• Sonuç bulunamadı

Fotoğraf: Emel Beyaz

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Fotoğraf: Emel Beyaz"

Copied!
63
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

Fotoğraf: Emel Beyaz

“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen Türk istiklal ve cumhuriyetini ilelebet korumak ve müdafaa etmektir.

Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”

Mustafa Kemal Atatürk

(3)

Editör’den Sevgilerle

Tuğba Dinç

İMTİYAZ SAHİBİ

Genç Akademisyenler Derneği Adına Tuba Çitil

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Alperen Arslan

EDİTÖR Tuğba Dinç YAZI KURULU

Duygu Doğuş Nermin Fatma Gülcük

Kağan Tüber GRAFİK TASARIM

Alper Şenadam

SOSYAL MEDYA SORUMLUSU Hamit Berat Kaya

ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...

“İçim yine sevinçlerle dolup yanıyor, Ruhum sanki deniz olmuş dalgalanıyor, Uzak uzak ülkelerden döndüm seferden, Yaralarım ağır, fakat mestim zaferden.

Zafer ümit kaynağının bir çeşmesidir.

Zafer birçok gönüllerin birleşmesidir. “

Baharın müjdesi, bereketin sembolü, hasadın boy gösterdiği, dolu başakların eğildiği pırıl pırıl bir anın muazzam bir diliminde bulunmaktayız.

Çıkılan yolun harman yerinde teşekkül edip yep- yeni yıldönümlerine “Vira Bismillah” dediğimiz şanlı bir olayı yaşamaktayız.

Hayallerimizi ruhumuzla, ruhumuzu ülkümüz- le, ülkümüzü de çabamızla harmaladığmız Kırk- tuğ çatısının umutlarını yazıp sabaha karşı bir gül fidanının dibine yerleştirip bahar bayramını se- vinçle karşılıyoruz. Yeni bir mevsime yeni bir ma- ceraya kepenklerimizi açıp dimağımızdakileri sa- bah serinliğiyle gelen rüzgara salıyoruz. Bütün kış boyunca bizi bekleyen bisikleti günyüzüne çıkarıp bir elimizde uçurtma bir elimizde ülkümüz yola koyuluyoruz. Nihayetinde sabah rüzgarıyla saldı- ğımız emeklerimizin gökkubbede uçurtmamız ile karşılaşma vakti. Ülkümüzle hemhal olma anına şahit olup bahar yağmurunun bereketine yaka- lanmak için ekin tarlaları boyunca yol alıyoruz.

Aldığımız yol boyunca geriye bir baktığımızda attığımız ilk adımın mukaddimesinde belirttiğimiz ve sebat etmeye çalıştığımız düsturumuz “Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister” şiarına sadık kalmaya çalışan Kırktuğ’un yağız çerileri dilinde ve dimağında herdem “Kıvılcım çıkarmak için kırk kişi yeterdi bize” nidalar ile yol aldığı seferinde

(4)

İÇİNDEKİLER

08 15

10 18

Kordondan Ufka Bakış - Alperen Arslan ... 6

İnsan Umudu - Tuğba Dinç ... 8

Anadolu ve Sen - Derya Koç ... 9

Gazzali’nin Mucize Eleştirisi - Tuba Çitil ... 10

Hissiz Bir Odaklanış - Babil İkra ... 14

Şukufe Hanım’a Nazire - Alper Şenadam ... 15

Eylemlerin Tezahürü - Kağan Tüber ... 16

Hıdırelleze Dair - Prof. Dr. Metin Özarslan ... 18

Griden Gömlek - Buğrahan Saatcı ... 22

Armut Piş Ağzıma Düş - Sultan Kılıç ... 25

Zamanda Kaybolan Anlar - Hilal Gül ... 26

Antalya’nın Kumluca, Finike ve Demre İlçelerinde Hıdırellez Kutlamaları - Sultan Kılıç ... 30

(5)

