• Sonuç bulunamadı

işçi ücretlerinin rekabet edebilir seviyelere çekilmesine neden olurken, bu sefer de artan yoksulluk nedeniyle vatandaşların refah devletine bağımlılığı artırılmaktadır.

Tablo II–1 Bazı Avrupa Ülkelerinde Aktif Nüfusun İstihdam Oranı 1960–2006

Ülkeler 1960–1967 1968–1979 1980–1990 1991–1996 1997-200618

Almanya 69,8 67,4 63,7 61,0 65,3

Birleşik Krallık 71,4 70,7 67,6 66,9 71,2

Fransa 67,2 65,5 60,4 55,8 62,1

İspanya 59,8 58,5 47,3 46,9 57,6

İsveç 72,3 75,2 79,8 71,3 72,3

İtalya 60,2 55,8 54,5 48,2 55,0

Kaynak: (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 53–57; Eurostat, 2007a)

Çok uluslu şirketler işgücü piyasasına olan etkilerinin yanı sıra piyasalardan sermayelerini çekerek veya vergilerini hangi ülkelerde ödeyeceklerine karar vererek de ülkelerin ekonomilerini hatta siyasetlerini yönlendirebilmektedirler (Beck, 2000: 2; Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 57–60). Vergi toplama bölgesel bir faaliyet olarak kalırken bölgesellikten sıyrılan şirketler üretimlerini bir ülkede yapıp, vergilerini başka bir ülkede verebilmekte ve bir başka ülkeden ise altyapı yatırımı talep edebilmektedirler. Siyasetçilerin hamisi olduğu ekonomik büyümenin gladyatörleri başka ülkelerden hizmet talep ederken vergilerini en az vergi tahsil eden ülkelerde ödemektedirler (Beck, 2000: 5). Siyasetçiler ise çokuluslu şirketlerin yatırımlarını çekerek en azından biraz iş imkânı yaratabilmek

18 1997 sonrası artış AB’nin istihdamda esneklik politikasının eseridir. Ancak bu gelişme hemen olumlu olarak kabul edilmemelidir. Özellikle 1990’lardan sonra Avrupa işgücü piyasasında gerçekleşen büyümenin neredeyse tamamı kadınların işgücüne katılımının artmasıyla gerçekleşmiştir (infra: 61, 69). Ancak kadınların işgücüne katılımındaki artış, bir sonraki bölümde gösterildiği gibi, çocuksuzlaşmaya yaptığı katkı nedeniyle ancak bir Kadmos Zaferi olarak

umuduyla, bir yandan zaten işsizliğin kaynağı olan sıkı maliye politikalarını daha da sıkılaştırırken diğer yandan da şirket vergilerini düşürmeye çabalamaktadırlar.

Hükümetlerin çok uluslu şirketleri tatmin etmek uğruna 1980’lerden bu yana şirket vergileri, işgücü piyasası ve rekabet piyasası gibi alanlarda çeşitli reformlara başvurduklarını gösteren kanıtlar mevcuttur (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 60).

Küreselleşmenin yarattığı vergi ve istihdam baskısı hükümetlerin sosyal politikaları uygulama gücünü de elinden almaktadır. Aspinwall Avrupa refah devletlerinin içinde bulunduğu bu cendereyi “Kutsal olmayan Üçleme” olarak nitelendirmektedir. Aspinwall bu tanımı geliştirdiği araştırmasında sermaye serbestîsi, serbest ticaret ve sosyal/işgücü piyasası politikalarının eşzamanlı olarak uzun dönemde idame edilemeyeceğini göstermiştir (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 67). Enflasyonu kontrol edebilmek amacıyla tam istihdam politikalarından kısıtlayıcı makroekonomik politikalara geçilmesi refah devletinin altını boşaltmaktadır. Sıkı para politikaları işsizliği refah devletini tehdit edecek seviyelere taşırken, organize işgücünün sermaye karşısındaki pazarlık gücünü de azaltmaktadır. Ancak bir yandan da, yerel politikalar günden güne tam istihdam politikalarından anti-enflasyonist politikalara geçen ülkelerin değiştirdiği uluslararası piyasalar tarafından belirlenmektedir.

