• Sonuç bulunamadı

A. AVRUPA’NIN AYRIŞMASI

1. AVRUPA SİSTEMİNİN ELEŞTİRİSİ

Avrupa refah devletleri başlangıçta Marx’çı öngörü doğrultusunda toplumsal bütünleşme yönünde olumlu katkılar sağlamıştır. Hatta bu bütünleştirici etki ulusal seviyenin de ötesine; uluslarüstü seviyeye taşınmıştır. Böylece Avrupa bütünleşmesi II. Dünya savaşı sonrasında Avrupa ulus devletlerinin halklarından aldıkları refah talepleriyle26 seçkinlerinden aldıkları güvenlik taleplerinin uzlaştırılmasını sağlayacak bir siyasi sistem olarak ortaya çıkmıştır. Avrupalı halkların refah taleplerinin ardında gizil olarak kapitalizmin sosyal sistem üzerinde yarattığı tahribat bulunmaktaydı. Zaten seçkinlerin güvenlik taleplerinin doğuşu da aynı sebeplere dayanmaktaydı. Avrupalı halkların kapitalizmin sömürü düzeninden gördüğü zararlar karşısında eşitlikçi Komünist söyleve yönelmeleri seçkinlerin kontrolünde bulunan siyasi yapının tehdit altına girmesine neden olmuştu. Avrupalı seçkinlerin güvenlik ihtiyaçlarının ve bağlantılarının ABD seçkinlerininkiyle koşutluk halinde olması ise, ABD’nin bütünleşmeye dışarıdan desteğini sağlamıştır.

26 Girdi taleplerinin siyasi sitemlerdeki rolü için bakınız (Easton, 1965: 37–152).

Tablo III–1 Refah Devletinin Eleştirileri

Boyut Marx’çı Durkheim’cı Weber’ci

Refah Devletinin Gelişimi

Kapitalist çıkarlar işgücü maliyetlerinin düşürülmesini gerektirdiği için gerileme mümkün

Siyasi partilerin yerleşik çıkarların üstesinden gelme gücünün olmaması nedeniyle kesinti olasılığı zayıf

Refah devletinin genişlemesi meşruiyet

sorunları doğurur; sonuçta tepkisel küçülme mümkün

Toplumsal Bütünleşmeye

Etkileri

Refah devletinin büyümesi toplumsal bütünleşme işlevini yerine getirir, bu

nedenle sosyal harcamalardaki gerileme

toplumsal sadakatsizlik yaratır

Refah devleti programlarındaki genişleme

toplumsal ağları ve aile bağlarını zayıflatarak, çıkar yapılarının parçalanmasına neden olur ve sosyal kontrolü zorlaştırır.

Refah devletinin genişleme şeması, eşit olmayan refah haklarından kaynaklanan yeni farklılaşmalar ve yeni sistem eşitsizlikleri yaratır

Sistem Bütünleşmesine

Etkileri

Kaynakların akışı ve ekonominin kontrol edilememesinden

kaynaklanan büyük Kamu Açıkları; kapitalist ekonomi üzerinde olumsuz etkiler;

Sosyal harcamaların işgücü maliyetlerini artırması;

işgücü tasarrufuna yönelme ve uluslararası rekabet gücünün azalması

Büyüyen açıklar ve tüketim harcamaları lehine yatırım

eksikliği; sosyal harcamaların başarı

güdüsünden ziyade hak taleplerini

güçlendirmesinden ve iş ahlakını zayıflatmasından doğan olumsuz mikro ekonomik etkiler; bireysel hakların çocuk sahibi olma davranışını değiştirerek refah harcamalarını etkilemesi

Yüksek işgücü maliyetleri uluslar arası rekabet gücünü zayıflatır ve sıkı bürokratik kontroller iş esnekliğini engeller; Yüksek vergi oranları kayıt dışı ekonomiye kayış yaratır;

devlet yardımları yöneticilerin demokratik kontrolünü zayıflatır

Kaynak: (Alber, 1988: 185)

Not: Tetkikimiz sonucunda katıldığımız eleştiriler kalın yazıyla vurgulanmıştır.