İÇİNDEKİLER

22 44

37 59

Talancı - Samet Can Karakaya ... 37

Arayış - Gaye Nur Avşar ... 42

Hayranlık Bırakan Mefhumlar - Nermin Fatma Gülcük ... 44

Bir Attila İlhan Klasiği Kurtlar Sofrası - Dr. Murat Emre Şahin ... 46

Kardan Adamın Serüveni - Hüma Sultan Kılıç ... 58

Foto Öykü - Gültekin Kayalar ... 59

(6)

Bu görmüş olduğunuz fotoğraf İzmir’de bir bahar günü, Güneş batmaya yüz tutmuşken çekildi. Ancak peşinen belirtmeliyim ki bu Körfez fotoğrafı ile başla- yan yazım, güzeller güzeli İzmir’in sahillerini, tarihi ve turistik mekânlarını konu almayacak, gastronomik bir rota da çizmeyecek.

Tam 100 yıl önce kaybedilmiş bir savaşın ardından, 1919 Mayıs’ında bu gördüğünüz Körfez’de yunan zırhlıları demirlemişti. Şehre ilk düşman askerinin çıktığı gün de bir Mayıs günüydü, 15 Mayıs 1919’du. O gemilerden şehre çı- kan işgalciler, Türkleri “yaşa venizelos” demedikleri için katlettiler. Kısa bir süre içinde sokaklar işgalcilerin bayrakları ile donatıldı, katliam ve tecavüzlerin ardı arkası kesilmedi. Yıllarca Türk sokakları işgalci çizmeleriyle çiğnendi. Yunan kuvvetleri Polatlı’ya kadar ilerledi. Tabii Anadolu’nun diğer yerlerinde de durum farklı değildi, Türkler katliam ve zulümlere maruz kaldılar, topraklarından kazın- maya çalışıldılar. İstanbul Hükümeti yenilgiyi kabul etmiş ve teslim olmuştu zaten halkın da durumu pek farklı değildi, yıllar süren savaşlardan herkes yılmıştı.

Umutlar tükenmiş, mücadele bitmişti.

Peki, bir şekilde mektep yüzü görmüş herkesin bileceği şeyler burada neden özetleniyor? Özetleniyor zira bazı şeyler, bazen aklımızın köşesinde öylece du- rur da tozlanır, birinin gerekli hatırlatmalarla o tozu silmesi gerekir. İşte bu fakir de haddi olmayarak bu vazifeyi üstlenmek istiyor.

Şimdilik bu ilk kısmı bir kenara bırakacak olursak burada olmamın asıl nede- nine gelelim. Asıl neden bugün çevremde, gözlem yapmaya çalıştığım mekân- larda ve sanal âlemde çok yaygın bir umutsuzlukla karşı karşıya olmamdır di- yebilirim. Öncelikle, görebildiğim kadarıyla küresel gündemi takip edildiğinde toplumlarda yükselen tahammülsüzlük, küresel siyasetteki riyakârlıklar, terör ve tabii iktisadi sıkıntılar umutsuzluk için önemli nedenler. Yeni medya araçlarının yaygınlaşmasıyla insanlar ülkelerindeki soruları diğer coğrafyalarla kıyaslama imkânı buldu; kimileri çok güzel yaşanabilir memleketleri görürken kimileri de savaş, terör, açlık, yoksulluk ve sömürüyü gördü. “Haber niteliği taşıyan” sayısız kötülükler yer yer insanlığa inancımızı azalttı. Birileri dışarıya bakıp buraları terk etmek istedi, birileriyse sadece buradakilerden değil tüm insanlıktan nef-

Kordon’dan Ufka B akış

Alperen Arslan

(7)

ret etti. Bunun yanı sıra, sonuçları bizi daha yakından ilgilendiren, ülkemizde- ki siyasi ve ekonomik gelişmelerin biz- leri etkilemediğini iddia etmek mümkün değil. Bugün yurdumuzda birçok insan gelecek kaygısı içinde bir şeyler yap- mak için çabalıyor fakat bunlar olurken karşılaştıkları haksızlıklar, toplumda artan tahammülsüzlük, kutuplaşma ve şiddet bu çabaların önüne set çekiyor.

