• Sonuç bulunamadı

A. AVRUPA’NIN AYRIŞMASI

3. AYRIŞMA OLGUSU

sürüklenebilir” (Easton. 1965: 321). Bahse konu çözülme süreci, Yeni-İşlevselci bir kavram olan, “spill-back” etkisiyle bütünleşmenin kurumsal yapısına da yayılacaktır (Wiener ve Diez, 2004: 57).

Zaten Hooghe ve Marks da Avrupa’da gelişen seçkin/halk gerilimi, kimlik siyaseti ve popülizm eğilimlerinin birbirlerini destekleyici; ancak bütünleşme sürecini engelleyici etkiler yaratmaya başladığını ve bu etkilerin gelecekte de şiddetleneceğini belirtmektedirler. Her ne kadar bizim kuramımızdaki gibi nihai bir ayrışma süreci öngörmemiş olsalar da, Hooghe ve Marks bu eğilimlerin: (1) uluslararası müzakerelerde müstesna (“opt-out”) ve “derogation” alımıyla kilitlenmeler (2) uygulamada mevzuatın çiğnenmesi ve (3) karşılıklı güvensizliği artırarak; AB’de (kuramımızdaki nihai ayrışmayla uyumlu olarak değerlendirdiğimiz) kurumsal ayrışmalara neden olacağını öngörmektedirler (Hooghe ve Marks, 2001: 7–8). Dahası popülizmin yükselmesi şu gerçeği ortaya çıkarmaktadır: “[Avrupa] Ekonomik gelişim sürecinin karşılıklı bağımlılıktan tedricen bütünleşmeye ilerleyeceği fazlasıyla basit bir çıkarsamadır. Karşılıklı bağımlılık ulusal bir siyasal irade vasıtasıyla [kolaylıkla] reddedilebilir” (Milward, et.al., 1995: 8).

Avrupa bütünleşmesi ulusal hükümetler egemenliğinde sınırlı alanlarda yürütülen teknokratik bir projeydi. Ancak Maastricht Antlaşması bu duruma son vermiştir (Hooghe ve Marks, 2001: 10). Maastricht Antlaşmasının 1992 Temmuzunda Danimarkalılarca reddedilmesi Avrupa seçkinleri arasında bir şok dalgasının yayılmasına neden olmuş; endişeler Eylül 1992’de Fransa’daki kıl payı zaferle daha da kuvvetlenmiştir. Dahası kamuoyu yoklamaları, eğer kendi önlerine sunulsaydı, Alman ve İngilizlerin de Antlaşmayı reddedeceğini göstermiştir (Hooghe ve Marks, 2001: 10).

Asıl kriz ise Anayasal Antlaşma referandumunda AB’nin iki kurucu üyesinden (Fransa ve Hollanda) gelen “Hayır” oylarıyla patlamıştır. Anayasal Antlaşma metninin karşısına dikilen “hayır” oylarının temelinde ekonomik ve sosyal sorunların siyasallaşması yatmaktaydı. Gerek Fransız gerekse de Hollanda halkı aslında antlaşma metnine değil evlerinde yaşadıkları ekonomik ve sosyal sorunların sorumlusu olarak gördükleri bütünleşmenin hedeflerine hayır demiştir.

Bu olay Avrupa bütünleşme sürecinin içindeki krizin hem gözler önüne serilmesine, hem de daha da derinleşmesine sebep olmuştur (Cohen-Tanugi, 2005: 56-60).