Böylece devletler kendi inisiyatiflerinde yürüttükleri küreselleşme politikalarıyla, Marx’ın uzun süre önce öngördüğü gibi, bir anlamda kendi mezar kazıcıları haline gelmişlerdir (Beck, 2000: 3). 1970’lerden önce kapitalizmin doğasında yer alan çatışmaların Avrupa uluslarınca evden uzak tutulmasında araç

olarak kullanılan küreselleşme (Södersten, 2004: 36) 1970’lerde sınırlarını tüketerek kendini üreten ulusların sınırlarından içeri girmiştir. Pazar ekonomisinin küreselleşerek kendi elini besleyen eli yiyeceği öngörüsünün Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yapılan tanımını hatırlamak bile ulus devletlerin karşı karşıya olduğu sıkıtının nedenlerini anlamak için yeterlidir:

“Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar ihtiyacı burjuvayı kürenin tüm yüzeyi boyunca kovalar. Her yere yuvalanmalı, her yere yerleşmeli her yere bağlantılar kurmalıdır.

Burjuva dünya pazarını istismarıyla her ülkedeki üretim ve tüketime kozmopolitan bir karakter verir... Tüm ulusları, tükenmenin acısıyla, burjuva üretim biçimini benimsemeye; içlerine medeniyet olarak adlandırdığını almaya, yani kendisi burjuva olmaya, zorlar. Tek kelimeyle, kendi suretinden bir dünya yaratır.” (Marx ve Engels, 1848)

Marksistler için refah devletleri kapitalist gelişimin kaçınılmaz bir sonucudur.

Kapitalizmin kâr odaklılığı ve istismarcı yapısının işgücünün sömürüsüne devam edebilmesi, sömürünün döngüsel yapısının pazar talebini yok etmemesi ve çatışmanın önlenmesi için refah devleti düzenlemeleri zorunludur. Ancak refah devleti toplumsal bütünleşme işlevini, ancak sistem seviyesinde kapitalist işlevlerin aksatılmasıyla, gerçekleştirebilir. Bu da eninde sonunda refah devletinin işlevselliğiyle kapitalizmin işlevselliğinin çatışmasına neden olacaktır (Alber, 1988:

183–184). Bu tetkik elbette kapitalizmin anavatanı Avrupa’daki refah devletlerinin üzerine tam olarak uyan bir tanımdır (Taylor-Gooby, 2001: 1). Siyasi liderlerin

çoğu zaman küreselleşme karşısında güçsüz oldukları söylevine sığınarak, yarattığı tüm sosyal rahatsızlıklara karşın, uluslararası ekonomik bütünleşme taraftarı siyasetlerini sürdürmeleri (Buelens, 1989: 3) Marksist ve Weber’ci liberal tetkiklerle tutarlılık arz etmektedir (Alber, 1988: 183–184). Aslında izlenen politikalar genellikle küresel zorunluluklardan değil ekonomik seçkinlerin çıkarlarını ilerletecek koalisyonların baskılarının sonucu olarak gerçekleşmektedir (Hooghe, [2006]: 22).

Uzun dönemde refah devletinin kendisi de insanların güdüleri ve normlarına etki ederek kendi temellerini yıkıcı yönde etkiler gösterebilir. Lindbeck bu olgunun gerçekliğini kanıtlayan bir çözümleme sunmaktadır (Södersten, 2004: 156–164).

