• Sonuç bulunamadı

1.ÜNİTE İNSAN VE DİN

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "1.ÜNİTE İNSAN VE DİN"

Copied!
28
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

1.ÜNİTE İNSAN VE DİN 1.İNSANIN EVRENDEKİ KONUMU

Duyu ya da akıl yoluyla kavradığımız veya varlığını düşünebildiğimiz her şey evreni meydana getirir. Evrende görünen ve görünmeyen pek çok varlık vardır. Kâinattaki bütün varlıkları yaratan ve

onu düzenleyen Allah’tır. Varlıklar arasında insanın özel bir yeri vardır. Diğer bütün varlıklar doğrudan veya dolaylı olarak insana hizmet eder. Bu duruma bir ayette şöyle işaret edilmiştir:

“Allah’ın göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?”

Çevremizde gözlemlediğimiz varlıklarla kendimizi karşılaştırdığımızda birçok farklı özelliğimizin olduğunu anlarız. Bu özelliklerin bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

 İnsan, akıllı ve düşünen bir varlıktır. Düşünme eylemi aklın doğal bir ürünüdür. İnsan, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden düşünerek ayırabilir.

 Doğa ile uyum içinde yaşayarak keşfettiği ham maddeyi işler ve yeni şeyler icat edebilir.

 İnsan; konuşması, yazması, bilgi birikimi, estetik zevki ve sanat kabiliyetiyle de diğer varlıklardan farklıdır.

 İnsan, irade ve sorumluluk sahibi bir varlıktır. Seçme ve karar verme özgürlüğünü dilediği şekilde kullanabilir. Sonuçta iyi veya kötü yönde yaptığı tercihlerden sorumlu tutulacağını bilir. Ayrıca insan, bu özellikleri sayesinde vahyin muhatabı olmuştur. Bu nedenle ilahî mesajın anlaşılması ve duyurulmasından da sorumlu tutulmuştur.

İnsan, inanan bir varlıktır. Bir inanca sahip olmak, onu savunmak ve bu inanca uygun davranmak yalnızca insanda bulunan bir özelliktir. İnsanın evrendeki varlıklar arasındaki farklı ve özel konumu Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir: “Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel güzel rızıklar verdik. Yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”

2.İNSAN DOĞASI VE DİN

Çevre faktöründen bağımsız olarak insanda doğuştan var olduğu düşünülen değişmez özelliklerin bütünü insan doğasını oluşturur. İslam dininde buna fıtrat veya yaratılış denir.

Din, ilahî kurallar bütünüdür. İnsanları akıl ve iradeleri ile dünyada iyiliğe, ahirette ise mutluluğa götürmeyi amaçlayan bir yoldur. Din denildiği zaman akla ilk gelen inanç esaslarıdır.

İnançlar dinin temelini oluşturur. İnsan her zaman yüce ve kudretli bir varlığa güvenme, ona sığınma ve ondan yardım dileme ihtiyacı hisseder. Bu sığınma ve güvenme duygusu ise din ile karşılanır.

İNSAN İKİ YÖNE AYRILIR

MADDİ YÖNÜ

YEME-İÇE GİYİNME

MANEVİ YÖNÜ

İNANMA

(2)

2 İslam’a göre Allah, insanları yaratıcısını bilip tanıyacak kabiliyette yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilmiştir: “Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” Ayetten de anlaşıldığı üzere insanlar, herhangi bir dine inanmaya, bir inancı benimsemeye yatkın olarak yaratılmışlardır. Ancak zamanla din duygusu, aile ve çevrenin de etkisiyle farklı biçimlerde gelişmiştir.

İnsanın yaratılışının gereği olan din, insanlık tarihi boyunca daima var olmuş evrensel bir olgudur. Kutsal kitaplar, bilimsel araştırmalar ve arkeolojik kazılar da dinin, tarihin her döneminde var olduğunu ortaya koymuştur. Kur’an-ı Kerim’de de tarihin her döneminde dinin var olduğu şöyle ifade edilmiştir: “...Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) gelmiştir.”

3. DİNİN İNSAN HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ

Din, insanları iyi ve faydalı işler yapmaya yönelten, toplumları yücelten ve geliştiren bir olgudur. Din, insanlar arasında merhamet, şefkat, sevgi ve barış duygularının ortaya çıkmasını sağlar. Yoksula, yetime, düşküne yardımcı olmayı emreder. Kin, nefret ve intikam gibi her türlü kötülüğün ve kötü düşüncenin ortadan kalkmasını, insanların kardeşçe, barış ve huzur içinde yaşamasını öğütler. İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Bir arada yaşamaya ihtiyaç duyar.

Toplumların birlik ve beraberlik içerisinde yaşamalarına katkıda bulunan olgu dinî değerlerdir. Din, insana birlikte yaşamanın verdiği hak ve sorumlulukları hatırlatır. Örf, âdet, kanun ve ahlakla birlikte toplum hayatına yön verir. Din duygusunun zayıflaması suçların artmasına yol açabilir. Bu nedenle toplumda mutluluk, güven ve huzur azalır. Din, maddi ve manevi her türlü sıkıntıya karşı insanın direncini arttırır. İnsan, günlük hayatında karşılaştığı yalnızlık, çaresizlik, korku, üzüntü, hastalık, musibet ve felaketler karşısında yegâne teselli kaynağı olarak dini görür. Dinî değerler insanı ruhsal bunalımlardan korur; başarı için ümit ve cesaret verir. Kendisine ve çevresine karşı daha duyarlı hâle getirir. Yaratıcıya güvenme ve ona sığınma insanı yüceltir. Allah inancı ve sevgisi, insana kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter kazandırır. Din, insanı yersiz korkulardan ve bencil duygulardan uzak tutarak özgürleştirir, inanç ve davranış planında bir dengeye götürür.1 Bu sayede insan neye, nasıl ve ne kadar değer vereceğini bilir. Böylece hayatı anlamlı kılar ve onu kolaylaştırır. İnsan sürekli bir anlam arayışı içindedir. Kendi kendine, “Ben kimim? Niçin yaratıldım? Nereye gideceğim? İyi nedir? Doğru nedir? Adaletli olan nedir? Güzel nedir? Bu dünyanın sonu ne olacak?”

gibi sorular sorar. Aklın ve bilimin yeterince cevap bulamadığı bu önemli sorulara, cevap bulmaya yardım eden ve insan düşüncesini aydınlatan, din olmuştur. Dindeki ahiret inancı, insanın hayatını düzene koymasını, dünyanın zorluk ve sıkıntılarına karşı sabırla direnmesini sağlar. Bu inanç dünya hayatındaki davranışları olumlu yönde etkilediği gibi insanın ölümsüzlük isteğine de cevap verir.

İnsan din sayesinde, ölümle yok olmayacağına ve ahirette hayatının devam edeceğine inanır.

4.İNANMANIN ÇEŞİTLİ BİÇİMLER

İnanma, insanoğlunun doğuştan sahip olduğu ve farklı şekillerde ifade ettiği bir duygudur. Bu duyguyu ifade etmedeki farklılıklar, değişik inanma biçimlerini doğurmuştur. İnsan, kimi zaman fıtratına uygun davranmış kimi zaman da çevresinin etkisinde kalarak farklı inanma biçimlerine yönelmiştir.

Vahye dayalı olan inanç biçimi; neye, nasıl inanılacağını açıklamıştır. Vahiy, nelere inanılacağını bildirirken peygamberler de vahyin nasıl anlaşılacağı konusunda insanlara rehberlik etmişlerdir.

Tarihin akışı içerisinde sosyal ve kültürel şartların etkisiyle insanlar farklı inanç biçimlerini benimsemişlerdir. İnanmanın çeşitli biçimleri de daha çok tanrı kavramı üzerinde yoğunlaşmış;

monoteizm, politeizm ve ateizm gibi inançlar ortaya çıkmıştır.

(3)

3 4.1. Tek Tanrıcılık (Monoteizm)

Tanrı’nın varlığı ve birliğini savunup eşi ve benzeri bulunmadığına inanma biçimine monoteizm veya tek tanrıcılık denir. Tek tanrıcılığın İslam düşüncesindeki karşılığı Allah’ı

“birlemek” anlamına gelen tevhittir. Tevhit inancına göre evreni ve içindeki her şeyi yaratan ve yaşatan Allah’tır. Allah, mutlak güç ve kudret sahibidir. O, sonsuz bilgisi ve gücüyle evrendeki her şeye hükmeden bir ilahtır. Allah, her şeyi işiten, gören, başlangıcı ve sonu olmayan (ezelî ve ebedî), yarattıklarına karşı sonsuz şefkat gösteren ve onları seven bir varlıktır. Tek tanrıcılıkta Tanrı, din gönderen, sadece kendisine ibadet edilen bir yaratıcıdır. Ona ait vasıflar başkasına yakıştırılamaz.

Kur’an-ı Kerim, tek tanrıcılık inancını en yalın şekilde şöyle ifade eder: “De ki: O Allah birdir. Allah sameddir (Hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şey ona muhtaçtır.). O, doğurmamış ve doğmamıştır.

Onun hiçbir dengi yoktur.”

4.2. Çok Tanrıcılık (Politeizm)

Politeizm, tek tanrıcılık inancının aksine birçok tanrının varlığına inanmak demektir. Bu inanca göre evrende birden fazla tanrı vardır ve bu tanrıların farklı görevleri bulunmaktadır. Çok tanrıcılık inancı, daha çok ilkel toplumlarda ortaya çıkmış ve farklı şekillerde varlığını devam ettirmiştir. Eski Yunan, Mısır, Roma ve İslam öncesi Arap Yarımadası’nda çok tanrıcılık yaygındı.