Böylece, Avrupa ulus devletlerinin korunabilmesi için, halkların refah talebi Avrupalı ulusların Keynes’ci ekonomiyi benimsemeleri ve varolan refah devleti uygulamalarının kuvvetlendirilmesiyle; güvenlik talebiyse uluslararası kuruluşların teşkiliyle karşılanmıştır. Bütünleşme ise bu hedeflerin daha da ileri taşınması için benimsenmiş bir araç olmuştur. Zaten bütünleşme de ancak insanların eski yönetimlerinden daha fazla imkân, daha fazla başarım, daha fazla tepkililik ve

daha iyi hizmetler talebinin sonucu olarak ortaya çıkabilirdi. Bu nedenle bütünleşme, yazındaki safsatanın aksine, kendi başına bir erek değil bu hedeflere erişmenin aracı olarak kabul edilmelidir (Deutsch et.al.,1957: 87).

Refah devleti hem halkın hem de seçkinlerin taleplerinin karşılanmasında, özellikle 1970’li yıllara kadar, oldukça başarılı olmuştur. Dışarıda serbest ticaret ve yayılmacı politikalarla seçkinlerin ekonomik başarısı ve talepleri garanti altına alınırken; içeride yaratılan refahın halka dağıtımını sağlayan Refah devleti uygulamalarıyla sistem yaygın desteğini27 ve ideolojisini yaratmıştır. Ancak 1970’lerden sonraki dönemde, Bretton-Woods sisteminin çöküşü Keynes’çi ekonomilerin sürdürülebilirliğini yok etmiştir. İşte bu noktadan itibaren sistemin refah taleplerini karşılama kapasitesi gittikçe azalmaya başlamıştır. Çünkü refah devletinin getirdiği yükler Marx’çı ve Weber’ci eleştirilere koşut olarak kapitalist devletin rekabet gücünü sakatlamış, kamu açıklarını yükseltmiş, işgücü maliyetlerini artırmış, işgücü esnekliğini azaltmış, kayıt dışını güçlendirmiş ve kapitalist ekonominin temellerine zarar vermiştir.

Elbette sistem kendisine yönelik talepleri karşılamak için yeni bir dengeye doğru yönelmeye çalışmıştır. Ancak sistemin yarattığı yaygın destek, Dukheim’cı eleştirilere koşut olarak, yeni denge noktasına ilerlenmesini engellemiştir. Bu kapsamda, Lindbeck refah devleti uzlaşısının sanayileşme sürecinde çözülen aile yapılarına bağlı olarak daha da katılaştığını belirtmektedir. Sanayileşme nedeniyle

27 Kişilerin hayat kalitelerinin artmasıyla bu olumlu etkinin genelleşerek siyasal sisteme yaygın bir destek olarak beslenmesi için bakınız (Easton, 1965: 273-274); Ekonomik bütünleşmenin başarısının bütünleşmeye siyasal destek olarak dönüşü hakkında yorum için bakınız (Hooghe ve Marks, 2001: 54).

gerek coğrafi gerekse de manevi olarak birbirlerinden uzaklaşan aile bireyleri artık, gelir ve insani destek gibi temel ihtiyaçlarını, geleneksel tedarikçi olan “aile”den sağlayamaz hale gelmişlerdir. Bu da kişilerin ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılanması yönünde daha kuvvetli beklentiler oluşturmuştur (Södersten, 2004:

150). Dolayısıyla zor durumlarında ihtiyaçlarının başka bir kurum tarafından (aile gibi) karşılanmayacağını bilen bireylerin refah devleti reformuna olumlu bakmaları da imkânsızlaşmıştır. Refah devletinin geleneksel yapıya etkilerinden doğan ahlaki yozlaşma ve çocuksuzluk ya da yaşlanma sorunları da kapitalist ekonomilerin dayandığı toplumsal temellerin yıkılmasına neden olmuştur. Yani refah devleti aslında, desteklediği bireyci değerler ve yarattığı devlet/aile ilişkisiyle, ilmeği kendi eliyle boynuna geçirmiştir28.

Bir yandan küreselleşme refah devletinin dönüşümü yönündeki seçkin taleplerini yaratırken, diğer yandan refah devleti yarattığı sistemik dirençle halkın refah taleplerini sürekli hale getirmiştir. Avrupa devletlerinin siyasi sistemlerine seçkinlerden ve halklardan gelen taleplerin tamamen karşıt olması, sistemin uyum sağlayarak29 denge noktasına erişmesini imkânsız hale getirmiştir. Karşıt talepler karşısında yerel siyasetçiler bir yandan seçkinlerin talepleri doğrultusunda sistemi dönüştürmek, diğer yandan da halk karşısında meşruiyetlerini korumak gibi bir

28 Geleneksel toplum yapısının sürdürülebilir, ancak modern yapının sürdürülemez olduğu gerçeğinin ortaya çıkması refah devletinin yerine geleneksel modelleri koyma çabalarına kaynaklık etmiştir. Ancak Doğu Asya’nın Konfüçyüsçü aile modelini güçlendirme, Avrupa’da ise Hıristiyan Demokrat politikaları (Esping-Andersen, 1996: 24) oldukça geç kalmış çabalar olarak ölü doğmuş görünmektedirler.