Kamuoyu yoklamaları meşruiyet kaybının temelinde AB’nin yaratıldığı amaçtaki; yani refah üretimindeki başarısızlığında olduğunu açıkça göstermektedir. Sıradan bir Avrupalının AB’den beklediği şey açıkça istihdam yaratılmasıdır (Economist, 2004a: 1). Ancak, daha önce açıkladığımız gibi küreselleşme ve yaşlanma sorunlarının bütünleşik gücü, istihdam sorununun ne ulusal ne de bütünleşme seviyesinde çözümünü imkânsız kılmaktadır. Böylece

Avrupa ekonomileri dibi olmayan bir girdabın içine düşmektedirler. Ekonomik büyümenin zayıf olması istihdam açığına, istihdam açığı sosyal harcamaların artmasına, sosyal harcamaların artması vergilerin artması ve ekonomik büyümenin azalmasına; tüm bu ekonomik girdap sosyal rahatsızlıklara, sosyal rahatsızlıklar meşruiyet sorununa, meşruiyet sorunu milliyetçiliklerin yükselmesine ve milliyetçiliklerin yükselmesi ise yine sosyal rahatsızlıklara uzanan sosyal bir girdaba neden olmaktadır.

Kamuoyu yoklamalarının gösterdiği başka bir gerçek de Avrupalı vatandaşların artık AB vatandaşı olmaktan artık eskisi kadar memnun olmadıklarıdır. Yakın zamanda gerçekleştirilen bir kamuoyu anketi Avrupa vatandaşlarında sadece %39’unun Birlikte işlerin yolunda gittiğini düşündüğünü göstermiştir (Eurobarometer, 2006: 18). Avrupa vatandaşlarının %49’u Birliği

“Teknokratik”, %43’ü ise ”Etkin Olmayan” bir teşkilat olarak nitelendirmiştir (Eurobarometer, 2006: 23). Başka bir kamuoyu yoklaması ise, eğer AB ortadan kaybolursa, bunun kayıtlı AB seçmenlerinden neredeyse yarısının umurunda olmayacağını ya da bundan “çok büyük bir rahatlama” duyacaklarını ortaya koymuştur (Eurobarometer, 2001). Bu da üye ülkelerde AB’den ayrılmanın neden çoğunluk partilerinin siyasetçileri tarafından bile konuşulur hale geldiğini açıklamaktadır. Moravcsik’in ifadesiyle:

“Nesillerdir ilk defa, aşırı sağ ve solun dışında Avrupa seçkinleri ve halkı Avrupa bütünleşmesine yönelik önemli adımların istenilirliği konusundaki tereddütlerini ifade etmektedirler. General Charles de Gaulle’ün döneminden bu yana Avrupalı siyasetçiler

demokratik hesap verebilirlik ve ulusal egemenlik gibi temel konuları bu kadar açık tartışmamışlardı. Kamu ve seçkinlerin görüşlerinin kutuplaşması bütünleşmeyi son otuz yıldır destekleyen yaygın uzlaşıyı aşındırıyor gibi görünmektedir” (Moravcsik, 1998: 3–4).

Ancak bu eğilim Hooghe ve Marks’ın öngördüğü gibi sadece müzakerelerin zorlaşması ya da kurumsal yapı açısından değil, bütünleşmenin devamlılığı açısından gerçek bir tehdit haline gelmiştir. Zorlu bir ekonomik dönemden geçen ve sevgili “Avrupa Sosyal Modeli”nin aşındığını gören Avrupa vatandaşları suçu açıkça AB’de görmeye başlamışlardır (Economist, 2004a: 1). Hatta bu eğilim öyle güçlenmiştir ki, Avrupa bütünleşmesinin son eseri olan Anayasal Antlaşmaya Birlikten ayrılmaya yönelik bir madde (“Treaty Establishing a Constitution for Europe”, 2004: Madde I–60) eklenmek zorunda bile kalınmıştır.

