüklenen beklentilerin haddinden fazla şiddetlenmesine neden olmuş;

geleneksel yapılara verilen zarar çocuksuzlaşma, buna bağlı olarak da yaşlanma sorunun temellerini atmış ve çalışma ahlakında yarattığı yozlaşmayla ekonomik dinçliği yok etmiştir. Dahası, refah devletinin yaratımı olan yaşlanma başka bir kısır döngü yaratarak sistemik direnci daha da artırmış; ekonomik gelişimin temeli olan nüfus artışını azalışa çevirmiş; etkin nüfusu azaltarak girişimciliği, yaratıcılığı ve arz/talep yapılarını bozmuş; son olarak da, devlet bütçelerini, emeklilik ödemeleri ve sağlık harcamalarıyla, son haddine kadar zorlamaya başlamıştır.

Sistemi dönüştüremeyen ve halkların taleplerini karşılamayan ulusal ve Avrupa siyasetçileri ciddi meşruiyet sorunlarıyla karşılaşmaya başlamışlardır.

Avrupa seviyesinde bütünleşme karşıtlığı yükselirken, merkez siyasetçilerin başarısızlıklarından bıkan halklar kendilerine yakın hissettikleri popülist ve milliyetçi siyasetçilere koşmaktadırlar. Kapitalist dışsallıklardan kaynaklanan popülizm ve milliyetçilik yükselişi Avrupa tarihinde bilindik bir olgudur. Bütünleşme kuramsalcıları tarafından faydacı temelleri sürekli vurgulanmış olan Avrupa bütünleşmesinin bu şartlar altında hayatta kalması olanaklı görünmemektedir.

Kaldı ki, ayrışma olgusu her geçen gün kendini daha açık biçimde ortaya koymaktadır. Maastricht Referandumunda yaşanan krizin Anayasal Antlaşma Reformundaki redde dönüşmesi, Birlikten ayrılma isteğinin kamuoyu yoklamalarından merkez siyasetçilerinin ağzına taşınması ve hatta Anayasal Antlaşma metnine bir madde olarak eklenmesi hep ayrışmanın emareleri olarak gözlerimizin önüne serilmektedir.

Avrupa’da yükselen milliyetçilik tarihsel bağlamda bir döngü olarak da değerlendirilebilir. I. Dünya Savaşı öncesinde kapitalizmin dışsallıklarına karşı daha güçlü bir koruma sağlar gibi görünen ulusçuluğun yükselişi ve ulusçuluğun başarısızlığının ardından sosyalist temellere dayanan refah devletinin yükselişi.

Günümüzde bu döngü, yine kapitalizmin dışsallıklarına bağlı olarak, refah devletinin başarısızlığı ve bu sefer milliyetçiliğin yükselişi olarak tekrar başa dönmüştür. Avrupa demokrasileri, tıpkı I. Dünya Savaşının ertesinde olduğu gibi, ekonomik sorunların artmaya devam ettiği bir ortamda sandviç misali (Schulze, 2005: 271) popülist söyleve doğru sıkışmaktadır. Öyleyse Weber’in belirttiği gibi

“Almanya’nın [Avrupa’nın] birleşmesi, bir ulusun [ulusların] yaşlılık zamanında oynadığı bir gençlik oyunuydu” (Schulze, 2005: 244) ve Avrupa’nın 1914’de başlayan kendini yok etme sürecini sadece ertelemiştir (Schulze, 2005: 259) 37.

Sonuç olarak gücün geleneksel ölçülerinin tümünde Avrupa, hem ulusal hem de bütünleşme seviyesinde, gerilemektedir (Economist, 2004b: 4). Ancak bu

37 İbn Haldun, bazen devletlerin (bu Avrupa’nın durumumuzda bir medeniyettir) yaşamlarının son dönemlerinde bir süre için dinçlik gösterebileceklerini belirtmiştir (İbn Haldun, 2005: 558).