İnsanlar hak ettiklerini düşündükleri yer- lere gelemediğini ya da gelemeyeceği- ni iddia ediyor. Tabii, memleketin hâli birkaç sayfaya sığdırması, kelimelerle anlatması zor ancak herkesin kafasını kaldırıp neler oluyor diye baktığında idrak edebileceği bu durumu görmek umutları söndürüyor, bir şeyi değiştir- meye olan inancımızı yok ediyor. Nes- limdeki gelecek kaygısı ve buna bağlı umutsuzluk öyle bariz ki iddia ediyo- rum bu nesilden olmasam dahi açıkça bunun tespitini yapabilirdim. İnsanların dillerinde hep ağır, dertli şarkılar, bir iki satır bir şey karaladıklarında da bir karamsarlık hâkim. Bir dokunduğunuz- dan bin ah işitmek işten değil. Evet, ar- tık bir şeylerin değişeceğine inancımız azalmış ya da kalmamış olabilir. Umut- ları körelen insanlardan da gelişmeleri önemsemesi, bir şeyleri düzeltmek için mücadele etmesini beklemek de güç.

Fakat unutmayın o yukarıdaki hikâ- yenin bir de devamı var. Herkesin ye- nilgiyi kabul etmiş gibi göründüğü dö- nemde birileri mücadeleyi bırakmadı, hayatlarını ortaya koydu. Yetmedi; ca- hil, bilinçsiz ve umutsuz halka umut to- humları saçtı. Sıtmaya da ölüme de razı olmadan savaştı. İşgal kuvvetleri önce yerel direnişler karşısında yavaşladı, onlar efelerdi, kuvvacılardı, müdafaa-i

di. Ardından direnişçiler arttı, direniş örgütlü bir mücadele halini aldı Müda- faa-i Hukuk cemiyetleri birleşti, her ileri adımda öne çıkanların, mücadele yo- lunda yürüyenlerin sayısı arttı. Hama- sete daha fazla kapılmadan hatırlata- lım ki her şey güllük gülistanlık değildi, çok büyük imkânsızlıklar vardı ve daha kötüsü ilk yenilgide, yunan Ankara’ya kadar geldiğinde kaçanların sayısı da hiç az değildi. Onlar da tarihimizin ib- ret vesikaları olsa gerek. Zaten sonra- ki süreç vazgeçenleri, dönenleri görüp umudumuzu kaybetmememiz için biz- ler için orada duruyor.

Nitekim hikâyenin sonunda, bugün hür ufuklarda görebileceğiniz zırhlılar ancak Türk bayraklıdırlar, bugün hür göklerde dalgalanan Türk bayrakları bize umut vermelidir. İzmir’in dağla- rında açan çiçekler yüreklerimizde aç- malıdır. Her şeyin bittiğine ilişkin inanç aslı astarı olmayan bir yanılgı, siz (bir insan topluluğundan değil bizzat fert- lerden bahsediyorum) var olduğunuz sürece mücadele var olmaya devam edecektir. Yani mücadelenin yokluğuna dair bir şikâyette bulunmak şöyle dur- sun yapabileceğiniz tek şey mücadele edip etmeyeceğinize karar vermektir.

İyileştirmek, güzelleştirmek ya da kur- tarmak… Ne için olursa olsun müca- deleden yılmamalıyız, mücadelemizde motivasyonlarımızı bulmalıyız, umudun bittiği yerde başka bir şey kalmaz.