Her ne kadar siyasal sistemlerin talepleri karşılama sığalarının aşıldığı ve çözülmenin başladığı kopma noktalarını belirlemek mümkün olmamaktaysa da (Easton, 1965: 37), Avrupa’da ayrışma sürecin refah kaybının iyice şiddetlendiği 2035 yılından sonra hızlanmasını beklemeliyiz. Bizimki kadar iyimser (!!!) olmayan ama aynı temellere dayanan benzer bir tahmine “Central Intelligence Agency”

(CIA) raporunda (Christian, 2007) rastlamaktayız. CIA, AB’nin ayrışma tarihi olarak 2020 gibi çok daha erken bir tarihi telaffuz etmektedir. ABD’nin Avrupa’nın gelecekteki ayrışmasına inancının, geçmişte bütünleşmesine olan inancı kadar sağlam olduğu kesindir. Çünkü Amerikan Ulusal Stratejik Araştırmalar Enstitüsü de benzer görüşünü, ki burada da tahmin 2015 yılıdır, şöyle ifade etmektedir:

“Soğuk savaşın sonundan bu yana, Avrupa Birliği ülkelerinde hem milliyetçilik hem de bölgeselcilik açıkça yükselmiştir. Asli üyeler arasında, bu eğilim İngiltere, Fransa ve İspanya ve İtalya’da özel bir güç sergilemiştir. Buna rağmen, Fransa Almanya’ya bağlı kalarak, AB’nin zorunlu özünü teşkil etmektedir. Franko-Alman ilişkisi gelecek on yılda gerginleşse de, dayanacak hatta gittikçe güçlenecek görünmektedir. Fakat milliyetçilik ya da bölgeselciliğin İngiltere, İspanya ve İtalya’da daha da güçleneceği gösteren emareler vardır.

[Bu olgulardan] biri ya da ikisi beraber AB’nin bütünlüğünü bozabilir hatta sona bile erdirebilir.

Ulusal gurur ya da sosyo-ekonomik çıkarlar bir veya daha fazla AB üyesini Birlikten ayrılmaya kışkırtabilir. Her ne kadar uzak bir ihtimal olsa da, bu tür bir hareketin İngiltere’de çoğunluk desteğini kazanabileceği şansı gözden uzak tutulamaz. İngiltere’deki böyle bir tepki bir veya birkaç İskandinav ülkesini de etkileyebilir. Bir veya birkaç üyesinin ayrılışı AB’nin dağılmasına neden olmayabilir… Fakat asli bir AB üye ülkesinin ayrılışı, Avrupa birliği rüyasının ölümüne kadar gidebilecek, zincirleme bir tepkiye neden olabilir.” (Institude for National Strategic Studies, 1996: 14–15) 31

31 Schimitter ayrışmanın genellikle bölgesel bütünleşmeden yeterli fayda sağlayamayan uluslardan sadece birinin tepkisiyle zincirleme bir tepki gibi aniden ortaya çıktığını belirtmektedir (Bakınız

Avrupa’nın ayrışmasında 2035 yılına yönelik iyimserliğimizin nedeni, Avrupa içindeki çatışmanın henüz mevcut karşılıklı bağlılıkların koparılıp atılmasını sağlayacak kadar güçlü olmadığı yönündeki kanımızdır32. Ancak milliyetçilik olarak adlandırdığımız toplumsal merkezkaç kuvvetlerinin baskı altında tutulmasının imkânsızlığı (Easton, 1965: 251) Avrupa’da her geçen gün daha da bariz hale gelmektedir. Çünkü daha önce Avrupa’da toplumun geneline fayda sağlayan bütünleşmeye karşı mağdur olanların yarattığı ayrıştırıcı milliyetçi ittifaklar nispeten zayıfken (Mally, 1973: 159); günümüzde bütünleşme mağdurları, dolayısıyla da milliyetçi ittifaklar, çoğunluğu oluşturmaktadır. Zaten Anayasal Antlaşmanın reddiyle başlayan kriz ekonomik başarısızlık kadar kimlik sorununa da dayanmaktaydı (Cohen-Tanugi, 2005: 61). Bu kapsamda, Avrupa’da ayrışma sürecinin, ekonomik krize koşut olarak gelişen kimlik krizi; dolayısıyla da popülizm ve milliyetçiliğin yükselişiyle koşutluk göstermesi beklenmelidir.