Gerçekten de Avrupa’nın II. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı yükseliş böyle bir yükselişi andırmaktadır. Aslında çöküşün kapitalist sistemle toplum arasındaki gerginliklere bağlı olarak 1914 yılında başlamış olmasına rağmen Avrupa’nın Lale Devrinin arkasında itici güç olarak ABD görülebilir. Dinç bir devlet olarak ABD’nin çıkarlarının Avrupa’nın varlığını gerektirmesi Avrupa’nın çöküşünü geciktirmiştir.

sefer Avrupa ne bu gerilemeyi ne de oluşan dışsallıkları engelleyecek toplumsal esnekliğe sahip değildir. Çünkü Avrupa, daha önce kendini kurtarmak için oluşturduğu, kurumların yarattığı katılıklarla toplumsal esnekliğini kaybetmiştir. Bir medeniyetinin yaşamını devam ettirebilmesi için birinci derecede öneme sahip olan bu özelliğin kaybı; Avrupa’nın kendisine yönelen darbelerin katılaşan sistemi yıkıp dökmesiyle sonuçlanmaktadır. Bu Avrupa tipi modernleşme projesinin açık iflası anlamına gelmektedir (Beck, 2000: 8). Gün gelecek geçmişte pek çok medeniyet gibi, tarih Avrupa’nın çöküşüne de şahitlik edecektir. Görünen odur ki, buna tarihin yanı sıra bizler de şahitlik edeceğiz. Yine gün gelecek Avrupa’nın bıraktığı boşluğu dinçlikleriyle dolduracak barbarlar gelecektir. Kim bilir belki de geleceğin dinç barbarları şimdiden yola çıkmış olan Çin ya da Hindistan38, belki de genç nüfusları ve gelişen ekonomiler ile Brezilya, Meksika veya Türkiye olacaktır.

Belki bunu bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey varsa o da tarihin Mısır, Pers, Roma, Çin, Türk ve Avrupa Medeniyetleri için tekerrür ettiği gibi geleceğin barbarları için de tekerrür edeceğidir.

38 Hindistan, Çin ve Rusya’nın nüfus sorunları için bakınız (Eberstadt, 2006).

KAYNAKÇA

KİTAPLAR Aristoteles, Birinci Çözümlemeler.

Aristoteles, Nikhomakhos’a Etik.

Addnett, N. ve Hardy, S. (2005), The European Social Model: Modernization or Evolution?, Massachusetts: Edward Elgar Publishing Inc.

Baldwin, R.E. ve Wyplosz, C. (2004), The Economics of European Integration, Londra: McGraw-Hill.

Beck, U. (2000), What is Globalization?, (çev.) Camiller, P., Madlen: Blackwell Publishers Inc.

Bonoli, G., George, V. ve Taylor-Gooby, P. (2000), European Welfare Futures:

Towards a Theory of Retrenchment, Cambridge: Polity Press.

Bromberger, S. ve Bromberger, M. (1969), Jean Monnet and the United States of Europe, (çev.) Halperin, E.P., New York: Coward-McCann Inc.

Castles, F.G. (2004), The Future of the Welfare State: Crisis Myths and Crisis Realities, Oxford. Oxford University Press.

Crouch, C. (1999), Social Change in Western Europe, New York: Oxford University Press.

Darwin, C. (1998), The Origin of Species, Herdtfordshire: Wordsworth Editions Ltd.

Deutsch, K.W. et.al. (1957), Political Community and the North Atlantic Area:

International Organization in the Light of Historical Experience,

Princeton: Princeton University Press.

Deutsch, K.W. (1963), The Nerves of Government: Models of Political Communication and Control, Londra, Free Press of Glencoe.

--- (1968), The Analysis of International Relations, Englewood Cliffs: Prentice-Hall Inc.

Deutsch, K.W. ve Edinger, L.J. (1973), Germany Rejoins the Powers; Mass Opinion, Interest Groups, and Elites in Contemporary German Foreign Policy, New York: Octagon Books.

Dinan, D. (2004), Europe Recast: A History of European Union, Hampshire:

Palgrave Macmillan.