Bu vesile ile başta işgal sabahı düş- mana ilk kurşunu atan Hasan Tahsin ve İzmir Hükümet Konağı’na al sancağı çeken Yüzbaşı Şerafettin İzmir olmak üzere tüm kahramanlarımıza rahmet

Kordon’dan Ufka B akış

(8)

Çatıya düşen her damlanın ahenkle sıçrayışını izliyordu. Rüzgarın havada savurduğu son kalan yapraklar balkona yığılmıştı. Bir yandan son kuru yapraklarına veda eden bir ağaç; bir yanda da taze yaprağa durmuş dallar, manzarasıydı. Ne denli hızlı geçiyordu yıllar. Fark etmemişti bile penceresinin şahit olduğu bu hale. Hayatının bu mevsiminde sadece koşturduğu için kafasının yo- ğunluğunu nadir hissedebiliyordu. Durmak, nefes almak onu sanki tökezletiyordu. Atlayarak yaşı- yordu ömrünü. Hakkına sahip çıkamadığı duygu- larını hep bir yerlere saklamıştı yoksa gözünün önüne aldıkça tahammül edemiyordu öylece bı- raktığı duygularına.

Kendince çizgisini korumaya çalışıyordu ve her insanın bir çizgisi olması gerektiğini her de- fasında vurguluyordu. Yol almak istediği çizgi- sindeki doğrular ve kabuller emekle, samimiyetle mücadeleyle aynı yoldaydı. Fakat çağın insanı- nın huyuna suyuna bakarak kahredip çevreyi ve dünyayı yoklayıp kabullerini inada bindirmiş kendini feda etmemiş miydi? Hayatlar savaşa girmiş de cephede bir başına mücadele eden bi- zim çalıkuşu. Hayallerini umutlarını içinin en içine yerleştirmiş başına da bir bekçi dikmiş ve telaşe- sine devam etmiş. Her düştüğünde bir şeyler her aksadığında bekçiye uğramış, onunla iki kelam etmiş, temelli geleceğim günde olacak , temennisi vererek sıyrılamadığı telaşesine geri gelip içine tekrardan arkasını dönmüş. Böyle düşününce bir anlam vermiyordu yaptıkları, koşturması, çabası.

Asıl olması gerekenler dağ olmuş zirveye yerleş- mişti de aşılmaz bir kült oluvermişti.

Sorguluyor, gözlemliyor, kızıyor, kederleniyor- du en çok da dertlenmenin özünden kopmasına dayanamıyordu. Yaşadığı evrende “insan ada- leti” yaşatmaya çalışıyordu kendinden bihaber.

Düzeltmeye emek verirken düzeltilmeye ihtiyaç duyar olmuştu. Erteliyordu, öteliyordu sahip ol- duklarına ve dahi olacaklarına. Güya ilerlemeye

çalıştığı yol yüreğiyle arasına mesafe koymuştu.

İnsanlık için çabalıyorum avuntuları her seferinde mesafeyi görmezden gelmesine sebep olmuştu.

Oysaki kendi de insanlığın bir parçası değil miy- di? Dünyayı neresinden ele alıyordu, bunu ma- saya yatırmalı ve iyice tartmalıydı. Kendini kay- bederse insanlığı nasıl yakalayacaktı, bu kadar hırpalanma nedendi? Ardından bir yanı “ Yeryü- züne dayanabilmek” 1diye cevap vermişti.

Maddi olan hiçbir şeyin garantisi yokken maddiyatı garantilemek için bu denli insanlığa el olmak nasıl bir gayeydi. Çorak bir yerde tohum ekmişsin ne fayda toprakla hemhal olmadıktan, köklerin özünü unuttuktan sonra. Kabul davasında haklı çabasının altında yatan safiyane niyet içten geliyordu ama maalesef biliyordu ki “ emekle alın teri arasında o kanatkaar yolun yolcuları de- ğiliz artık.”2 Ve her konuda emeksizdik. Kurgulan- mış bir düzenin kurgulanmış piyonları gibiydik.

Doğallığın yerini hadsiz bir sistem ele almışken neden hala sistemin parçası olmak için verilen değerden kültürden yoksun bir mücadelenin sah- nesinde birer oyuncuyduk?

