• Sonuç bulunamadı

(T ÜRKMENLE R) OĞUZLAR

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "(T ÜRKMENLE R) OĞUZLAR"

Copied!
574
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

A N K A R A Ü N İ V E R S İ T E S İ

D İ L V E T A R İ H — C O Ğ H A F Y A F A K Ü L T E S İ V A Y I K 1 A H I : 170

Prof. Dr. Faruk SÜMER

O Ğ U Z L A R

(T Ü R K M E N L E R)

TARİHLERİ-BOY TEŞKİLATI-DESTANLARI

İKİNCİ BASKI

(2)
(3)

Bu nâçiz eserimi Anadolu’y u açan ve onu ebedî bir Türk yurdu haline getiren Oğuz Türkleri'nin ruhlarına armağan ediyorum.

A N K A R A Ü N İ V E R S İ T E S İ B A S I M E V İ . 1 9 7 2 - A N K A R A

(4)

ÖNSÖZ

İ Ç İ N D E K İ L E R

V-VII

G İR İŞ ...

B İR İN C İ BÖLÜM

O Ğ U Z L A R IN T A R İ H İ ...

A . Oğuzlara Dâir E n Eski Bilgiler: 1-25

1. Oğuz Adının Menşei (1 -3 ), 2. Barlık Irm ağı Kıyılarında Oğuzlar (3 -5 ), 3.

Tula B oylarında Oğuzlar (5 -2 5 ) ...

B. I X - X I . Y üzyıllarda Oğuzlar (Sir-D erya O ğuzlan) 26-60 ...

1. Oğuzların Y urdları (3 3 -3 7 ), 2. Oğuzların Y aşayış Tarzı (3 7 -4 2 ), 3. İktisadî H ayatları (4 2 -4 3 ), 4. D inî İnanışları (4 4 -4 6 ), 5. Başka Gelenek ve Görenekleri (4 6-49 ), 6. Oğuzların İslâm iyete Girişi (5 0 -5 2 ), 7. Oğuz Y abgu D evleti (5 2 -5 9 ), 8. Uzların Macerası (6 0 )...

C. Selçuklu Devletinin K uruluşu: 61-91 ...

Ç. Selçuklu Devrinde Oğuzlar (Türkm enler): 92-138 ...

1. Mavera ün-nehr (111-112), 2. Mangışlak (112), 3. Balhan (112-127), 4. H o ­ rasan (112-122), 5. Kirm an (123-126), 6. Fars v eH u zistan (126-127), 7.

Kürdistan (127-129), 8. A zerbaycan ve Errân (129-132), 9. Irak ve el-Cezîre (132-133), 10. Suriye (133-134), 11. A nadolu (134-137), 12. Mısır, Kuzey-A frika v e Y em en’ de Türkmenler (138) ...

D . M oğol İstilâsından Sonra Türkmenler: 139-199 ...

1. H a zar-ötesi Türkmenleri (139-143), 2. îra n (143-156), 3. M oğol D evri ve Ondan Sonraki Zamanda A nadolu (156-175) 4. Haleb Türkmenleri (175-176), 5. Çukur-Ova (177-179), 6. At-Çekenler ve Oymaklar (1 7 9 -1 9 9 )...

ÎK lN C İ BÖLÜM

B O Y T E Ş K İL Â T I V E B O Y L A R ...

Oğuz Boylarına ait A nadolu’ da yer adları (211-215), 1. K ayı (216—

221), 2. B ayat (222-237), 3. A lka-B ölük (A lka-E vli) (238), 4. K ara- B ölük (K ara-E vli) (2 39-240), 5. Y azır (241-243), 6. Döğer (244-255), 7. D o- durğa (256-258)} 8. Y aparlı (259), 9. Avşar (Afşar) (260-294), 10. K ızık (2 9 5 -

I X - X X V

1-199

201-372

III

(5)

aurğa (253—254), 8. Yaparlı (255), 9. Avşar (Afşar) (256- 288), 10. Kısık (289-290), 11. Beğ-Dili (291-304), 12.

Karkm (305-307), 13. Bayındır (Baymdur) (308-312), 14. Peçenek (312—314), 15. Çavııldur (Çavundur) (315- 317), 16. Çepni (318-326), 17. Salur (327-335), 18. Ey- mür (Eymir) (336-340), 19. Ala-Yuntlu (341-343), 20. Yüregir (344-346), 21. İğdir (347-349), 22. Büğdüz (350), 23. Y ıva (351-358), 24. Kmık. (359— 362).

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (Destanları) ... 363— 411 1. Destanların Yazıldığı Zaman (367-370), 2. Destan

Kahramanları Nerede ve Ne Zaman Yaşadılar (371-376), 3. Kahramanların Müslümanlığı (376-377), 4. Destan­

ların Konusu (377-381), 5. Kahramanlar (381), 6. İk ­ tisadî Hayatları (381-383), 7. Siyasî Teşkilât (384-391), 8. Ordalar (391-392), 9. Aile Hayatı (391-395), 10. Or­

du (395-396), 11. Binicilik (396-398), 12. Kıyafet (398- 399), 13. Avcılık (400), 14. Eğlenceler (400-401), 15.

Davranışları (401-407), 16. Destanların Ehemmiyeti (407-408), 17. Destanların Özeti (408— 411).

X V I. Y Ü Z Y IL D A AN ADOLU ’ D A OĞUZ B O Y L A ­

R IN A A İT Y E R A D L A R I ... ... 412—449 Y E R A D L A R I SIRASIN A GÖRE OGUZ B O Y L A R I . . 450 R E SİM L E R ... 451— 455 B İB L İY O G R A F Y A ... 456— 472 D İZİN ... ... 473— 520

(6)

ÖNSÖZ

X I. yüzyıldan itibaren, kendilerine Türkmen de denilen Oğuzlar'm, Türkiye Türkleri ile İran, Azerbaycan, Irak ve Türkmenistan Türkleri­

nin ataları olduklarını biliyoruz. S e lç u k lu ve O s m a n lı hanedanları­

nın da onlardan çıktığını hatırlarsak Oğuzlar'm dünya tarihinde pek mühim roller oynamış bir Türk kavmi olduğu anlaşılmış olur.

Oğuzlar Sir-Derya boyları ile onun kuzeyindeki bozkırlarda yaşarlarken onlardan ancak bir bölüğü şehirlerde oturuyordu.

Bu oturak Oğuzlar savaş ile meşgul olmayıp, kendilerini şehir hayatının gerektirdiği işlere vermiş bulunduklarından, göçebe eldaşları onlara is­

tihfafla yatuk, yani tembel adını vermişlerdi. Gerçekten göçebe Oğuz­

lar, oturak eldaşlarını istihfaf etmekte kendi telâkkileri bakımından haklı sayılabilirler. Çünkü S e lç u k lu i m p a r a t o r l u ğ u n u oturak Oğuz­

lar değil, bizzat onlar kurmuşlardı. Fakat göçebe Oğuzlar da 1071 yılındaki Malazgird zaferi ile Anadolu’yu açıp bu ülkede oturak yaşa­

yışa geçmeğe başladılar. X I I I . yüzyılda onlardan mühim bir kısmının artık şehir ve köylerde yaşadığı görülüyor. Bununla beraber, adı geçen yüzyılda yine Anadolu’da, çoğunu yeni gelenlerin, yani Moğol istilâsı­

nın önünden kaçanların teşkil ettiği, kalabalık sayıda Türk göçebe un­

suru da vardı. S e l ç u k l u devleti, bir daha kurtulamıyacak bir şekilde Moğol hâkimiyeti altına girince, Oğuzlar'm deyimi ile yatuklar, yani otu­

rak Türk halkı kendisini mukadderata teslim ettiği halde, göçebe Türk unsuru, yani Türkmenler Moğollara karşı mücadelede bulunmaktan geri durmamışlardı. Neticede Türk göçebe unsuru, Türkmenler ilk önce Türkiye'de, sonra buradan giderek İran'da siyasî hakimiyeti ellerine aldılar. Böylece, Türkmenler Türkiye tarihinin ikinci devrinin (Beğ- likler devri) yaratıcıları oldukları gibi, İran'da da X X . yüzyıla değin

Türk hâkimiyetini devam ettirdiler.

Türkiye tarihinin üçüncü devrini açan O s m a n l ı hânedanma ge­

lince, bu hânedanm da göçebe Türk unsurundan çıktığını biliyoruz. Di-

y

(7)

ğer taraftan O s m a n lı hânedamnın gerek Marmara bölgesinin fethin­

de, gerek Rumeli'nin ele geçirilmesinde mensup bulunduğu göçebe un­

surdan geniş ölçüde faydalanmış olduğu da bir vâkıadır.

Fakat X V I. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkiye'de göçe­

be unsur siyasî ehemmiyetini eskisine nisbetle epeyce yitirmişti. Bu da, başlıca, oturak yaşayışa geçmeler ve İran'a, yapılan göçmeler sonucun­

da sayısının çok azalmış olması, O s m a n lı askerî teşkilâtının kud­

reti ve “ delikli demircin icat edilmesi gibi âmillerden ileri gelmiştir. Bu sebeple, Anadolu'daki Türk oymaklarının O s m a n lı devrindeki rolleri daha ziyade İçtimaî tarihimiz bakımından önemlidir. Gerçekten onlar, X V I. yüzyılın sonlarından itibaren muhtelif âmiller yüzünden vakit vakit bünyesinde geniş boşluklar meydana gelen yerleşik Türk halkı­

nın bu boşluklarını doldurarak ona daima kuvvet ve hayatiyet kazan­

dırmışlardır. Bununla beraber, şunu da belirtmek yerinde olur ki, Türk oymakları son asırlarda dahi siyasî ehemmiyetlerini büsbütün kay­

betmiş değillerdi. Nitekim, X V III. yüzyılda Anadolu'da ortaya çıkan derebeği ailelerinden, başta en büyüğü (Çapar-Çapan-oğulları) olmak üzere, birçoklarının da yine göçebe Türk unsuruna mensup olduklarını biliyoruz.