Antik Yunan’da gök tanrı, savaş ve barış tanrısı, güneş tanrısı ve aşk tanrısı gibi çeşitli tanrıların bulunduğuna inanılırdı. Arap Yarımadası’nda da her kabilenin tanrısal bir güçle nitelendirdikleri çeşitli putlar bulunmaktaydı. Bu nedenle İslam dininin ilk muhatabı olan Mekke toplumu, birden fazla tanrının varlığına inandıkları için müşrik olarak isimlendirilmişlerdir. Çok tanrıcılık inancını benimseyenler Allah’ın yaratıcı ve güçlü olduğunu kabul etmekle birlikte, Allah’tan başkasına olağanüstü güçler atfederek onlardan yardım beklemişler. Daha çok Güneş, Ay, yıldız gibi gök cisimlerinin yanı sıra bazı doğa güçleri ile canlı ve cansız varlıkları tanrılaştırmışlardır. İslam dini, çok tanrıcılığı Allah’a şirk koşmak olarak değerlendirmiş ve şirkin her türlüsüne karşı çıkmıştır.

Kur’an’da bu hususta şöyle buyrulmuştur: “...Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz…”

4.3. Tanrıtanımazlık (Ateizm)

Tanrıtanımazlık (ateizm), Tanrı’nın varlığını reddetmek ve Tanrı yokmuş gibi davranmaktır.

Tanrıtanımazlık, tarihin tüm dönemlerinde bireysel olarak da olsa varlığını sürdürmüştür. Ateizm, Allah’ın varlığını inkâr ettiği gibi tüm dinlere ve dinlerin tanrı tasavvurlarına da karşıdır. Allah inancı karşısında tepkisel bir düşünce olan ateizm, Batı dünyasının bazı filozofları tarafından benimsenmiş; ancak günümüzde düşünsel dayanaklarını yitirerek zayıflamıştır. Ateistler üç semavi dinin de tanrı anlayışını kabul etmezler. Ateistler, sadece Tanrı’yı değil, Tanrı’yla birlikte iman edilen melek, kutsal kitap, peygamberlik, vahiy ve ahiret inançlarını da reddetmişlerdir. Ateist bir kişi, tavır ve davranışları, hayat tarzı, sahip olduğu kural ve alışkanlıklarıyla “Tanrısız bir dünya”

veya “Tanrısız bir yaşam tarzı” kurmayı hedefler. Bunun için Tanrı hakkında hiçbir şey düşünmemeye ve kendini dinden ve ibadetlerden uzak tutmaya çalışır. Tanrıtanımazlar, Allah’ı inkâr etmenin yanı sıra evrenin varlığını ve evrende meydana gelen olayları da tesadüfe bağlarlar. Bilimsel bir sebebini bulamadıkları tüm olayların bir tesadüf sonucu meydana geldiğini savunurlar. Vahye dayanmayan bazı inanç biçimleri ve düşünce akımları, ruhsal bunalım, ahlaki çöküntü, toplumu bir arada tutan temel değerlerdeki yozlaşma, sosyal ve kültürel dokudaki zedelenme, millî ve manevi duygulara yabancılaşma gibi olumsuzluklara toplumda olumsuz etkilere yol açabilir. Örneğin bunlardan biri olan ve şeytana tapma anlamına gelen satanizm özel olarak Hristiyanlığa, genel olarak da bütün dinlere karşı bir başkaldırı ve isyan hareketi olarak doğmuştur. Satanistler, genellikle bazı problemleri olan gençleri hedef kitle olarak görür. Düşüncelerini bunlara benimsetmeye çalışırlar.

Satanistler ayinlerinde insanlara işkence eder, hayvanları öldürür ve şiddeti teşvik ederler. Toplumda huzur ve güveni bozup kargaşaya neden olurlar. Oysa Kur’an-ı Kerim, şeytanın kötülükleri ve tuzakları konusunda bizleri şöyle uyarmıştır: “Ey âdemoğulları! … Şeytana kulluk etmeyin...”

(4)

4

2. ÜNİTE TEMİZLİK VE İBADET 1. İbadetin Anlamı ve Kapsamı

İbadet, sözlükte boyun eğme, itaat etme, saygı duyma, kulluk etme ve tapma gibi anlamlara gelir. İbadet, kulun inandığı ve bağlandığı yüce varlığa karşı kulluk borcunu yerine getirmesi ve onunla manevi bir bağ kurmaya çalışmasıdır. Fatiha suresinin 5. ayetinde, “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Buyrularak ibadetin bu yönü vurgulanmaktadır.

2. Niçin İbadet Edilir?

İnsanın Rabb’ine yönelip ibadet etmesi ve onun rızasını kazanmaya çalışması, yaratılış gayesinin bir gereğidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”İbadet, gösterişten uzak, hiçbir karşılık beklemeksizin yalnız Allah’ın emrini yerine getirmek ve onun rızasını kazanmak için yapılır. Her şeyi yoktan var eden Allah’a kulluk etmek, verdiği sayısız nimetlere şükretmek için ibadet edilmelidir. Çünkü Yüce Allah evrendeki her şeyi insanların faydalanması için yaratmış ve sayısız nimetler vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de Allah bu durumu şöyle ifade etmiştir: “O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız.” Bu nedenle kendilerine sayısız nimetler verilen insanlar, ibadet etmekle Allah’a şükretmiş olurlar. İbadet, insanın Allah’a olan inancını pekiştirir. Ona olan sevgiyi artırır. Ahlakı güzelleştirir. Kötü duyguları yok eder. Günah işlemekten alıkoyar. Kur’an-ı Kerim’de bu hususa şöyle işaret edilir: “(Resulüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” Ayrıca ibadet eden kişi, sorumluluk bilincine sahip olur. Ahirette hesaba çekileceğini bilir ve davranışlarını buna göre düzenler. Hayatta insanın çeşitli sıkıntılarla karşılaşıp ümitsizliğe düştüğü zamanlar olur. Böyle durumlarda insan, ibadetle kendisini Allah’a daha yakın hisseder ve onunla sağlam bir iletişim kurar. Onun rahmetine sığınır, ümitsizlikten kurtulur ve huzura kavuşur.

3. İbadet – Temizlik İlişkisi

Temizlik, insanın ruhunu kötü duygulardan; bedenini, giysilerini ve çevresini ise maddi kirlerden arındırmasıdır. Temizliği iki kısma ayırmak mümkündür. Birincisi beden, elbise ve çevre temizliğinden oluşan maddi temizliktir. İkincisi ise duygu, düşünce ve kalbi kötülüklerden arındırmak olan manevi temizliktir. Yüce Allah, ilk inen ayetlerde iç ve dış temizliğe önem verilmesini isteyerek şöyle buyurmuştur: “Elbiseni temiz tut. Kötü şeylerden sakın.” İslam dini, maddi ve manevi temizliği bir bütün olarak ele alır. Birini yapıp diğerini terk etmeyi eksiklik olarak görür.

3.1. Beden Temizliği

Temizlik denilince aklımıza önce beden temizliği gelir. Bedenimizi temiz tutmak onu her türlü kirden arındırmakla mümkün olur. Bedenimiz bize Allah tarafından verilmiş bir emanettir. Bu emaneti temiz tutarak korumuş oluruz. Bunun yanında beden temizliği, insanı rahatlatır, ona güven ve mutluluk verir. Temiz insan çevresinde sevilir ve saygı görür. Birçok hastalığın sebebi, mikroplardır. Bunun içindir ki Peygamberimiz öncelikle temizlik üzerinde durmuş ve bunu vurgulamak için de “Temizlik, imanın yarısıdır...” buyurmuştur. O, haftada en az bir defa bütün vücudu yıkamayı tavsiye etmiştir.Uykudan kalkınca, yemekten önce ve sonra elleri yıkamayı, dişleri günde birkaç defa misvaklamayı (fırçalamayı), kasık ve koltuk altı kıllarını gidermeyi,1 tırnakları kesmeyi, küçük ve büyük abdestten sonra temizlenmeyi, sık sık ağız ve burnu temizlemeyi2 öğütlemiştir. Bütün bunlar, onun, vücut temizliğine verdiği önemi gösterir. Saçların temiz ve bakımlı olması da beden temizliğinin önemli bir bölümünü oluşturur.

(5)

5 3.2. Gusül

Gusül, ağzı ve burnu suyla temizlemek ve bütün bedeni, hiç kuru yer bırakmaksızın yıkamaktır. Bu yıkanma şekline boy abdesti de denir.Akıllı ve ergenlik çağına ulaşmış her Müslümanın bazı özel durumlarda boy abdesti alması Allah’ın bir emridir. Kur’an-ı Kerim’de bu emir şöyle ifade edilmiştir: “…Eğer cünüp oldunuz ise boy abdesti alın...” Cuma ve bayram gibi özel günler ile hac ve umrede ihrama girerken boy abdesti almak sünnettir. Boy abdestini gerektiren özel durumlar, cünüplük ile kadınlarda âdet ve lohusalık hâlinin son bulmasıdır. Gerekli durumlarda boy abdesti almayan bir Müslüman namaz kılamaz, Kâbe’yi tavaf edemez.

NOT:Gusül şu şekilde alınır: Eûzü-besmele (Eûzübillâhimineşşeytânirracîm.

Bismillâhirrahmânirrahîm.) çekilir. “Niyet ettim Allah rızası için boy abdesti almaya.” denilerek niyet edilir. Bedenin herhangi bir yerinde bulunan kirler giderilir. Namaz abdesti gibi abdest alınır.

Özellikle ağız ve burun iyice temizlenir. Daha sonra bütün beden, kuru yer kalmayacak şekilde yıkanır. Yıkanırken suyun israf edilmemesine dikkat edilir.