Olağan şartlar altında (ve elbette Avrupa’da da) ulusal gurur ülkenin ekonomik başarısı, vatandaşlarının yararlandığı refah ve artan güç hissinden kaynaklanır (Huntington, 2004: 121). Ancak Avrupa halklarının duyduğu güvensizlik hem ulusal gururlarının hem de güvenlerinin aşınmasına neden olmaktadır. Böylece, merkez siyasetçilerin sorunlarına çözüm üretmesinden ümit kesen, Avrupalılar kendilerine kurtuluşu vaat eden (Ropp, 2005: 3) popülist liderleri

gerçekleşebilir. Ancak bu tür ani bir kopuşun tam olarak ne zaman olacağını öngörmek pek olası değildir.

32 Her ne kadar burada Avrupa halklarının usdışı davranışı kabul ediliyor gibi görünse de aslında bu ussallığın çok kısa süreli olmasından, yani basitçe halkın öngörü eksikliğinden kaynaklanan bir usdışılıktır. Rousseau’nun ifadesiyle “Halk, doğası gereği her zaman iyiyi ister; ama yine doğası gereği iyiyi her zaman göremez” (Rousseau, 1996: 77-78).

izlemeye başlamışlardır. Popülizmin yükselişi açısından küreselleşme ve bütünleşmenin Avrupa’da temsili demokrasi kurumlarına ve ulusal gururlara verdiği zarar dikkate değerdir. Avrupa halklarının demokratik kurumlara güveni inanılmaz derecede azalmıştır. Avrupa vatandaşların sadece %16’sı partilerine güvenirken, ulusal parlamentolara güven %35’te kalmakta; ulusal hükümetlere güven de genel olarak %30’larda bulunmaktadır. AB’nin kurucu ülkeleri arasında ulusal gurur ise, ABD’deki %87 ve BK’daki %83 oranlarının aksine, %30 ila %15 arasındadır (Huntington, 2004: 73).

Tablo III–2 2004 Yılında AB-15 Ülkelerinde Kurumlara Güven

AB–15 Partiler %16 Parlamentolar %35 Hükümetler %30 Hukuk Sistemi %48

Televizyon %54 Ordu %63 Polis %65

Kaynak: (Eurobarometer, 2004: 16-17)

Bu şartlar altında, Avrupa’da sağ kanat popülist partiler, demokrasinin liberal ve hoşgörülü ruhuna aykırı şekilde, ırkçı ve yabancı düşmanı söylevlerini demokrasi ve ulusal egemenlik söylevlerine oturtmayı başarmışlardır33 (Howard,

33 Dünya’da barış ve tarafsızlığın kalesi olarak bilinen İsviçre’de bile ülkenin en büyük partisi olan İsviçre Halk Partisi’nin hazırladığı ırkçı yasalar o kadar dikkat çekti ki, BM konu hakkında açıklama

2000: 29–30). Bu söylevin şampiyonlarından biri olan Haider’in partisinin Avusturya’da hükümet koalisyonuna katılımı, Avrupa’da ırkçılığın geçmişteki gibi demokrasinin tepesine yeniden nasıl yükselebileceğinin açık bir örneğidir34. Aslında bu Yeni-İşlevselciliğin “siyasallaşma” olarak tanımladığı bilindik bir süreçtir. Bahse konu süreç Haas ve Schimitter tarafından aktörlerin başlangıçta

“tartışmalı olmayan” ya da “teknik” olarak kabul edilen amaçlarının tedrici siyasallaşması (Haas ve Schimitter, 1964; 707) olarak tanımlanmıştı. Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve popülizmi bu açıdan, teknik ya da refah odaklı

“başarısızlıklar”ın, bu defa bütünleştirici değil ayrıştırıcı biçimde, siyasallaşmasıdır.