Şu çok kısa izahat, göçebe Türk unsurunun millî tarihimizde ne kadar mühim bir yeri olduğunu gösteriyor. Bunu bir cümle ile ifadeye çalışırsak diyebiliriz ki: Türk göçebe unsuru, Oğuz Türkleri'nin Yakm-Doğu'da S e lç u k lt ıla r ’dan sonra da siyasî hâkimiyetlerini devam ettirmelerinde başlıca rolü oynadığı gibi, O s m a n lı devrinde de Anadolu'daki oturak Türk cemiyetinin varlığını korumasında pek mühim bir âmil olmuştur.

îşte bundan yirmi yıl önce Oğuzlar'ı ve onlarm göçebe yaşayışını sürdüren torunlarını incelemeye girişmemiz, etnografik bir tecessüsün sâiki ile değil, onların millî tarihimizdeki bu pek mühim yerlerinden ileri gelmiştir.

Konunun batıda şarkiyatçılar âleminde olduğu gibi, bizde de uzun müddet hayret edilecek derecede ihmale uğradığı bir gerçektir. Bun­

dan dolayı aydınlarımız millî tarihimizin başlıca noktalan üzerinde bile doğru ve açık bilgilere sahip olmamışlardır. Bugün dahi Türk, Oğuz, Türkmen, Yörük, S e lç u k lu , O sm a n lı, K a r a - K o y u n lu , Uygur, Özbek adlarının delâlet ettiği anlamlan iyice kavramamış tarih hocalarının bulunduğunu söylersek, bu acı gerçeği daha açık bir şekilde ifade etmiş oluruz.

(8)

Eser, kısa bir girişle üç bölümden meydana gelmiştir.

I. Bölümde Oğuzlardın eski tarihleri ve S e lç u k lu im p a r a t o r lu ­ ğ u n u kurmaları ele alındıktan sonra, bu imparatorluğun kurulması sonucunda muhtelif ülkelere dağılmış bulunan Türk göçebe unsurunun hayatları, son asırlara kadar gelmek üzere, ayrı ayrı incelenmiştir.

Yani burada Gök-Türkler devrindeki Dokuz Oğuzlarhıı tarihi anlatılmış olduğu gibi, » D a d a l-O ğ lu ’nun Türkmenlerinden de bahsedilmiştir.

II. Bölümde Oğuzlar'm boy teşkilâtı ve Oğuz boylan, III. Bölümde ise Oğuzlar'ın millî destanları (Dede Korkut destanları) incelenmiştir. Ge­

rek Oğuz boyları, gerek D e d e K o r k u t destanları eserin plânına uygun olarak yeniden yazılmıştır. Ayrıca eserin sonuna X V I. yüzyılda Ana­

dolu'daki Oğuz boylarına ait yer adlarını gösteren bir cedvel de ilâve edilmiştir. Bu cedvelin bazı meseleler üzerindeki çalışmalarımızda bize pek faydalı olacağı şüphesizdir.

Esere, konusundan dolayı mütehassıslardan başka, aydınların ve halkın da ilgi göstermesi mümkündür. Bu sebeple, eserin yazılmasında onların faydalanmalarını kolaylaştırmak hususuna elden geldiği kadar dikkat edilmiştir. Hattâ, bilhassa S e lç u k lu tarihi üzerinde meslekdaş- larımdan farklı düşündüğüm meseleler üzerinde, birkaç istisna ile, mü­

nakaşalara girişmemem de kısmen yine aynı husus ile ilgilidir.

Sözlerime son vermeden önce kitabın tashihinde yardımda bulu­

nanları şükranla anmak isterim. Sayın N ih a l A t s ız B e ğ eseri baştan sona kadar okumak ve birçok hususlarda yararlı tavsiyelerde bulun­

mak lûtfunu esirgememiştir. Talebelerim ve kürsümüz asistanları Afşar İs m a il A k a ile K â z ım Y a ş a r K o p r a m a n da kitabın tashihinde ve dizinin hazırlanmasında yorulmaz bir gayret göstermişlerdir. Gerek sayın N ih a l A t s ız B e ğ ’ e, gerek sevgili talebelerime yardımlarından dolayı teşekkür ederim.

Nisan, 1965. Faruk Sümer

(9)
(10)

Giriş

Türkçe konuşan topluluğun Orta-Asya1 daki asıl anayurdunun neresi olduğu üzerinde eskidenberi bazı fikirler ileri sürülmüştür. Bizim düşündüğümüze göre, bu topluluğun anayurdu, başlıca 145-150 arz dereceleri arasındaki Abakan, Tuba yörelerini de içine alan Kem ırmağı yâni Yenisey boylan ve ona yakın yöreler olmalıdır.

Türkçe konuşan topluluğun, eski zamanlardanberi, birbirlerin­

den siyasî hüviyetleri, dilleri veya lehçeleri, İçtimaî seviyeleri, hattâ yüz şekli ve beden yapıları ile ayrılan muhtelif kollar halinde yaşadı­

ğını biliyoruz. Orhun âbidelerinde, yabancı kavimlere olduğu, gibi, bu kollara da budun yani kavim denilmektedir. Fakat bu kolların ortak bir ada sahip oldukları üzerinde elimizde hiç bir delil yoktur.

V I. yüzyılda türkçe konuşan el (kavim) lerden ancak biri Türk adım taşıyordu. Bu elin adı olan Türk (o zamanlar Törük = Türük) sözünün, yöıük (yörümekten) gibi, törümek mastarından geldiği bizce muhakkaktır. Bu Türk kavm i, adı geçen yüzyılda Türk ve Moğol âle­

minin hâkimleri, Juan-Juanları (Aparlar = Avarlar) yenerek Çin şeddinden Hazar DenizVne kadar uzanan pek geniş bölgede bir impa­

ratorluk kurmak sureti ile hemen bütün türkçe konuşan kavimleri idareleri altında toplamıştı. Bu keyfiyet Yakın-Doğu'da Türk adına, türkçe konuşan bütün kavimleri içine alan umumî bir anlam kazandır­

dı. Fakat Türk sözü bizzat türkçe konuşan kavimler arasında böyle geniş bir anlamı haiz olamadı. Türkler müslüman olduktan sonra Ya- kın-Doğu'daki dindaşlarından Türk kelimesinin bu geniş manasını öğrendiler. Oğuz Türkler i'ne Türk adını verenler de yine Yakm-Doğu Müslümanları olmuştur.

G ö k -T ü r k i m p a r a t o r l u ğ u devrindeki Türk ellerinden biri de Dokuz boydan müteşekkil olan Oğuzlar idi ki, V II. yüzyılın ikinci yansı ile IX

(11)

V III. yüzyılın birinci yarısında Tula ırmağı boylarında yaşıyorlardı.

Dokuz-Oğuzlar, Türk budununun yanında G ö k -T ü r k d e v l e t in i n dayandığı ikinci bir unsur olarak görünüyorlar. Bunlar Gök-Türkler'- in siyasî halefleri olan Uygurlar devrinde de aynı mahiyette bir rol oy­

namışlardır. Dokuz-Oğuzlar’ın âkıbeti meçhuldur. X . yüzyılda Sir-Der- ya (Seyhun) kıyılarında yaşıyan Oğuzlar'm doğrudan doğruya bu D o­

kuz-Oğuzlar'm torunları, olmaları pek az muhtemeldir. Buna karşılık Sir-Derya Oğuzları'mzı evvelce Batı-Gök-Türk birliğine mensup olduk­

larını ileri sürmek, daha isabetli bir mütalaa gibi görünüyor.

Sir-Derya Oğuzları, başka bir Türk elinin kendisiyle mukayese edilemiyeceği derecede cihan tarihinde pek mühim bir rol oynamışlar­

dır. Bunun için, Önsözde de işaret edildiği gibi, S e lç u k lu ve O sm an - lı im p a r a t o r l u k l a r ı n ı onların kurduğunu söylemek elverir. Diğer taraftan Oğuzlar, Moğol istilâsından sonra kavmî varlığını, tarihî hâ­

tıralarını ve harsını korumak suretiyle Türk âlemini temsil eden biricik kavim olmak vasfım da taşımaktadır,

Uygur, Karluk, Kıpçak ve bunlar gibi diğer bazı Türk kavimleri Moğol istilâsı üzerine varlıklarını devam ettirememişler, Moğol boylan ile karışıp kaynaşarak yeni kavimler meydana getirmişlerdi. Bu yeni kavimlerin dili türkçe ise de tarihî hâtıraları, askerî teşkilât ve gelenek­

leri Moğol vasıflarını taşıyordu. Bugünkü Doğu-Türkistan Türkleri, Özbekistan, Kazakistan, Kara-Kalpak halkları ve İdil boyu Türkleri, kısaca Orta-Asya'daki Türkler'in ezici çoğunluğu işte bu Türk-Moğol karışmasından meydana gelmiş yeni kavimlerin torunlarıdır.

Bilhassa ticarî münasebetler sebebi ile X . yüzyıldan itibaren ara­

larında yayılmaya başladığını bildiğimiz İslâmlığın, X I . yüzyılda Oğuz­

lar' dan ezici çoğunluğun dini haline geldiği görülüyor. Bunun sonu­

cunda Oğuzlar'a X I. yüzyılda Türkmen adı verilmiştir ki, bu ad aşağı yukarı iki asır sonra her yerde Oğuz'un yerini almıştır. Ancak Oğuz sözü, destanlar ile hâtıraları yaşatılan atalarının adı olarak, Türkmenler ara­

sında uzun müddet yaşamıştır.