3.3. Abdest

Abdest, belirli organları usulüne uygun olarak yıkamak ve başı mesh etmek suretiyle yapılan temizlik niteliğinde bir ibadettir. Abdest, namazın hazırlık şartlarındandır. Abdestin gerekliliği Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir: “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi,dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı mesh edip topuklara kadar ayaklarınızı da yıkayın…”1 Hz. Muhammed, “Ümmetim kıyamet gününde, abdest dolayısıyla yüzleri ve ayakları nurlu olarak gelecektir. O hâlde sizden hanginiz nurunu artırabilirse bunu hemen yapsın.” buyurarak abdestin önemine dikkat çekmiştir. Abdestsiz olarak namaz kılınamayacağı gibi Kâbe de tavaf edilemez.

NOT:Abdestin alınışı şöyledir:

 Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.

 “Niyet ettim Allah rızası için abdest almaya.” denilir.

 Eller bileklere kadar üç kez yıkanır.

 Ağız ve burun üç kez yıkanır.

 Yüz, üç kez yıkanır.

 Sağdan başlamak üzere kollar dirseklerle beraber üç kez yıkanır.

 Baş, ıslak elle mesh edilir.

 Kulaklar temizlenir ve boyun mesh edilir.

 Sağdan başlamak üzere ayaklar topuklarla beraber üç kez yıkanır.

NOT:Abdesti bozan durumlardan bazıları şunlardır:

 Tuvalet ihtiyacını gidermek

 Yellenmek

 Kusmak

 Uyumak veya bayılmak NOT: Abdestin farzları dörttür:

 Yüzü yıkamak

 Kolları dirseklerle beraber yıkamak

 Başı ıslak elle mesh etmek

 Ayakları yıkamak 3.4. Teyemmüm

Su ile abdest alma imkânı bulunmayan yerde temiz toprak veya toprak cinsinden bir şeyle alınan abdeste teyemmüm denir. Ayrıca su temiz değilse veya suyun kullanımı sağlığı olumsuz etkileyecekse yine teyemmüm alınır. Teyemmüm, abdest veya boy abdesti yerine geçici olarak alınır.

Suyun bulunması veya suyu kullanma imkânının olması durumunda teyemmüm bozulur. Ayrıca abdesti bozan durumlar teyemmümü de bozar..

(6)

6 NOT:Teyemmümün alınışı şöyledir:

 Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.

 “Niyet ettim Allah rızası için teyemmüm almaya.” denilir.

 Eller temiz toprağa sürülerek silkelenir.

 Sağ kol mesh edilir.

 Yüz mesh edilir.

 Sol kol mesh edilir.

 Eller temiz toprağa sürülerek silkelenir.

3.5. Mekân ve Çevre Temizliği

Çevre denildiğinde insanın içinde yaşadığı ortam akla gelmektedir. Ev, okul, ibadet mekânları, sokaklar, bahçeler, parklar, nehirler, denizler ve ormanlar çevremizi oluşturur. Yüce Allah, evreni insanların hizmetine sunmuştur. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilmiştir:

“Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Bunda, öğüt alan kimseler için ibretler vardır.” Ancak yaşanılan doğal çevrenin üzerinde insanların ve diğer canlıların da hakları vardır. Bu nedenle insan doğada hizmetine sunulan imkânların ilahî bir emanet olduğunun bilincinde olmalı ve bunları gelişigüzel kullanıp savurganlık etmemelidir. Çevre temizliği aynı zamanda toplumsal bir görevdir. Çünkü insanlar, içinde yaşadıkları çevreyi başkaları ile paylaşırlar. Ortaklaşa kullanılan çevreyi kirletmek, diğer insanlara karşı yapılmış bir haksızlıktır. Bu nedenle insanlar çevreyi nasıl bulmak istiyorlarsa o şekilde bırakmalıdırlar. Sağlıklı bir ortamda insanca yaşamanın herkesin en doğal hakkı olduğu unutulmamalıdır.

(7)

7

3.ÜNİTE HZ.MUHAMMED’İN HAYATI 1. Hz. Muhammed’in Doğduğu Ortam

Hz. Muhammed’in hayatını, insanlığa getirdiği yenilikleri iyi anlayabilmek için yaşadığı asırda Arabistan’ın genel durumunu ve Arapların yaşayışlarını bilmek gerekir. Arapların ana yurdu ve İslam’ın doğduğu yer olan Arabistan, Asya Kıtası’nın güneybatısında yer almaktadır. Doğudan Umman Denizi ve Basra Körfezi, batıdan Kızıldeniz, kuzeyden Irak ve Suriye, güneyden de Aden Körfezi ve Hint Okyanusu ile çevrili bir yarımadadır. Peygamberimizin doğduğu yer olan Hicaz, Arap Yarımadası’nın yaşamaya en elverişli bölgelerinden biridir. İslam’dan önce Arapların bir kısmı çöllerde göçebe hayatı sürerken diğer bir kısmı köy ve şehirlerde yaşıyorlardı. Göçebeler hayvancılıkla, yerleşik olanlar ise tarım ve ticaretle uğraşırlardı. İslam’dan önce Araplar kabilelere ayrılmışlardı. Kan davası ve sınır anlaşmazlıkları yüzünden kabileler arasında sık sık savaşlar olurdu.

İslamiyet öncesi Arapların çoğu putperestti. Tek tanrı inancı unutulmuştu. İnsanlar, kendi elleriyle yaptıkları putlara taparlar ve onlar için kurbanlar keserlerdi. Putperestler, putların insanları Allah’a yaklaştırdığına ve Allah katında kendilerine yardımcı olacağına inanırlardı.

Yeryüzünde Allah’a ibadet için yapılan ilk bina Kâbe’dir. Kâbe Allah’ın emriyle Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından Mekke’de yapılmıştır. Zamanla “tevhit inancı” unutulmuş, Kâbe putlarla doldurulmuş; Mekke, putperestliğin merkezi hâline gelmişti. Ayrıca Kâbe ve çevresinin güvenli oluşu nedeniyle Arabistan’daki kabileler, taptıkları putları getirip buraya koyar, senenin belli günlerinde bu putları ziyarete gelirlerdi. Kâbe’yi ziyarete gelenler, Mekke’de kurulan panayırlarda alışveriş yaparlardı. Böylece Mekke halkı, ticaret yaparak geçimini sağlardı. Arabistan’da putperestler dışında, Yahudi, Hristiyan, Mecusi, Sabii ve Hanif olan insanlar da vardı. Hanifler, Hz.

İbrahim’in dinî geleneğini sürdüren tevhit inancını benimsemiş kimselerdi. Araplar arasında şiir ve güzel söz söyleme sanatı (hitabet) oldukça ileri durumdaydı. Kurulan panayırlarda şiir yarışmaları düzenlenir, dereceye giren şiirler Kâbe’nin duvarına asılırdı. Sözlü edebiyat geleneği gelişmiş olmasına karşın okuma yazma bilenlerin sayısı azdı.

Arabistan’da halk, hürler ve köleler olmak üzere iki sınıfa ayrılmıştı. Köleler ve yoksullar eziliyor, adalete önem verilmiyor, güçlü olanlar haklı sayılıyordu. İnsan hakları hiçe sayılıyor, kadına toplum içinde söz hakkı tanınmıyor ve mirastan pay verilmiyordu. Erkek çocuk doğurmayan kadına değer verilmiyordu. Kız çocuğu olan babalar, bunu utanılacak bir durum olarak görüyor; hatta bazıları, kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyordu.

İslam’dan önce Arap Yarımadası’nda; Allah’a şirk koşmanın yanında içki, kumar, hırsızlık, tefecilik, falcılık gibi kötü alışkanlık ve davranışlar yaygındı. Tüm bu nedenlerle bu döneme

“Cahiliye Dönemi” denilmektedir. Bütün bu olumsuzlukların yanında, Araplar arasında cömertlik, konukseverlik, cesaret, sözünde durma, düşmanları bile olsa kendilerine sığınanları koruma gibi bazı güzel davranışlarda bulunanlar da vardı. İslamiyetin doğduğu yıllarda Arap Yarımadası’na komşu iki büyük devlet bulunmaktaydı. Bunlar, Bizans ve Sasani imparatorluklarıydı. Bölgedeki küçük devletler bu iki devlete bağımlıydı. Siyasi açıdan da Avrupa, Afrika ve Asya kıtaları birbirinden farksızdı.

2. Hz. Muhammed’in Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği

Hz. Muhammed, 20 Nisan (12 Rebiyülevvel) 571 tarihinde Mekke’de doğdu. Babası Abdullah, annesi Âmine’dir. Babası, Peygamberimiz doğmadan önce vefat etti. Dedesi Abdulmuttalip, ona “çok övülen” anlamına gelen “Muhammed” adını verdi. Mekkeliler, yeni doğan çocukları sütanneye vererek havası güzel olan yerlere gönderirlerdi. Çünkü Mekke’nin havası, yeni doğan çocuklara ağır gelirdi. Bu geleneğe uyarak Peygamberimizi Halime adlı bir sütanneye verdiler. Fakir olan Halime’nin evine Muhammed’le birlikte bereket geldi. Peygamberimizin Şeyma adında bir sütkardeşi vardı. Peygamberimiz dört yaşında Mekke’ye getirildi ve altı yaşına kadar annesinin yanında kaldı. Annesiyle birlikte babasının mezarını ziyaretten dönerken annesi Medine yakınlarındaki Ebva köyünde vefat etti. Annesini kaybeden Muhammed’i dedesi Abdulmuttalip

(8)

8 yanına aldı.Peygamberimiz, sekiz yaşına kadar dedesinin yanında kaldı. Dedesi, ölümünden önce sevgili torununu, oğlu Ebu Talip’e emanet etti. Ebu Talip yeğenini çok sever onu kendi çocuklarından ayırmazdı. Peygamberimiz de amcasını sever ve ona işlerinde yardımcı olurdu.

