Türb<iye Tarihine Giriş
HORASAN’DAN
ANADOUJYA
Oğuz Ünal
dr
Türliiye TariJıinc Giriş
HORASANDAN ANADOLUTA
Oğuz IJnab
Kapaktaki Hat Prof. EMİN BARIN
e m e l m a tb a a c ılık
34 96 - 17 93 O S AN KARA
dağıtım, if r
1512001
HORASAH’DAN ANADOLU'YA
T Ü R K İ Y E T A R İ H İ N E G İ R İ Ş
A N A D O L U ’N U N F E T H İ V E T Ü R K İY E D E V L E T İ’N İN K U R U L U Ş U
OOUZ ÜNAL
B İR İN C İ B A S K I
Ankara 1980
T Ö R E d e v l e t Y A Y IN E V İ P.K. 203
K IZ IL A Y A N K A R A
İÇ İN D E K İL E R
ö n s ö z
I. B Ö LÜ M G İR İŞ
T Ü R K İY E T A R İH İN İN B Ö L Ü M L E R İ 1. Suguur(Uc) Beylikleri Devri
2. Anadolu'nun Fethi ve Türkiye Devleti’nin Kuruluşu, Birinci İmparatorluk Devri
"Selçuklular Çağı"
3. Anadolu Beylikleri (Tavaif-i Müluk) Devri 4. Anadolu Türk Birliğinin Yeniden Kuruluşu ve
İkinci İmparatorluk (Türk Cihan İmparatorluğu) Devri. "OsmanlIlar Çağı"
5. Cumhuriyet Devri
17
18 20
21
22
II. BÖ LÜ M
O Ğ U Z L A R 'D A N ÖN CE A N A D O LU V E T Ü R K L E R S Ü G U U R B E Y L İ K L E R İ D E V R İ”
1. Islâm Hilâfeti Hizmetinde Türkler 29
A. Emeviler Devri 29
B. Abbâsiler Devri 29
2. Bizans Gazâlarmda Türkler 34
A. Amorion Seferinde Türkler 34
B. Amorion Seferinden Sonra Yapılan Bizans
Gazalarında Türkler 37
C. Tarsus Emir'i Yazmân'ın Bizans Gazaları 38 D. Bizans'a Karşı Taarruza Geçmesi 39 3. Uçların Teşkilâtı ve Uçlarda Hayat 42
4. Uçların İnhitatı 45
H O R A S A N ’DAN A N A D O L U 'Y A
111. BÖ LÜ M Oğ u z l a r a n a d o l u'd a
1. Oğuz Istilâsi Arifesinde Anadolu 49 2. Türk İstilâ ve Fütuhatının Doğu Anadolu'dan
Orta Anadolu'ya Gelirken Takip Ettiği
İstikametler 56
3. Anadolu'nun Türkler Tarafından Fethini Hazırlayan Sebepler
A. Türklerin İslâmiyeti Kabulü B. Büyük Türk Muhacereti
C. Selçuk Sultanlarının Oğuzlar'a Yurt Bulma ve Fetih Siyaseti
IV. B t)L Ü M
B Ü Y Ü K S E L Ç U K L U L A R D E V R İN D E B İZ A N S G A Z A L A R I
V E A N A D O LU F Ü T U H A T I
58 59 66 71
1. Selçuklular'ın İlk Anadolu Akınlan
2. Sultan Tuğrul Bey Zamanında Bizans'a Karşı Gazalar ve Anadolu Fütuhatı
3. Sultan Alp Arslan Zamanında Bizans'a Karşı Gazâlar ve Anadolu Fütuhâtı
4. Malazgirt Meydan Muharebesi
A. Savaş Öncesi Anadolu'da Siyasi Durum B. Savaş Öncesi Selçuklular'da Siyasi Durum C. Savaş Öncesi BizanslIlar'da Siyasi Durum D. Savaşa Giden Yol
E. Malazgirt Meydan Muharebesi ve Geçirdiği Saflıalar "
5. Malazgirt Zaferinin Akisleri ve Anadolu Fütuhâtma Etkileri
83 90 98 108 108
110
109112
118 134 V. B Ö L Ü M
M A L A Z G İR T T E N SO N R A A N A D O LU F Ü T U H A T I
v e T Ü R K İY E D E V L E T İ'N İN K U R U L U Ş U 1. Süleyman Şah'tan Önce Anadolu Fütuhatı 139
Oğ u z ÜNAL
2. Süleyman Şah'ın Tarih Sahnesine Çıkışı 148 3. Süleyman Şah’ın Sultanlığı ve Kurduğu Devlet 153 4. Süleyman Şah'ın Anadolu Fütuhâtr 158 5. Süleyman Şah'ın Büyük Selçuklularla Çatışması
ve Sonu 164
6. Süleyman Şah’tan Sonra "Türkiye Devleti” 166 VI. BÖ LÜ M
T Ü R K İY E D E V L E T İN İN K U R U L U Ş Y IL L A R IN D A T Ü R K L E R T A R A F IN D A N F E T İH V E İSK A N
E D İL E N A N A D O L U Ü L K E S İN E B İR B A K IŞ 1. Türkmen ve Diğer Türk Uluslarının
Anadolu'da Yayılışı 181
2. Anadolu'daki Hıristiyan ve Şamani Türkler 196 3. Türk Fâtihlerle Yerli Halk Arasındaki
Kaynaşma 198
4. Türkler'in Anadolu’da Yerleştikleri Veya
Yeniden Kurdukları Şehirler 202
V II. BÖ LÜ M N E T İC E
N O T LA R K A Y N A K L A R
205 219 245
HORASAN'DAN ANADOLU'YA
feleri devrinde ortaya çıkan İslâm-Bizan: mücadeleleri ile başlar. Bu devrede Türkler, Islâm Devleti hizmetinde ve Hilâfet ordusu içinde, "i'lâ-yi Kelime-t-ullah"*
yolunda Anadolu'ya akınlar yapmışlar, Suguur ya da Avasım adı ile anılan uc vilâyetlerinde yaşamışlardır.
Bu başlangıç devresini müteakiben X I. yüzyılda
"O ğuz" veya "Türkmen” adıyla anılan Türk boy ve uluslarının dalgalar halinde Anadolu'yu açarak kendile
rine vatan yapmaları neticesinde "Türkiye Devleti"
teşekkül etmiştir. Türki'ye devletini kuran Türkiye Selçukluları ve onu takibeden Anadolu Beylikleri, Osmaniflar, Türk İstiklâl Savaşı ve Cumhuriyet devre
leri Türkiye Devleti tarihinin nirengi noktalarıdır. Bütün bu devreler içinde ele almarak incelenen Türkiye Devleti, tarihi ve siyasi bakımdan tam bir devamlılık ve bütünlük gösterir.
Biz bu araştırmamızda, Türkiye Devleti tarihinin ilk devresini "Anadolu'nun Fethi ve Türkiye Devleti'nin Kuruluşu" nu ve bu devletin temelini meydana getiren Oğuz (Türkmen) boy ve uluslarının Horasan'dan Anado
lu'ya gelişlerini ve Anadolu'da yeni bir Türk Vatanı kur
malarını ve bunun âmillerini ele aldık. O halde bu kitap, Anadolu'nun Müslüman Oğuz Türkleri tarafından fethini ve Türkiye Selçukluları hanedanının öncülüğünde kuru
lup günümüze kadar devam edip gelen "Türkiye Devle
t i" nin kuruluşunun hikâyesidir. İlk olarak İslâm Devleti hizmetinde ve Hilâfet sancağı altında Anadolu'ya gelen Suguur Türkleri'nin ardından X I. yüzyıldan itibaren, coşkun bir fetih ruhu ve gazâ ideolojisi ile Horasan'dan Anadolu’ya akan Oğuz boylarının, Selçuklu ordularının bugün üzerinde yaşadığımız toprakları kanlan ile yoğu- ruşu ve bu topraklar üzerinde ebediyete kadar yaşayacak olan bir Türk Devleti'nin "Devlet-i Ebed Müddet " in kuruluşu belgeleriyle anlatılmaktadır.
♦ "İ’lâ-yi Kelime-t-ullah" A llah'm adını ve İslâm iyetin tevhid akidesini, şanına lâyık bir şekilde yüceltip yay
ına demektir.
10 o ğ u z ÜNAL
Bu çağlar, 'dünya nizâmı” mefkuresi ile görevli olduğumuz şuur ve ve heyecanı içinde medeni ve siyasi alanlarda büyük hamleler yaptığımız devirlerdir.
Anadolu, dünya çapındaki jeopolitik önemini tari
hin hiç bir devresinde kaybetmemi.ştir. Mısır ve Mezo
potamya ile birlikte en eski medeniyetler, Anadolu'da kurulmuştur.
Anadolu-Trakya (yani bugünkü Türkiye); Asya ile Avrupa, Yakın Doğu ile Balkanlar, Akdeniz ile Karade
niz arasında geçittir. Marmara bölgesine doğru gidildikçe jeopolitik önem artar. Boğazlar, cihân hâkimiyetine erişmek için ve dünya imparatorluğunu elinde tutmak arzusunda bulunan devlet için kilit noktasıdır.
Bu jeopolitik önemde olan ve X I. yüzyıldan beri de
" T Ü R K İ Y E " adi ile anılan Anadolu ve onun tamamla
yıcı parçası Trakya, tarih boyunca, hayrete değer de
ğişikliklere sahne olmuş, dünya tarihinin en önemli toprak parçalarından biridir.
Bu değişikliklerin belki dc sonuncusu Türkler'in bu ülkeye gelmesidir. Zira, bir iki asır içinde dünyadaki Türk nüfusunun en azından üçte biri Anadolu'ya göçtü.
Daha XI. yüzyılın sonlarında Anadolu bir Türk ülkesi haline gelmişti. X III. yüzyılda ise bu kesafet müthiş bir şekilde arttı.