Oğuzlar'dan, 15-20 bin kişilik ordu çıkarabilecek bir küme 1035 yılında Horasan'a, geçmek zorunda kalmıştı. Bu bölge ise zenginliği, askerî ve mülkî teşkilatının mükemmelliği ile yalnız Islâm âleminin değil, dünyanın en kudretli devletlerinden biri olan G a z n e li im p a r a ­ t o r lu ğ u n a ait idi. Bu Oğuzlar, S e lç u k lu ailesinin idaresi altında beş yıl süren devamlı ve çetin bir mücadele sonucunda G a z n e li im p a ­

r a t o r lu ğ u n u yenerek Horasan'da devletlerini kurdular (1040 tari­

hinde ve 16.000 atlı ile). Ancak fevkalâde kelimesi ile vasıflanabilecek

(12)

olan bu hâdisenin baş kahramanı, fikirleri ve icraatiyle S e lç u k ’un to­

runu Ç a ğ rı B e ğ idi. S e lç u k lu d e v le t in in hâkimiyeti çok kısa za­

manda B iz a n s i m p a r a t o r lu ğ u hudutlarına kadar uzandı. Bu ba­

şarıda Sir-Derya boyundaki büyük ana Oğuz kümesinden birbirini iz­

leyen dalgalar halindeki bölüklerin İran'a, gelmeleri pek mühim bir âmil olmuştur.

Oğuz Türkleri'nin Islâm âleminde görünmeleri, gerçekten bu âlem için mutlu bir olaydır. Çünkü, bu esnada Yakın-Doğu Islâm âlemi, B iz a n s im p a r a t o r lu ğ u karşısında kendisini müdafaa edemiyecek bir durum da bulunuyordu. İslâm âlemi mânen öyle çürümüş idi ki, 3—4? bin kişilik bir Oğuz bölüğü tek başına Filistin ile Suriye'nin mühim bir kıs­

mını kolayca eline geçirmişti. Doğu ve Güney-Anadolu'daki Müslümanlar’ı çıkararak A ni'yi (Kars’ın doğusunda), Antakya ve Urfa'yı, Lâzkiye’yi ge­

ri almış Haleb bölgesini de nüfuz ve hakimiyeti içine dahil etmiş bulunan B iz a n s ’ın, yeni bir hamle ile Suriye ve hattâ M ısır’ a da hâkim olarak, İslâm âleminin başına daha büyük felâketler getirmesi her an bekle­

nebilirdi. Arap unsurunun kendisini toparlayıp B iz a n s ’ın yeni sal­

dırışlarını karşılayabilmesi, ancak belki ikinci bir peygamberin çık­

ması ile kabil olabilirdi. Bundan ötürü Oğuz Türkleri ile İslâm âlemi kendisini B iz a n s ’ a karşı koruyabilecek yeni ve gücü tü­

kenmez bir unsura kavuşmuş oldu. Gerçekten Yakın-Doğu İslâm âle­

minin bu yeni Müslüman unsuru yalnız B iz a n s tehlikesini geri atmak- makla kalmıyaralc, Arablarhn bir türlü yapamadıklarını da başarıp, Anadolu'yu fethetmiş ve B iz a n s ’ı bir daha İslâm âlemine tehlikeler yaratamıyacak bir duruma düşürmüştür.

Oğuz Türkler i ana yurdlarından birlikte getirdikleri devlet teşki­

lâtına ait müesseselerini ve geleneklerini İslâm dünyasında da devam ettirdiler. S e lç u k lu sultanları ve atabeğleri Orta-Asya bozkırlarında olduğu gibi, askerlere ve halka sık sık yağmah toylar veriyorlar, Moğol- ior’ da görüldüğü üzere, beğlerini şereflendirmek ve taltif etmek için bizzat onlara içki sunuyorlar, yerli aydın Müslümanları hayret ve taaccüb içinde bırakan ağır yaslar tutuyorlardı. Onlar bilhassa askerlik ve idarecilikte kendilerini diğer kavimlerden üstün görüyorlar ve millî gelenekleri, mizaç ve seciyeleri ile siyasî hâkimiyetlerinden gelen kavmî bir şuura da sa- hib bulunuyorlardı. S e lç u k lu la r ’ın gerek İran ve gerek Anadolu'da mülkî teşkilâtta yerli Iranlılar'ı kullanmaları, resmî dilin arabça veya farsça olması sadece amelî gayelerle ilgilidir. Çünkü sultanlar kendi kavimlerinden (başta her zaman ve her yerde bütün devletler için hayatî bir ehemmiyeti haiz bulunan mâlî saha olmak üzere) devletin

(13)

mülkî teşkilâtında vazife görebilecek yeter derecede eleman bulamı­

yorlardı. Devletlerini kendi yurdlarmda kurup gelmiş olan Arablar ve Moğollar da her yerde yerlilerden geniş ölçüde faydalanmışlardı.

Hattâ Emevî teşkilâtını arablaştıran, H a lîf e A b d u l - M e l ik ’in: “ I- ranlılar bin yıl hüküm sürdüler bir an bize muhtaç olmadılar, biz ise bir asır devlet idare ettik bir aıı olsun onlardan müstağni kalamadık”

dediği söylenir.

S e lç u k lu h â n e d a n ı, tebaalarını âdalet ve şefkatle idare etmek, ülkelerinin imarı hususunda da büyük gayretler göstermek sureti ile her yerde unutulmaz hâtıralar bırakmışlardır. Öyle ki, onlar tarih sah­

nesinden çekildikten sonra, X IV . yüzyılda, tanınmış îranlı bir müver­

rih, Emevî ve Abbasîleı- de dahil olmak, üzere, bütün İslâm hânedan- larının birkaç ayıbla mülevves olmalarına mukabil S e lç u k lu la r ın bu ayıblardan münezzeh, imanlı, hayırsever, halka karşı şefkatli hü­

kümdarlar idiklerini söyliyerek onları örnek bir hânedan olarak gös­

terir.

Gerçekten bugün, Anadolu'yu dolaşan tarih ve san’ at eserlerine meraklı alelâde bir Türk veya yabancı bile S e lç u k lu sultanlarının, iyi niyetin olduğu kadar aklın ve bilginin de ışığı altında, Türkiye'yi mamur ve halkını müreffeh kılmak için nasıl çalışmış olduklarım kolay­

ca anlıyabilir. Kervansaraylar, hastahâneler v.e köprüler gibi, dinî ol- mıyanların da geniş ölçüde yer aldığı bu eserleri yaptıranlar arasında S e lç u k lu hânedamna mensup hâtûnların da bulunması kayda değer.

Hattâ İran’da kervansarayların münhasıran veya daha çok S e lç u k lu sultanlarının kızları tarafından yaptırıldığı sanılıyordu.

Türk fethi esnasında Anadolu’n un pek büyük bir kısmı, bilhassa Orta, Güney ve Batı-Anadolu bölgeleri, nüfusu çok az, hareketsiz, bir kelime ile geri kalmış bir ülke manzarası gösteriyordu. Doğu ve Güney Doğu-Anadolu şehirlerine nazaran, Orta, Güney ve Batı-Anadolu'daki- ler sönük kasabalar halinde idiler. Bunun başlıca sebebi birinci dere­

cedeki milletlerarası ticaret yollarının o zamanlarda bu ülkeden geç- memesidir. Öte yandan S â s â n î-B iz a n s ve onu müteakib, sürekli ve çetin A r a b - B iz a n s mücadeleleri Anadolu'daki halkm mühim bir kısmının yok olmasına ve Çukur-Ova gibi bir çok bölgelerin de korkunç bir şekilde tahrib edilmesine sebep olmuştu. Hattâ nüfusunun azlığı, yoksulluğu ve teşkilâtsızlığı ile Anadolu'nun, işaret edilen büyük kıs­

mındaki, yerli halk varlık gösteremiyecek bir duruma düşmüştü. Bun­

dan dolayı X I. yüzyılda Doğu-Anadolu'dan gelen Ermeni toplulukları Orta-Anadolu'da. ve Çukur-Ova bölgesinde kolayca yerleşebilmişler ve

(14)

hattâ t u sonuncu yerde, I. H a ç lı s e fe r in d e n de faydalanarak, bîr kırallılc dahi kurabilmişlerdi. Yine bu sebeple, Oğuz Türkleri az bir kuvvetle Orta ve Batı-Anadolu’yu çok kısa bir zamanda ve ciddî bir mukavemet de görmeden kolayca açabilmişlerdi. Yerli halkın nüfusça çok az olduğunu gösteren delillerden biri de şudur ki, Türk sultanları ve beğleri yaptıkları akınlarda ele geçirdikleri yerli halkı göçürerek kendi ülkelerinde yerleştiriyorlardı; çünkü, nüfus azlığından hâkim bulundukları ferlerde ekilmemiş geniş topraklar vardı. S e lç u k lu hükümdarlarının Doğu ve Güney-Doğu-Anadolu'ya karşı devamlı bir fetih siyaseti gütmelerine karşılık, en müsait zamanlarda bile, Batı- Anadolu, ve Marmara bölgelerini almak hususunda istekli görünme­

meleri de ancak oraların iktisaden geri kalmış, nüfusu seyrek, az ma­

mur yerler olmaları ile izah edilebilir. Hattâ Anadolu’nun, işaret edi­

len durumundan dolayı, Türk fatihlerince o kadar câzib bir ülke sayıl­

madığını da söylemek mümkündür. Malazgirt savaşının galibi A lp - A r s la n ’ın da, davranışlarına bakılırsa, aynı düşüncede olduğuna hükmedilebilir.