Örneğin, araştırmalar cömert işsizlik desteklerinin uzun dönemlerde işsizlik destekleriyle yaşayanlara karşı olan toplumsal normları değiştirdiğini göstermektedir. 1980’lerde Hollanda’da yürütülen bir araştırma genç ve sağlıklı gençlerin dikkate değer bir kesiminin işsizlik desteğiyle yaşamayı olumsuz bir şey olarak değil ama “sosyal hak” olarak benimsediklerini göstermektedir (Södersten, 2004: 158). Hastalık mazeretine ilişkin çalışmalar daha cömert imtiyazların daha fazla hastalık izni alınmasına neden olduğunu göstermektedir (Södersten, 2004:

156–159). Yine Avrupa’da erken emekliliğe ilişkin cömert şartların erken emekliliği cesaretlendirerek etkin emeklilik yaşını düşürdüğü görülmektedir (Södersten, 2004: 159). Bunlara bağlı kaçınılmaz bir diğer olgu ise destek dolandırıcılığıdır.

İsviçre’de yapılan bir çalışma hasta çocuklarına bakmak için günlük izin verilen çalışanların %10’unun ya aslında işte yada çocuklarının kreşlerde olduğunu göstermiştir (Södersten, 2004: 160–161). Yine başka bir çalışma İsviçre’deki

erkeklerin çoğunun önemli spor olaylarının olduğu günlerde hastalık mazereti beyan ettiğini ortaya koymuştur.

Bütün bunların yanı sıra Lindbeck refah devleti uygulamalarının girişimciliğe karşıt toplumsal normların doğuşuna da neden olduğunu belirtmektedir. Refah devleti düzenlemelerine dayalı yaşamın rekabetçi girişimci normlar üzerindeki olumsuz etkisi tespit edilmiştir. 1970 ve 1980’lerde İsveç’te yapılan araştırmalar girişimcilere olumsuz bakıldığını göstermektedir (Södersten, 2004: 163-164).

Elbette bu tür norm dönüşümleri ulusal ekonomilerinin hem üretim hem de etkinlik açısından zarara uğrayarak uluslararası rekabet karşısından dezavantajlı duruma düşmelerine neden olmaktadır.

Lindbeck refah devletinin toplumsal normlar üzerinde yarattığı etkinin muhtemel reformların olumlu etkilerini de ortadan kaldırabileceğini göstermiştir.

Mesela Solow ABD’de yapılan reformun ardından çocuklu bekâr annelerin iş arama çabalarında yükselme olmasına rağmen, Avrupa’daki tecrübelerin tam aksi yönde sonuçlar verdiğini tespit etmiştir. Ancak Södersten’in de dikkat çektiği gibi bu tür olumsuz etkilerin sadece ahlaki norm dönüşümünden değil ulusal pazarların istihdam yaratma kapasitesinden de kaynaklanabileceğini de göz önünde bulundurmalıyız (Södersten, 2004: 9). Bu kapsamda incelememizin bir sonraki kesiminde Avrupa pazarlarının istihdam yaratma imkânının, yaşlanmanın getirdiği sorunlarla, derin yaralar aldığı gösterilecektir.

Lindbeck refah devletlerinde kişilerin desteklerle yaşamayı yada çalışarak yaşamayı seçmelerine neden olan kritik bir ücret olduğunu savunmaktadır. Ona göre eğer destekler sadece orta derecede cömert ve desteklere bağlı olarak

yaşamaya karşı toplumsal normlar kuvvetliyse seçmenler mutedil refah düzenlemelerini destekleyeceklerdir. Oysaki ekonomi kendini bir şekilde desteklerden yararlananların sayısının yükseldiği ve desteklere dayalı yaşamaya karşı normların zayıfladığı bir durumda bulursa seçmenler daha cömert düzenlemeleri destekleyeceklerdir (Södersten, 2004: 166).