Ancak derhal belirtelim ki, bu nüfus hareketi rast- gele insan yığınlarının gelişi şeklinde olmamıştır. Oğuz boylarının Anadolu'ya adım adım sahip olurlarken, bu toprakları vatan yapabilmek için nasıl çırpındıklarını Tarih sahnesinde ibretle seyretmek gerekir. Aynı zaman
da Oğuz boylarının Anadolu'yu Türk vatanı haline getir
meleri ve burada bir Türk devleti kurmaları; Şark'ı ve özellikle İslâm dünyasını kurtaran eşsiz bir müdahale olmuştur, h ürkler bundan böyle Hıristiyan Garba karşı Müslüman Şark'ın müdafii olmuşlardır.
HORASAN'DAN ANADOLUYA 11
Bu devrede Anadolu'ya gelen Türkler, büyük bir imtihan vererek destan devri yaşayacak yüksekliğe erişmişlerdir. Haçlı sürülerini bağrında eriten bu destan devri Anadolu'su gerçekten kahramanlar ve evliyâlar diyarı haline gelmiştir. Öyle ki, Anadolu'da gazS ve fütuhat yapan Türk kahramanları etrafında destanlar teşkil edildi; bunların mezar ve türbeleri asırlarca ziya- retgâh oldu. Su şekilde bütün Anadolu topraklar:
tarihi hatıraları, menkıbeleri, ziyaretgâhlan, türbeleri ve evliyâ hikâyeleri ile vatan olmak için her türlü mane
vi özelliği kazanmış ve böylece Türk milleti bu toprak
lara, bu topraklar da Türk milletinin şuuruna ve kalbine yerleşmiştir. Bu şuur Osmanlılar tarafından "D in ü devlet, mülk ü millet" formülü ile ifade edilmiştir.
Bütün bu izahlarımız gösteriyor ki, biz Türkler, bu vatanı lâfla kurmadık. Buradaki büyük ve ebedi Türk şahsiyetini lâfla almadık. Bu topraklan bir birinden ağır tarih hadiseleri yaratarak "yatan" yaptık. Yendi
ğimiz düşman kitlelerinin meydana getirdikleri eiserleri, Bizans'a yakışır, Haçlılar'a yaraşır bir vahşetle yıkmadı
ğımıza, koruduğumuza, bugünün Türk-İslâm mefkuresini lâyıkıyla anlıyamayan, nesilleri üzülüyor, kızıyor. Biz o düşman milletlerin yapıp bıraktıklarını o kadar geçtik ki, bu memlekete damgamızı öyle eşsiz iki hayat özü ile (Türklük ve Müslümanlık); imân ile kan'la bastık ki, bu vatanın artık başkalarına ait olması ihtimali kalmamış
tır, Bu husus karşımızdaki milletlerin hayatiyeti yanında bizimkinin ne kadar üstün olduğunu da göstermiştir.*
Kitabımız "N etice" ile birlikte yedi bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölümde; Türkiye tarihinin devrelere taksimi ele alınmış ve bir tez olarak tarihi bir plân ileri sürülmüştür.
İkinci bölümde; Türkiye tarihine başlangıç teşkil eden "Suguur Beylikleri" ele alanmış ve bu devrede
*M ehm et Ş E K E R , Fetihlerle A n ad o lu 'n u n Türkleşmesi ve İslâmlaşması, sh. 8.
U o ğ u z ÜNAL
İslâm Hilâfeti hizmetinde ve Hilâfet ordusu içinde görevli olan Türkler'in Anadolu'ya yaptıkları akın ve gazâlann tarihi gözden geçirilmiştir.
Daha sonra üçüncü bölümde; Türk fütuhatı arifesin
de Anadolu'nun durumuna temas edildikten sonra Ana
dolu’nun Türkler tarafından fethini hazırlayan sebepler ve âmiller etraflıca gözden geçirilmiş, ve bu fütuhatın bazılarının zannetttikleri gibi gelişi güzel bir istilâ ha
reketi (!) olmadığı anlatılmıştır.
Dördüncü bölümde; Büyük Selçuklular devrindeki Bizans gazaları ele alınmıştır. Bu bölümde, Selçukluların ilk Anadolu akınları, Sultan Tuğrul ve Sultan Alp Arslan zamanındaki akınlar ve savaşlar anlatılmıştır. Özellikle Alp Arslan devrinde vuku bulan ve Türkiye tarihi için bir dönüm noktası teşkil eden 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi, oldukça uzun bir şekilde teferruatiyle ele alınmıştır. Bu arada Malazgirt savaşı öncesinde İslâm âleminin, Bizans İmparatorluğu'nun ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun içinde bulundukları durumlara ve bilhassa Türk ve İslâm âleminin Malazgirt savaşına ver
dikleri önem ve manâ üzerinde kaynaklara dayanılarak durulmuş ve Malazgirt Zaferinin akisleri ve Anadolu fütuhatına etkileri ele alınmıştır.
Beşinci bölümde; Malazgirt zaferini müteakip Anadolu fütuhatı ele alınmış ve bu devrede ilk h ürkiye Sultanı Kutalmış oğlu Süleyman Şah'm tarih sahnesine çıkışı ve Türkiye Devleti'nin kuruluşu incelenmiştir.
Daha sonra Süleyman Şah'm fetihleri gözden geçirilmiş ve müteakiben Süleyman Şah'tan sonra Türkiye Devleti'
nin Selçuklular devresi özet halinde anlatılmış ve Türki
ye Devleti'nin hayatiyetinin temelleri gösterilmiştir.
Altıncı bölümde ise; Türkiye Devleti'nin kuruluş yıllarında Türkler tarafından fetih ve iskân olunan Ana
dolu Ülkesine kısa bir bakış yapılmış ve bu arada "Türk unsuru ile yerli etnik unsurların karışması", "Türkmen nüfusunun Anadolu'daki dağılışı" vs. gibi meseleler
HORASAN'DAN ANADOLSJYA 13
üzerinde durulmuş ve bu meselelerin hallinde ''demogra
fik âmiller"in önemine jşaret edilmiş, Anadolu'nun bir Türk nüfus üstünlüğü ve kesafeti sayesinde Türkleşmiş olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu arada Anadolu'nun Türkleşmesi hususundaki yanlış görüşlere karşı çıkan ve bu konuda ilmi deliller gösteren Prof. M. Fuad Köprülü, Prof. Ömer Lütfi Barkan ve Prof. Faruk Sümer'in görüş
lerinden geniş ölçüde faydalanılmış ve bütün bu görüşleri üstün bir vukufla ve milii-islâmi bir tarih anlayışı ile ele alan rahmetli Prof. Osman Turan'ın tarih anlayışı aynen benimsenmiştir.
Kitabımızın netice bölümünde; bütün araştırmaları
mızın bir hülâsası yapılmış ve Türkiye Devleti'nin tarihi- siyasi bütünlüğü ve devamlılığına ve hayatiyetine dikkat çekilmiştir.
Son olarak şu noktayı belirtelim ki, biz bu araştır
mamızda, Türkiye Devleti'nin tarihi devamlılığt ve siyasi bütünlüğüne dikkat çekmekten başka, hiç bir iddia sahi
bi değiliz. Sadece Türk tarihi araştırmalarının bugünkü seviyesinde Türkiye Tarihine kısa bir giriş yapmış bulu
nuyoruz.
Ocak m979-Ankara
14 Oğ u z ÜNAL
2. A N A D O L U 'N U N F E T H İ V E T Ü R K İY E D E V L E T İ'N İN K U R U L U Ş U , B İR İN C İ İM P A R A T O R L U K D E V R İ;
" S E L Ç U K L U L A R Ç A Ğ I"
Bu devre Oğuzlar’ın Anadolu akınlarına başladıkları 11. yüzyıl
da başlar ve Türkiye Devleti'nîn kuruluşunu müteakip iki yüzyıl kadar devam eden parlak ve muhteşem bir medeniyet hamlesinden sonra Moğollar'ın Anadolu'yu istilâ ettikleri 1277 yılma kadar de
vam eder.
1243 yılında Moğollar'ın, Baycu Noyan kumandasında, Türkiye Selçukluları ordusunu Kösedağ'da mağlub etmeleri ile Türkiye Devleti sarsılmış ve Türkler gittikçe artan bir Moğol nüfuzu altına girmeye başlamışlardır. Bununla beraber, Anadolu'da gelişen ikti
sadi ve medeni yükseliş, 1277 yılma kadar devam etmiştir. Anadolu Türkleri'nin bütün felâketlerin menşeini "Baycu y ılı" adıyla 1243 Kösedağ mağlubiyetine bağlamaları doğru olmakla birlikte, umumi vasıflarıyla Türkiye Selçukluîarı idaresi ve devlet nizâmı 1277 yılma kadar sürmüştür. Fakat Selçuklu veziri Muineddin Pervâne'nin 1277 yılında Moğollar tarafından idamından sonra Türkiye Selçuklu idaresi tamamen çökmüş, iktisadi ve medeni hayat sukut etmiş ve Moğol hâkimiyeti altına giren Türkiye'de Selçuklu idaresi bir gölge halinde 1318 yılma kadar yaşamıştır. (2)
Türkiye tarihinin ilk muhteşem safhası olan bu devre kendi içinde şu tali devrelere aynlır:
1) Anadolu Akınları ve Fetih Devresi (1015-1075)
2) Anadolu'da Türkiye Devleti'nin ve Türkiye Selçukluları Saltanatının Kuruluş Devresi (1075-1192)
3) Anadolu Türk Birliği'nin Kuruluşu ve Merkezileşme Dev
resi (1192-1205)
18 Oğ u z ÜNAL
3. ANADOLU B EY L İK L E R İ (TAVAİF-! MÜLUK) DEVRİ
Bu devre Mogollar'ın Türkiye Selçukluları saltanatına son ver
dikleri ve dağıtılan hanedana mensup şehzadelerin Uc beyliklerine sığındıkları 1318 yılında başlar. Bu şekilde 1277'de Moğol Hâkimi
yeti altına girmiş bulunan Türkiye Selçukluları saltanatı son bulmuş ve Anadolu Beylikleri (Tavaif-i Müluk) devri başlamış olur.