Ticaretle uğraşan Ebu Talip zaman zaman Suriye’ye giderdi. Amcası, Hz. Muhammed’i bir yolculuğunda beraberinde Suriye’ye götürdü. Ebu Talip’ten ticareti öğrenen Peygamberimiz gençlik çağına girdiğinde artık tek başına bir kervanı yönetecek duruma gelmişti. Toplum içinde doğruluk ve dürüstlüğüyle tanınan Hz. Muhammed, hakkı gözeten ve herkesin güvenini kazanan bir kişiliğe sahipti. Bu nedenle de herkes ona Muhammedü’l- Emin (Güvenilir Muhammed) diyordu.

Hz. Muhammed’in doğruluk ve dürüstlüğü, zengin bir kadın olan Hz. Hatice’nin dikkatini çekti. Hz. Hatice, Peygamberimizden ticaret kervanını yönetmesi için teklifte bulundu. Bu ticari ortaklık, birbirlerini daha iyi tanımalarını ve Hz. Hatice’nin Peygamberimize hayranlığının artmasını sağladı. Bu süreç daha sonra evliliğe dönüştü. Evlendiklerinde Peygamberimiz yirmi beş, Hz. Hatice ise kırk yaşındaydı.

3. Hz. Muhammed’e Vahyin Gelişi

Arap Yarımadası’ndaki haksızlık, kötülük, adaletsizlik, ahlaki çöküntü, insanların putlara tapması, Peygamberimizi derinden etkiliyordu. Hz. Muhammed, bu ortamdan uzaklaşarak yalnız kalıp düşünmeyi ve ibadet ile meşgul olmayı istiyordu. Bu amaçla yanına yiyeceğini alıp Mekke yakınlarında bulunan Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’na gidiyordu. Burada yalnız başına günlerce kalarak evreni yaratan Allah’ın büyüklüğünü ve toplumun içinde bulunduğu kötü durumu düşünüyordu. Hz. Muhammed, 610 yılının ramazan ayında, bir pazartesi gecesi, Hira Mağarası’na çekilmiş düşüncelere dalmıştı. Bu sırada Cebrail, Peygamberimize geldi ve ona “Oku!” diye seslendi. Peygamberimiz korku ve endişe içerisinde, “Ben okuma bilmem!” dedi. Cebrail ikinci kez,

“Oku!” dedi. Hz. Muhammed yine “Okuma bilmem!” dedi.Cebrail üçüncü kez, aynı istekte bulununca Peygamberimiz “Ne okuyayım?” diye sordu. O zaman Cebrail, Alak suresinin ilk beş ayetini ona okudu. Cebrail, bu ayetleri okuduktan sonra Hz. Muhammed bunları tekrarladı. Biraz korku biraz da heyecanla evine geldi. Hemen yattı ve eşi Hz. Hatice’den üzerini örtmesini istedi.

Sakinleşince ona başından geçenleri anlattı. Hz. Hatice, “Sen daima eli açık ve cömertsin, iyilik yaparsın, fakir ve muhtaçlara yardıma koşarsın, misafiri ağırlarsın. Böyle bir insanı Allah yalnız bırakır mı?” diyerek onu teselli etti.

Hz. Muhammed’e ilk ayetlerin gelmesinden bir süre sonra, ikinci kez vahiy geldi. Bu vahiyle Allah, ona şöyle buyurdu: “Ey örtünüp bürünen (Peygamber!) Kalk da uyar, Rabb’ini yücelt.

Elbiseni temiz tut. Kötülükten uzak dur.” İlk vahiy, Hz. Muhammed’in peygamber olarak seçildiğini ortaya koymaktaydı. İkinci vahiy ise ona, İslam dinini insanlara tebliğ etmeyi emrediyordu. Buna bağlı olarak Peygamberimiz insanları İslam dinine çağırmaya başladı. Ancak bu çağrıyı bir süre gizli bir şekilde yaptı. Hz. Muhammed, İslam dinini öncelikle güvendiği kişilere, yakın çevresine anlattı ve onları Müslümanlığa davet etti. Bu insanların bir kısmı, onun çağrısını kabul ederek Müslüman oldular. Hz. Muhammed, insanları İslam’a üç yıl boyunca gizli bir şekilde davet etti. Daha sonra Yüce Allah, Peygamberimize, artık çağrıyı açıkça yapmasını ve bütün insanları İslam’a davet etmesini emretti. “Sana emrolunanı açıkça söyle ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.” ayetinin gelmesiyle İslam’a açıktan davet başlamış oldu. Hz. Muhammed, önce yakınlarını evinde sonra da Mekkelileri Safa Tepesi’nde topladı. Allah’tan aldığı vahyi onlara bildirdi ve onları İslam’a davet etti. Başta amcası Ebu Lehep olmak üzere Mekkelilerin bir kısmı Peygamberimizin çağrısını kabul etmediler.

4. Hz. Muhammed’in Hicreti

İslam’a çağrının ilk yıllarında, Mekke’nin ileri gelenleri, Hz. Muhammed’in İslam’a davetini pek fazla önemsemediler. Peygamberimiz ve arkadaşlarıyla alay ederek onları küçümsediler. Ancak gün geçtikçe İslam’ı kabul edenler çoğalıyordu. Bu durumdan rahatsız olan müşrikler, Hz.

Muhammed ve arkadaşlarına kötü davranmaya başladılar. Hz. Muhammed’in çağrısı tüm insanlığa

(9)

9 yönelikti. Bu nedenle yabancıların Mekke’ye geldikleri hac mevsiminde onları İslam’a davet ediyordu. Bu davetler müşrikleri iyice kızdırdı. Mekkeliler, ona ve arkadaşlarına yönelik baskıları daha da artırdılar. Özellikle yoksul, güçsüz Müslümanlara daha çok eziyet ve işkence ettiler.

Müslümanları belli bir bölgeye hapsederek onlarla her türlü alışverişi kestiler. Müşriklerin yaptıkları baskıların dayanılmaz hâle gelmesi üzerine Peygamberimiz, Müslümanlara Habeşistan’a hicret (göç) etmelerini tavsiye etti. Bunun üzerine Hz. Ali’nin abisi Cafer-i Tayyar’ın başkanlığında bazı Müslümanlar, 615 ve 616 yılında Habeşistan’a hicret ettiler. Bu arada Hz. Peygamberin amcası Hz.

Hamza ve Mekke’nin ileri gelenlerinden Hz. Ömer, Müslüman olmuşlardı. Böylece Müslümanlar biraz daha güçlenmişlerdi. Özellikle Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla ilk defa açıkça ve topluca ibadet yapılmaya başlandı. Müşrikler, baskılarıyla İslam’ın yayılmasına engel olamayınca Peygamberimize, amcası Ebu Talip aracılığıyla anlaşma teklif ettiler. Peygamberimize, İslam’ı yaymaktan vazgeçmesi karşılığında istediği kadar para, Mekke’nin yönetimi ve istediği kadınla evlenme gibi birçok teklif götürdüler. Ancak Hz. Muhammed, “Allah’a yemin ederim ki sağ elime güneşi, sol elime de ayı koysalar ben yine de yolumdan dönmem.” diyerek bu teklifleri reddetti.

Yaşanan bütün olumsuzluklara ve her türlü güçlüğe rağmen, Hz. Muhammed görevini özveriyle yapmayı sürdürüyordu. Gerek Mekkelilere gerekse Mekke dışından gelen insanlara her fırsatta İslam’ı anlatıyordu.

Hz. Peygamber 620 yılında Medineli bir grupla Akabe denilen yerde görüşerek onları İslam’a davet etti. Medineliler de bu daveti kabul ederek Müslüman oldular. 621 ve 622 yıllarında daha büyük gruplar hâlinde Mekke’ye gelerek Peygamberimizle görüşen Medineliler, onu ve Müslümanları kentlerine davet ettiler. Peygamberimize, Medine’ye göç ederse onu, canları gibi koruyacaklarını söyleyip bağlılık yemini ettiler. Hz. Muhammed’in hicretten önce Medinelilerle görüşmesi ardı ardına üç yıl devam etti. “Akabe Biatları” denilen bu görüşmelerden sonra Müslümanlar, gruplar hâlinde ve gizlice Medine’ye göç etmeye başladılar. Hicret haberini duyan müşrikler, İslam dininin yayılmasını engelleyemeyeceklerini anlayınca Peygamberimizi öldürmeye karar verdiler. Her kabileden seçilen suikastçılar, Hz. Peygamberin evini kuşattılar. Ancak Peygamberimiz, müşriklerin bu planını önceden haber almıştı. Bir süre sonra Peygamberimiz de Hz.

Ebu Bekir’le beraber Medine’ye doğru yola çıktı. Hz. Ali, müşrikleri oyalamak ve Peygamberimizin hicretini mümkün kılmak amacıyla bütün tehlikeleri göze alarak onun yatağına yatmıştı. Müşrikler Peygamberimizi öldürmek üzere eve girdiklerinde Hz. Ali’yi onun yatağında yatarken buldular.

Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir’le Sevr Mağarası’nda gizlenirken onları aramaya gelen bir grup, mağaranın girişine kadar geldi. Hz. Ebu Bekir bu durumdan endişelendi. Hz. Muhammed de,

“Üzülme, Allah bizimledir.” diyerek onu teselli etti. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle anlatılır:

“Eğer siz Muhammed’e yardım etmezseniz biliniz ki Allah ona yardım etmiştir. Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.’ diyordu…”

Hz. Muhammed bir süre sonra yoluna devam etti. Medine yakınlarındaki Kuba köyüne gelerek burada birkaç gün kaldı ve bir mescit yaptırdı. İlk Cuma namazını burada kıldı. Daha sonra, Medine’ye hareket etti ve 622 yılının Eylül ayında bu kente ulaştı. Medineliler, Peygamberimizi sevgi gösterileriyle karşıladılar. Peygamberimizin yatağına yatarak büyük kahramanlık ve cesaret örneği gösteren Hz. Ali de emanetleri sahiplerine teslim ettikten sonra Medine’ye hicret etti.

5. Hz. Muhammed’in Toplumsal Barışa Yönelik Etkinlikleri

Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde bu kentte çeşitli topluluklar yaşamaktaydı. Bunlar Arap kökenli Evs ve Hazreç kabileleri ile Yahudi olan Beni Nadir, Beni Kaynuka ve Beni Kurayza kabileleri idi. Bu kabileler arasında zaman zaman anlaşmazlıklar çıkardı. Peygamberimiz ilk önce Medine’de toplumsal barış ve huzuru sağlamaya yönelik çalışmalarda bulundu. Önce Mekke’den gelen muhacirlerden her birini, Medineli ensardan biri ile kardeş ilan etti. Hz. Ali’yi de kendisine kardeş seçti. Yıllardır birbirleriyle çatışma hâlinde olan Evs ve Hazreç kabilelerini barıştırdı. Hz.

Muhammed, Medine’de yaşayan tüm dinî gruplarla vatandaşlık esasına dayalı bir anlaşma yaptı. Bu

(10)

10 anlaşmanın amacı, Medine’yi dış saldırılara karşı beraberce savunmak ve Medine’de özgür bir ortam oluşturmaktı. “Medine Sözleşmesi” denilen bu anlaşmayla, inancı ne olursa olsun, bütün Medineliler için barış ve özgürlük sağlanmıştır. Yapılan bütün bu çalışmalarla Medine’de barış, huzur ve güvene dayalı özgür bir ortam oluşmuştur.

6. Hz. Muhammed’in İslam’ı Yayma Çabaları

Hz. Muhammed Mekke’de başladığı tebliğ faaliyetlerine Medine’ye hicret ettikten sonra da devam etti. İlk iş olarak bir mescit yaptırdı. Yapılan bu mescide “Mescid-i Nebi” adı verildi. Burası sadece ibadet edilen ve namaz kılınan bir yer değildi. Peygamberimiz her fırsatta Müslümanları Mescidi Nebi’de bir araya toplayıp onlara dinin emirlerini anlatıyordu. Müslümanlarda gördüğü eksiklikleri uygun bir dille söylüyor ve onları uyarıyordu. Özellikle namazlardan sonra bir süre mescitte kalıp onlara öğüt veriyordu. Ayrıca Mescid-i Nebi’de, Medine dışından gelen konukları, yabancı ülkelerin temsilcilerini ağırlıyor, görüşmeler yaparak onları İslam’a davet ediyordu.

Medineli Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasında Bedir (624), Uhut (625) ve Hendek (627) savaşları olmuştu. Savaş dönemi, Hudeybiye Barış Antlaşması (628) ile sona ermişti. Anlaşma imzalandıktan sonra, barış ve huzur ortamı oluştu. Hz. Muhammed bu ortamı en iyi şekilde değerlendirmek istiyordu. Bizans İmparatoruna, Habeşistan’a, İran’a ve daha birçok yere elçilerle İslam’a davet mektupları gönderdi. Böylece İslam’ın çağrısı birçok yere ulaştırılmış oldu.

Bizans Kayseri Herakliyus’a Dihyetü’l- Kelbî, İran Kisrası Hüsrev Perviz’e Abdullah bin Huzafe, Habeşistan Necaşisi Ashame’ye Amr bin Ümeyye, Mısır (İskenderiyye) Mukavkısı Cüreyc’e Hatıb bin Ebi Beltea, Gassan Emiri Haris bin Ebi Şemmer’e Şuca’ bin Vehb, Yemame Emiri Hevze bin Ali’ye de Salit bin Amr elçi olarak mektup götürdüler. Kayser Herakliyus, mektubu getiren elçiyi güzelce dinledi ve hediyeler vererek onu nezaketle geri çevirdi. İran Kisra’sı mektubu okuyunca sinirlendi ve onu yırtıp attı. Necaşi, mektubu ve elçiyi saygıyla karşıladı. Hz.

Muhammed’e bir mektup yazarak Müslüman olduğunu bildirdi. Mısır Mukavkısı Cüreyc, Peygamberimizin elçisine hürmet gösterdi fakat Müslüman olmadı. Gassan Emiri Haris, gönderilen mektubu küstahça yere attı ve elçiye saygısız davrandı. Hristiyan olan Yemame Emiri Hevze ise elçiye kötü davranmadı ancak Müslüman da olmadı.

Mekkeli müşrikler iki yıl sonra Hudeybiye Antlaşması’nı bozdular. Bunun üzerine Hz.

Muhammed düzenli bir ordu hazırlayıp Mekke’ye yürüdü. Müşrikler, Müslümanlara karşı koymaya cesaret edemeyince Mekke, 630 yılında Müslümanların eline geçti. Peygamberimiz ve Müslümanlar Kâbe’yi putlardan temizledi ve tavaf etti. Daha önce Uhut Savaşı’nda Müslümanlara işkence yapanları, Peygamberimiz affetti. Hz. Muhammed’in bu tutumu karşısında Mekkelilerin büyük bir kısmı İslam’ı kabul etti. Mekke’nin fethinden sonra, çeşitli bölgelerden gelen insanlar, kendi istekleri doğrultusunda gruplar hâlinde Müslüman oldular.

7. Veda Hutbesi’nde Evrensel Mesajlar

Hz. Muhammed, 632 yılında kalabalık bir Müslüman topluluğuyla birlikte hacca gitti.

Peygamberimiz, hac sırasında Mekke yakınlarında bulunan Arafat’ta yüz binden fazla Müslümana hitaben bir konuşma yaptı. Bu konuşmaya Veda Hutbesi denir.

Veda Hutbesi’nin İslam tarihinde önemli bir yeri vardır. Çünkü bu hutbe, Peygamberimizin 23 yıl içerisinde yaptığı ilahî duyurunun ana noktalarını dile getirmektedir. Veda Hutbesi’nde Peygamberimiz, insanlara Allah’ın tek olduğunu, aynı atadan geldiklerini ve bu yüzden herkesin eşit olduğunu söylemiştir. Kadın hakları üzerinde durmuş, toplumsal barışın korunması için neler yapılması gerektiğini bildirmiştir. İnsanların can, mal, namus, şeref, haysiyet ve özgürlüklerinin dokunulmaz olduğuna dikkat çekmiştir. Kan davası, kölelik, zulüm ve haksızlık gibi insan onuruyla bağdaşmayan ve toplumda huzursuzluk yaratan bütün tutum ve davranışları yasaklamıştır. Veda Hutbesi’nde Peygamberimizin sık sık “Ey insanlar!” diye hitap etmesi, hutbede yer alan prensiplerin evrensel nitelikte olduğunu gösterir.

(11)

11 8. Hz. Muhammed’in Vefatı

Veda Haccı ve Veda Hutbesi Hz. Muhammed’in bir ayrılık mesajı gibiydi. Hac ibadetini yapıp Medine’ye döndü ve bir süre sonra hastalandı. Rahatsızlığı günden güne arttı. İyice ağırlaşıp mescide çıkamaz duruma geldiğinde Hz. Ebu Bekir’e namazları kıldırmasını söyledi.

Peygamberimiz, miladi 8 Haziran 632 (hicri 1 Rebiyülevvel 11) tarihinde, 63 yaşındayken Medine’de vefat etti. Cenazesi Hz. Ali ta rafından yıkandı ve kefenlendi. Vefat ettiği yere defnedildi.

Onun Ravza-i Mutahhara olarak adlandırılan kabri, Medine’de Mescid-i Nebi’nin içindedir. Ravza-i Mutahhara, tertemiz çiçekli bahçe, cennet bahçesi anlamına gelir. Peygamberimizin vefatına başta Hz. Ömer olmak üzere sahabe çok üzülmüştü. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

Hz. Muhammed’in ölüm haberini alan Hz. Ebu Bekir hemen mescide geldi. Herkes ağlıyordu. Hz. Ebu Bekir, sessizce Peygamberimizin odasına girdi. Yüzündeki örtüyü kaldırdı.

Ağlayarak Peygamberimizi alnından öptü ve “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Peygamberi!

Senin hayatın da güzel, ölümün de güzel.” dedi. Dışarı çıktı ve orada bulunanlara, “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri ödüllendirecektir.” ayetini okudu. Hz. Ebu Bekir’in bu sözleri, Peygamberimizin vefatı karşısında şaşkınlığa düşen Hz. Ömer’i ve bütün Müslümanları sakinleştirdi.

(12)

12

4.ÜNİTE KUR’AN VE ANA KONULARI 1. İslam Dininin Temel Kaynağı: Kur’an-ı Kerim

Kur’an-ı Kerim, Allah tarafından vahiy yoluyla, Hz. Muhammed’e indirilen son ilahî kitaptır.

İslam dininin temel kaynağıdır. Dolayısıyla kıyamet gününe kadar insanlara rehberlik etmeye ve onları aydınlatmaya devam edecektir.