Arablar'm hem E m e v île r , hem de A b b a s île r devrinde, bir çok defalar bizzat halîfelerin kumandasında muazzam ordular halinde gelip de bir türlü alamadıkları Anadolu, 1071 yılındaki Malazgirt sa­

vaşını takip eden 8-10 yıl içinde baştan başa açılmıştı. Halbuki fetih tek bir kumanda altında ve muntazam bir plân dahilinde de yapılma­

mıştı. Fethi müteakib ülkenin her tarafı Oğuz kümeleri ile doldu. Bun­

lar Türkistan ve İran'da, yaşıyan eldaşlan tarafından daima besleniyor ve yeni gelenler ile sayıları daima artıyordu. Fetihten sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı meydana gelmişti. X I I I . yüzyılın birinci yansının ortalarına doğru Türkistan, Horasan ve Azerbaycan'­

dan Anadolu'ya, birbiri arkasından kalabalık Türkmen kümeleri gel­

meye başladı. Bunlar 1220 de başlıyan Moğol kasırgasından kaçıyor­

lardı. Böylece Oğuzlar'm ezici çoğunluğu Anadolu'da, toplanmıştı. Os- m a n lı hânedanının mensup bulunduğu oymağın da, rivayet edildiği gibi, Moğollar'ın önünden kaçıp Anadolu'ya gelen Türkmen kümeleri arasında olması, bize göre en kuvvetli ihtimaldir. Bu arada Sir-Derya boylarındaki şehirlerde ve köylerde yaşıyan oturak Oğuzlar'ın da bil­

hassa, Moğol kılıcı altında can vermemek, onlara tutsak düşmemek, Moğol istilâsını takiben Türkistan'da baş gösteren korkunç açlıktan ölmemek ve nihayet eldaşlarınm yaşadığı emin bir ülke olması gibi sebepler yüzünden Anadolu'ya geldikleri anlaşılıyor. Sonuç olarak, Anadolu'nun pek büyük bir kısmı X I . yüzyıldan başbyarak X IV . yüz­

yıla kadar süren yoğun göçler ile her bakımdan bir Oğuz (Türkmen)

(15)

ülkesi vasfını aldı ki, bu hususu X IV . yüzyıldaki yabancı müellifler de fark etmişlerdi. Oğuzlar Anadolu'ya, gelirken maddî ve manevî hars­

larını da beraberinde getirdiler. Mezarı Sir-Derya boylarında bulunan D e d e K o r k u t ’un manevî şahsiyeti bile, destanların yanında, A na­

dolu’ya. geldi. Oğuz türkçesi, bir çoklarının sandığı gibi, Anadolu veya İstanbul'da, değil, daha buraya gelmeden önce, Türkistan’da iken bugünkü hususiyetlerini taşıyor ve orada da Türk lehçelerinin en in­

cesi ve en zarifi şeklinde vasıflanıyordu. Bu vesile ile şu keyfiyeti çok kesin bir gerçek olarak söyliyelim ki, Oğuzlar'ın Anadolu'ya getirdik­

leri harsları ve bu arada her türlü gelenekleri bütün hususiyetleri ile zamanımıza kadar kuvvetle yaşayıp gelmiştir. Günümüzdeki A na­

dolu Türkleri’nde ataları olan Oğuzlar'ın harsları, ruhî davranışları ve antropolojik vasıfları hâkimdir1. Bugün her hangi bir kimse A na­

dolu'nun Türkler ile meskûn bir bölgesinde, K â ş g a r lı’nın Oğuzlar'a dair söylediklerini bu bölgedeki Türkler'in dil ve davranışlarında, ge­

lenek ve göreneklerinde açıkça müşahade edebilir. Hattâ bu kimse D e d e K o r k u t destanlarından bazılarının Anadolu'da hâlâ yaşadığım görmekle hayretler içinde kalabilir. Oysaki Türkistan'daki Türkmen- ler bunları çoktan unutmuşlardı. Şu sözlerden de anlaşılacağı gibi, Oğuz Türkleri'nin asıl ve gerçek mümessillerini görmek için Türkistan'ı de­

ğil Anadolu'yu dolaşmak lâzımdır.

Fâtihler ve ondan sonra gelen Oğuz kümeleri, umumiyetle Sivas bölgesinden batıdaki S e lç u k lu ucuna kadar olan geniş bölgede yerleş-

1 - Bugünkü Anadolu Türklerin in ruhî davranışları da ataları Oğuz Tur/cJenninkinden farksızdır. Anadolu Türkleri, sakin görünüşlü, serin kanlı, duygularım pek belli etm eyen insan­

lardır; asık suratlı olm ayıp güler yüzlü ve vakurdurlar; çabuk kızmazlar v e birden parlayıp sön­

mezler. H alkın tabiri ile Anadolu Türkü’niin kolayca “ dam an tutm az” yani derhal sinirlenmez;

fakat “ ayranı kabardı” m ı kasırga gibi eser, önünde durulmaz. T ıpkı Oğuz yiğitinin “ açığı tu t­

tuğunda katı taşı kül eylediği” gibi... Onların başlıca vasıflarından biri de kin tutm am alarıdır;

öc alma duygulan da önlenemez bir aşırılıkta değildir; çabuk barışırlar; m erham et d uygulan da kuvvetlidir; şaka ve lâtifeden hoşlanırlar; gerçekçi insanlardır, yani akılları hislerine hâkim ola*

bilir; öğünme duygularında da aşırılık görülm ez; onun için başkalarının m eziyet ve kabiliyetlerini inkâr etmezler. B ütün b u vasıflan ile onlar A k-D eniz m illetlerinden, ba zı Balkan m illetlerinden, ICafkasyalılar^dan ve Arablar*dan ayrılırlar. Anadolu Türkleri rûhen infiratçı değil, cem iyetçidir;

toplu, yani b ir arada yaşamaktan hoşlanırlar; milletlerine bağlı ve yurd sever oldukları da gerçek bir vâkıadır.

Y ü z şekli ve beden yapılarına gelince, onlar um um iyetle düz kara saçlı, ela gözlü, yuvar­

lak yüzlü, düz burunlu insanlardır; aralarında m avi gözlü olanları az veya nâdirdir; b u gibilere, çok defa, bu vasıflan bir sıfat olarak verilir ( G ö k M e h m e d = m a v i g ö z l ü M e h m e d ; G ö k k ız = m a v i g ö z l ü k ız ); pek çoğunun cildleri beyazdır; yüz ve ellerindeki esmerlik güneş y a k ­ ması ile ilgilidir; b oy la n ortadan uzun olup, gövde kısm ı alt tarafa nazaran kısa değildir; onun için at üstünde heybetli görünürler ve rahatça ok atarlar ve kılıç sallarlar.

(16)

inişlerdi. Bu husus, bu bölgenin onların hayat tarzlarına uygun bir yer olması ve bir de, işaret edildiği gibi yerli nüfusunun orada şaşılacak derecede az bulunması ile ilgilidir. Moğol istilâsından kaçan kalabalık Türkmen kümelerinin mühim bir kısmı da yine batı uçlarına gelmiş­

lerdi. Bir Arab coğrafyacısı (X III . yüzyılın ikinci yarısında) batı uçlarındaki Türkmenler' den yalnız Antalya'nın kuzeyinde, Denizli çevresinde yaşıyanların nüfuslarının 200.000 çadıra yakın olduğunu söylüyor. Batı uçlarındaki Türkmeııler, S e lç u k lu la r ’ın fethinde istekli görünmedikleri. Batı-Anadolu ve Marmara bölgesini kolayca aldılar. Tüıkmenler savaşlarda ellerine geçirdikleri Hıristiyanları köle gibi kullandıklarından bunu çok iyi bilen Hıristiyanlar, onların hare­

kete geçtiklerini görünce Adalara ve Rumeli yakasına kaçıyorlardı.

Türkmenler aldıkları Hıristiyan tutsakların çoğunu Mısırlı, Suriyeli ve tranlı tâcirlere satıyorlardı, işte, Batı-Anadolu ve Marmara b öl­

gelerinin, X V . yüzyılda Hıristiyan nüfusunun en az bulunduğu yer­

ler arasında olmasının diğer bir sebebi de budur. X I X . yüzyılda o bölgelerde, eskisine nisbetle Hıristiyan nüfusun daha fazla olması, O s m a n lı devrinde başka sebeblerden ileri gelmiştir. Güneydeki Çu- kur-Ova bölgesi de, bir asırdan fazla olarak yapılan Memlûk-TürA:- men akınları ile Hıristiyan nüfusu son derece az bir duruma geldikten sonra, X IV . yüzyılda çoğu Üç-Ok koluna mensup Türkmenler tarafin- dan iskân edildi. X V . ve X V I. yüzyılda görülen yoğun Türk nüfusu ve yer adları, bugün de olduğu gibi, Anadolu’daki Türk yerleşmesinin mâhiyetine dâir tarihî kaynaklardan çıkarılan neticeleri tamamiyle teyid etmektedir. Diğer taraftan Anadolu’da, 1.000 evlik de olsa, kitle halinde herhangi bir İslâmlaşmanın vukubulduğu üzerinde, Türk, Bizans, Ermeni, ve Arap kaynaklarında bugüne değin herhangi bir habere rastgelinmediği gibi, en ehemmiyetsiz İçtimaî olaylardan dahi bahsedildiğini gördüğümüz pek zengin O s m a n lı arşiv vesikalarında da bu hususta bir kayıd elde edilememiştir. Nitekim, Anadolu'da Müslüman Ispanya'daki Mozarablar (Müsta’rib) gibi ve kudretini var­

lığım uzun müddet devam ettiren bir dönme sınıfı da mevcut olma­

mıştır. Esasen buna hayret etmemelidir. Çünkü, gerek halk ve gerekse devlet olsun pek açık İslâm geleneğine uyarak Hıristiyan- lara Müslüman olmaları için telkin ve teşvikte bulunmuyordu. A y ­ rıca Türk ve daha doğru bir ifade ile İslâm devletlerinde, Hıristi- yanlar’ın Müslüman olmaları halinde gelirlerinde mühim bir yeri olan haraç ve cizyenin ortadan kalkacağı kaygısı da vardı. Öte yandan eğer toplu halde dönmeler olsa idi, Müslüman olan bu yerli toplulukları

(17)

Bulgaristan''daki Poınaklar, Girit’teki Müslümanlar, Arnavudlar ve Boşııaklar gibi, kendi ana dillerini konuşur görecektik.