Dokunmak dahi istemediği kapıları çalmıştı yü- reğinde ve ardından “Sadece susarak özlüyorum, hiç tanımadan, ne garip”3 diyen nağmeler zihnini meşgul edip iç muhakemesine tam dalmışken ani- den gelen gök gürültüsü sarsar onu ve karşında duran ağacın taze yaprağa duran dalının tarafını tuttuğuna karar vermiştir. “İnsan alışır ve dualar değişir”4di. Hayatın mucizeleri vardı; dua gibi inanmak gibi... Kendine hayatına gurbet olma- dan onları atlamadan şifa olanından dengeli bir şekilde. Yol vardı, hakkı verilsin isterdi nihayetin- de. Her şey ve herkes gelip geçiciydi ama güzel kalan her şey insan umuduydu.

1 Tezer Özlü 2 Ali Ayçil 3 Ahmet Aslan 4 Mabel Matiz

İNSAN UMUDU

Tuğba Dinç

Fotoğraf: Emel Beyaz

(9)

Anadolu'da seni buldum bu akşam Ağrı Dağı gibi dikti başın

Sevdamın kokusunu taşıyordu Harran Ovası Gönlüm gibi sana coşuyordu Fırat Irmağı

Senin gönlün gibi çoraklaşmıştı Anadolu bozkırları

Her şey bana uzak, her şey bana yabancı Tarihi atalarım yazmışken

Edirne bana yabancı Bursa yabancı Uludağ'a çıktım üşüyordu Osman Gazi yeni seferler düşünüyordu

Fatih Sultan Mehmet Yeni bir zafer muştuluyordu Anadolu buram buram tarih kokuyordu

Sakarya bambaşka halde akardı Her damlasında binbir sevda yatardı

Kızılırmak çorak bozkırı yırtardı

O kendini birçok ulaşılmazlara mezar yapmıştı Yıldız dağları geçilmezdi, sarptı

Allahu Ekber Dağı'nda şehitler vardı Ege'de güneş başka batardı

Gönlümde bu aşkı taşıyacak güç kalmamıştı Sevdama mezar olmuştu Anadolu toprağı

Sevdam Anadolu toprağında yatardı.

Derya Koç

(10)

Filozofların dine ilk bakışta ters düşen metafizik görüşlerine ilk sistematik tenkit Ġazzālī(ö.450/505) ile başlar. Ġazzālī, Fārābī (ö. 339/950) ve İbn Sīnā (ö.428/1037) gibi kısmen Aristo’yu takip eden Müslüman filozofların görüşlerini öğrenmiş ve bu görüşleri- ne Maḳāṣıdu’l-Felāsife adlı eserinde yer vermiştir. Daha sonra bu görüşleri Tehāfutu’l-Felāsife adlı eserinde tenkit etmiştir.1 Müellifin bu eseri yazmaktaki asıl gayesi, yirmi noktada topla- dığı temel meselelerle ilgili görüşlerini dikkate alarak filozofların İslâm inançları açısından durumlarını tespit etmekti. Tehāfutu’l-Felāsife’de, filozofların eşyanın gerçeklerinin bilgisine dair iddialarını kesin delillerle kanıtlamaktan âciz olduklarını gözler önüne serip onların kendi iddiaları hakkında şüpheye düşürülmesi amaçlanmış, en önemli temsilcileri Fârâbî ve İbn Sînâ olan felsefenin eleştirilmesiyle yetinilmiştir.2

Ġazzālī’nin filozofları tenkit ettiği hususlardan biri, Tehāfutu’l-Felāsife adlı eserinde on ye- dinci mesele olarak ele alınan “Sebeplilik Meselesi ve Mucizeler”dir.