AB’nin kurucuları Avrupa Kimliğini bütünleşmenin doğal bir sonucu olarak görmüşlerdi. Ancak başarısızlıklar sonucu bütünleşmenin olumsuz bir biçimde siyasallaşması bütünleşmenin gelişmesinin önünü açıkça kapatmıştır (Hooghe ve Marks, 2001: 51). Schimitter de bu hatayı kabul etmiş ve bu olgunun gerçek niteliğini şöyle ifade etmiştir: “Son olarak, Yeni-İşlevselciler siyasallaşmanın rolünü yanlış yargılamışlardır. “Olması” gerekenden çok sonra gelmekle kalmamış; fakat geldiğinde, bütünleşme taraftarı olmaktan çok karşıtı olduğunu göstermiştir.

Dahası, Avrupa çapındaki partilerin rolünü kuvvetlendirmek yerine, onları

uygulamalarına benzetiliyor. Bu tür ırkçı yasalar Avrupa’nın her yerinde çıkmaya devam ediyor ve yükselen geleneksel Avrupa ırkçılığının çirkin yüzünü açıkça ortaya seriyor.

34 Hatırlayacağımız gibi Avrupa’da Faşist ve Nasyonal Sosyalist totaliter devletler de halkların dikkatlerini kapitalizmin yarattığı sıkıntılara karşı demokratik ve reformcu taleplerden, yabancılara düşmanlık gibi tali konulara kaydırarak sosyal sorunları ertelemeye gitmişlerdi (Infra., s. 7).

Analojiyi daha ileri taşıyacak olursak, bu eğilimin geçmişte kitlesel savaşlara yol açtığı gibi bu gün de önemli çatışmalar ve bloklaşmalar yaratma sığası bulunmaktadır.

zayıflatmış ve ulusal parti sistemleri üzerinde ayrıştırıcı etki yaratmıştır” (Wiener ve Diez, 2004: 56).

Nüfus sorununun çözümünde yardımcı bir unsur olarak görülen göç de Avrupa’da yabancı düşmanlığını kitleselleştirmiştir. Kitleselleşen milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı “11 Eylül” saldırısının ardından kendini daha açık biçimde ortaya koymaya başlamıştır (Wattenberg, 2004: 193; EUMC, 2002: 5, 13). Bu açıdan yükselen milliyetçi saldırganlığın, istihdam hırsızları olarak görülen, yabancılara yönelmesi manidardır. Kamuoyu yoklamaları da yabancı düşmanlığıyla işsizlik korkusu, yaşam şartlarından tatminsizlik ve gelecek korkusu gibi ekonomik olguların (başarısızlıkların) ilişkisini (Eurobarometer, 1997: 1–3) gözler önüne sermektedir. Elbette kitleselleşen bu duygular ulusal ve Avrupa siyasal süreçlerini de etkilemektedir. Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı İzleme Merkezi (“European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia”, EUMC) raporunda bu olgu şöyle ifade edilmektedir: “Üye ülkeler yeni mevzuatlarında yeni göçmenlerin, siyasi nedenlerden ziyade ekonomik sebeplerden dolayı, hoş karşılanmayacağı yönünde mesajlar vermektedirler. Bu pek çok sektörde artan, ancak içeriden karşılanamayan işgücü ihtiyacıyla uyuşmamaktadır. Dahası eşlik eden göçmen karşıtı siyasal söylev Avrupa’da ayrımcılıkla mücadele eden ve farklılıkları savunanlar için işleri iyice zorlaştırmaktadır”(EUMC, 2005: 3).

Avrupa’da yapılan kamuoyu yoklamaları Avrupa’da halkın %33’ünün kendini

“oldukça ırkçı” veya “çok ırkçı”; toplamda ise %66’sı35 gibi şok edici bir oranının da

35 Şekil III-2’de görüldüğü gibi aslında bu oran Batı Avrupa ülkelerinde neredeyse %80’lere varan seviyelere kadar çıkmaktadır. Ortalamanın düşmesinin asıl sebebi İspanya ve Portekiz gibi karma kültürlerden gelen ve doğal olarak daha hoşgörülü toplumlardır.