Doğu ve Güney Doğu-Anadolu1 ya geçmeden önce şu umumî kai­

deyi hatırlamamız yerinde olacaktır. Bu da bir kavm in bir yerdeki siyasî hâkimiyeti ne kadar uzun sürerse ve o yerdeki yerli halkın me­

denî seviyesi de ne kadar geri bulunursa bulunsun, eğer o kavim yeteri kadar nüfus fazlalığına sahip değilse, başta dili olmak üzere, millî harsının o yerde hâkim bir duruma gelmesi mümkün olamıyor. Bugün dokuz asırlık pek uzun bir siyasî hâkimiyete rağmen Doğu ve Güney-Doğu- Anadolu bölgelerinin bazı yörelerinde halkın türkçe konuşmaması bununla ilgilidir, Doğu-Anadolu ile Güney-Anadolu2 coğrafî durumu ve iklim hususiyetleri ile Anadolu mm Orta ve Batı bölgelerine nazaran Türk oymaklarının yerleşmesine daha az elverişli idi. Diğer taraftan bu bölgelerde şehir hayatının epeyce geliştiğini ve vergi kaygısı ile yerli halk üzerine titreyen devletin de kısa bir zamanda istikrarlı hâkimi­

yet kurmuş olduğunu biliyoruz. Bu sebepler ile Türk nüfusu adı geçen bölgelerin ancak Erzurum, Ahlat ve Harput gibi bazı yörelerinde ve diğer bazı şehir ve kasabalarında kuvvetle tesirini gösterebilmiştir. Bu­

nunla beraber Moğol istilâsı sebebiyle gelen Türkmenler’’in kalabalık bir kısmı da bu bölgelerde yurd tutmuştu. Bu Türkmen kümesini baş­

lıca Kara-Koyunlular ve Ak-Koyunlular temsil ediyorlardı. Ayrıca yine aynı bölgelere Uyratlar, Sutay'lılar ve saire gibi Moğollar da gel­

mişlerdi. Bu Türk ve Moğol nüfusu bölgelerin kavmî çehresini değiş­

tirebilecek bir yoğunlukta olup, tesirini de göstermeye başlamıştı.

Fakat, iç çekişmeler yüzünden Moğol unsurunun çoğu buradan ayrıl­

dı. Çok geçmeden X V . yüzyılda yaptıkları fetihler ile Kara-Koyun- lular’ dan da kalabalık topluluk İran'a göçetti. Ak-Koyunlular’ a. gelin­

ce, onlar Doğu ve Güney-Doğu-Anadolu'daki bütün yerli hâkim ve emirlerin siyasî faaliyetlerine son vermek gayesini şuurlu bir şekilde taşımakta idiler. U zu n H a şa n B e ğ zamanında yılmadan uygulanan bu gayeye ulaşılmıştı. Ancak Ak-Koyunlularım Kara-Koyunlular'ı ortadan kaldırıp onların topraklarını ellerine geçirmeleri, önemli sayı­

da Ak-Koyunlu Türkü’ nün de İran’a gitmesine yol açmıştır. Bunu da mezhebce S a f e v i le r ’e bağlanmış olan veya onların hizmetinde bu­

lunmak istiyen Türk oymaklarının gidişi takib etti. Bölgelerin bugün­

kü kavmî durumunu ise O s m a n lı hâkimiyeti hazırlamıştır. E ğer bu bölgeler S a f e v i le r ’in elinde kalsa idi, türkçenin oralarda rakibsiz bir dil haline gelmesi pek muhtemeldi.

2 Güney-Doğu-Anadolu sözü ile UV/a’ dan Hakkâri’ye kadar olan bölgeyi kasdediyoiuz.

(18)

S e lç u k lu kudreti en yüksek noktasına 1240 tarihinde ulaşmıştı.

Bu esnada onların batı sının, umumiyetle, Muğla vilâyetindeki Da­

laman çayından başhyarak Denizli ve Kütahya önlerinden geçip Sa­

karya'ya. ulaşıyordu. Güneyde, Çukur-Ova bölgesi de S e lç u k lu sınırı­

nın dışında kalıyordu. Ancak buradaki Ermeni kıralhğı S e lç u k lu - lar’ a vergi veriyor ve harb zamanında da asker gönderiyordu. S e lç u k ­

lu hududu Doğuda Erzurum ve Diyarbekir bölgesini içine ahyordu.

Trabzon bölgesindeki R u m d e v l e t i de S e lç u k lu la r ’ın tâbileri ara­

sında idi. Ayrıca Haleb ve Şam Eyyubluları'nın S elçu k lu la rd ı metbu tanımış olduklarını biliyoruz.

Yukarıda işaret edilen zamanda Türkiye mamur ve müreffeh bir ülke halinde idi. S e lç u k lu hânedanı, şuurlu bir iktisad siyaseti güde­

rek birinci derecedeki milletlerarası ticaret yollarını Türkiye'den geçir­

meye muvaffak olmuştu. Bu maksatla, ülkelerini, içlerinde tabib, bay­

tar, hamam ve hattâ çalgı takımı bile bulunan bir kervansaray ağı ile örmüşler ve ırmaklar üzerine taştan büyük köprüler yapmışlardı, ö t e yandan sağlık işlerine de önem vererek başlıca S e lç u k lu şehirlerinde hastahâneler inşa edilmiş ve pek çok medrese ile de süslenmişti. İşte edebî türkçeyi bu medreselerden yetişenler yaratmışlardır. Tabiî bunlardan bahsederken S e lç u k lu devrinin aşağı yukarı 230 yıl kadar sürdüğünü, bunun bir asrının B iz a n s la devamlı mücadele, 50 yılının da Moğol hâkimiyeti ile geçtiğini unutmamalıyız. Böylece S e lç u k ­

lu la r , Türkiye'nin kurucuları oldukları, ülkelerini mamur ve halk­

larını müreffeh kıldıkları ve bir çok bakımlardan orijinal sayılabilecek bir kültür yarattıkları için Türk milletinin hayranlık ve minnettarlığım kazanmışlardır. Araştırmalar ilerledikçe onların siyasî, İktisadî ve kül­

türel sahalarda gösterdikleri gayretin ehemmiyeti, şüphesiz daha iyi anlaşılacaktır.

Yukarda işaret edilen zamanda Anadolu’ daki Hıristiyanlar’m pek çoğu şehirlerde yaşıyordu. Çünkü, kendilerini devlet en emin bir şekilde oralarda koruyabilirdi. Bunların ehemmiyetleri ancak devlete munta­

zam vergi veren müstahsil insanlar olmalarından ileri geliyordu; değil ise siyasî hayatta hiç bir rolleri olmamıştır; İçtimaî hayattaki mevki­

lerine gelince, bu, Irak ve Suriye’deki Hıristiyanlarınkinden farksızdı.

Büyük S e lç u k lu şehirlerinde iğdişler denilen ve başlarında iğdiş başılar bulunan zümreler görülüyor. Bu zümrelerin, yaşadıkları şehrin düşmana karşı savunulmasmda hizmet etmek gibi, bilhassa askerî bir vazife ile mükellef oldukları anlaşılıyor; fakat bu sahada da o kadar ehemmiyetleri yoktu. Bu zümreler X I I I . yüzyılın sonlarında tamamen ortadan kalkmışlardır, iğdişler'in kavmî menşeleri iyice bilinemiyor.

(19)

Türkçe bir kelime olan iğdiş, melez demektir. Yâni anası ve babasın­

dan biri Türk olmayan kimse anlamına geliyor ve arabçaya muvelled (anası arab olmıyan) kelimesi ile tercüme ediliyor. Gerçekten X II.

yüzyılda İran’da yerli kadınlardan doğmuş Türkler'e de arabça eserler­

de Etrâk ul-Muvelledîn (yâni melez Türkler) deniliyordu. Acaba Anado­

lu'daki iğdişler de böyle mi idiler? Fakat, böyle bir ihtimali teyid eden deliller henüz ele geçirilememiştir. Muhakkak olan bir husus var ise, onların, siyasi ve askerî sahada olduğu gibi, diğer bakımlardan da e- hemmiyetli bir zümre olmadıklarıdır. Kaynaklarda, kendilerinden na­

diren ve mübhem bir şekilde bahsedilmeleri de bu husus ile ilgilidir.

Mamafih iğdişlerin dönmeler olmaları mümkündür. S e lç u k lu şehir­

lerinde Türkler'den başka çoğunlukla İran'dan gelmiş san’ atkâr, tüccar ve okumuş kimselerden mürekkep başka Müslümanların da yaşadıklarını biliyoruz.

Köylere gelince, bunların ezici çoğunluğu Türkler ile meskûn idi.