Ġazzālī filozofları mucize hususunda tenkitine şu cümleler ile başlamıştır:

“Tabiatta süregelen düzende alışkanlık sonucu olarak sebep ile sebepli arasın- da var olduğuna inanılan ilişki (iktirân) bize göre zorunlu değildir. Aksine her iki şey hakkında “Bu odur”, “O da budur” denilemez. İkisinden birinin kabulü, öteki- nin kabulünü, birinin reddi diğerinin reddini içermez. O halde, iki şeyden birinin varlığı veya yokluğu, ötekinin varlığını ya da yokluğunu zorunlu kılmaz. Mesela su içmek ile suya kanmak, yemek ile doymak, ateşe dokunmak ile yanmak, Güneş’in doğmasıyla aydınlık, boynunu kesmek ile ölmek, ilaç içmek ile iyileşmek ve müshil ile ishal olmak arasındaki ilişkide bir zorunluluk yoktur. Nihayet bu örnekler tıp- ta, astronomide, sanat, zanaat ve gözleme dayalı diğer bütün ilişkilerde böylece sürüp gider. Zira sebep ile sebepli arasındaki ilişki zorunlu ve değişmez olmayıp Allah’ın ezelî takdiri gereği bunların birbiri ardından yaratılmasından kaynaklan- maktadır. Dolayısıyla yemek yemeden yokluğu yaratmak, boyun kesilmeksizin

1 Mehmet Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş(Ankara:Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,2016),s.198.

2 Mustafa Çağrıcı, “Gazzali,” İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/gazzali(11.01.2019)

ĠĀZZĀLĪ’NİN

MUCİZE

ELEŞTİRİSİ

Tuba ÇİTİL

(11)

ölümü yaratmak, boynu kesmekle birlikte hayatı devam ettirmek Al- lah’ın kudreti dâhilindedir. Bu du- rum bütün ilişkilerde böylece sürüp gider. Filozoflar bu görüşe karşı çıkarak bunun imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir.”3

Ġazzālī bu hususta ateşe dokunan pamu- ğun yanması olayı üzerinden açıklamalarına devam eder. O’na göre ateş ile pamuk yan yana geldiğinde yanma olayının gerçekleşme- si zorunlu değildir. Fakat filozoflara göre bu durumda sebeplilik ilkesi gereği yanma ola- yının meydana gelmesi zorunludur. Ġazzālī, filozofların Hz. İbrahim’i ateşin yakmadığı- nı kabul etmediklerini, bu hadisenin ancak ateşten yanma özelliğinin alınması veya Hz.

İbrahim’in ateşin etki etmediği başka bir şeye dönüştürülmesi ile mümkün olabileceğini an- cak sonuçta her iki durumun da imkânsız ol- duğunu savunduklarını dile getirmiştir. 4

Ġazzālī bu açıklamaları ile sebep ile sonuç arasında zorunlu bir ilişki öngören sebeplilik ilkesine açıkça karşı çıkmaktadır. Her şeyin failinin Allah olduğunu, dolaysıyla sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin zorunlu olmadığını belirtmiştir.5

Ġazzālī’ye göre sebeplilik anlayışında mu- cizenin imkânı tamamen ortadan kalkmakta ve Kur’an-ı Kerim’de geçen birçok mucize imkânsız hale gelmektedir. Böylece her Müs- lümanın inandığı asânın yılana dönüşmesi, ölünün diriltilmesi ve Ay’ın ortadan ikiye ayrılması gibi mucizelere olan inanç sarsılmış olmaktadır.6

Yukarıda yer verilen açıklamaları ile sebep- liliği kesin bir biçimde karşı çıkan Ġazzālī, aynı konunun ilerleyen bölümlerinde, mucize-

3 Ġazzālī, Tehāfutu’l-Felāsife, terc.Mahmut Kaya,Hüseyin Sarıoğlu (İstanbul:Klasik Yayınları,2018), s.166-177.

4 ĠazzĠlĠ,, TehĠfut, s.167-169.

nin sebeplilik ilkesi çerçevesinde açıklamasını yapmaya çalışmıştır:

“Şu var ki, Allah’ın söz konusu olağanüstü olayı herhangi bir zamanda gerçekleştirmesi duru- munda ilme karşı duyulan kalpler- den silinir. Bu sebeple Allah, o ola- ğanüstü olayı ulu orta yaratmaz.