İnsan, kendisi ve yaratılışı ile ilgili bilgi sahibi olmak ister. Hayatın amacı, ölümden sonra ne olacağı ve diğer canlılarla ilişkilerinin nasıl olması gerektiği hususunda sürekli sorular sorar. Bu ve benzeri soruları, en güzel şekilde Kur’an cevaplar. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın insanı yarattığı ve ona çeşitli imkânlar verdiği belirtilir. İnsanın ise Allah’ı tanıyıp iman ve ibadet etmesi gerektiği vurgulanır. Allah, insanı en güzel şekilde yaratmış ve ona irade vermiştir. İnsan, iyi ve kötüyü ayırt edebilme yeteneğine sahip olduğu için de davranışlarından sorumlu tutulmuştur. Bu sorumluluklarının başında ibadetler gelir. İnsan ibadetleri ve diğer sorumluluklarını hakkıyla yerine getirebilmesi için doğru kaynaklardan bilgilenmelidir. Bu kaynakların en önemlisi de Kur’an’dır.

İslam dinini öğrenmek ve karşılaşılan problemleri çözmek için öncelikle Kur’an-ı Kerim’e başvurulmalıdır. Ancak Kur’an’da her sorunun cevabını ayrıntılı bir şekilde bulmak mümkün olmayabilir. Hz. Muhammed insanlara, Kur’an’da genel hatlarıyla anlatılan emir ve yasakların nasıl hayata geçirileceğini yaşayarak göstermiştir. Dolayısıyla İslam’ı öğrenirken Kur’an-ı Kerim’den sonra Peygamberimizin uygulamalarını esas almalıyız. Dinimizi asıl kaynakları olan Kur’an ve sünnetten öğrenirsek hem yanlış anlaşılmalara engel olur hem de hurafe ve batıl inançlardan uzaklaşmış oluruz.

2. Kur’an-ı Kerim’in Tarihi

Kur’an’ın indirilişi, Hz. Muhammed’in, 610 yılının ramazan ayında, ilk vahyi almasıyla başlayıp vefat ettiği 632 yılına kadar sürmüştür. İlk vahyin Kadir Gecesi’nde indirildiği Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: “Biz onu (Kur’an’ı) Kadir Gecesi’nde indirdik.”Kur’an-ı Kerim yaklaşık olarak 23 yıllık bir süre içinde ayet ayet veya sure sure indirilmiştir. Çünkü bazı ayetler, belli bir olayın ardından gelip o olayla ilgili açıklama getirmekteydi. Böylece insanlar Kur’an-ı Kerim’i daha iyi öğrenmiş ve anlamışlardır. Ayrıca bu durum, Kur’an’ın ezberlenmesi ve yazılmasını da kolaylaştırmıştır.

Hz. Muhammed, son ilahî mesajı her türlü güçlüğe rağmen insanlara ulaştırmıştır. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren vahiy kâtipleri tarafından çeşitli malzemeler üzerine yazılmış ve pek çok sahabe tarafından ezberlenmiştir. Ayrıca Hz. Muhammed, her yıl ramazan ayında, vahiy meleği Cebrail ile o güne kadar inen ayetleri karşılıklı olarak okumuşlardır.

Böylece Kur’an’ın sonraki nesillere değiştirilmeden aktarılması sağlanmıştır. İndiriliş süreci devam ettiği için Hz. Peygamber Döneminde Kur’an-ı Kerim bir kitap hâline getirilmemiştir.

Hz. Muhammed’in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir’in halifeliği döneminde ortaya çıkan savaşlarda Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilen çok sayıda sahabe şehit olmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’e Kur’an-ı Kerim’in kitap hâline getirilmesi gerektiğini söylemiş, Hz. Ebu Bekir de bu düşünceyi benimseyerek Zeyd bin Sabit’i görevlendirmiştir. Böylece başta Kur’an’ı en iyi bilenlerden biri olan Hz. Ali olmak üzere sahabelerin de katkılarıyla Kur’an-ı Kerim tek bir nüsha olarak kitap hâline getirilmiştir. Mushaf adı verilen bu nüsha Hz. Ebu Bekir’e teslim edilmiştir.

Hz. Ebu Bekir Döneminde bir kitap hâline getirilen Kur’an, Hz. Osman’ın halifeliği döneminde çoğaltıldı. Çünkü;

 Yapılan fetihler sonucu İslam coğrafyası genişlemiş ve Müslüman nüfus artmıştı.

 Mahallî lehçe farklılıklarının etkisiyle bazen aynı metin farklı telaffuz ediliyordu.

Hz. Osman, Zeyd bin Sabit’i Kur’an-ı Kerim’i çoğaltması için görevlendirdi. Hz. Zeyd’in başkanlık ettiği bir heyet, ilk Kur’an nüshasından yedi adet çoğalttı. Bu nüshalar Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Basra, Kûfe, Şam, Mekke gibi önemli şehirlere gönderildi. Böylece Kur’an’ın orijinal metni tüm Müslümanların kolayca ulaşabileceği merkezlere ulaştırılmış oldu.

(13)

13 Hz. Muhammed Hz. Ebu Bekir Hz. Osman Kur’an bazı sahabeler tarafından ezberlenmiş ve vahiy kâtiplerince, papirüs, yassı kemikler, düz taşlar, hurma yaprakları gibi malzemeler üzerine yazılmıştır. Hz. Ömer’in teşvikiyle Kur’an, başta Hz. Zeyd ve Hz. Ali olmak üzere bir grup sahabe tarafından kitap hâline getirilmiştir. İslam coğrafyasının genişlemesiyle yeni nüshalar yazılmış ve tüm Müslümanların kolayca ulaşabileceği önemli merkezlere gönderilmiştir.

3. Kur’an’la İlgili Bazı Kavramlar

Kur’an İslam dininin temel kaynağıdır. Müslümanların Kur’an’dan tam olarak faydalanabilmeleri için onu, gerek içeriği, gerekse iç düzeni bakımından çok iyi tanımaları gerekir.

Kur’an’ın kendine özgü bir iç düzeni vardır. Bu da aradığımız bir ayet veya sureye kolayca ulaşabilmemizi sağlar. Bu nedenle ayet, sure, cüz gibi Kur’an’ın iç düzeniyle ilgili bazı kavramları bilmemiz gerekir.

3.1. Kur’an’ın İç Düzeni ile İlgili Kavramlar

Ayet, sözlükte işaret, delil ve alamet demektir. Kur’an’da, “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ayetler (deliller) vardır.” ayetinde olduğu gibi Allah’ın varlığını ispatlayacak yaratılış mucizelerinden ve tabiat olaylarından söz edilirken “delil” anlamına gelen ayet kelimesi kullanılmıştır.Kerim’in surelerini oluşturan kısa veya uzun vahiy ifadelerinden her birine denir. En uzun ayet Bakara suresinin 282. ayeti olup bir sayfadan ibarettir. Bunun yanında “Yâsîn” gibi bir kelimeden oluşan kısa ayetler de vardır. Ayetler, “durak” adı verilen ve üzerinde ayet numaralarının yazılı olduğu işaretlerle birbirinden ayrılır. Bu işaretler Kur’an’ı okumada ve ayetlerin yerini bulmada kolaylık sağlar. Sureler içerisinde ayetlerin sıralamasını Cebrail, Peygamberimize bildirmiştir. O da bir ayet indiğinde, bu ayetin hangi surede, nereye yazılması gerektiğini vahiy kâtiplerine söylemiştir.

Sure, Kur’an’ın en az üç ayetten oluşan her bir bölümüne denir. Kur’an’da 114 sure vardır.

Tevbe suresi hariç bütün sureler besmele ile başlar. En uzun sure 286 ayetten oluşan Bakara, en kısa sure ise 3 ayetten oluşan Kevser suresidir. Surelerin sıralaması iniş sırası ya da konularına göre değil, Cebrail’in Peygamberimize bildirdiği şekliyle, vahiy kâtipleri tarafından yapılmıştır. Bu durumda dizilişine göre Fâtiha, Nâs suresidir. Surelerin her birinin kendine özgü isimleri vardır. Sureler isimlerini genellikle içinde yer alan bir kelime, konu, olay, peygamber veya toplumdan alır. Örneğin, Yûsuf suresi adını, surede hayat hikâyesi anlatılan Yusuf peygamberden alır. Fil suresi de ismini surede geçen “fil” kelimesinden alır. Ayrıca Mekke’de indirilen sureler “Mekkî” ve Medine’de indirilen sureler ise “Medenî” olarak isimlendirilmişlerdir. Surelerin birden fazla ismi olabilir.

Örneğin, Mü’min suresine Gâfir; Tebbet suresine ise Leheb ve Mesed isimleri verilmiştir.

Cüz, Kur’an-ı Kerim’in her 20 sayfasına denir. Kur’an’da toplam 30 cüz vardır. Her cüzün başında cüz başlangıcını gösteren işaretler bulunur. Cüz gülü denilen bu işaretlerin içinde o cüzün Kur’an’ın ilk suresi Fâtiha son suresi ise sıra numarası yer alır. Kur’an’ın cüzlere ayrılması, onun okunmasında ve ezberlenmesinde kolaylık sağlar.

Mushaf, sözlükte iki kapak arasında toplanmış sayfalar demektir. Terim olarak kitap hâline getirilmiş olan Kur’an’ın özel adıdır. Hz. Ebu Bekir Döneminde Zeyd bin Sabit başkanlığında oluşturulan bir heyet, Kur’an-ı Kerim’i kitap hâline getirmişti. Kur’an’ın kitap hâline getirilen bu ilk nüshasına Mushaf adı verilmiştir. Hz. Ebu Bekir’de bulunan ilk Mushaf, onun vefatıyla Hz. Ömer’e, ondan da kızı Hz. Hafsa’ya teslim edilmiştir. Hz. Osman Döneminde yapılan Kur’an’ı çoğaltma işinde bu ilk Mushaf esas alınmıştır.