Köylülere X I I I . yüzyılın ikinci yarısında Türk (arabça cemi Etrâk) de deniliyordu. Bu isim onlara Irak, Suriye ve M ısır şehirlerindeki halkm- arabça konuştukları halde- arab sözünü sadece göçebe arablar için kul­

lanmalarına bakılarak- devletin mülkî teşkilâtında vazife gören Iranlı memurlar tarafından verilmiş gibi görünüyor. Bu suretle Türk sözü köylü anlamına da geldi ki, O s m a n lı devrinde de bilhassa X V II.

yüzyıldan itibaren, daha yaygın olarak ve aynı anlamda O sm a n lı memur ve aydınlan tarafından kullanılmıştır. S e lç u k lu la r devrinde üçüncü unsuru Türkmenler, yâni Türk göçebe topluluğu meydana ge­

tiriyordu. Bunlar çok defa kendi kavim adları ile, yani Türkmen sözü ile anılıyorlardı. Türkmenler nüfus bakımından olduğu kadar siyasî bakımdan da pek mühim bir unsur idiler.

Türkmenler yani Türk göçebe unsuru Anadolu'da Moğol hâki­

miyetine karşı heryerde yılmadan mücadele etmişlerdir. Çünkü, onlar yerleşik Türk unsurunun aksine mücadele için gereken teşkilâta, inzibat ve savaşçılık ruhuna sahip idiler. Yerleşik Türk halkına gelince, bunla­

rın aralarında birleşip kuvvetli bir mücadele cephesi vücuda getirmeleri mümkün olamıyordu. Şayet Türkmenler olmasa idi Anadolu'daki M o­

ğol hâkimiyetinin çok daha uzun süreceği muhakkak olduğu gibi, mem­

leket haricî istilâ ve fetihlere de her zaman açık kalabilecekti.

Türk göçebe unsurunun, kendisinden çıkmış olan S e lç u k lu ha­

nedanı ile münasebetleri, devletin kurulmasından sonra bozulmuştu.

Bunun başlıca sebebi S e lç u k lu hânedanının, diğer Islâm sülâleleri gibi para ile satm alınmış, pek çoğu başka Türk kavimlerine mensup

(20)

memlûk, yani kullardan hassa orduları teşkil etmeleri ve devletin yük­

sek askerî memuriyetlerini onlara vermeleridir. Hânedan bu hassa ordusuna sahip olduktan sonra kavimdaşlan olan Türkmenler’i ta- mamiyle denilebilecek bir şekilde ihmal etmiş ve âdeta onları unut­

muştur. Vakıa S e l ç u k lu l a r ı n ve sonra O s m a n lıla r ’m kullardan müteşekkil hassa orduları kullanmalarına Türk unsurunun zaafa uğra­

masını önliyen âmillerden biri nazarı ile bakmak belki mümkündür.

Ancak, bütün yüksek askerî memuriyetlerin bu hassa ordusu mensup­

larının elinde olması, asker bir kavim olan Türkler arasında geniş tepki­

ler yaratmıştır. Bu tepkiler S e lç u k lu devleti’nin zayıflama ve yıkıl­

masında mühim bir âmil teşkil ettiği gibi, O s m a n lı ip m p a r a t o r lu - ğu’ nun gücünü yitirmesine ve Türk halkının büyük felâketlere uğrama­

sına ve Anadolu'da, geniş tahribatın yapılmasına da sebeb olmuştur.

Diğer taraftan saltanat verâseti işinin değişmez bir kaideye bağlanma­

mış olması da iç savaşların çıkmasında ve Türk devletlerinin zayıfla­

ma ve yıkılmasında diğer mühim bir âmil idi. Bunlardan başka emir­

ler ve beğlerin hükümdarlarına kızıp itaatsizlik gösterdikleri ve isyan çıkardıkları da sık, sık görülen olaylardandır. Fakat bu vâkıalara rağ­

men, nasıl oluyor da Türkler bu kadar uzun bir zaman siyasî hâkimiyet­

lerini devam ettirebildiler ? Şüphesiz bu husus yalnız onların askerlik ka­

biliyetleri ve ana yurttan daimî surette beslenmeleri ile izah edilemez.

Moğol istilâsı, eski Türk âlemini tamamen ortadan kaldırmış, Tür­

kistan ve Orta-Doğu'da korkunç kıyımlar ve tahribat meydana getirdiği gibi, mamur ve müreffeh Anadolu’nun da ızdırablı bir devir geçirmesine, sebep olmuştu. Bununla beraber Moğol istilâsı ve hâkimiyetinin Batı Türklüğü bakımından birçok müsbet mühim neticeleri de olmuş­

tur. Evvelce de işaret edildiği gibi, Oğuz yahut Türkmen kaviminin Türkistan ve İran’da, yaşayan kümelerinin pek çoğu bu istilâ sebebi ile Anadolu'ya gelmişti. Bu suretle Anadolu, maddeten ve manen Oğuz Türklüğü'nün yurdu vasfım kuvvetli bir şekilde almıştır. Diğer taraf­

tan Moğollar kendileri ile birlikte başka Türk kavimlerine mensup pek çok insan da getirmişlerdi ki, bunlar da Yakın-Doğu Türklüğünü kuv­

vetlendirmiştir. Üçüncü olarak Yakın-Doğu'da Türk kültürünün Fars ve Arab kültürleri yanında üçüncü bir kültür olarak kuvvetle yer al­

ması da Moğol hâkimiyeti devrinde görülmektedir. Bu arada İran'daki Moğol sarayında kuvvetli bir Türklük şuuru doğmuş ve bunun sonu­

cunda meydana getirilen eserler, Batı-Türkler'i yani Türkmenler'de de kavm î duyguların daha şuurlu ve daha yaygın bir hale gelmesinde mühim bir âmil teşkil etmiştir.

X IX

(21)

Beğlikler devri, S e lç u k lu ve O s m a n lı hâkimiyetleri arasındaki devirdir. Bu devrin başlıca vasfı S e lç u k lu la r zamanında alın­

mayan bölgelerin fethedilmesi, Türk nüfusunun ve kültürünün başta şehirler olmak üzere her yerde çok kuvvetli bir hâkimiyet kurması, türkçenin edebî ve resmî dil olarak farsçaya karşı rakipsiz bir mevkie yükselecek surette bir gelişme göstermesidir. Diğer taraftan Anadolu'­

nun büyük bir kısmı yabancıların gıptasını çekecek derecede, bolluk içinde idi. Her biri bir bölgenin sahibi olan beğlerin, ülkelerini mamur etmek için ellerinden gelen gayreti esirgememiş oldukları görülüyor.

Hâlis bir Oğuz Türkmen olan O sm a n lı h a n e d a n ın ın Anadolu'da yaptığı iş, Burso’ dan Boğaz-Içi'ne kadar olan Marmara bölgesini fet­

hetmesidir. O s m a n lı hânedanı tarih sahnesine çıktığı zaman Ana­

dolu'daki Türk cemiyeti çoktan teazi etmişti. Bu hanedan türk ce­

miyetinin başına geçince orada herşeyi hazır buldu. O s m a n lıla r batıda, Rumeli yakasında, fetihlerde bulunurlarken, doğuda da Kora- Koyunlular T im u r ’un istilası ile geciken Iran istikametindeki fetih­

lerini, X V . yüzyılın başlarından itibaren tahakkuk ettirmeye giriştiler.

Böylece Anadolu'dan her iki yönde fetih yolu ile yayılma hareketleri yapılmaya başlandı. Batı yönündeki yayılmayı Batı-Anadolu, M ar­

mara bölgesi ve kısmen de Orta-Anadolu'daki Türk oymakları ve yer­

leşik Türk halkı, Iran yönündekini de Doğu ve Güney-Doğu-Anadolu'- daki Türk oymakları besliyordu. Bu yayılmaların nüfus yoğunlaşması ve İktisadî sıkıntılar ile ilgili olmadığı muhakkaktır. Çünkü Anadolu- nun X V I. yüzyıldaki nüfusunun takriben 4-5 milyondan fazla olma­

dığım biliyoruz.

İran yönündeki göç hareketi, Kara-Koyunlular'dan sonra A k-Koyun- lular ve Safevîler zamanında da devam etti. Hattâ O s m a n lıla r bütün Anadolu'ya, hâkim olduktan sonra, X V I. yüzyılın ikinci yarısında da, Anadolu'daki İran'a göçmeler vukübuldu. Bütün bu göçmeler sonucun­

da Azerbaycan, daha doğru bir ifade ile Kuzey Batı-lran, Rum-eli gibi, Anadolu'nun kavmî bakımından bir uzantısı halini almıştır.

Askerî sahada olduğu gibi, mülkî idarede de mükemmel bir teşkilâta sahib bulunan O s m a n lı devleti Balkanlar'a devamlı, düzenli ve gelişen bir hayat getirmişti. Bundan Müslüman unsuru kadar Hıristiyanlar da faydalandılar. Türkler Rum-eli'nde yoğun bir şekilde bilhassa kuzeyde Varna, batıda Tatar-Pazarı ve güneyde Kavala arasındaki bölgede yurt tutmuşlardı. Bunlar, işaret edildiği gibi, Batı-Anadolu, Marmara bölgesi ve Orta-Anadolu dan gelmişlerdi ki, bunun hatırası Rum-eli Türkleri arasında unutulmıyarak zamanımıza kadar yaşamıştır. Adı

(22)

geçen bölge hemen her bakımdan Anadolu'nun bir uzantısı mahiyeti­

ni almıştı. Burada da, Anadolu’da olduğu gibi, şehir ve köylerdeki Türkler'ın yanında, göçebe yaşayışı sürdüren ehemmiyetli sayıda Türk- ler de vardı ki, bunlara da Yörük denilmekte idi. Rum-eli'ndeki Yü- rükler, türlü kollara ayrılıyor ve yaşadıkları bölgelerin adları ile anılı­

yorlardı: Tanrı-Dağı Yürükleri ( Gümülcüne, Karasu Yenicesi, Drama ve Kavala’da), Nal-Döken Yürükleri ('bugünkü Bulgaristan'da), Se­

lanik Yürükleri (Makedonya ve Tesalya'da) Vize Yörük-leri (V ize, Lüle-Burgaz-, Çorlu ve Hayra-Bolu), Kocacık Yürükleri (Edirne, K ıık- lar-Eli, Baba-Eski ve bugünkü Bulgaristan’ın bazı yerlerinde).