Böylece refah devletinin kendisi statüko’yu koruyan (Taylor-Gooby, 2001: 3) ve yapısal dengesizlikler yaratan bir etken olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bunun makroekonomik boyuttaki en güzel örneği küresel ekonominin erozyona uğratması beklenen Avrupa refah devletlerinin gösterdiği şiddetli mukavemettir. Demografik sorunlar, işgücü piyasalarındaki katılıklar ve aile yapısındaki değişiklikler Avrupa refah devletlerinin reformunu zorunlu kılmaktadır. Hâlbuki mevcut sosyal politikalar bu sorunların hem yaratıcısı hem de destekçisi olarak reformun önünde ciddi engeller oluşturmaktadır. Bazılarınca tüm bu etkenlere rağmen Avrupa refah devletlerinin sosyal harcamalarının azalmamasının küresel “dibe yarış” savının yanlışlığını (Södersten, 2004: 37; Castles, 2004: 46) gösterdiği savunulmaktadır.

Gerçekten de Avrupa refah devletleri geleneksel harcama biçimlerini muhafaza etmekte ve küreselleşmenin gerekleri karşısında değişime şiddetle direnmektedirler (Taylor-Gooby, 2001: 1). Kite bu olgunun siyasi mukavemet alanlarıyla ekonomik açıklığın karşılıklı ilişkisinin incelenmesiyle (Bakınız Tablo II–

2) açıklanabileceğini savunmuştur (Södersten, 2004: 213).

Tablo II–2 Ekonomik Açıklık ve Yerel Mukavemet İlişkisi Yerel Mukavemet Kaynakları Kuvvetli Zayıf

Kuvvetli AÇIK MUKAVEMET Ekonomik Performans: Zayıf

AÇIK TARAFTARLAR

Ekonomik Performans: İyi

Ekonomik Açıklık

Zayıf

ZIMNİ MUKAVEMET

Ekonomik Performans: Zayıf veya daha kötü

ZIMNİ TARAFTARLAR

Ekonomik Performans: İyi veya daha İyi

Kaynak: (Södersten, 2004: 272)

1980’lerdeki ekonomik açılmanın sosyal harcamalarda artışa neden olduğunu tespit eden Kite böylece sosyal harcamaların sadece açılmanın yarattığı küçülme baskısından değil mevcut uzlaşıların yarattığı genişleme baskısından da etkilendiğini göstererek kuramını desteklemiştir (Södersten, 2004: 226).

Mukavemetin en önemli nedeni sosyal imtiyazların kapsamının veya miktarının genişletilmesiyle bu imtiyazları kısıtlamanın siyasi maliyetinin çok farklı şeyler olmasıdır.

19 ve 20. yüzyıllarda vatandaşlık hakları ve sosyal imtiyazların genişletilmesi ulus devletler için siyasi itibar kaynağı olmuştur (Holton, 1998: 102).

Bu uzun süreli hak ve imtiyaz genişlemesinin yarattığı yoğun çıkar gruplarının siyasal açıdan reformlara karşı örgütlenme imkânı, refah harcamalarının

kısıtlanması yönündeki politikaların izlenmesini zorlaştırmaktadır (Hix, 2005: 275 ve Taylor-Gooby, 2001: 3). Dahası, refah devletinin yaygınlaşması sosyal programların ilk destekçileri olan sendikalar, siyasi partiler ve çıkar gruplarının tekelinden sıyrılmasını sağlayarak yaygın çıkar grupları yaratmıştır. Bu olgu sendikaların 1973’den bu yana azalan gücüne (Beck, 2000: 2; Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 60) ve pek çok ülkede 1980’lerden bu yana siyasetin sağa doğru kayışına rağmen çağdaş refah devletlerinde her hangi bir gerileme olmayışını açıklamaktadır (Moravcsik, 1998: 153).

Bu şartlar altında gerekli reformları gerçekleştirmek isteyen siyasetçiler ya yaygın çıkar gruplarını reformun gerekliliğine ikna edecek yada uygulamalarının görünürlüğünü azaltacaklardır (Moravcsik, 1998: 151, 153). Çağdaş refah devletlerinin imtiyazlarının yaygınlığı, halkların ikna edilmesini zorlaştırmaktadır.