kendini “ırkçı” olarak tanımladığını göstermiştir (Eurobarometer, 1997: 1). Bu rakam gerçekten de inanılmazdır ve Avrupa’daki ırkçılık tehdidinin açık bir kanıtıdır. Daha da korkuncu AB’nin Avusturya vakası gibi durumlarda gösterdiği tepkinin milliyetçilik ve ırkçılığın daha da yükselişe geçmesine neden olabileceği gerçeğidir (Howard, 2000: 26). Kaldı ki, Avrupa’da ekonomik milliyetçilik de yükseliştedir. 2005’ten bu yana Avrupa üye ülkeleri, Hooghe ve Marks’ın öngörüsüne uygun olarak, uygulamada mevzuatı çiğneyerek Tek Pazarın derinleştirilmesini engellemektedirler (Congressional Research Service, 2006:

CRS–2). Avrupa siyasetindeki bu bütünleşik milliyetçi eğilim Avrupa bütünleşmesinin sadece faydacı ve teknokratik temellere dayanacak biçimde geliştirilmesinin tehlikelerini açıkça ortaya sermektedir (Telò, 2006: 189).

Şekil III–2 AB-15’te Irkçılık (1997 Yılı)

8 16 9 22

5 2 2 3 6 8 4 12 10 14 2 9 26

32 21

33

26

12 16 14 21 24 20

31 25 28

16 24 34

27 35

27 46

33 31 25

31 34 32

40 43 32

40 33 32 25 35 19 24

54 49 58 43 35 45

17 22 26

42 34

0%

10%

20%

30%

40%

50%

60%

70%

80%

90%

100%

Almanya

Fransa İtalya Belçika

Hollanda ksem

burg İspan

ya Portekiz

Yunanistan İngiltere

İrlanda Danimarka

Finlandiya Avusturya

İsv AB-15 Çok Irkçı Oldukça Irkçı Biraz Irkçı Irkçı değil

Kaynak: (Eurobarometer, 1997: 2)

Milliyetçi yükselişe karşın Avrupa Kimliğinin öne sürülmesi ise imkânsızdır.

Çünkü Avrupalılık ulusal kimliklere alternatif oluşturabilecek değerlere sahip değildir ve bu yüzden ortaya konacak bir Avrupa kimliği ulusal kimliklerle benzer değerlere sahip olmak zorundadır. Kaldı ki tüm kimlikler farklılaşma sürecine gereksinim duyar (Huntington, 2004: 26) ve ortak Avrupalılık kimliğine de her zaman “diğerleri”nin varlığı eşlik etmiştir (Wiener ve Diez, 2004: 167). Diğeri kimi zaman Türkler, kimi zaman Sovyetler Birliği, kimi zaman İslamcı kökten dincilik ve kimi zaman da Amerikan serbest kapitalizmi olmuştur. Dolayısıyla Avrupa kimliği, ulusal kimliklerin içinde bulunan, şovenizm ve yabancı düşmanlığından payını almak zorundadır (Marfleet, 2001: 79–80). Ulusal kimliklere koşut bir Avrupa

“milliyetçiliğinin” en açık örneği Türkiye’nin üyelik sürecidir. Türkiye’nin üyelik süreci, Avrupa kimliği açısından “diğeri” olarak, Avrupalı siyasetçiler tarafından sürekli kullanılmaktadır. Bu kapsamda, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığındaki yükseliş ulusal seviyelerde; Avrupa’nın “diğerleri”nden biri olan Türkiye Cumhuriyetine üyelik süreci içerisinde geliştirdiği tutum ise bütünleşme düzleminde şovenizmin açık göstergeleridir.