Yürükler, O s m a n lı askerî sistemi icabı, devletin kuvvetli bulun­

duğu X V I. ve X V II. yüzyıllarda daha ziyade yardımcı birlikler olarak kullanılmışlardır; ancak X V III . yüzyılda asker sıkıntısı çekilmeye başlanınca ruhlarım okşamak için Evlâd-ı Fâtihan (fatihlerin oğulları) adı verilerek silâhlı kuvvetler arasına sokulmuşlardır.

Balkanlardaki Türk hâkimiyeti bu bölgedeki Hıristiyan milletler üzerinde derin medenî tesirler yapmıştır. Bu gün de, bu milletlerin dil­

lerinde ve günlük yaşayışlarında bu tesirlerin izleri görülür. Bilindiği gibi, Balkanlar'daki Türk hâkimiyeti sonucunda Boşnaklar ile Arna- vudlar'm çoğu ve Bulgarlar'dan bir topluluk (Pom aklar) da Müslüman olmuşlardı. Fakat bunların türkleşmemelerinin tek bir sebebi vardı ki, o da aralarına yeter derecede Türk nüfusunun girmemiş olmasıdır.

O sm a n lı devletinin, Kuzey-Afrika İslâm ülkelerini Avrupalılaş­

ın istilâsından kurtardığı bir vâkıadır. Şayet bunda başarı göstermese idi, kuvvetli ihtimal ile şimdi oraları Hıriştiyan ülkeleri olarak göre­

cektik. Ne Arab unsuru, ne de Berberiler, Ispanya’yı olduğu gibi, K u ­ zey-Afrika'yı da koruyabilmişlerdi.

Kuzey-Afrika'daki üç ülke yâni, Cezayir, Tunus ve Taı ablus, Türk- ler tarafından ocak adı verilen bir askerî teşkilâtla idare edilmiştir. Bu ocaklara alınacaklarda aranılan en mühim vasıf, onların hâlis Anadolu Türk'ü olmaları idi. Arablar ve Berberiler ocaklara alınmadıkları gibi, babaları Türk ve anaları yerlilerden olanlar da yüksek memuriyetlere geçirilmiyorlardı.

Ocaklar, ihtiyaçları olan Türkleri Batı ve Güney-Batı Anadolu’dan temin ediyorlardı. Bu maksadla gönderilen heyetler, Batı-Anadolu'daki şehir ve kasabaları dolaşarak pazar yerlerinde: “ y o r u lm a d a n a k ç e k a z a n m a k , t e r le m e d e n ö lm e k i s t e y e n le r b a y r a ğ ım ız a lt ın a gelsin” sözlerini nida ettirip asker devşiriyorlardı. Bu gidenler arasm-

(23)

da âşıklar da bulunuyordu ki, söyledikleri lürkçe şiirler zamanımıza ka­

dar gelmiştir. Cezayir ocağınm reisine verilen dayı unvanı da Anadolu Türklerinin tanımadıkları büyüklerine, annelerinin kardeşlerine olduğu gibi, dayı demelerinden ileri geliyor. Zamanımızda Batı-Anadolu’’da Orta-Anadolu dan gelen işçilerin başında bulunanlara verilen dayıbaşı sözü de ayııı telâkki ile ilgilidir. Böylece Batı ve Güney-Batı-Anadolu, babayiğit evlâdlarının bir kısmım da, çoğu bir daha dönmemek üzere, uzun bir zaman Kuzey-Afrika'ya, göndermiştir. Bu gün bile Anadolu'da

“ A k ş a m d a n C e z a y ir ’ e g id e n ç o k o lu r ” şeklinde bir atalar sözü vardır.

O s m a n lı devletinin giriştiği uzun süren harblerde yenilgilere uğraması Anadolu'daki hâkimiyetini son derecede zayıflatarak bu ülkede irili ufaklı derebeği de denilen âyânlarm ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunların devri, aşağı yukarı bir asır devam etmiştir3, işte bu âyânlar devrinde Batı-Anadolu'da Aydın, İzmir ve Manisa vilâyet­

lerinde Zeybeklerin de ortaya çıktığı görülüyor. Bunlar devlet kuv­

vetine karşı geliyorlar ve zenginlerden sızdırdıkları paralar ile geçini­

yorlardı. Z ey b ek , kelimesinin nereden geldiği heııüz aydınlatılmamış olduğu gibi, bunların zuhurunda o bölgedeki oymakların âmil olup olmadıkları da iyice bilinemiyor. Zeybeklerin faaliyetlerine bir türlü son veremeyen devlet, savaşçılıklarından dolayı onları ücretli asker olarak ordusunda kullanmıştır.

X V I. yüzyılın başında Hind ticaretini eline geçiren Portekizliler Güney ve Doğu-Arabistan için ciddî bir tehlike teşkil etmişlerdi. Os- m a n lı hâkimiyeti bu tehlikeyi de uzaklaştırdı. X V I ve X V II. yüzyıl­

larda Arabistan'da Türklere, umumiyetle, Karamanı deniliyordu. Bu husus her halde oraya gönderilen askerlerin çoğunun Karaman eyâle­

tinden olması ile ilgilidir. Anadolu Türkleri, yiğitlikleri ile Arabistan'da -Yemen de dahil olmak üzere-büyük bir ün kazanmışlardı. Ancak Ye-

3 Anadolu'daki bu âyânlar v e y a derebeğileri devri de en ilımal edilmiş konulardan b iri­

dir. Ö yleki bu n lan n en mühimi olan Çapan-oğullaTi’ nm. asıl adının n e olduğu bile ortaya k onm a­

mıştır. Çapan-oğulları tarafından Yozgat*da. yaptırılm ış büyük cam inin hazîresinde gördüğüm kitâbelerin en eskileri» ailenin adının ne Ç a p a n , ne de C e b b a r olm ayıp Ç a p a r olduğunu gös­

teriyor:

ç — \ \ \ 4***» ü jj ipi 4J j \

) \ V A < j 4 J j

Bunlara göre ve jL > - t kelim esinin yanlış okunmasından m eydana gelmiş v e aile bu yanlış isim ler ile tanınmıştır. Bu aileye ait kitâbeler, gerekli izahatla birlikte, yakında tarafım ızdan yayınlanacaktır.

(24)

mere’ e gönderilen Türkler'in mühim bir kısmı vatanlarına dönemiyor­

lardı. Bu, H a z r e t - i Ö m e r’ i bile dehşete düşüren vahşi görü­

nüş ve davranışlı Yemenli Arab boylan ile çarpışmaktan ziyade has­

talıktan ve bakımsızlıktan ileri geliyordu. Yemen’den geri dönemeyen Türk gençlerinin milletimizin bağnnda açtığı yaraları ifade eden hüzün­

lü türkülerin hâlâ çağırılmakta olduğu malûmdur.

O sm a n lı devleti, bu günkü sınırları içinde Türkiye'yi, ancak K a n u n î devrinde idaresi altma alabilmişti. Bu idarenin, mahiyeti icabı, Anadolu'da girdiği yerde, bilhassa köylüler ve göçebeler tarafın­

dan memnunlukla karşılandığım ileri sürmek güçtür. Bu sebeple X V . ve X V I. yüzyıllarda görülen mezhebi ayaklanmalarda bile O sm a n lı idare sisteminin mahiyetinin ve onun kötü uygulanmasının büyük bir payı olduğu şüphesizdir. X V I. yüzyılın sonlarında çıkan İran ve Avus­

turya harpleri ve onunla yakından ilgili bulunan korkunç C e lâ li a- y a k la n m a la r ı Anadolu’daki, umumî hatlarını muhafaza ederek gelen, eski İçtimaî düzeni tamamen ortadan kaldırdı. Memleket harab bir duruma, halk da derin bir yoksulluk içine düştü. Her yerde köklü ailelerin, yani beğ sınıfının pek büyük bir kısmı yok oldu; geri kalan­

ları da İktisadî bakımdan fazla bir zarara uğramadılarsa da devlet karşısında olduğu gibi, çevrelerindeki halk içinde de siyasî itibarlarını kaybettiler. Hattâ bunlann bir çoklan basit davranışlı, sefahate mey­

yal ve yoksullara yardımdan uzak insanlar haline geldiler. Bu sonun­

cuların zamanımıza kadar gelen mensuplannda da aynı hal görülür.

Halbuki “ b e ğ lik v e r m e k le , y i ğ i t l i k v u r u ş m a k la o lu r ” atalar sözünde de ifade edildiği gibi, Türk halkı, en eski zamanlardan beri han, sultan, beğ ve ağalara kendilerine hizmet etmek ve yardımlarda bulun­

makla görevli insanlar gözü ile bakıyorlardı. Avrupa asilzâdesinin ve kırallarının saraylar, şatolar yaptırmaları karşısında bizimkilerin İçti­

maî eserler vücûda getirmeleri bilhassa bu telâkkiden gelmektedir.