Politikaların azaltılmış görünürlük içerisinde tedricen gerçekleştirilmesi ise reformlara imkân verirken, siyasetin uygulanmasındaki gecikmeler beklenen etkileri azaltıcı veya yok edici yönde rol oynayabilmektedir. Ciddi reformları kısa sürelerde gerçekleştiren küçülme politikaları ise seçimlerde oy kaybı anlamına gelmektedir ki demokrasinin yapısal gereklilikleri bu tür reformları olanaksız hale getirmektedir.

Çıkar gruplarının etkisinin yanı sıra oy verenlerin kayıp ve kazançlara olan asimetrik tepkiler de reformu imkânsızlaştıran etkenlerdendir. Sosyal psikoloji üzerine yapılan araştırmalar bireylerin menfi ve müspet risklere farklı tepkiler verdiğini göstermiştir (Moravcsik, 1998: 151–152). Bireyler gelecekte daha çok zarar görmeleri ihtimali karşısında bile mevcut imtiyaz ve çıkarlarını korumayı

tercih etmektedirler (Södersten, 2004: 166). Seçmenlerin adaylara yönelik bakışlarını müspet tutumlara oranla menfi tutumlar çok daha ciddi biçimde etkilemektedir. Böylece küçülme politikası taraftarı siyasetçiler politik tercihleri ile siyasal gelecekleri arasından seçim yapmak zorunda kalmaktadırlar (Moravcsik, 1998: 152; Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 72).

Ulusal seviyedeki bu katılık refah devletinin Avrupa seviyesine taşınmasına da engel teşkil etmektedir. Her ne kadar bazı yazarlar refah devletinin yarattığı olumsuzlukların zamanla kamuyu reform yanlısı olmaya ikna edebileceğini savunmaktaysa da, Bonoli, George ve Taylor-Gooby’nin de belirttiği gibi son dönemdeki araştırmalar ve Eurobarometer anketleri Avrupa vatandaşlarının müdahaleci refah devletine karşı olmadığını aksine hala refah devletinin normatif değerlerine inandıklarını ortaya koymaktadır (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 84). Hatta Anglo-Sakson ülkelerinin hükümet harcamalarının artırılması yönünde talepler bulunmaktadır (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 95).

Bu çerçevede, refah devletinin sürekliliğine yönelik toplumsal mukavemet ile ekonomik açıklığın etkileşimi üzerine incelemesini 1990’lı yıllara genişleten Kite her ne kadar sosyal harcamalarında kesintiye gitmeyen ülkelerin uluslararası ekonomi tarafından cezalandırıldığına yönelik kesin bir ilintiye rastlamamış olsa da sosyal harcamalardaki küçülmenin GSMH artışıyla doğrudan ilişkisi olduğunu kabul etmiştir (Södersten, 2004: 232). Ancak Kite’ın incelemesi, sosyal harcamalardaki küçülmeye yönelik olması nedeniyle, küreselleşmenin devletlerin küçülmesi yönünde yarattığı baskıyı tam olarak anlamamız için yeterli değildir.

Çünkü toplumsal uzlaşı nedeniyle sosyal harcamalarda kesinti yapamayan Avrupa

hükümetleri başka kalemleri kısarak küreselleşme baskısını hafifletme yoluna gitmektedirler. Tablo II–3, AB’nin üye ülkeleri devlet bütçelerinin de tüm diğer uluslar gibi küreselleşmenin talebi olan küçülmeden nasibini aldığını göstermektedir. Castles da çalışmasında kamu harcamalarının sosyal kaleminden ziyade diğer alanlarının baskı altında olduğu sonucuna varmıştır (Castles, 2004:

30).