Bütün Batı âleminin ordularını perişan eden, Avrupa'nın en kudretli İmparatorluklarını ve Krallarını mağlup edip, Haçlı sürüle
rine Anadolu'yu mezar yapan Anadolu Türkü ilk defa mağlup ol
muş ve Moğol hâkimiyeti altına girmişti. Ancak Anadolu Türkü, bu Moğol hâkimiyetini hiçbir zaman kabul etmemiş ve istiklâlini kazanmak için amansız bir mücadcIeye girmişti. İşte bu istiklâl mücadeleleri sırasında başarı kazanan kumandanlar ve beyler etra
fında ayrı ayrı beylikler teşekkül etmeğe başlamış ve Moğollar'ı Anadolu'dan atan bu beylikler daha sonra milli istiklâllerini kazan
mağa muvaffak olınuşiardı.
Anadolu, Moğol istilâsı devrinde çok fazla harap olmuş, Türki
ye Selçukluları zamanında fevkalâde mamur ve zengin bir ülke iken bilâhare zayıflamış ve fakirleşmiş, yanıp yakılmıştı. Moğollar'ın Anadolu'dan çıkışından sonra Anadolu'nun her tarafı bir bey tarafından işgal edilmiş ve Anadolu'da otuza yakın bayrak dalgalan
mağa başlamış, Anadolu Türk Birliği bozulmuştu.
Türkiye Selçukluları saltanatının sukücundan (1277-1318) Os
manlI Padişahı Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Meydan Muhare- besi'ni müteakiben Dulkadiroğulları hânedanını, Turnadağ muha
rebesi neticesinde lâğv; ile doğu ve güney doğu Anadolu'yu zapte- derek Anadolu Türk Birliği'ni yeniden ihya ettiği 1515 yılına kadar olan bu uzun devreye "Fetret Devri" demek uygun olur. (3) Nitekim
"fetret” , önceki ve sonraki iki padişah arasındaki padişahsız geçen zaaf devresi anlamına gelmektedir ki, Anadolu Türkü, bu devreyi bu şekilde isimlendirmekle bu devrenin Türkiye Devleti'nin hayatında bir kesinti, bir intikai devri olduğunu ifade etmek istemiştir. Bu zaaf ve intikal devresini müteakiben Osmanoğulları'nm Türkiye tahtına çıkmaları ile Anadolu Türk Birliği ve Türkiye Devleti yeniden ihya edilmiştir.
20 Oğ u z ÜNAL
4. A N A D O LU T Ü R K B İR L İĞ İ'N İN Y E N İD E N K U R U L U Ş U
v e İK İN C İ İM P A R A T O R L U K (T Ü R K C İH A N İM P A R A T O R L U Ğ U ) O E V R İ :
" O S M A r a iL A R Ç A Ğ !"
Türkiye tarihinin münakaşasız şekilde en muhteşem safhası olan bu devre Osmanoğuliarı'nın istiklâl kazanarak Türkiye tahtına çık
tıkları 1299-1300 yıllahndan başlar ve Osmanlı Hanedanının iktidar
dan düştüğü ve Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı 1920 yılına kadar devam eder.
Osmanlılar'ın Anadolu Türk Birliği'ni sağlayarak Anadolu'daki Hâkimiyetlerini kesin olarak kabul ettirdikleri tarihin 1515 yılı ol
masına rağmen Osmanlılar Çağı'nı Osmanoğuliarı'nın istiklâl kazana
rak Türkiye Selçuklularından boşalan Türkiye tahtına çıktıkları 1299-1300 yıllarından başlatmak yerinde olur.
Türkiye tarihinin en muhteşem ve parlak safhası olan ve Türk
lüğün "dünya nizâmı" ınefKuresi ile milli, Islâmi ve insani ideallerle yepyeni bir kültür ve medeniyet hamlesini temsil eden bu devreyi de kendi içinde şu tali devirlere ayırabiliriz:
1) Osmanlı Beyliği'nin Kuruluşu ve Anadolu Türk Birliği'nin Geçici Olarak Kurulduğu Devir: (1299-1402)
2) Anadolu Türk Birliği'nin Dağılması ve Şehzadeler Kavgası
nın Başlaması "Türkiye Tarihinde İkinci Fetret Devri"
(1402-1413)
3) Anadolu Türk Birliği'nin Yeniden Kuruluşu ve İkinci İmpa
ratorluğun (Türk Cihan İmparatorluğu) Gerçekleşmesi Dev
ri (1413-1520)
4) Türk Cihan İmparatorluğu'nun Şevket Devri (1520-1699) 5) Duraklama ve Çözülme Devri (1699-1918).
H O R A S A N 'D A N A N A D O L U 'Y A
21
5. CUMHURİYET DEVRİ
Türkiye Devleti, Birinci Dünya Savaşı'ndan 1918 yılında mağlup ve perişan olarak çıkmış ve düşman sürüleri orta Anadolu'ya kadar ilerlemişlerdi. Ancak Anadolu Türkü, Moğol istilâsı sırasında olduğu gibi, yine silâha sarılmış ve amansız bir mücadeleye başlamış ve Türk İstiklâl Savaşı adı ile anılan muhteşem ve uzun bir bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinden sonra yine istiklâline kavuşmuş ve dev
letini ihya etmiştir.
Cumhuriyet Devri adıyla anılan bu devre, işte bu tarih süreci içerisinde Osmanlı hanedanının artık tarihi-siyasi fonksiyonunu kaybederek iktidardan düştüğü ve Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı ve Cumhuriyet'in üân edildiği 1920-1923 yılla
rından başlar ve günümüze kadar gelir.
İşte Türkiye tarihinin devreleri bundan ibarettir. Bu büyük tarih sürecinin dikkatle incelenmesinden anlaşılacağı üzere, Türkiye Dev
leti bir bütündür ve zaman zaman bazi kesintilere ve değişikliklere uğrasa da günümüze kadar devam ederek gelir.*
Bu devrelerden birincisinin tarihini yazarken, Anadolu'nun fethine bir başlangıç teşkil eden ve 7. yüzyılda ilk Halifeler zamanın dan başlayarak 11. yüzyıla, kadar Emevi ve Abbâsi ve daha sonra F a tımi Halifeleri zamanında devam eden, ya bizzat Halifeler veya H ilâ
fet hanedanına mensup prensler veyahut da Bizans'a karşı gazâya memur olan hudut (uc) kumandanları ve emirleri tarafından sevk ve idare edilen Anadolu sefer ve gazâlarının tarihini de yazmak lâzım
dır. Çünki evvelâ; Selçukoğullarmın idaresinde Anadolu'yu fetheden
*Türkiye Devleti'nin bir bütün olduğu şeklinde ifade edilebilecek olan bu tezim iz, ilerde yayınlanacak olan bir başka araştırm am ızda ele alınm ıştır.
22 Oğ u z ÜNAL
Oğuzlar, eski İslâm mücâhidleri gibi din uğrunda ve " i ’lâ-yi Kelime t- ullah" yolunda ''fi-sebll-illâh" gazâ ve fütuhât yap m ağa gelmişler ve kendilerini onların halefleri addederek "G azi" Unvanını almışlardır.
İkinci olarak; Emevi Halifeleri zamanında Anadolu gazâlarım ya
panların çoğu Arap mücâhidleri olsa bile Abbasi Hilâfeti devrindeki gaziler ekseriyet itibariyle Türk soyundandırlar ve binaenaleyh ken
dilerinden sonra Anadolu'yu fethedenlerle aynı menşedcndirler. (4) Üçüncü olarak; Anadolu'nun Türkler tarafından fethinden önceki bu gazâ ve cihâd devresi Bizans İmparatorluğu'nu zayıflatmış ve gelecek Müslüman Türk fatihlerine uygun bir zemin hazırlamıştır. Gerçekten Emevi ve Abbâsi Halifeleri Anadolu'nun fethini yıllarca mukaddes bir mefkure olarak yaşatmışlar (5) ve bu mefkureyi İslâmiyet! yeni kabul etmiş olan Türk gazilerine miras bırakmışlardı. Bundan başka;
Anadolu fatihlerinden bazılarının, kendilerini eski İslâm mücâhid- lerinin soyundan addedecek kadar eski İslâm gazâlarım ve gazilerini benimsemiş olmaları ve Anadolu halk edebiyatı arasında, bugüne kadar yaşamakta olan "Battal Gazi", "Kerb Gazi", "Cüneyd Gazi"
destanları başta olmak üzere eski İslâm fütühat ve gazâlarından bahseden birçok hikâyelerin bulunuşu ve bu devir kahramanlarına ait birçok türbe ve makamların -sahih olmasalar bile— halk arasında meşhur ve çoğu zaman kutsal birer ziyaretgâh olmaları, bu ilk İslâm gazâları devresinin Anadolu'nun Türkler tarafından fethine bir baş
langıç olduğunu göstermektedir. (6)
HORASAN'DAN ANADOLU'YA 23
de ise Suriye ve Anadolu. Karşılarına devrin iki büyük imparatorluğu olan İran ve Bizans ordularının çıkmasına rağmen İslâm ordularını durdurmak mümkün olmadı. Bizans'a karşı kazanılan zaferler netice
sinde bütün Suriye ve El-Cezire bölgeleri İslâm devletinin sınırları dahiline girdi. Böylece İslâm Orduları Halife Hz. Ebu Bekir (R .A .) ve Halife Hz. Ömer (R .A .) devirlerinde bütün Suriye ve El-Cezire bölgelerini fethederek hemen hemen Toros dağlarına dayanmışlardı.
Islâm orduları daha sonraları bugünkü Güney-Doğu ve Doğu Ana
dolu bölgelerinden kuzeye doğru ilerleyerek Kafkaslar'a varmışlardı.
Bu şekilde Ermeni'ye ve Azerbaycan'ın da fethiyle Bizans İmparator
luğu ile hudutlar oldukça uzamıştı. Fakat Müslimanlarla BizanslIlar arasındaki mücadeleler daha ziyade "Suguur El-Şam iye" ve "Suguur El-Cezire" denilen Tarsus, Adana, Maraş ve Malatya hattı üzerinde cereyan ediyordu. İkinci Halife Hz. Ömer (R .A .) zamanında varılan hudut bölgesi, büyük değişikliklere uğramadan yüzyıllar boyunca İslâm-Bizans mücadele bölgesi haline gelmiştir.