29 Siyasal sistemlerin devamlılığı açısından “uyum sağlama” gücünün önemi için bakınız (Easton, 1965: 18).

ikilemin içinde kalmışlardır. Oysaki taleplerin karşıt doğalarının bir uzlaşıyı imkânsız kılması taraflardan, birinin talebine öncelik verilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu şartlar altında Avrupalı siyasetçiler, seçkinlerin taleplerini karşılamaya yönelik, tercihlerini açıkça ortaya koymuşlardır. Ancak tercihin seçkinlerin talepleri yönünde olması halkların taleplerinin açıkça reddedilebileceği anlamına gelmemektedir. Sonuç itibariyle tüm Avrupa ülkeleri demokratik yönetimlere sahiptir ve tekrar seçilmek isteyen siyasetçiler halkların taleplerini ciddiye almak zorundadırlar. Kaldı ki, son dönem seçim politikalarının incelenmesi seçmenler açısından refah devletinden daha önemli pek az şeyin olduğunu göstermektedir.

İşte burada “kötü adam AB” söylemi Avrupalı siyasetçilerin yardımına koşmaktadır. Seçmenlerin karşısına acı reçetelerle çıkmak zorunda kalan ulusal siyasetçiler refah devletine yönelik kısıtlayıcı reformları hayata geçirmek için AB söylevi arkasına gizlenmekte ve imkân buldukça suçu AB’nin üzerine atmakta bir sakınca görmemektedirler (Moravcsik, 1998: 154). AB söylevinin ardına saklanan Avrupalı siyasetçiler, bu sayede, hem demokratik tepkilerden kurtulmakta hem de icraatlarının görünürlüğü azaltarak oy kayıplarını önlemektedirler. AB ise Avrupa devletlerinin gündelik siyasal söylevlerinin en önemli unsurlarından biri haline gelmektedir. Dahası seçmenler, refah devleti uygulamaları konusunda önceliklerini korudukça, yerel siyasetçilerin refah devleti reformları için AB’yi günah keçisi olarak kullanmaları da devam edecek gibi görünmektedir.

Elbette ki, işler her zaman seçkinlerin talepleri doğrultusunda gitmemektedir. Demokrasinin gereği olarak, daha önce bahsettiğimiz, sistemik

katılıklar kimi zaman sürecin halk lehine işlemesini sağlamaktadır. Ancak yine de, sistemin seçkinler lehine dengesi taleplerin, özellikle halk açısından, gittikçe daha az oranda karşılanması anlamına gelmektedir. Refaha yönelik taleplerinin karşılanmasındaki aksaklıklar ise halklar tarafından “çıktı hatası” (Easton, 1965:

60–61) olarak algılanmakta ve toplumsal huzursuzluklara sebep olmaktadır.

Toplumsal dönüşümün yarattığı yeni ihtiyaçlar ve hizmet talep edenlerin sayısındaki artış da refah devleti hizmetlerinin görünürdeki cömertliğini azaltarak (Castles, 2004: 36) huzursuzlukların daha da şiddetlenmesine neden olmaktadır.

Ancak buradaki asıl sorun bahse konu çıktı hatasından kimin sorumlu tutulabileceğidir. Halklar sorumluluğu AB söylevinin arkasına saklanan yerel siyasetçilerine yükleyememekte; AB’den ise münhasır kurumsal yapısı nedeniyle, ulusal siyasetçiler tarafından yüklenen, sorumluluklar konusunda hesap soramamaktadırlar. Böylece, “çıktı hatası” konusunda yerel siyasetçilerle ile Birlik arasındaki paslaşma, Weber’ci öngörüler doğrultusunda, ciddi meşruiyet sorunları yaratmaktadır. Kleinmann’ın konuyla ilgili tespiti görüşümüzle koşuttur:

“Yönetişimdeki güncel gelişmeler çok daha kurnazca ve karmaşıktır. Eğer eğilimler... bir tehdit oluşturuyorsa, bu devlet ve bürokrasilerden ziyade demokrasinin kendisinedir.