Tablo II–3 AB Ülkelerinde 1995–2006 Dönemi Genel Devlet Harcamaları

GSMH’nın Yüzdesi olarak Genel Hükümet Harcamaları Ülkeler

1995 2006 Değişim

Almanya 54,8 45,4 -9,4

Avusturya 56,0 48,9 -7,1

Belçika 51,9 49,0 -2,9

Birleşik Krallık 44,6 44,8 -0,2

Bulgaristan --- 36,6 ---

Çek Cumhuriyeti 54,5 42,1 -12,4

Danimarka 59,6 51,2 -8,4

Estonya 43,6 33,2 -10,4

Finlandiya 61,6 48,8 -12,8

Fransa 54,5 53,4 -1,1

Güney Kıbrıs --- 43,9 ---

Hollanda 56,4 46,1 -10,3

İrlanda 41,0 34,1 -6,9

İspanya 44,4 38,5 -5,9

İsveç 67,1 55,6 -11,5

İtalya 52,5 50,1 -2,4

Letonya 38,9 37,0 -1,9

Lituanya 35,7 33,6 -2,1

Lüksembourg 39,7 40,4 -0,7

Macaristan --- 32,0

Malta --- 43,1 ---

Polonya 47,7 43,3 -4,4

Portekiz 42,8 46,2 +3,4

Romanya --- 52,5

GSMH’nın Yüzdesi olarak Genel Hükümet Harcamaları Ülkeler

1995 2006 Değişim

Slovakya 47,0 37,3 -2,7

Slovenya 54,0 46,3 -7,7

Yunanistan 51,0 46,1 -4,9

AB-15 51,9 46,6 -5,3

AB-27 50,019 43,7 -6,3

Kaynak: (Eurostat, 2007b)

Genel olarak refah devleti düzenlemelerinin sosyal ve siyasi istikrara katkıda bulunarak yatırımı ve ekonomik gelişmeyi güçlendireceği varsayılmaktadır.

Oysaki Hükümet harcamaları ile ekonomik etkinlik arasındaki ilişkiyi belirleyen grafik kamburdur. Bu nedenle pek çok iktisatçı Avrupa ülkelerde hükümet harcamalarındaki artışın (nominal değil reel artış), bu ülkeler için ekonomik etkinlik açısından kamburun aşağı tarafına geçiş anlamına gelebileceğine inanmaktadır (Södersten, 2004: 154). Refah devleti harcamalarındaki mukavemet ile bütçenin geneli üzerindeki gerileme baskıları birbirleriyle karşılaştığında iç dinamiklerce desteklenen refah devletinin uluslararası ekonominin gerektirdiği optimal bütçenin üzerinden “aşırması” ihtimalini karşımıza çıkmaktadır. Öyleyse refah devletinin mukavemeti sorunları ötelemekten başka bir şey yapmamaktadır (Taylor-Gooby, 2001: 185). Aslında Avrupa refah devletleri zaten sorumluluklarını ve kendine yönelik beklentileri her halükarda karşılayamayacak kadar fazla genişlemiştir (Moravcsik, 1998: 148). Bu genişlemenin olası bir sonucu biriktirilen katılıkların gelecekte çok daha şiddetli sonuçlar doğurmasıdır. Gerçekten de benzer olgular,

Esping-Andersen’in ayrımı doğrultusunda üç farklı tipteki (Esping-Andersen, 1990), Avrupa refah devletlerinin reform tarihlerinde açıkça görülebilmektedir.

Bismarck tipi refah devletlerinin 1960 ve 1970’lerde benimsedikleri yüksek asgari ücretler, katı nispi ücretler, yüksek bordro vergileri, cömert ve uzun süreli işsizlik destekleri ve katı iş güvenliği mevzuatları işgücü piyasasında ciddi dengesizlikler ve düşük verimlilik yaratmıştır. Buna rağmen 1970 ve 1980’lerde yapılan reformlarla bu aksaklıklar giderilmek yerine işsizlik ücretleri daha da artırılmış, iş güvenliği yasaları daha da katılaştırılmış ve yaratılan yükü taşımak için bordro vergileri artırılarak refah devletinin yarattığı tüm dengesizlikler daha da şiddetlendirilmiştir (Södersten, 2004: 151).