Dougherty, J.E. ve Pfaltzgraff Jr., R.L. (1981), Contending Theories of International Relations: a Comprehensive Survey, New York: Harper Collins Publishers.

Easton, D. (1965), A Systems Analysis of Political Life, New York: John Wiley &

Sons Inc.

Elgström, O. ve Smith, M. (2006), The European Union’s Roles in International Politics: Concept and Analysis, New York: Routledge.

Esping-Andersen,G. (1990), Three Worlds of Welfare Capitalism, Princeton:

Princeton University Press.

--- (1996), Welfare States in Transition: National Adaptations in Global Economies, Londra: Sage Publications.

Etzioni, A. (1965), Political Unification: a Comparative Study of Leaders and Forces, Londra: Holt, Rinehart and Winston Inc.

Ferrera, M. (2005), The Boundaries of Welfare: European Integration and the New Spatial Politics of Social Protection, Oxford: Oxford University Press.

Friedman, T. (1999), The Lexus and the Olive Tree, New York: Farrar Straus Giroux.

Fukuyama, F. (1992), The End of History and the Last Man, New York: Free Press.

Geyer,R.R. (2000), Exploring European Social Policy, Cambridge: Polity Press.

Gillingham, J. (2003), Eurepean Integration, 1950–2003: Superstate or New Market Economy, Cambridge: Cambridge University Press.

Gray, A. (2004), Unsocial Europe: Social Protection or Flexploitation?, Londra: Pluto Press.

Haas, E.B. (1958), The Uniting of Europe: Political, Social, and Economic Forces, 1950-1957, Kaliforniya: Stanford University Press.

--- (1964), Beyond the Nation-State: Functionalism and International Organization, Stanford: Stanford University Press.

Hallstein, W. (1962), United Europe: Challange and Oppurtinity, Massachusetts: Harvard University Press.

Herakleitos (2000), Kırık Taşlar, (çev.) Alova, İstanbul: Bordo Siyah Dünya Klasikleri.

Hix, S. (2005), The Political System of the European Union, New York:

Palgrave Macmillan.

Hobson, J.M. (2006), Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, (çev.) Ermert, E.,

İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Holton, R.J. (1998), Globalization and the Nation-State, Londra: Macmillan Press Ltd.

Hooghe, L. ve Marks, G. (2001), Multi-Level Govarnance and European Integration, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers.

Huntington, S.P. (2004), Who Are We?: the Challenges to America’s National Identity, New York: Simon & Schuster.

İbn Haldun (2005), Mukaddime, (haz.) Uludağ, S., Ankara: Dergâh Yayınları.

Jones, R.A. (2001),The Politics and Economicsof the European Union, Second Edition, Massachusetts: Edward Elgar Publishing Inc.

Kleinmann, M. (2002), A European Welfare State? European Union Social Policy in Context, Hampshire: Palgrave.

Kropotkin, P. (1972), Mutual Aid: A Factor in Evolution, New York: New York University Press.

Lindberg, L.N. (1963), The Political Dynamics of European Economic Integration, Kaliforniya: Stanford University Press.

Lindberg, L.N. ve Scheingold, S.A. (1970), Europe’s Would-be Polity: Patterns of Change in the European Community, New Jersey: Prentice-Hall Inc.

Mally, G. (1973), the European Community in Perspective: the New Europe, the United States, and the World, Massachusetts: Lexington Books.

McNeill, W.H. (1998), Dünya Tarihi, (çev.) Şenel, A., Ankara: İmge Kitabevi.

Menon, A. ve Wright, V. (2001), From Nation State to Europe?: Essays in Honour of Jack Hayward, Oxford: Oxford University Press.

Moravcsik, A. (1998), Centralization or Fragmentation?: Europe Facing the Challanges of Deepening, Diversity and Democracy, Maryland:

Council on Foreign Relations.

Milward, A.S. et.al. (1995), the European Rescue of the Nation-State, Cornwall:

Routledge.

Mitrany, D. (1966), A Working Peace System, Chicago: Quadrangle Books.