Suriye'yi kaybeden Bizans İmparatoru Heraklios, hudut bölge
leri ahâlisini iç bölgelere çekerek Müslimanların ilerlemelerini önle
mek maksadiyle geniş bir bölgeyi boş bıraktı. Bu boş hudut bölge
sinde bulunan Bizans garnizonları, İslâm ülkesine devamlı saldırıyor
lar, yağma ve katliamda bulunuyorlardı. Bizans akınlarını önlemek maksadiyle Müslimanlar da bu boş hudut arazisine birlikler yerleş
tiriyorlardı. Müslimanlar, bu sahalara "Z a vâh i" (dış kısımlar, dış arazi) adını veriyorlardı. (7)
Bu şekilde devamlı olarak Bizans'a karşı gazâya çıkan İslâm orduları bu boş araziyi işgâl etmeye başladılar. Burada bulunan eski istihkâmları tamir etmek suretiyle içlerine askeri birlikler yerleştir
diler. Stratejik bakımdan ehemmiyetli olan ve bazı geçitlerin giriş
lerinde bulunan Tarsus, Misis, Maraş ve Malatya'dan meydana müs
tahkem mevkiler, Emeviler devrinde Suriye'deki ordugâhlardan (cund) Kınnesrin'e bağlı idiler. Emevi Halifeleri zamanında bu bölgenin fethi tamamlanmış (8) ve bugünkü Kuzey-Doğu Anadolu (Karadeniz kıyılan hariç) ile Güney Kafkasya'nın en büyük bölümün
de " E R M E N İY E " adı ile bir eyalet teşkil edilmişti. (9)
Abbasiler devrinde bu hudut bölgesi oldukça gelişti. Bizans'a karşı yaz ve kış (Şayifa ve Şatiya) gazâlarına katılan birliklerin sayıları çoğalmıştı. İmparatorluğun hemen her bölgesinden gazâ
26 OĞUZ ÜNAL
için gelen gönüllüler ve Halifelerin gönderdikleri birliklerin sayıları
nın artması bazı idari güçlüklere sebep oluyordu. Bu kadar geniş bir sahanın bir ordugâhtan yönetilmesi zorluğunu anlayan Halife Hâ- run El-Reşid, Güney-Doğu Anadolu'da "Eyalet i Şam iye" ve "Eya- let-i Cezriye" adı ile iki hudut âmiiliği (vilâyet) kurdu. Eyaiet-i Şamiye'nin merkezi Tarsus idi ve Kınnesrin valisine tâbi idi. Eya- let-i Cezriye'nin merkezi ise Malatya idi ve bu eyalet de, El-Cezire (Harrân) valisine tâbi idi. Bu vilâyetlerle "Suguur" yani hudut, uc vilâyetleri deniliyordu. Bu şekilde bu iki uc vilâyeti daha sonra
"El-Avâsım" adiyle müstakil bir idari bölge haline getirildi. (10) Asya ve Afrika'nın en mühim kısımlarını ele geçiren Emeviler, Anadolu'yu fethetmek için aralıksız uğraştılar. Hemen her sene Şayifa ve Şatiya yani yaz ve kış gazâlan tertip ettikten başka birçok defalar, büyük ordular ile Anadolu içlerine, Marmara ve Ege denizleri kıyılarına kadar geldiler ve hattâ iki defa da İstanbul'u kuşattılar.
Gerçekten ilk Emevi Halifesi olan Hz. Muaviye (R .A .), Bizans'a gazâ yapmayı en önemli vazifelerinden biri saymış ve Hz. Peygamber (S.A.S.)'in müjdesindeki büyük mertebeye ulaşmak için Konstanti- niyye'yi feth etmeyi plânlamıştı. Daha Halife Hz. Ömer (R .A .)'in valisi iken tertip etmiş olduğu büyük bir donanma ile 649 yılında Kıbrıs adasını kuşatması, Anadolu fethinin ön hazırlıkları mahiye
tindedir. Hz. Muaviye (R .A .), 655 yılında bir vali iken, tertip etmiş olduğu büyük bir İslâm ordusu ile Konstantiniyye'ye kuşatmayı plânlamış, önüne çıkan İmparator Heraklios'un oğlu ikinci Kons- tans'ı Likya sahillerinde büyük bir bozguna uğratmış, fakat asıl he
define varamamıştı. Muaviye (R .A .), Halife olur olmaz bu büyük idealini gerçekleştirmek amacı ile kudretli bir donanma teşkil et
miş ve 674 yılında Bizans'ın başkenti Konstantiniyye üzerine sevket- mişti. Marmara iç denizine kadar girip Bizans karasularında tam yedi yıl tutunan bu İslâm ordusu, zuhur eden iç mücadeleler olmasaydı, belki de Konstantiniyye'yi daha o zaman fethedebilecekti.
Hz. Muhammed (S.A.S.)'in İstanbul hakkındaki hadisi Müsli- manları devamlı olarak İstanbul'a çekiyordu. Bu şekilde Müsliman- larla BizanslIlar Anadolu'nun bu merkez kısmında bir asır kadar çarpışmışlardır. (11)
Abbâsiler Hilâfeti elde edince Anadolu fetihlerine ve Rum gazâ- larma büyük bir ehemmiyetle devam olundu. Halife Mehdi, Suguur
HORASAN'DAN ANADOLU'YA 27
vilâyetlerine Horasan ve Maveraünnehir'den getirilen yeni birlikleri yolladı ki, bu birliklerin büyük bir kısmını Türkler teşkil ediyor
du. (m2) Türkler'in şecaati ve askerlik kabiliyeti malum olduğu için, bu birliklerin ardı kesilmedi. Esasen Halifenin hassa ordusu da Türk birliklerinden teşkil edilmişti. (13) Gerek bu şekilde Hilâfet ordu
sunda ve gerekse gönüllü olarak kendiliğinden gelen bu Türk birlik
leri, Tarsus, Misis, Aynzarba, Adana, Maraş, Göynük, Malatya, Di
yarbakır, Silvan, Ahlat, Malazgird ve Erzurum gibi serhad şehirlerine yerleştirildiler. Bu suretle Anadolu'nun güney ve doğu kısımları kısmen Maveraünnehir Türkleri tarafından iskân olunmuştu. Halife Mehdi’nin halefleri zamanında ve bilhassa Halife Harun El-Reşid ve oğulları Halife Me'mun ve Halife Mu'tasım zamanlarında, özellik
le 9. yüzyılın ilk yarısında bu Türk nüfus fevkalâde arttı. (14) Halife Mu'tasım zamanında Türk ordusu Halifenin esas ordusu olarak teşekkül ettiğinden daha sonra Anadolu gazâlarına memur edilen emirler de tabii olarak, Türk beylerinden ve komutanlarından seçil
diler. (15)
9. yüzyılın ortalarında Halife Mütevekkil zamanında Halifelik, bütün Arap birliklerini terhis etti ve İslâm İmparatorluğunun ordusu Türkler'den ve ikinci derecede de İranlılar'dan ibaret kaldı.(16) Bu suretle Suguur vilâyetlerindeki Türk kumandanları, büyük bir muhtariyet içinde, çok defa Halife'ye sadece ismen bağlı olarak, güç ve nüfuz kazandılar. Başkumandanlar, "E m ir" (Prens) ve hattâ
"M e lik " (Kral) unvanmı taşırlar ve uc kumandanları arasından seçi- lirlerdi.(17) Türkler, Anadolu fütuhatını ikmal ve devamlı olarak Rumlar'a karşı cihâd yapmak vazifesi ile mükellef bulunuyorlardı.
Eski deyimle "M u râb ıt" yani serhadde kalıp, Allah yolunda cihâd yapan kimsedirler. (18)
28 Oğ u z ÜNAL
1. İSL A M H İL A F E T İ H İZ M E T İN D E T Ü R K L E R
A. E M E V İL E R D E V R İ
Türkler ile Müslimanlar arasındaki ilk askeri ve siyasi münase
betlerin Halife Hz. Ömer (R .A .) devrinde başladığı bilinmektedir.
Bu ilk devirlerde Islâm Devleti, askeri, idari, siyasi, vs. bakımlardan tam manisiyle teşkilâtlanmadığı için gayri Arap unsurlardan ne maksatla olursa olsun istifade cihetine gidilmemiştir. Türklerin İslâm devleti hizmetine girmeleri Halife Muaviye (R.A.)'nin son yıllarında başlamıştır. (19)
Emeviler devrinde İslâm devletinin çeşitli kademelerinde çalı
şan Türkler'in sayıları son derece azdır ve bunlar da umumiyetle askeri maksatlarla istihdam edilmişlerdir. Emevi hânedanının bir asır kadar devam eden iktidarı sırasında fevkalâde büyük fetihlerin yapılmasına ve muhtelif milletlerin İslâm devleti hâkimiyetine girmelerine rağmen, bu devrede Arap olmayan unsurlardan (Mevâli) genellikle istifade cihetine gidilmediği ve bu sebeple Mevâli'nin devlet kademelerinde fazla tesirli olmadıkları görülmektedir. Fet
hedilen ülkelerin sakinlerinin büyük bir kısmı zamanla İslâmiyeti kabul ettikleri halde, devletin idari ve askeri kadrolarında söz sahibi olamamaları, Emevi hânedanının takip ettiği siyasetin bir netice
sidir. (20)
B. A B B A S İL E R D E V R İ
İslâm devleti, Emevi Hilâfeti zamanında, çeşitli milletleri içine alan büyük bir imparatorluk haline gelmişti. Ancak devlet kan bağı ile birbirine bağlı olan sosyal bir sınıfın (Arapların) meydana getirdi
ği hâkimiyet esasına dayanıyordu. İslâmiyeti kabul etmiş olan Arap olmayan unsur yani Mevâli, devlet işlerine nüfuz edemediği gibi, ik
tisadi ve içtimai bakımlardan da ikinci sınıf vatandaş muamelesi
HORASAN'DAN ANADOLU’YA 29
görüyordu. Arap olmayan unsurların bu hoşnutsuzluğundan isti
fade eden Abbâsiler, uzun ve kanlı bir ihtilâlden sonra Emevileri bertaraf ederek Hilâfeti ele geçirdiler.