Avrupa kimliğinin ulusal milliyetçiliklerden devraldığı başka bir sorun da Avrupa içindeki bölünmelerdir. AB, ülkelerin arasında sınırların kalktığı ve ortak bir Avrupalılık kimliğinin yeşerdiği bir topluluk olmak üzere kurulmuştur. Oysaki Batı Avrupa ülkelerinin vatandaşlarının pek çoğu daha az ücrete razı olan ve zengin

“kuzen”lerinin yanında yer almak isteyen Polonyalı, Macar, Bulgar ve diğer “doğulu kardeşleri”nden şikâyetçidirler (Wattenberg, 2004: 217). AB tarafından kendilerine vaat edilmiş serbest dolaşım ve çalışma gibi hakların verilmemesine rağmen

AB’nin hegemonik baskısının sürmesi (bir şey almadan verme olgusu) de Merkez ve Doğu Avrupa (MDA) ülkelerinde tepkisel kimlik oluşumlarına neden olmaktadır (Vetik, Nimmerfelft ve Taru, 2006: 1097). MDA ile Batı Avrupa arasındaki bu kimliksel gerilim içinde “Avrupa’nın AB yüzünden kaybedilmesi” (Vetik, Nimmerfelft ve Taru, 2006: 1098) tehlikesini barındırmaktadır.

Bu süreç milliyetçilik ve bölgeselciliklerin yükselişinde son bir ihtimali akla getirmektedir. Bu ihtimal Avrupa’nın ulus devletlerin de altında, bölgesel seviyelerde bölünmesidir. Birliğin alt kimlikleri desteklemesinin ve ulus devletlerin başarısızlığının daha alt seviyeli bir bölünme yaratması beklenebilir. Özellikle bölgesel dengesizlikler bu gelişmeyi destekleyebilecektir. 1987’de Delors Raporunun uyardığı gibi: “eğer bölgesel dengesizliklere yeterli önem verilmezse, ekonomik birlik ciddi ekonomik ve siyasi risklerle karşılaşacaktır” (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 206). Oysaki “yüksek vites”teki Avrupa bile dünya ekonomisinden yeterli refahı üretemezken, zaten “düşük vites”te kalmış Avrupa’nın yetişerek farklılıkları ortadan kaldırması mümkün gözükmemektedir (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 225). Burada Amerikan Ulusal Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmasına dönebiliriz:

“AB’nin üye ülkelerine, daha fazla Avrupa bütünleşmesinin gerekleri olarak, baskıladığı ekonomik gereklilikler İtalya ve İspanya’nın farklı bölgelerinde gerilimler yaratabilir. Hâlihazırda, güney ve kuzey İtalya ile Katalonya ve İspanya’nın geri kalanı büyük farklarla bölünmektedir. Benzer sorunlar Belçika’yı da

etkileyecektir36. Eğer Avrupa Konfederasyonuna doğru ilerleyiş bu gerilimleri artırırsa bölgeler, ulusal hükümetler ve AB arasında üçlü mücadeleler gelişebilir. Bu tür ayrışmaların bir veya birkaç AB üye ülkesini, ulusal bölünmeleri artırmaktansa, AB’den ayrılmaya zorlayabilir. Diğer yandan, bazı bölgeler AB üyeliğinin faydalarından kopmaktansa ülkelerinden kopmayı tercih edebilir. Öngörülemez ayrışmalara neden olan bir veya birkaç siyasi kriz oluşabilir. Ulusal

36 Avrupa’da gerçekten de bölgesel bir bölünme beklenecekse, bunun bölgesel kimliklerin en güçlü olduğu ülkelerde olması daha olasıdır. Hooghe ve Marks Avrupa’daki bölgesel, ulusal ve Avrupa kimliklerinin karşılıklı güçlerini değerlendirirken tespitlerini şöyle ifade etmektedirler: “[AB–15 içerisinde] Beş ülkede –Danimarka, Finlandiya, İrlanda, Hollanda ve BK- ülkeye bağlılık açıkça bölgesel veya yerel bağlılıklara göre kuvvetlidir […] Fransa, Yunanistan, İtalya, Portekiz ve İsveç’te ülkeye bağlılık ulus altı bağlılıklarla denktir. Avusturya, Belçika, İspanya ve (Batı) Almanya gibi federal veya federalleşen ülkelerde, ülkeye bağlılık açıkça yerel bağlılıklarca aşılmaktadır.”