Böyle yapılmadığı takdirde “ el mi y a m a n b e ğ m i y a m a n , el y a ­ m a n ” atalar sözünün de gösterdiği üzere ağalar ve beğler mevkilerini muhafaza etmekte güçlükler ile karşılaşıyorlardı.

Şehir halkı zikredilen olaylardan ancak iktisaden zarar görmüştü.

Anadolu şehirlerinde Beğlikler devrindeki Ahilerin halefleri olan esnaf ve san’atkârlar zümresinin bu olaylardan müteessir olup olmadığı he­

nüz incelenmemiştir. K öylü sınıfına gelince, asıl darbeyi yiyen bu sınıf olmuştur. Bu olaylar köylü sınıfına yoksulluk ve nüfus kaybı gibi bü­

yük felâketler getirmiştir ki, uzun asırlar boyunca bu sınıf kendi ken­

dine bu kayıplarım telâfi edememiştir. Köylü sınıfı arasında açılan

(25)

bu derin yaraları nüfus bakımından ancak Türk oymakları kapatmağa çabşrmşlardır.

Göçebe Türk topluluklarına gelince, adı geçen olaylar onlar üze­

rinde de tesirini göstermiş ve istisnasız hepsinin düzenleri bozulmuştur;

bazıları dağılmışlar veya dağılma derecesine düşmüşlerdir; bazıları da eskiden beri yaşadıkları yurtlarından ayrılarak başka yerlere göç et­

mek zorunda kalmışlardır. Bununla beraber göçebe unsur, hareket kabiliyeti sayesinde iç karışıklıklar, harbler, salgın hastalıklar, sıtma ve kıtlıkların tesirlerine, köylü ve şehirlilere nazaran daha az maruz kalmıştır. Bu sebeple onlar nüfus bakımından daha çok artmışlardır.

Bu keyfiyet'ise oturak Türk halkı arasında meydana gelmiş olan geniş boşlukların doldurulmasında pek mühim bir âmil olmuştur.

Türk göçebe toplulukları O s m a n lı devrinde de Orta-Asya’dan.

getirdikleri koyun ve at besliyorlar ve yine onlar gibi deveyi de taşı­

ma vasıtası (yüklet) olarak kullanıyorlardı. O s m a n lı devleti’nin de seferlerde askerin azığını develer ile taşıttığını biliyoruz.

Türk topluluklarının mühim bir kısmının çadırları X I X . yüzyılda dahi, anayurttan getirilmiş olan ak keçeden yapılmış değirmi çadır­

lardı. Bu Türk çadırları Yakm-Doğu’ da İslâmiyetten önce de tanınmıştı.

Hattâ H a z r e t i P e y g a m b e r in bile seferlerde Türk çadırında otur­

duğu söylenir. Kıldan mamul kara çadırların kullanılması yoksullaş­

ma ile ilgili görünüyor. Kıl çadırları münhasıran keçi besleyen, otur­

dukları yerler sarp ve otlakları dar olan Yörükler kullanıyorlardı. Fa­

kat Türkler’ in asıl millî çadırları, işaret edildiği gibi, ak keçeden yapıl­

mış değirmi çadırlardır.

Anadolu’daki Türk cemiyeti bir birini izleyen uzun ve yorucu harbler, salgın hastalıklar ve kıtlıklar sebebi ile bir daha eski kuvvetini elde edemedi. Hattâ X I X . yüzyılda Avrupalı seyyahlar, Hıristiyan­

ların aksine Türk milletinin mahvolmaya doğru gittiğini müşahade etmişlerdir. X V I. ve X V II. yüzyıllarda çoğu Türk aslından olmayan O sm a n lı müellifleri, Anadolu Türkleri’ne ve bilhassa köylülere Etıâk-i bîidrâk demişlerdir. Fakat bu müellifler ve bütün O s m a n lı idarecileri, Anadolu Türkleri’ nin devletin asıl dayanağını teşkil ettik­

lerini idrâk edememişlerdir. Böylece Türk cemiyetine zaaf gelince O s m a n lı devleti de kudretini kaybetti. O s m a n lı, son asırlara kadar Anadolu’nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla harcamış, fakat ona hiç bir şey vermemiştir. Bu yüzden Anadolu Türkleri yoksul ve geri kalmış bir cemiyet, Anadolu da harab bir memleket haline gel­

miştir. Anadolu halkı arasında idarecilere O s m a n lı adı veriliyordu.

(26)

Bu adın verilmesinde, mensuplarının saray ve ocaktan yetişmeleri ile kavmî bakımdan Türk halkından çıkmamalarının başlıca âmiller ol­

duğu muhakkaktır. Anadolu Türkleri bunlara âdeta yabancı ve müs­

tevli bir zümre gözü ile bakıyorlardı. O sm a n lı sınıfının mensuplan, Anadolu halkına bilhassa köylü ve göçebelere göre mağrur, haşin, h i y lekâr, sözünde durmaz, vefâsız ve gayri âdil insanlardır4. Gerçekten X I X . yüzyılda Anadolu’yu gezen Avrupalı seyyahlar Anadolu Türk- leri’ nin yoksulluklarına rağmen, asil ruhlu, namuslu insanlar olup, kötü idareciler elinde yoksul ve geri kalmış bir duruma düştüklerini yazarlar ki, bunun bir gerçek olduğu şüphesizdir.

4 Bu gün Doğu-Anadolu*da. şu deyiş hâlâ hatırlanmaktadır.

“ Şalvarı şaltak Osmanlı Eğeri kaltak Osmanlı Ekende yo/c, biçende yok

Yemede ortak Osmanlı”

(27)
(28)

1 .

Bölüm

Oğuzların Tarihi

A. OĞUZLAR’A DÂİR EN ESKİ BİLGİLER

1 - Oğuz Âdmuı Menşei:

Oğuz adının menşei hakkında bir çok fikirler ileri sürülmüştür.

Ünlü Macar bilginlerinden J. N e m e th , Oğuz sözünü ok-(-uz şeklinde tahlil etmiştir. Ona göre ok, b oy (kabile), wz” de cemi edatıdır1. Böylece Oğuz, boylar demektir. Gerçekten okun eski zamanlarda b o y anlamına geldiği biliniyor. B a t ı G ö k -T ü r k devleti on boya dayanmakta olup, bu on boya “ on-ok” denilmekte idi.

Okun b oy anlamına geldiğinin izi Oğuz elinin b oy teşkilâtında da görülmektedir. Oğuz eli, bilindiği gibi, iki kola ayrılmakta, bunlardan birine Boz-Ok, ötekisine de Üç-Ok adı verilmektedir, ikinci adın üçok’ dan meydana geldiği muhakkaktır. Ancak başta W . B a n g olmak üzere, bazı âlimler Oğuz’ da ğ sesinin olması dolayısıile N e m e th ’in bu fikrine itiraz etmişlerdir2. Son yıllarda ise Oğuz adının aslı hakkında başka izah tarzları ortaya atılmıştır5. Biz J. N e m e th ’in fikrini kabul etme­

ye mütemayiliz4.

Bilindiği üzere, Orta-Asya'da ilk defa olarak teşkilâtlı ve büyük bir imparatorluğu, Çinliler’in Hiung-nu adım verdikleri kavim kurmuş-

1 Bu hususta bk. H ü s e y i n N a m ık O r k u n , Oğuzlarca dâir, A nkara, 1935, s. 4 -5 . 2 W . B a n g v e G .R . R a h m e t i , Oğuz K ağan destanı, İstanbul, 1936, s. 6.

3 Bk. D . S in o r , Oğuz K ağan destanı üzerinde bazı mülâhazalar, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk D ili ve Edebiyatı Dergisi, s. 1 -1 4 ; M. L o u i s B a z in , Notes sur les mots

“ Oğuz” et “ Türfc” , Oriens., 1953, V I, s. 315-322.

4 Bu mesele üzerindeki diğer fikirler için , b k ., J a m e s H a m i l t o n , Toquz^Oguz et On Uygur, Journal Asiatique, annee 1962, s. 25-26.

Referanslar

Benzer Belgeler

Nefret söylem son üç yıllık dönemde kamu yetk l ler tarafından doğrudan üret ld ğ nden, toplum ve kamu görevl ler tarafından LGBTİ+’lara yönel k şlenen nefret suçları

Yine oyun, çocukların sosyal uyum, zeka ve becerisini geliştiren, belirli bir yer ve zaman içerisinde, kendine özgü kurallarla yapılan, sadece1. eğlenme yolu ile

Araç; 6 adet thruster (Sualtı Tahrik Ünitesi), su sızdırmaz tüp, iskelet destek çubukları, Penetratörler (Kablo tutucular), üst korumalık kapak, alt-üst

Sonuçlar şam piyonada ilk 4 sırayı paylaşan takım lar arasında m üsabaka bitiş süresi teknik puan ve pasitive kriterleri açısından fa rklılığ ın olm adığını

Bütünleme sınavına not yükseltmek için girmek isteyen öğrenciler, Bursa Teknik Üniversitesi internet sayfasında ilan edilen tarihlerde öğrenci işleri bilgi

Destek m ktarının %25’ , varsa uygun mal yet olmayan harcamaların kes nt ler yapıldıktan sonra, f nal raporun onaylanmasını tak p eden 15 ş günü çer s nde

Öğrencilerin ilgi alanları doğrultusunda öğrenci toplulukları ile koordineli olarak düzenlenen geziler, konferanslar ve benzeri etkinliklerle öğrencilerin ders dışında

Bursa Teknik Üniversitesi, bir dünya üniversitesi olma amacıyla öğrencilerine farklı akademik ve kültürel ortamlarda yetişme fırsatı sunmaktadır. Bu doğrultuda