İslâm devletinden Emevilerin yerine Abbâsilerin geçmesi, yalnız basit bir hükümet darbesi ve bir hânedan değişmesi değil, aynı za
manda İslâm tarihinde bir dönüm noktasıdır. İhtilâlle beraber Arap- 1ar ve bilhassa Suriyeliler için hâkimiyet devri sona ermiş oluyordu.
Arap unsur ile Mevâli arasındaki fark ortadan kalktı ve hattâ Mevâli, Arap unsura karşı üstünlük bile kazandı. Arap olmayan unsurlar, özellikle doğu eyaletleri halkı ve Horasanlılar, Abbâsilerin iktidara gelmelerinde oynadıkları rolden ötürü, devletin idari ve siyasi ma
kamlarını paylaştılar. Devletin idari, askeri ve siyasi kadrolarının büyük bir kısmı Arap olmayan unsurların ve özellikle İranlılar'ın eline geçti. (21)
Kaynakların bildirdiğine göre, Türkler'! devlet hizmetinde ilk olarak kullanan. Halife Mansur olmuştur.(22) Ancak Türkler'in Hilâfet ordusu içerisinde etkin bir şekilde ve sistemli olarak görev
lendirilmesi ilk olarak Halife Me'mun zamanında vuku bulmuştur.
Kardeşi Emin ile aralarında meydana gelen iktidar mücadelesi sırasında cereyan eden olaylar (23) Me'mun'un Arap ve İranlı un
surlara güvenini sarsmıştır. Bu durumda Me'mun'un Arap ve İranlı unsurların İmparatorluk siyasetine etkili olmak için yaptıkları mü
cadelede bir denge unusuru olabilecek ve devlet idaresinde kendi
lerine istinad edilebilecek yeni bir kadroya, yeni bir kuvvete ihtiyacı vardı. Horasan'da bulunduğu sırada yakından tanımak imkânı bul
duğu ve oldukça iyi münasebetler kurmuş olduğu Türkler, İslâm İmparatorluğu içinde Arap ve İranlı unsurların nüfuzuna karşı çıkabilecek yegâne kuvvet olup, siyasi tecrübeleri ve askerlik kabi
liyetleri bakımından da İmparatorluk içinde bir denge unsuru olabilirlerdi. (24)
Bu şekilde Halife Me'mun, Türkleri sistemli olarak orduda görevlendirmeğe başlamış ve hattâ bunu bir devlet politikası haline getirmişti. Bu siyasetin neticesinde Me'mun'un son yıllarında Türk
ler, Hilâfet ordusu içerisinde sayı ve nüfuz itibariyle çok önemli bir yer işgal etmişlerdi. İslâm tarihinde ilk defa Türk kumandanları
nın Halife'nin yanında seferlere katıldığı, isyanların bastırılmasında
30 Oğ u z ÜNAL
Türk kumandanlarjnın görevlendirildiği görülmektedir. Müteakip yıllarda siyasi ve askeri sahalarda önemli roller oynayacak olan Türk kumandanları; Afşin, Aşnas, İnak ve Boğa el-Kebir hep Halife Me'mun devrinde temayüz etmişlerdi. (25)
Bu siyasete Halife Mu'tasım zamanında daha etkin bir şekilde devam edildi. Esasen Me'mun'un Hilâfeti sırasında Türkler'den ordu teşkil etmek görevi Mu'tasım'a verilmiş ve Türk birlikleri hep Mu'ta- sım’ın maiyetinde bulundurulmuş idi. Bu şekilde Türkler'le devamlı olarak birarada yaşayan Mu'tasım, Me'mun'un ölümü üzerine Türk- ler'e dayanarak Hilâfeti ele geçirmiştir.
Mu'tasım, Halife oJduktan sonra ilk icraatmdan itibaren ordu
nun başına ve devletin mühim siyasi ve idari görevlerine pek az istis- nasiyle daima Türkler'i getirmiş ve bütün önemli faaliyetlerini Türk
ler vasıtasiyle başarmıştır. İbn Havkal'ın bildirdiğine göre; "Abbâsi Halifeleri muhafız birliklerini meydana getirmek için Maverâünne- hlr'den Türk askerleri getirttiler. Bunlar ordunun diğer kısımlarından çok üstün idiler. Türk askerlerine kumandan olarak geldikleri bölge
lerin asilzadeleri tâyin ediliyordu. Türkler'in askeri hayata istidatları, itaatte kusur etmemeleri ve kudret sahibi olmaları, onların Halifele
rin muhafız birliklerini meydana getirmede esas sebebi teşkil ediyor
du. Türkler, Hilâfet ordusunun en seçkin sınıfını meydana getiri
yordu". (26)
Halife Mu'tasım, Türk askerlerinin ordunun diğer kısımlarından ayrı kalmasına özel bir itina gösteriyordu. Onlara ipekli ve işlemeli elbiseler giydiriyor ve sırmalı kemerler bağlatıyordu, h ürkleri ordu
nun diğer kısımlarından bu üniformaları ile ayırıyordu. (27)
Mu'tasmrın Halife olması üzerine, Türkler'in ordu içindeki sayı
larının ve nüfuzlarının kısa zamanda büyük ölçüde artması ve onlara ordu içinde özel bir muamele yapılması, umumi bir hoşnutsuzluğun meydana gelmesine sebep olmuştu. Türkler'den meydana gelen süvari birlikleri. Halifenin de müsamahasından istifade ederek Bağ- dad'ı adeta bir talim sahası haline getirmişlerdi. Halk, açıktan açığa Türkler'e karşı gelemiyor ise de, kenar mahallelerde Türkler'e sal
dırmaktan ve hattâ öldürmekten de geri durmuyordu. Bu arada Türk
ler hakkında, Halifeye oldukça sert ve acıklı müracaatlar da yapılı
HORASAN'DAN ANADOLU'YA 31
yordu. Ayrıca Bağdad'ın tefessüh etmeğe başlamış olan içtimai havası Türkler'in saf bozkır ahlâkını da bozmağa başlamıştı.
Mu'tasım, daha Halifeliğinin ikinci yılında, muhafız birlikleri ile birlikte Hilâfet merkezini Bağdad'dan başka bir yere nakletmeğe karar vermiş ve bir yer aramağa başlamıştı. 835 yılında Bağdad'ın kuzeyinde, Dicle nehri kıyısında bir yer tesbit edildi ve bir yıl sonra da 836 yılında tesbit edilen yerde Sâmerrâ adiyle yepyeni bir şehir kuruldu ve Halife, başta muhafız birlikleri olmak üzere bütün devlet dairelerini bu yeni şehre nakletti. Böylece Hilâfet merkezi resmen Sâmerrâ'ya nakledilmiş oluyordu.
Sâmerrâ'nın kurulmasına sebep olan Türkler, Bağdad'da olduğu gibi burada da özel ve itinalı bir muameleye mazhar olmuşlardı. Şeh
rin en güzel yerlerine onlar iskân edilmişlerdi. Afşin, Aşnas, Hakan Urtuc, Vasif el-Türki ve İnak gibi Türk kumandanlarına ayrı ayrı araziler tahsis olunmuş ve maiyetleri ile birlikte oralarda yerleşmeleri sağlanmıştı. Türkler'in diğer unsurlarla karışmamalarına özel bir dikkat gösteriliyordu. Türk birlikleri kendi kışlalarını, çarşılarını ve sosyal tesislerini bizzat kendileri inşa ediyorlardı. Türkler'in oturdukları mahallelerin, bütün ihtiyaçlara cevap verecek durumda olmalarına önem veriliyor ve Türkler'in diğer unsurlarla mümkün mertebe temasa geçmemelerine gayret gösteriliyordu. Hattâ Türk
ler'in yabancılarla evlenmelerini önlemek maksadiyle, çeşitli Türk ülkelerinden kızlar getirtiliyordu. (28) Sâmerrâ, tam manâsiyle Türkler'in ihtiyacına ve zevkine göre kurulmuş bir şehirdi. Binalarda, saraylarda, kışla ve garnizonlarda Türk yapı, süsleme ve resim sanatı
nın derin izleri vardı. (29)
Hilâfet merkezinin Bağdad'dan Sâmerrâ'ya nakli, Türkler'in İslâm İmparatorluğu içindeki nüfuzlarının ne derece tesirli olduğunu açıkça göstermektedir. Artık "Sâm errâ Devri", diğer bir deyişle
"İslâm İmparatorluğunda Türkler'in İktidar Devresi" başlamış olu
yordu. (30)
Abbâsiler'in iktidara gelmesinden sonra, İslâm devletinin askeri siyasetinde ve kadrolarında meydana gelen değişiklikleri bu şekilde görmüş oluyoruz. Bu değişiklikler, başkent Sâmerrâ dışında, en açık olarak Suguur vilâyetlerinde de görülmektedir. İlk fetihlerden itiba
ren İslâm ordularının en fazla faaliyet gösterdikleri bölgelerin başın
32 Oğ u z ÜNAL
da Bizans ile olan hudut hattı yani uçlar gelmektedir. Uçlara yerleş
miş bulunan birlikler hemen her yıl, Anadolu içlerine akın yapm akû idiler. Emevi hânedanının son zamanlan ile Abbâsiler devrinde, fetih;
hareketinin yavaşlamasına ve hattâ giderek duraklamasına rağmen, uçlardaki gazalar devam etmiştir. (31)
Suguur ile alâkası olmasa bile, Abbâsiler'in ilk devirlerinde Halifelerin Türkler'e karşı gösterdikleri itimadı ortaya koyması bakı
mından bkd ei-Ferid'de kaydedilen bir rivayeti burada zikretmek te faydalıdır. "Hind hükuındarı Halife Hârun el-Reşid'e çeşitli hediye
ler getiren bir elçi heyeti gönderdi. E lçi heyeti gelince. Halife, Türk
ler'e saf yapmalarını emretti. Onlar da iki saf meydana getirdiler.