Böylece işgücü piyasasında aktif politikalar yerine pasif transfer ödemeleri, yüksek ücretleri idame ve işgücünün arzının kısılması gibi geleneksel politikalarını tercih eden Bismarck tipi refah devletleri geleneksel yapılarına uygun bir tutum takınmışlardır (Sykes, Palier ve Prior, 2001: 91). Ancak 1980’lerden 1990’lara kadarki süreçte Avrupa ekonomilerinin istihdam yaratmadaki zafiyetinin asıl nedeni erkeklerin işgücü katılımının düşmesidir (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 228–

229). Bu çekilmenin bir kısmı erken emeklilik şeklinde iken bir kısmı ise çalışma yaşı içerisindeki erkekler arasında gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Avrupa işgücü piyasasında 1990’larda gerçekleşen büyümenin neredeyse tamamı kadınların işgücüne katılımının artmasıyla gerçekleşmiştir. Yani Avrupa’daki işsizlik sorununun temelinde katılım oranlarının düşüklüğü değil, ekonominin istihdam yaratma gücünün olmaması yatmaktadır (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 228–

233). Bu kapsamda Esping-Andersen de Kıt’a refah devletlerinin üzerine

kurulduğu refah devleti/aile/iş bağının, günümüzdeki işgücü esnekliğini sağlayamaması nedeniyle, kendini besleyen eli yemeye eğimli olduğunu belirtmektedir (Esping-Andersen, 1996: 79–80).

1988’lere kadar başarı örneği olarak görülen İskandinav refah devletleri de 1990’lı yıllarda örneği olmayan işsizlik oranlarıyla karşılaşmışlardır. Tüm İskandinav ülkelerdeki işsizlik oranları tahammül sınırının ötesindeki rakamlara yükselmiştir. Pek çok iktisatçı bu gelişmeleri, küreselleşmenin ve Avrupa bütünleşmesinin daha da öne çıkardığı, rekabet gücünün refah devleti uygulamaları nedeniyle bu ülkelerde daha da zayıf olmasına bağlamaktadırlar (Esping-Andersen, 1996: 32). Bu nedenle İskandinav ülkeleri kamu sektörlerini genişleterek istihdam sağlama yoluna gitmişlerdir (Södersten, 2004: 151; Esping-Andersen, 1996: 55). İşgücü arzını yüksek tutabilmek için de kadının işgücüne katılımında çok yüksek rakamlara erişmişlerdir. Ancak, kadının işgücüne katılımı yaşlanma sorununun temelinde yatan doğum oranlarının azalmasına neden olma ihtimalini de beraberinde taşımaktadır.

İskandinav refah devletleri kadının ailedeki rolünü destekleyecek hizmetler açısından oldukça gelişmişlerdir. Ancak bu da, kadının aile içindeki sorumluluklarına yeterli rahatlık sağlaması nedeniyle, kadın istihdamının neredeyse tamamının kamuda sağlanmasına ve kamunun daha da büyümesine neden olmaktadır (Esping-Andersen, 1996: 11). Kamudaki istihdamın aşırı büyümesi ise bir yandan ekonomik etkinsizlik yaratırken diğer yandan kadın istihdamını destekleyen hizmetlerin finansmanı için kamu gelirinin artırılmasını gerektirmiştir. Sonuç ise işgücü piyasasına zarar veren yüksek vergilerdir

(Esping-Andersen, 1996: 55) 20.

Anglo-Sakson ülkeleriyse niteliksiz işçi ücretlerinin yukarı çekilmemesi, düşük işsizlik destekleri ve iş güvenliği mevzuatının gevşekliğiyle düşük istihdam sorunundan muaf kalabilmişlerdir. Ancak yaratılan fakir çalışan sınıf bu sefer de gelir destekleriyle refah devletine bağımlılık oranını yukarı taşımıştır (Södersten, 2004: 151–152; Taylor-Gooby, 2001: 2).