Nelsen, B.F. ve Stubb, A. (2003), The European Union: Readings on Theory and Practice of European Integration, Hampshire: Palgrave Macmillan.

Morgan, G. (2005), The Idea of a European Superstate: Public Justification and European Integration, Princeton: Princeton University Press.

Nye Jr., J.S. (2004), Soft Power: The Means to Success in World Politics, New York: PublicAffairs.

Parsons, T. (1977), the Evolution of Societies, (der.) Toby, J., Englewood Cliffs:

Prentice Hall Inc.

Pelkmans, J. (2001), European Integration: Methods and Economic Analysis, Essex: Pearson Education Ltd.

Pentland, C. (1973), International Theory and European Integration, New York:

Free Press.

Razin, A., Sadka, E. ve Chang W.N. (2005), The Decline of the Welfare State:

Demography and Globalization, Massachusetts: The MIT Press.

Rieger, E. ve Leibfried, S. (2003), Limits to Globalization: Welfare States and the World Economy, Cambridge: Polity Press.

Rosamond, B. (2000), Theories of European Integration, Palgrave: Hampshire.

Rousseau, J.J. (1996), Toplum Sözleşmesi, (çev.) Erenulu, A., Ankara: Öteki.

Samuelson, P.A. (1966), İktisat, (çev.) Demirgil, Y., İstanbul: Menteş Kitabevi.

Schulze, H. (2005), Avrupa’da Ulus ve Devlet, (çev.) Binder, T., [İstanbul]:

Literatür Yayıncılık.

Snow, C.P. (2001), İki Kültür, (çev.) Birkan, T., Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.

Sorokin, P.A. (t.y.), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, (çev.) Öymen, M.M.R., C. I, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları.

Södersten, B. (2004), Globalization and the Welfare State, Hampshire: Palgrave Macmillan.

Sykes, R., Palier, B. ve Prior, P.M. (2001), Globalization and European Welfare States: Challenges and Changes, Basingstoke: Palgrave.

Symes, V., Levy, C. ve Littlewood, J. (1997), The Future of Europe: Problems and Issues for the Twenty-First Century, Hampshire: Macmillan Press Ltd.

Taylor-Gooby, P. (2001), Welfare States under Pressure, Londra: Sage Publications.

Telò, M. (2006), Europe: a Civilian Power? European Union, Global Governance, World Order, New York: Palgrave Macmillan.

Wattenberg, B.J. (2004), Fewer: How the New Demography of Depopulation will Shape our Future, Chicago: Ivan R. Dee.

Wiener, A. ve Diez, T. (2004), European Integration Theory, Oxford: Oxford University Press.

Zeitlin, J. ve Trubek, D.M. (2003), Governing Work and Welfare in a New Economy, Oxford: Oxford University Press.

MAKALELER

Alber, J. (1988), “Is There a Crisis of the Welfare State? Cross-National Evidence from Europe, North America and Japan”, European Sociological Review, Cilt IV, Sayı 3 (Aralık 1988), 181–207.

Bongaarts, J. (2002), “The End of the Fertility Transition in the Developed World,”

Population and Development Review, C. XXVIII, S. 3 (Eylül 2002), 419–443.

Bosco, A. (1996), “What is Federalism? Towards a General Theory of Federalism,”

South Bank European Papers, Sayı 1.

Böröcz, J. ve Sarkar, M. (2005), “What Is the EU?,” International Sociology, C. XX, S. 2 (Haziran 2005), 153-173.

Buelens, F. (1989), “Globalization and the Nation-State: an Introduction,” (der.) Buelens, F., Globalization and the Nation-State, Cheltenham: Edward Elgar Publishing Inc., 1-5.

Busch, K. (2001), “Economic Integration and the Welfare State: the Corridor Model as a Strategy for an European Social Policy,” (der.) Haller, M., The Making of the European Union: Contributions of the Social Sciences, Berlin: Springer-Verlag, 25–42.

Brams, S.J. (1966), “Transaction Flows in the International System”, The American Political Science Review, Cilt LX, Sayı 4 (Aralık 1966),