Türkler zırh giyiyorlardı ve gözleri hariç diğer yerleri zırhla örtülü idi." Bu rivayetten de anlaşılacağı gibi. Halife Hârun el-Reşid, saray muhafızlarını Türkler'den teşkil etmiştir. Halifenin bu derece itima
dını kazanan Türkler'e elbette devletin en önemli askeri bölgesi olan
"El-Avâsım"da da görev verilmiştir. (32)
HORASAN'DAN ANADOLU'YA 33
2. B İZ A N S G A Z A L A R IN D A T Ü R K L E R
Abbâsiler devrinde Halife Me'mun ile başlayan Hilâfet ordusun
daki Türk askerlerinin sayılarını artırma siyaseti, kısa zamanda Türk- ler'in Hilâfet ordusunun esas unsurunu teşkil etmeleri sonucunu do
ğurmuştur. Bu şekilde Türkler, ordu içinde hâkim duruma geldikten sonra, siyasi ve idari sahalarda da ağırlıklarını hissettirmeğe başladı
lar. Halife Me'mun'un son yılları ile Halife Mu'tasım devrinde, B i
zans'a yapılan sefer ve gazalarda Türkler faal bir rol oynamışlardır.
A. A M O R İO N S E F E R İN D E T Ü R K L E R
Bizans İmparatorları, Heraklios devrinde Araplar'a geçen Suriye ve Filistin'i Müslümanlardan geri almayı, dini bir borç olarak kabul ediyorlar, bunu gerçekleştirmek için fırsat bekliyorlardı. Halife Hârun El-Reşid'in ölümünden sonra oğulları Emin ile Me'mun arasında ortaya çıkan iç harp, onu takip eden karışıklıklar ve nihayet uzun zamandan beri Azerbajy'can havâlisine hâkim olan ve gittikçe büyüyerek nüfuz sahasını güneye doğru genişleterek İslâm İmpara
torluğu için çok tehlikeli bir hal alan Babek isyanı, isyanın lideri Babek'in Bağdat'a karşı birlikte hareket teklifi Bizans'ta çok müsait karşılanmıştı.
Bizans'ın Frikya hânedan'ından İmparator Theophilos, İslâm İmparatorluğunun iç karışıklıklarından istifade ederek, Bizans'ın tarihi emellerini gerçekleştirmek sevdasına düştü.
Halife Mu'tasım devrinin ilk zamanlarında İslâm-Bizans hudut
larında sükunet devam etmişti. Fakat, Halife'nin Babek isyanını bastırmakla meşgui olduğu, bütün kuvvetlerini Türk komutanların
dan Afşin kumandasında bu asi üzerine gönderdiği bir sırada, A fşin'
in kuvvetleri tarafından çok zor bir durumda bırakılan Babek, Theo- philos'a elçiler göndererek, İmparator'u Halife'ye karşı müştereken
34 OĞUZ ÜNAL
harbe davet etmişti. Bu davet üzerine İmparator Theophilos 837 yılında harekete geçerek 100.000 kişiden fazla bir ordu ile Islâm- Bizans hududunu çiğnedi ve Kilikya'ys girdi. Mu'tasım'ın doğduğu şehir olan Zibatra (bugünkü Doğanşehir) ve havâlisini yakıp yıktı.
Buralardaki Müslümanları; kadın, çocuk ayırmadan, gözlerini oydur
mak, vücudlarmı kızgın demirlerle dağlamak gibi vahşiyane işkence
lerle öldürttü. Yirmi beş bin esir ile ve muazzam bir zafer alayıyla İstanbul'a döndü. Yapılan zulüm, o kadar vahşice olmuştu ki, çok metin bir adam olan Halife Mu'tasım bile, olaylar kendine anlatılır
ken, kendisini tutamayarak gözleri yaşarmış ve intikam almağa ye
min etmişti. Ayrıca bu sefer bütün İslâm dünyasında çok geniş akis
ler uyandırmıştı. Halife Mu'tasım, Babek gailesini bertaraf ettikten sonra büyük bir ordu ile 838 yılında, Bizans İmparatorluğu'nun önemli şehirlerinden oian ve İmparator'un mensup olduğu ailenin yaşadığı Amorion (İslâm kaynaklarında Amuriye) üzerine sefere çıktı.
Bizans'a karşı yapılan İslâm seferleri içinde önemli bir yeri olan Amorion seferinin başarı ile neticelenmesinde Türkler'in payı büyüktür. İki koldan Bizans topraklarına giren Hilâfet ordusunun, Tarsus ve Gülek Boğazı yolu ile ilerleyen esas kısmına bizzat Halife, Malatya tarafından Anadolu'ya giren ikinci kısmına ise Türk kuman
danlarından Afşin kumanda ediyordu. Halife Mu'tasım'ın maiyetin
deki birliklerin öncü kolları Türk kumandanlarından Aşnas’ın, artçı kuvvetleri Boğa El-Kebir'in ve sağ kanat kuvvetleri de Inak’ın ku
mandası altında idiler. Bu kumandanların maiyetlerindeki birliklerde tamamen Türkler'den müteşekkildi. Afşin'in emrindeki diğer ordu birlikleri de hemen hemen tamamına yakın Türkler'den meydana geliyordu. (33)
19 Haziran 838'de Tarsus'tan hareket eden Halife kumandasın
daki ordunun ilk hedefi Ankara idi. Bu uzun ve aynı zamanda düş
man arazisinde geçecek olan yolculuk esnâsında, ordunun güvenliği
ni temin etmek vazifesi, öncü kuvvetleri komutanı olması hasebiyle Aşnas'a verilmişti. Ayrıca Bizans ordusu hakkında bilgi toplamak ve zahire temin etmek vazifeleri de Aşnas'a havâle olunmuştu.
Ordunun ikinci kısmına kumanda eden Afşin, Seruc (bugün
kü Suruç)'dan hareketle Derb El-Hades üzerinden Bizans toprak
HORASAN'DAN ANADOLU'YA 35
larına girerek, Anadolu içlerinde ilerlemeğe başladı. Daha önce tesbit edilen plân gereğince Halife ile Ankara'da buluşacaktı.
Islâm ordularınm ülkesine karşı harekete geçtiğini öğrenen B i
zans İmparatoru Theophilos, 838 Mayıs'ında İstanbul'dan hareket etti. Eskişehir'de Amorion'un müdafaası için kuvvetler gönderdik
ten sonra Halifeyi karşılamak ve tehlikeyi bertaraf etmek gayesiyle orta. Anadolu'ya hareket etti ve Kızılırmak sahilinde karargâh ku
rarak İslâm ordularını beklemeğe başladı. Fakat bu sırada ikinci bir ordunun doğudan ilerlediğini haber aldı. Bu ordu Afşin'in kuman
dasındaki ordu idi. İmparator, önce bu tehlikeyi bertaraf etmek arzu
suyla Afşin'in üzerine yürüdü. Bizans İmparatoru ile Afşin'in ordu
ları bugünkü Kaz-Ova'da muhtemelen Temmuz ayı başlarında kar
şılaştılar.
Şiddetli bir şekilde başlayan muharebenin ilk safhası Bizans
lIlar lehine gelişince, Afşin'in ön saflarında bulunan Arap ve Ermeni birlikleri yavaş yavaş gerilemeğe ve hattâ kaçmağa başladılar, öğle
ye doğru, ordunun süvari grubunu meydana getiren Türkler'in şid
detle taarruza geçmeleri ve ilerlemekte olan Bizans ordusunu müthiş bir ok yağmuruna tutmaları, muharebenin kaderini değiştirerek B i
zans ordusunun saflarının karışması ve dağılmasına sebep oldu. İm
paratorun yanında kalan sadık kumandanları ve az sayıdaki kuvvet
ler, Afşin'in birlikleri tarafından kuşatıldı. Ancak bu sırada başlayan yağmurun yay kirişlerini gevşetmesi ve karanlığın basması üzerine, İmparator vC yanmdakilier hayatlarını güçlükle kurtarabildiler ve gece karanlığından istifade ile kaçtılar. İmparatorun mağlubiyet haberi, Kızılırmak sahilindeki' Bizans ordugâhına ulaşınca, orada bulunan Bizans kuvvetleri de dağıldılar. Bu şekilde, İmparatorun da İstan
bul'a dönmesi üzerine, Bizans Anadolu'su kendi kaderi ile ve Türk- ler'le başbaşa kaldı.
, Halife ile Afşin'in birlikleri Ankara'da buluştular. Bir kaç günlük bir istirahatten sonra ordu yeniden tanzim edildi. Şim di merkezde Halife Mu'tasım, sağ cenahda Afşin ve sol cenahda da Aşnaş bulu
nuyordu. Bir haftalık yolculuktan sonra Amorion önlerine gelen Abbâsi ordusu, 1 Ağustos'ta şehri muhasaraya başladı. Halife, ku
mandanları arasında şehrin etrafını çeviren suru taksim ederek birliğin hücum edeceği kısmı gösterdi. Nihayet 12 Ağustos'ta İslâm ordusu şehre girdi. Kaynaklar bu muhasarada Türkler'in
36 Oğ u z ÜNAL
ve özellikle Afşin'in birleklerinin temayüz ettiğini belirtirler. (34) Bu sefer, Müslüman Türkler'in Anadolu içlerine ilk girişi idi...