3.2. Kur’an’ın Okunması ile İlgili Kavramlar

Tecvit, sözlükte bir şeyi süslemek ve güzel yapmak demektir. Terim olarak ise Kur’an-ı Kerim’i güzel bir şekilde okumak için uyulması gereken kuralları kapsayan bir ilimdir. Tecvidin amacı Kur’an-ı Kerim’in doğru ve güzel okunmasını sağlamaktır. Bir ayette, “…Kur’an’ı tane tane oku!” buyrularak Kur’an’ın doğru ve güzel okunmasına dikkat çekilmiştir.

(14)

14 Mukabele, sözlükte karşılıklı okuma anlamına gelir. Mukabele, vahiy gelmeye devam ederken Hz. Muhammed ile Cebrail’in her yılın ramazan ayında Kur’an ayetlerini karşılıklı okumalarına denir. Müslümanlar özellikle ramazan aylarında bir araya gelerek mukabele geleneğini devam ettirmektedirler. Mukabelede Kur’an okumasını iyi bilen birisi okur, diğerleri de onu takip ederler. Böylece Kur’an-ı Kerim’i düzgün okuyamayanlar hatalarını düzeltme ve okumalarını geliştirme imkânı bulurlar.

Hatim, sözlükte bitirmek, sona erdirmek demektir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’i ezbere ya da yüzünden, baştan sona kadar okumaya veya dinlemeye hatim denilmiştir. Yapılan hatimler Kur’an’ın doğru ve hatasız okunmasına katkı sağlar. Hz. Muhammed, “Allah katında ameli en değerli olan kişi, Kur’an’ı başından sonuna kadar okuyan, bitirince tekrar başlayandır.” buyurarak Kur’an okumayı teşvik etmiştir.

Hafızlık, Kur’an-ı Kerim’i bütünüyle ezberlemeye hafızlık; Kur’an’ı baştan sona ezberleyen kişiye de hafız denir. Hz. Muhammed Kur’an’ın sonraki nesillere eksiksiz ulaştırılmasını sağlamak amacıyla onu yazdırmanın yanında ezberlenmesini de teşvik etmiştir. Ayrıca namaz gibi bazı ibadetleri yapabilmek için Kur’an’ın bazı bölümlerini ezberlemek gerekir.

3.3. Kur’an’ın Anlaşılması ve Yorumlanmasıyla İlgili Kavramlar

Meal, tercüme olarak da isimlendirilir. Bir sözün anlamını aynı veya aslına yakın bir şekilde ifade etmeye denir. Meal halk arasında genellikle Kur’an-ı Kerim’in tercümesi için kullanılır. Ancak meal tercümeye göre daha kapsamlıdır. Çünkü tercümeler Kur’an-ı Kerim’in anlamını tam ifade etmeyebilir. Bu nedenle tercümelere kısa açıklamalar ilave edilmek suretiyle ayetlerin daha iyi anlaşılması sağlanmıştır.

Tefsir, sözlükte açıklamak, yorumlamak demektir. Terim olarak ise Kur’an ayetlerini indikleri zamanı, mekânı ve ayetin indiriliş sebebini göz önünde bulundurarak açıklamak ve yorumlamaktır. Kur’an-ı Kerim’i açıklayan ve yorumlayan kişiye “müfessir” denir. Kur’an-ı Kerim’in tercüme edilmesi, onun herkes tarafından kolayca anlaşılması için tek başına yeterli değildir. Ayetlerin ne zaman ve nasıl bir ortamda, hangi olay üzerine indiğini bilmek önemlidir. Bu nedenle tefsir, ayetlerin iniş sebeplerini belirtir ve ayetleri kapsamlı bir şekilde açıklar. Dinî konularda her geçen gün insanların zihnini meşgul eden yeni problemler ortaya çıkmaktadır. Tefsirin amaçlarından biri de ayetlerden genel ilkeler çıkararak yaşanan çağa ışık tutacak yeni bakış açıları geliştirmektir. Çünkü Kur’an evrenseldir. Bu nedenle her çağda yeni tefsirlere ihtiyaç vardır. İlk Türkçe tefsirler, Arapça ya da Farsçadan tercüme edilmiştir. Daha sonraları çok sayıda Türkçe tefsir yazılmıştır. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Kur’an-ı Kerim tefsiri son dönemde yazılan Türkçe tefsirlerden biridir.

4. Kur’an-ı Kerim’in Belli Başlı Konuları

Allah tüm evreni ve içindekileri yoktan var etmiştir. Yarattığı varlıklar içerisinde insana akıl ve irade vererek onu diğer varlıklardan üstün kılmıştır. Allah, Kur’an-ı Kerim’de insanların yüce yaratıcıya karşı görev ve sorumluluklarını açıklamıştır. Kur’an’da insanın ve evrenin yaratılışı, ibadetler, emir, yasak ve tavsiyeler, içinde yaşadığı çevreyle nasıl bir ilişki içinde olması gerektiği ve ahiret hayatı gibi konular yer alır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in insan için bir rehber olduğu bir ayette şöyle ifade edilmiştir: “…Bu kitabı da sana her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”

İNANÇ İBADET AHLAK

KUR’AN-I KERİM’İN BELLİ BAŞLI KONULARI

(15)

15 4.1. İnanç

Kur’an-ı Kerim’in başlıca konuları, iman, ibadet, ahlak ve sosyal ilişkilerdir. İman, Peygamberimizin Allah tarafından getirdiği ilkeleri tasdik etmek ve bunların doğru olduğunu tereddütsüz kabul etmektir. İslam inancının temelini tevhit inancı oluşturur. Tevhit, Allah’ın tek olduğuna; eşi, benzeri ve ortağının olmadığına inanmaktır. Bu inanç İhlâs suresinde şöyle ifade edilmiştir: “De ki: O, Allah birdir. Allah samettir (Her şey ona muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç değildir.). O doğurmamıştır, doğmamıştır. Onun hiçbir dengi (benzeri) yoktur.”

Yüce Allah insanlara ulaştırmak istediği vahyi peygamberler aracılığıyla duyurmuştur.

Dolayısıyla peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara inanmak da İslam’ın inanç esaslarındandır. İslam dininin inanç esaslarından biri de ahiret inancıdır. Ahirete iman, üzerinde yaşadığımız dünyanın bir gün son bulacağını, bundan sonra yeni bir hayatın başlayacağını kabul etmek demektir. Dünyada yapılan her türlü iyilik ve kötülüğün ahirette karşılık bulacağına inanmaktır. Bu konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Kim zerre kadar hayır yapmışsa onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun karşılığını görür.”

Meleklerin var olduğuna ve görevlerini hakkıyla yerine getirdiklerine inanmak da İslam’ın inanç esasları arasında yer alır. Melekler Allah’a ibadet eder ve onun emirlerini yerine getirirler. Onların bu özelliklerine Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder: “…Onlar (Melekler) asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri yerine getirirler.” Yüce Allah kendisine, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanıp bu inançlar doğrultusunda güzel işler yapanların kurtuluşa ereceğini bildirir.

4.2. İbadet

Kur’an-ı Kerim’de inanç esaslarından sonra yer alan ikinci önemli konu ibadettir. İbadet, insanın Allah’a sevgi, saygı ve itaatini göstermek, onun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu tutum ve davranışlardır. İnsanın yaratılış gayesinin de ibadet olduğu bir ayette şöyle ifade edilmiştir: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Kur’an-ı Kerim’de yer alan ibadetle ilgili emirler, şekil ve biçim yönünden olmayıp büyük ölçüde ibadetin mahiyetine, kime ve nasıl yapılacağına ilişkindir. Fâtiha suresinin 5. ayetinde “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” buyrularak Allah’tan başkasına ibadet edilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Kur’an’da namaz, oruç, zekât, hac yapılması zorunlu olan ibadetler arasında sayılmıştır. Bunların yanı sıra bireyin kendi isteğiyle, başka birinin ya da toplumun yararına gerçekleştirdiği her olumlu davranış da ibadet kapsamına girer. İbadetler, Allah ile insan arasındaki bağı kuvvetlendirir. İnsanın Allah’a olan saygı ve sevgisini canlı tutarak onu kötülüklerden uzaklaştırır. Ancak ibadetler sırf Allah rızası için yapılırsa bu amaç gerçekleşmiş olur. Kur’an’da bu durum şöyle ifade edilmiştir: “… Her secde ettiğinizde yüzlerinizi ona çevirin ve dini yalnız ona has kılarak ona yalvarın…”

4.3. Ahlak

Kur’an-ı Kerim’de inanç ve ibadetin yanı sıra üzerinde önemle durulan konulardan biri de ahlaktır. Ahlak, inanç ve ibadetlerin gereği olarak ortaya çıkan, ihlas ve samimiyetle yerine getirilen davranışlardır. Kur’an, Allah’a karşı sorumluluğumuzu, ona inanmak ve ibadet etmek olarak belirlerken insanlara karşı sorumluluğumuzun da güzel ahlaklı davranmak olduğunu bildirir. Dinin temelini oluşturan iman bir bakıma dinin Allah’ı tanıma ve bilme boyutunu, ibadetler Allah’a itaat boyutunu, ahlak ise Allah’ı sevme boyutunu teşkil eder. Yüce Allah kendimize ve topluma faydalı işler yapmamızı isteyerek hoşgörü, merhamet, dürüstlük, adalet, sabır, alçak gönüllülük, kanaat gibi ahlaki davranışları emreder. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” Haksızlık, adaletsizlik, sözünde durmamak, aldatmak, kin ve nefret beslemek gibi toplum huzurunu bozacak her türlü kötülük de Allah’ın yasakladığı davranışlardır.

Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de büyüklenmenin kötü bir davranış olduğu şöyle ifade edilmiştir:

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de

(16)

16 dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” Güzel ahlaka sahip olduğumuz ölçüde Allah katında değer kazanırız. Sözünde durma, dürüst olma, başkalarının hakkına saygılı olma gibi davranışlar, yalnızca Müslümanlara karşı değil tüm insanlara karşı ahlaki görevimizdir. “Rahman’ın (has) kulları, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin)

‘Selam!’ derler (geçerler).”ayeti Müslümanlara, kendi inancından olmayanlara karşı da hoşgörü ve müsamahalı davranmayı emreder.

5. Kültürümüzde Kur’an’ın Yeri ve Önemi

Toplumu bir arada tutan güç, o toplumu oluşturan bireylerin paylaştığı inanç ve değerlerdir.

Bir toplumun varlığını sürdürebilmesi; kültür, sanat ve düşünce alanında özgün eserler üretebilmesi, o toplumu oluşturan temel unsurların korunmasıyla mümkündür. Türklerin Müslüman olması, yalnızca bir inanç değiştirme olarak kalmamış, çok önemli ve köklü toplumsal ve kültürel değişimi de beraberinde getirmiştir. Bu süreçte Türklerin tarih, gelenek ve dünya görüşlerinde önemli değişiklikler olmuştur.

İslam’ın yayılması için büyük fetihler yapan Türkler, fethettikleri yerlerdeki halka asla kötü muamele yapmamış, hangi dinden olursa olsun onları himaye etmişlerdir. Bu samimi ve hoşgörülü yaklaşımda Kur’an’ın etkisi büyüktür. Kur’an, kültürümüzde yer alan önemli motiflerden biridir.

Başta dinî yapılar olmak üzere inşa edilen hemen her mimari eser Kur’an-ı Kerim’den ayetlerle süslenmiştir. Bu durum, Kur’an’ın kültürümüze etkisinin açık bir göstergesidir. Türkler özellikle Osmanlı Döneminde hat, tezhip gibi Kur’an’la ilgili el sanatlarında çok başarılı eserler ortaya koymuş ve İslam dünyasında bu yönleriyle ün kazanmışlardır. Kültürümüzde yer alan, “Kur’an Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözü de bu gerçeğe işaret etmektedir.

İslam’ın Anadolu’da yayılmasında Hoca Ahmet Yesevi, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi Türk mutasavvıf ve düşünürlerin önemli rolü olmuştur. Bu şahsiyetler, Kur’an’ı temel alan bir dinî anlayışla, Anadolu halkına İslam’ı öğretmişler, onlara Kur’an ahlakına uygun davranmayı öğütlemişlerdir.

(17)

17

5.ÜNİTE DEĞERLER 1. Değer Nedir ve Nasıl Oluşur?

Değer; bir toplum içinde veya insanlar arasında benimsenmiş ve yaşatılmakta olan her türlü duyuş, düşünüş, davranış, kural ve kıymettir. Değer kavramı insana özgüdür. Söz ve davranışların doğru, yanlış, güzel, çirkin, iyi ve kötü şeklinde tanımlanmasını sağlayan temel etken değerdir. Bu bakımdan günlük konuşmalarda iyi, kötü denildiğinde ahlaki değerler; güzel veya güzel değil denildiğinde sanatsal değerler; helal, haram denildiğinde ise dinî değerler kastedilir. Gelenek ve göreneklerle birlikte adalet, hürriyet, hak, hukuk, düşünce, ilim, medeniyet, dil, vatan ve millet sevgisi de değerler arasında yer alır.Din duygusu, insanın doğasında var olan sevgi, saygı, inanma, doğruluk ve başkalarına yardım etmek gibi değerleri ön plana çıkarır.

Değerlerin oluşumunda, insanların doğuştan getirdiği özellikler ile yaşadığı sosyal çevre etkin bir rol oynar. Değerler insanları, insanlar da toplumsal değerleri şekillendirir. Değerler toplumun sahip olduğu kültürel yapıya anlam katar. Buna bağlı olarak yaşadığımız dünyada birbirinden farklı milletler ve değerler var olur. İnsani değerlerin temeli öncelikle aile ortamında atılır. Anne babaya hürmet etmek, kimsesizleri gözetmek, büyükleri sayıp küçükleri sevmek, doğru olmak ve dürüst davranmak, adil ve güvenilir olmak gibi değerler, öncelikle aile ortamı içerisinde öğrenilir ve zamanla toplumda yaygınlaşır. Bir toplumda değerlerin devamını sağlamak, ailenin topluma erdemli insanlar kazandırmasına bağlıdır.

İnsan, kendisi ve yaşadığı toplumun huzur ve mutluluğu açısından dinî, ahlaki ve hukuki değerlerin önemini kavrar. Bunlara kendi hayatında yer verir. Zor durumda kalan bir insana yardıma koşmanın gereğini, yaşlı bir insana kendi yerini vermede empati (duygudaşlık) kurmanın önemini, hastalanan birini ziyaret etmenin faydalarını düşünür ve uygular. Değerlerin, yaşamı anlamlandırmada, iş, eş, arkadaş ve dost seçiminde etkin rol oynadığını bilir. Bununla birlikte vatan sevgisi, şehitlik ve gazilik duygusu gibi yüksek meziyetlerin temelinde yer alan değerleri önemser.

2. Değerlerin Oluşumuna Dinin Etkisi

Değerlerin oluşumunda aile, eğitim, çevre, arkadaş ve dinin etkisi vardır. Din, toplumsal değerlerin şekillenmesi ve toplumda yer edinmesinde önemli bir etkendir. Değerler kendiliğinden oluşmaz, her zaman bir kaynağa ihtiyaç duyar. Bu bakımdan fert ve toplumlar, değerlerin oluşumunda dinin öğütlerine önem vermişlerdir. Gelenek, görenek, dil, sanat, ahlak, ekonomi, düşünce ve felsefenin oluşturduğu kültürel dokuya bakıldığında, dinin önemi görülür. Din, toplumun sahip olduğu değerlerden insanlığa faydalı olanları devam ettirerek bunlara yeni değerler katar.

Öngördüğü değer ve kurallarla bireyin sahip olduğu duygu, düşünce, istek ve davranışlarını güzelleştirip olgunlaştırmaya çalışır. İslamiyet, temel prensiplerine ters düşmeyen sosyal değerlere uyulup benimsenmesini, bunlara saygı duyulmasını istemiştir. İnsanın söz ve davranışlarında nelerin iyi ve kötü olduğunu, neleri yapıp yapmaması gerektiğini bilmesi gerekir. Değerleri şekillendiren söz ve davranışların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamaya yönelik olması din bakımından önemlidir.

Değerlerin özünde yatan din gerçeği bir ayette şu şekilde ortaya konulmuştur: “...Rabb’imiz bize dünyada ve ahirette iyilik ve güzellik ver...” Peygamberimiz de yaptığı dualarında bu ayeti sıkça okumuştur. İnsanın, çevresinde gelişen olaylara uzak durması, kendini toplumdan soyutlaması mümkün değildir. Bu nedenle yetim ve öksüze yardım etmek, onları gözetip kollamak, küçükleri sevip büyüklere saygılı olmak, akraba ve komşulardan oluşan yakın çevreye iyi davranmak, misafire ikramda bulunmak, doğal afet, yangın ve kazalarda insanların yardımına koşmak gibi değerlere dönüşen erdemli davranışlarda dinin önemli bir etkisi vardır.

2.1. Örf ve Âdetlerin Dinle İlişkisi

Örf (gelenek); bir toplumda, eskiden beri uygulanagelen, dolayısıyla kuşaktan kuşağa iletilen, kültürel değer, alışkanlık ve davranışlardır. Âdet (görenek), bir şeyi eskiden beri görüldüğü gibi yapma alışkanlığıdır. Genel anlamda ise örf ve âdet, insanların düşünce, tutum ve

Referanslar

Benzer Belgeler

Çünkü kardeşlerim, yeme içme arzusunun ve diğer mübah olan istek ve arzular ın yasaklanması, Allah Azze ve Celle’nin çizdiği yolun bir gereği ve insan için sevimli ve

Özetle mesele şudur; şayet bir beldede Allah'tan başkasına dua etmek ve bunun tamamlayıcıları olan ameller ortaya çı- karsa; belde ehli bunu devam ettirirse; bunun için

“Hiçbir küçük günah da ısrar edildiği takdirde, küçük kalmaz/büyür Hiçbir büyük günah, tövbe ve isti ğfar edildiği takdirde, büyük kalmaz.”.. (Ebu Hureyre

Bu kan zehirli maddelerle de akar, yine vücutta ürik asit vard ır, zararlı ve faydalı maddeler vardır, vitaminler, mineraller, mineral benzeri maddeler, çözünmü ş gazlar,

Vakit, ilim talebi için, ibadet, r ızık kazanmak, çocuk e ğitimi ve salih ameller için gerekli bir şeydir ve sahip oldu ğun en değerli şeydir.. Vakit tek sermayendir,

Terim olarak ise Allah (c.c.) rızası için yapılması gereken ibadetleri ve güzel davranışları, insanlara gösteriş için yapıp kendini ve ibadetini beğendirme isteği,

Bu iki doktor, çörek otu ile ilgili laboratuvar çal ışmalarında şu sonuca ulaştılar: "dört hafta boyunca günde iki kere bir gram çörek otu kullan ımı, lenf

Bu üç nitelik şu demektir: Güzel olan ı doğrulamak ki güzel olan cennettir, Allah’a isyandan sakınmak ve tüm hayat ını Allah için vermek üzerine inşa etmek.. Bunlar