(Hooghe ve Marks, 2001: 54).

Bu kapsamda, kitabımızın yazımından sonra; ancak basımından önce Belçika’da gerçekleşen siyasi gelişmeler tezimizi doğrular niteliktedir. 10 Haziran 2007’de gerçekleştirilen genel seçimlerin ardından hükümeti kurmakla görevlendirilen seçim galibi Flaman Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı Yves Leterme hükümeti kurmakta başarısız olunca kriz patlak verdi. Görüşmelerin tıkanmasının nedeni Flamanca konuşan zengin kuzey bölgesi partilerinin anayasal reformlar aracılığıyla merkez hükümet yetkilerini kısmak ve yerel hükümetleri güçlendirme istekleri oldu. Ancak güneyde yaşayan ve Fransızca konuşan Valonlar, ulusal gelir paylaşımı ve dolayısıyla de devletin sosyal harcamalarının aleyhlerinde değişecek olması nedeniyle buna karşı çıkmışlardı. Hükümet krizinin çözülememesi ise nihai çözüm olarak Belçika’nın bölünmesi seçeneğini öne çıkartmıştı.

Her ne kadar devam eden bu kriz bölünmeyle sonuçlanmasa bile sürecin kendisi Avrupa’daki ayrıştırıcı güçlerin eriştiği noktayı açıkça göz önüne sermektedir. Belirtilmesi gereken diğer bir husus da Çekoslovakya’daki bölünme sürecinin de kamu maliyesine yönelik benzer bir reform yasasının (zengin Çek bölgesinden Slovakya’ya para aktarımının kesilmesinin) ardından gerçekleşmiş olmasıdır. Bu Deutsch’un çoğulcu toplulukların bütünleşmesine yönelik şartları incelediği ve ortak ekonomik kazanımların önemine vurgu yaptığı çalışmasındaki tespitlerle de koşutluk göstermektedir.

ayrıcalıklara böyle bir saldırı Avrupa bütünleşme sürecini engelleyebilir ve hatta AB’nin kendisinin ayrışmasına bile neden olabilir.” (Institude for National Strategic Studies, 1996: 14–15)

Gerçekten de Batı Avrupa’da hem azınlık milliyetçiliklerinin hem de bölgesel partilerin yükselişte olduğunu görülmektedir (Jolly, 2004: 1). Avrupa bütünleşmesi, bölgelere büyük devletlerin sağlayabileceği imkanları (ekonomik istikrar, geniş pazar, savunma vb.) sağlayarak, ülkenin optimum büyüklüğünü etkilemekte;

böylece büyük ülkenin önemini ortadan kaldırarak, küçük, etnik ve heterojen devletleri daha çekici hale getirmektedir (Jolly, 2004: 3). Bu olgunun en önemli göstergesi Avrupa’da bölgesel partilere verilen desteğin 1950’deki yaklaşık %4 oranından günümüzde yaklaşık %15’e yükselmesidir. Aslında buradaki meşruiyet ilişkisi Birlikten ulus devletlere kayan Weber’ci meşruiyetle koşuttur. Yüksek işsizlik oranı ulusal hükümetlerden tatminsizliğe; tatminsizlik de, daha yakın hissedilen bölgesel partilere verilen, protesto oylarına neden olmaktadır (Jolly, 2004: 17).

Zaten bütünleşme de bölgesel partileri hem ekonomik bağımsızlık hem de müzakere güçlerini artırarak daha çekici hale getirmektedir (Jolly, 2004: 19–20).

Bu şartlar altında gelecekte: “Avrupa’yı tehdit eden uluslara bölünmek değil, ne kadar ufak olursa olsun her etnik grup için hem yanıltıcı hem de pratik olmayan bir ulus, dil ve toprak birliğinin sağlanabileceği bir ulus devlet kurma düşüncesi ve kararlılığı [olabilir]“ (Schulze, 2005: 310).