B. A M O R İO N S E F E R İN D E N SO N R A Y A P IL A N B İZ A N S G A Z A L A R IN D A T Ü R K L E R
Amorion'un fethinden sonra İslâm-Bizans mücadeleleri daha ziyade karşılıklı akınlar şeklinde devam etmiştir. Her iki taraf da bir fetih siyasetinden çok küçük akınları tercih ediyordu. Bunda iki İmparatorluğun dahili durumlarının büyük payı vardır. Halife Mütevekkil'den itibaren Abbâsi Halifelerinin Türkler ile mücadeleye girişmeleri ve uzun süre tahtta kalamamaları, Bizans'a karşı eskiden olduğu gibi geniş bir askeri harekâta girişmelerini, hatta Halife'nin sefere çıkmasını önlüyordu. Bizans imparatorları ise, Aglebiler'in Sicilya ve güney İtalya'ya karşı giriştikleri fütuhatı durdurmakla meşgul idiler. Suguur şehirlerindeki İslâm garnizonları, umumiyetle yaz aylarında, Bizans hudut garnizonlarının kuvvetlenmesini önle
mek, İslâm ülkesine karşı taarruza geçmelerine mani olmak ve gani
met ele geçirmek için hemen her yıl Bizans'a akınlar yapmakta idiler. Suguur vilâyetlerindeki kuvvetlerin Anadolu içlerine yaptık
ları bu devamlı akınlara karşılık Halifeler artık şahsen seferlere hiç katılmıyorlardı. Ancak bazan merkezden bazı kuvvetleri yardım için Anadolu'ya akına gönderiyorlardı. (35)
Halife Mütevekkil, Türkler ile arasının bozulması üzerine Dı- mâşk'a geldi, fakat orada da istediği huzur ve emniyeti bulamayınca tekrar Sâmerrâ'ya döndü ve Boğa El-Kebir'i Ucda bırakarak, B i
zans'a karşı sefer yapmasını emretti. Halife Mütevekkil bu hareke
tiyle, Bizans seferini değil, Boğa'nın merkezden uzak kalmasını sağlamayı düşünüyordu. Halifenin emri üzerine 858 Ağustosunda harekete geçen Boğa El-Kebir, orta Anadolu'da Ankara yakınların
daki Samalu'yu fethetti. Boğa'nın bu tarihten sonra Anadolu'daki faaliyetine dair kaynaklarda bilgi yoksa da, onun bundan böyle muhtemelen Suguur'da kalarak gazâlara katıldığı anlaşılmaktadır.
Halife Mütevekkil'in katlinden sonra Hilafet mkamına geçen Muntasır, kısa süren Halifeliğinin son aylarında Türk kumandanla
rından Vasif El-Türki'yi Bizans'a karşı sefere memur etti. Bu sefer de aynen Boğa'nın seferinde olduğu gibi, Vasif'in merkezden uzak
HORASAN'DAN ANADOLU'YA 37
laştırılmasını temin etmek amaciyle tertip edilmişti. 15 Haziran 862'de Sâmerrâ'dan hareket eden Vasif eî-Türki, Temmuz başlarında Bizans ülke.sine girdi. Halife, bu sefer esnasında Vasif'e yazdığı mek
tupta, seferin sonunda merkeze dönmemesini, dört sene Suguur'da kalarak Bizans'a gazâ yapmasını emrediyordu. Ancak Halife Munta- sır'ın ölüm haberini Suguur'da alan Vasif'in seferden sonra derhal merkeze döndüğü anlaşılıyor.
Bu sırada Hilâfet merkezinde taht mücadeleleri ve siyasi entri
kalar devam ederken uçlarda da Bizans'a karşı gazâlar eksik olmu
yordu. Hilâfet merkezinde bulunan Türk kumandanları iktidar kavgaları ile meşgul olurlarken, Suguur'da bulunan Türk kumandan
ları da, siyasi entrikalardan uzak, Anadolu'ya akınlarına devam edi- yorlardı.(36)
C. T A R S U S E M İR İ Y A Z M A N 'IN B İZ A N S G A Z A L A R I Halife Mu'temid devrinin sonlarına doğru, Tarsus emiri olan Türk kumandanı Yâzmân'ın Bizans gazâları, İslâm İmparatorluğu'- nun Bizans'a karşı taarruzi harekâtının son safhasını teşkil eder.
Yâzmân'ın Tarsus'a ne zaman geldiği ve bu zamana kadarki askeri ve siyasi faaliyetleri hakkında bilgimiz yoktur. Yalnız 882 yılında Eylül ya da Ekim aylarında Ahmed b. Tolun'un kumandanı Halef el-Fergani tarafından hapsedildiğini, kısa zaman sonra Tarsus halkının onu hapisten çıkararak H alefe cephe aldığını, bunun üze
rine Ahbed b. Tolun'un Adana'ya kadar geldiğini, fakat Tarsus üzerine yürümeyerek geri çekildiğini ve bu tarihten sonra da Yâz- mân'ın Tarsus'ta yarı müstakil bir emir olarak hüküm sürdüğünü kaynaklardan öğreniyoruz. 882 yılında Tarsus emiri olduğu anlaşı
lan Yâzmân'ın bu tarihten önce Suguur'a gelmiş ve askeri icraat- da bulunmuş olması icabeder.
İmparator I. Basilaios devrinin sonlarıyla, V I. Leon devrinin başlarında, Bizans'ı en fazla tâciz eden İslâm kumandanı hiç şüphe
siz Yâzmân idi. Kara ordusunun yanında ufak bir filo kurup kara
dan ve denizden Bizans'ı tehdit eden Yazman, Tarsus'ta idareyi ele geçirdikten sonra, hemen hemen her sene gazaya çıkıyor, esir ve ganimetlerle Tarsus'a dönüyordu.
38 Oğ u z ÜNAL
Yâzmân'ın Bizans'a karşı son seferi 89m yılındadır. Türk kuman
danlarından Ahmed b. Togan'ın Tarsus'a gelerek maiyetine girmesiy
le kuvveti artan Yâzmân, emrindeki ordu ile 891 yılı Ekim ayında Tarsus'tan hareketle Salandu'yu kuşattı. Muharebe sırasında kaleden mancınıkla atılar bir taş Yâzmân'ı ağır bir şekilde yaralayınca, İslâm ordusu geri dönmek zorunda kaldı. Sedye içinde askerlerinin omuzunda taşınan Yâzmân, 22 Ekim 891'de yolda vefat etti. Nâşı Tarsus'a getirilerek Bâb El-Cihâd'da defnedildi.
Yâzmân, Bizans'a karşı yapılan gazâların zayıfladığı bir sırada Tarsus'ta bulunan ve ekseriyetini Türkler'in teşkil ettiği gazilerin başında Bizans gazâlarına yeni bir hız vermiştir. Karadan ve deniz
den yaptığı akınlar neticesinde, herhangi bir kale ve şehrin kesin olarak Müslimanların eline geçmemiş olmasına rağmen, bilhassa uc bölgelerine yeni bir canlılık getirmiş ve Bizanslılar'a ağır kayıplar verdirmiştir. Bizans İmparatorluğunun başına Makedonya sülâlesinin geçmesi ile, tarihinin en kudretli devirlerinden birisini yaşadığı bir sırada, kazanılmış olan bu başarılar Yâzmân'ın askeri kudretini ortaya koymaktadır. Onun ölümünden sonra Suguur'dan Bizans'a yapılan taarruzlar giderek zayıflayacak ve artık taarruz sırası Bi
zans'a gelecekti. (37)
D. B İZ A N S 'IN K A R Ş I T A A R R U Z A G E Ç M E S İ
İki buçuk asır kadar devam eden İslâm-Bizans mücadeleleri sırasında Türkler Anadolu'da tam manâsiyle müstakil bir devlet kurmuş değillerdir. Anadolu'ya fatih olarak değil, Halife'nin asker
leri olarak gelmişlerdir. Aynı zamanda Anadolu'da bir değil, bir kaç Türk imareti mevcuttu. İmaretlerin teşkilâtı, Abbasi İmparatorlu
ğunun vilâyet teşkilâtının aynıdır. Resmi dil Arapça idi. (38) İslâmlar ile BizanslIlar arasında cereyan eden devamlı savaşlar sonunda Anadolu'da Rum nüfusu, yüzyıllar geçtikçe biraz daha azaldı. Nüfus kıtlığından zor duruma düşen Bizans, Balkanlar'dan getirtttiği Hıristiyan ve Şamani Peçenek, Kuman ve Uz gibi Türk uluslarını Suguur'da savaşan Müsliman Türkler'e karşı Bizans sı
nır vilâyetlerine yerleştirmek yoluna gitti. Bu gayrı müslim Türk
ler, Bizans sınırını yüzyıllarca Müsliman mürkler'e karşı savundu
lar. (39)
HORASAN'DAN ANADOLU'YA 39
BizanslIlar, 928 yılında insiyatifi ele alarak karşı taarruza geçtiler. Erzurum ve çevresini Müslimanlardan geri aldılar. 934'de Suguur vilâyetlerinden Eyalet-i Cezriye'nin merkezi olan Malatya, kahramanca bir savunmadan sonra, Bizans'ın eline düştü. Bütün gay
retler boşa çıktı ve bu mühim topraklar bir daha Bizans'tan geri alınamadı. (40)
Bu sırada Bizans, Makedonya hânedanının idaresinde, tarihinin en kudretli devrilerinden birini yaşıyordu. 948'dc BizanslIlar, Maraş'ı da Müslimanlardan geri aldılar ve bu şekilde, Müslimanları A h ır- Malatya-güney-doğu Toroslar zincirinin güneyine kadar geri atmış oldular. Bizanslılar, bir hamlede doğu ve güney-doğu Anadolu'nun en büyük kısmını geri almışlardı. Bu tarihten sonra Müslimanların bazı muvaffakiyetleri görüldü ise de, bunlar tamamen mevzii vakıa
lara münhasır kaldı ve Bizanslılar, Selçukoğulları'nın Yakın Doğg'ya inmelerine kadar, bu üstün vaziyetlerini muhafaza ettiler. İmparator Nikeforııs Fokas, G irit ve Kıbrıs'ı Müslimanlardan geri aldığı gibi, Gazianteb'i de işgâl fetti; hattâ İslâm dünyasının en büyük şehirle
rinden biri olan Haleb'e girip şehri yağma etti. (41)
Bizanslılar, 964'te Adana, Misis ve Tarsus'u da alıp Müslimanları Klikya'dan attılar. Yüz binlerce Müsliman, Arap ülkelerine göçtü;
kalanların bir kısmı da Hıristiyan oldu. Çünkü İslâm ülkelerinde milyonlarca Hıristiyan serbestçe yaşadığı halde, Hıristiyan ülkele
rinde Müsliman azınlığa müsamaha edilmiyordu. 966'da Bizansılar, Diyarbakır, Antakya, Halep civarına kadar geldiler. 969'da Antakya Bizans'ın eline düştü. Bu mühim-başarılardan sonra Bizanslılar, Van gölüne ulaştılar ve bu bölgelerdeki Müslimanları da kovdular.
973'te BizanslIlar, İslâm dünyasının en büyük şehirlerinden birisi olan Diyarbakır'ı bile muhasara ettiler, fakat Müslimanların büyük bir feragat ve kahramanlıkla müdafaa ettikleri bu şehri alamadılar.