...

Küreselleşme eğilimiyle çok katmanlı yönetişime yöneliş ve seçmenler, siyasiler, ulusal bürokrasiler ve çıktılar arasındaki zayıflayan bağlar demokrasi ve hesap verebilirlik için çok zararlıdır.

Bu husus, AB kurumlarının öncelikli “meşruiyet açığı” sorununu kapsamakta, ama onu da aşmaktadır.”(Kleinmann, 2002: 80)

Sonuçta halklar, sorumlu olarak sunulan ancak hesap soramadıkları kötü adam AB’den30, zaten var olmayan, desteklerini gün geçtikçe daha da geri çekmektedirler. Yani Avrupalı siyasetçiler, AB’yi günah keçisi olarak kullanarak, kısa dönemli ulusal kamu desteklerini kaybetmemek uğruna uzun dönemli hedefleri olan Avrupa bütünleşmesine yönelik kamu desteğini kendi elleriyle yok etmektedirler (Moravcsik, 1998: 156). Deutsch da sistemin bu tür bir baskı altına girebileceği belirtmiştir. Deutsch’a göre uzun dönemli ekonomik gerileme veya durgunluğun hükümet ve siyasi seçkinlerin talepleri karşılama sığalarını azaltarak amalgam güvenlik topluluklarını zayıflatacak veya yok edecek ayrıştırıcı güçleri ortaya çıkarabilecektir (Deutsch et.al.,1957: 63, 139).

Böylece küreselleşme ve yaşlanmanın refah devleti üzerindeki çifte gerilimi sadece ulus devletleri baskı altına almamakla kalmamakta; bütünleşmenin

“İdeoloji Açığı”nı (Marfleet, 2001: 79) da derinleştirmektedir. Çünkü Avrupalı halklar, bir yandan ulus devletlerin ideolojilerinin benzerini yaratarak halkı kazanmaya çalışan, diğer yandan seçkinlerinin çıkarları doğrultusunda küreselleşmeyi destekleyen ve böylece örnek aldığı ulusal ideolojilerin en önemli parçası olan refah devletini (Morgan, 2005: 80) yozlaştıran çelişkilerle çevrelenmiş bir Birlikle karşılaşmaktadırlar. 1980’lerden bu yana yapılan anketler, bu çelişkiyi desteklercesine, Avrupa bütünleşmesi ve Birliğin sosyal politika alanlarına genişlemesi gibi konularda kamu desteğinin, özellikle de gelişmiş refah

30 Kamu desteği sadece AB’den değil, ulusal demokratik kurumlardan da çekilmektedir (Supra:

devletlerinde, gittikçe düştüğünü göstermektedir. Bu da, Habermas’ın da belirttiği gibi (Morgan, 2005: 79–80), bütünleşme sürecinin, halkın gözünde, haklı kılınması ihtiyacını şiddetlendirmiştir.

Özetle Avrupa’da meşruiyet açığının derinleşmesinin sebebi, siyasal sistemlerin kimi zaman yaygın değil yoğun destekle de yaşamlarını sürdürebilmeleridir (Easton, 1965: 167). Avrupa Birliğinin de içerisinde bulunduğu bu tür bir varoluşta, halkların taleplerini karşılama yeteneğinin ve dolayısıyla da desteklerinin yitirilmesine rağmen, siyasi sistem seçkinlerin taleplerine cevap verebildiği ve desteklerini aldığı için varlığını sürdürmeye devam edecektir.

Avrupa’da da halkların bütünleşmeye desteği her geçen gün azalırken sistem siyasal seçkinlerce ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Ancak Avrupa’da seçkinler ile halkın bütünleşmeye yaklaşımları arasındaki farklılık artık siyasal bir güç haline gelmiştir (Hooghe ve Marks, 2005: 7). Seçkinlerin ve halkın karşılıklı taleplerini karşılamak için kurulan Birliğin yine bu tarafların taleplerinin karşılanmasıyla korunabileceğinin bilincinde olan “endişeli Avrokratlar halk Avrupalı hissetmedikçe bütünleşmenin ekonomik ve siyasi alanlarda zorlanmasının sınırları olduğundan korkmaktadırlar” (Morgan, 2005: 79).