Bunun üzerine Bizanslılar, güney-batıya döndüler; Humus, Baalbek, Beyrut gibi bazı şehirleri alıp Akdeniz'in doğu kıyılarına ulaşmış oldular. (42)
Bundan sonra Müslimanlar, Bizans'ı çok kanlı savaşlardan sonra binbir güçlükle Lübnan ve Suriye'nin mühim şehirlerinden çıkarabildiler. Fakat Bizans işgali, Van gölü bölgesinde devam etti.
933'te Erciş ve Malazgirt, 103Q'da Urfa Bizanslılar'ın eline düştü.
Van golünün kuzeyindeki Ermeni ve Gürcü ülkelerindeki krallıklar,
40 Oğ u z ÜNAL
Miisliman tâbiiyetinden çıkarak Bizans'ı metbu tanıdılar. Bu suretle Bizans hâkimiyeti, Van gölünün doğusuna ve Kafkas dağlarına kadar ulaştı. (43)
İkibuçuk asır devam eden bu savaşlar sonunda 11. yüzyılın baş
larında Bizans, Suguur vilâyetlerine ait olan toprakların çoğunu işgal etmişti. Anadolu'da Müslimanların elinde ancak Diyarbakır, Bitlis, Mardin, Siirt, Hakkâri bölgeleri yani en güney-doğu Anadolu kalmıştı. Diyarbakır'daki Mervâni'ler, Azerbaycan'daki Müsâfiri'ler gibi Müsiiman devletleri bile Bizans tarafından haraca bağlanmış
lardı. (44)
jşte Oğuzlar, Yakın Doğu'ya müdahale etmek üzerelerken, İs
lâm âlemi'nin Bizans karşısındaki durumu bu idi. Vaktiyle 100.000 atlı çıkaran Suguur vilâyetleri mahvolmuştu. Allah yolunda cihâd etmek üzere Suguur'a gelen yüzbinlerce mücâhit Türk'ten eser kal
mamıştı. Bununla beraber, yüzyıllar süren Müsiiman akınları Ana
dolu'yu geniş ölçüde hırpalamış idi. (45)
Bu devrin en bariz hususiyeti, cihâdlardır. Suguur vilâyetlerinde çarpışan bu Murabıt Türkler, uzun ve kanlı mücadelelerle Bizans Anadolu'sunu zaafa uğratmışlar, Anadolu'yu geniş ölçüde hırpala
mışlar ve yarım asır sonra soydaşları olan Müsiiman Oğuz Türkleri tarafından vuku bulacak olan Anadolu fütuhâtına müsait bir zemin hazırlamışlardır. (46)
HORASAN'DAN ANADOLU'YA 41
3. UÇLARIN T EŞK İLA T I VE UÇLARDA HAYAT
Yukarıda İslâmlar elinden çıkıp Bizans'a geçtiğini gördüğümüz, Arap müelliflerinin "Suguur" ya da "El-Avâsım" adıyla andıkları
" U c " ülkeleri üç kısma ayrılmıştı:
1- E Y A L E T İ E R M E N İY E (E R M E N İY E UCU). Kuzey doğu Anadolu (Karadeniz kıyıları hariç) ile güney Kafkasya'nın en büyük bölümünü içine almak üzere genellikle Doğu Anadolu’da kurulmuş olan bu ucun en mühim şehirleri Kalikala (yani eski Erzurum) ile Bitlis, Malazgirt, Ahlat, Erciş ve Kemah idi.
2- EY A LET - i Ş A M İY E (Ş A M Y A DA S U R İY E UCU). Bu ucun merkezi Tarsus idi. 10. yüzyılın başında bu ucu gezmiş olan İbn Havkal, bütün şarkta bu azamette pek az şehir gördüğünü ve şe
hirden her zaman yüz bin atlı muharibin çıkmakta olduğunu zikre
der. İbn Havkal'm bu rivayeti mübalağalı olsa bile, diğer eserlerden biz Tarsus'un Bağdad, Fustat ve Dimaşk gibi birinci derecedeki İslâm şehirlerinden sonra gelen Buhara, Nişabur, Rey, Musul ve Haleb şehirleri ayarında olduğunu söyleyebiliriz. Bu ucun ikinci derecedeki şehirleri Misis, Aynzarba, Antakya ve Adana idi. Haru- niye, Maraş, Göynük ise üçüncü derecede müstahkem mevkiler idi.
3- e y a l e t;-] C E Z R İY E (E L - C E Z İR E UCU). Bu ucun mer
kezi Malatya idi. İbn Havkal, bu şehrin de doğunun büyük ve mamur şehirlerinden olduğunu söylüyor. Fırat kenarındaki Samsat, Adıya
man, Murad suyu kenarındaki Arsamosat, Harput, Amid, Meyya- farikin, Erzen (bugünkü Garzan civarında) bu ucun ikinci derecedeki şehirleriydi. (47)
Çok münbit ve mahsuldar olan uc ülkeleri aynı zamanda büyük ticaret yollarının uğrakları idiler. İlk zamanlardanberi mevcut olan şark ile garp arasındaki kara yollarının mühim bir kısmı buralardan
42 OĞUZ ÜNAL
geçmekte idi. Uçtaki şehirler hem istihsal yapıyorlar ve hem de ticaretle uğraşıyorlardı. Bu sebepten dolayı büyük ve zengin şehir
ler ve kasabalar meydana gelmişti. Bunlardan Şam, yani Suriye ucu, aynı zamanda bir deniz ticaret filosuna da mâlik bulunuyor ve doğu Akdeniz'deki diğer memleketlerle de ticaret yapıyordu. Kesif bir nüfusu besleyen bu şehirler, yalnız mücâhidlerin ve murabıtların de
ğil, aynı zamanda müstahsillerin ve tüccarların da karargâhı olmuştu.
Bundan başka uc şehirlerinin mühim bir kısmı İslâm ilim ve edebiya
tı tarihinde meşhur olan pek çok şahsiyetin de doğup yetiştikleri ve yaşadıkları yerlerdi. Ucda yetişen veyahut hariçten gelerek buraya yerleşen âlimlerin, muhaddislerin, mutasavvıf ve fakihlerin ve diğer yazar ve ediplerin adlarını ve hayatlarını eski vekayinalerdcn ve hâl tercümesi kitaplarından alarak burada saymağa kalksak, sayfalar doldurmak icap eder. Muhtelif cins ve soylara mensup olan bu mü
nevver zümrenin toplandıkları en mühim kültür merkezleri Tarsus, Misis, Antakya, Amid, Malatya, Meyyafarikin, Erzen ve Kalikala yani eski Erzurum idi. Uc halkının esas vazifesi din uğrunda savaş olduğu için, buradaki medreselerde tâbiatiyle dini ilimler ve bilhassa hadis ilmi diğerlerinden daha kuvvetli ve yaygın idi. Yalnız Tarsus'ta yetişen muhaddislerin sayısı yüzden fazladır. İkinci sırada ise muta
savvıflar yer alıyordu. Bu mutasavvıflar içinde İbrahim İbn Ethem El-Belhi ve Abd Allah İbn Mübarek gibi bütün Müslimanların son derece kıymet verdikleri şahsiyetler mevcuttu. Bununla beraber şark edebiyatının iftihar edeceği şahsiyetlerden Kalikalalı Ebu Ali El-Kali ile Meyyafarikin'li Abd El-Rahim İbn Nubata ve büyük şair Misisli Ebu '1-Abbas El-Nami gibi zatlar da uçtan yetişmişlerdi. (48)
İrili ufaklı 200 kadar şehir ve kaleyi ihtiva eden uc ülkelerinin nüfusu birkaç milyondan fazla tahmin olunabilir. Daimâ muharebe
ye hazır yüz bine yakın mücâhid çıkaran uc halkı her vakit harp hayatı yaşarlardı. Bundan başka her taraftan zahitler ve dindarlar uca gelerek gazâ farizasını yapmak ve fazla sevap kazanmak için cihâda iştirak ederlerdi. Tövbe eden günahkârların bir kısmı da din uğrunda muharebe yaparak günahlarını affettirmek için uca gelir
lerdi. Fakat uçtaki mücâhid ve murabıtların en büyük kısmı, bilhassa 9. yüzyıldan itibaren, Horasan ve Türkistan diyarlarından pelen gazilerdi ki, bunların büyük ekseriyetini Türkler teşkil ediyordu. (49)
Bu mücâhid ve murabıtların şehit olmak veya ecelleri ile ölmele
ri suretiyle azalmaları da söz konusu değildi. Çünkü devamlı olarak
HORASAN’DAN ANADOLU’YA 43
İslâm ülkelerinden, bilhassa Horasan ve Türkistan'dan gelen yeni mücâhidler ve murabıtiar eksilenlerin yerlerini dolduruyorlardı. (50)
Hariçten gelen mücâhidler ile devamlı olarak takviye olunan uc ordugâhlarının başlıca geçim ve gelir kaynakları şunlardı: t ) Bizzat uc bölgelerinin ziraat ve zanaat bakımından istihsali; 2) Uc bölgele
rinin ticaret gelirleri; 3) muhtelif İslâm ülkelerinde uc gazileri için yapılan vakıflardan gelen gelirler (Bu vakıflar Mekke ve Medine için yapılan vakıflar kadar mühim bir yekuna ulaşmış idi); 4) muhtelif zenginlerin bağışları; 5) İslâm hükümdarlarının ve bilhassa Halifenin yardımları. Bu sayede uçta yüz bine yakın mücehhez büyük bir ordunun bütün ihtiyaçları temin olunabiliyordu. (51)
Suguur beylikleri hiç bir zaman muayyen ailelerin elinde kalmı
yordu. Uçtaki mücâhid komutanları toplanarak, içlerinden birini başbuğluğa seçiyorlar ve tasdikine sunmak üzere Halifeye bildiriyor
lardı. Diğer bir deyişle uçlar, bir nevi askeri cumhuriyet idiler.
Suguur beyleri, kendi adlarına para bastırırlar, bazan "em ir", bazan da "m elik" ve hattâ "sultan" unvanını bile taşırlardı. (52)
44 Oğ u zÜNAL