Buna göre yüce Allah veya melek ateşte öyle bir nitelik vücu- da getirir ki, ateş ateş özelliğini koruduğu halde ısısı o peygamberi etkilemez. Ya da o peygamberin bedeninde yarattığı nitelik saye- sinde ateşin etkisini önler ve bu durum bedeni et ve kemik özelli- ğinden ayırmaz.”7

Ġazzālī’nin sebeplilik hususundaki bu açık- lamaları filozoflarınki ile aynı değildir. Zira ona göre nesnelerin tabiatları ve olaylar ba- ğımsız bir konumda değiller. Onlar sadece Tanrı’nın iradesinin istediği şekildedir, bu yüzden mümkün olan olaylarda ve nesnelerin tabiatında onları zorunlu kılacak hiçbir şey yoktur.8 Fakat bu açıklamalar, eserin başında sebepliliği açıkça reddeden Ġazzālī’nin bu görüşün âlemdeki nizama mugayir olduğunu anlamış olmasını göstermesi bakımından mü- himdir.

Bu aşamada Ġazzālī’nin bu husustaki eleş- tirilerinin muhatabı olduğunun düşündüğümüz Fārābī ve İbn Sina’nın mucize hususundaki görüşlerini incelemekte fayda vardır.

Fārābī

Fārābī’ye göre “İlk mevcud diğer mevcudla- rın sebebidir. O bütün eksiklerden münezzeh- tir. Ondan başkasının bir veya birden fazla eksiği bulunur; hâlbuki onun hiç eksiği yoktur.

(12)

varlığından üstün ve daha önce bir varlığın bulunmasına imkân yoktur. O, varlık fazileti- nin en yüksek nahiyesinde ve varlık mükem- meliyetinin en yüksek mertebesindedir. O, cevheri itibariyle, kendinden başka her şey- den farklıdır. İlk mevcud ondan var olunan- dır.”9

Tüm varlıklar, Tanrı’nın varoluşundan kaynaklanan bir zorunlulukla var olmuştur.

Tanrı zorunlu, diğer varlıklar mümkündür.

Dolayısıyla evrenin işleyişinde de Tanrı’nın zorunluluğundan kaynaklanan bir sebeplilik söz konusudur. Mucizeler de bu sebeplilik il- kesi çerçevesinde ele alınmalıdır. Faal akılla ittisal öğretisinde peygambere ayrıcalıklı bir konum vermiştir. Mucizeler de ilahi zorun- luluk içerisinde mümkün olaylardır.10 Hatta Fārābī peygamber olmayan kişilerin dahi kar- şılaşabileceği olağandışı gibi görünen durum- lar hakkında şu ifadeleri kullanır: “ Muhayyile kuvveti, mükemmeliyetin son haddine varmış olan bir insan, faal akıldan uyanıkken dahi hâzır ve istikbaldeki cüz’iyyâtı kabul ederse ve yahut onları mahsuslarla ifade edebilirse ve müfarık mâkullerin ve sair kutsal mevcud- ların sentezlerini kabul edip onları görürse, o kimse müteessir olduğu mâkullerin tesiri altın- da, peygamberler gibi, İlâhi şeylerden dem vurabilir. Bu hal muhayyile kuvvetinin erişe- bildiği en yüksek mertebe olduğu gibi insa- nın muhayyile vasıtasıyla erişeceği en yüksek mertebedir.”11

İbn Sînã

İbn Sīnā’ya göre zorunlu varlık olan Tanrı, herhangi bir cins altına girmez, tanımı yoktur, sırf akıldır, sırf iyiliktir. O’nun dengi, ortağı, zıddı yoktur. Bütün mevcudlar, ilk neden olan Tanrı’dan sudûr ederek meydana gelmiştir.

Zorunlu varlık, Zâtını ve her varlığın ilkesi olduğunu aklettiğinde, kendisinden çıkan ilk mevcutları ve onlardan türeyenleri akleder.

9 Fārābī, Medīnetu’l-Fāẓıla, terc.Nafiz Danışman (Ankara:MEB Yayınları,2001), s.15-28.

10 Metin Pay, “İslam Düşüncesinde Bazı Mucize Telakkileri”, Dini Araştırmalar Dergisi 18:47(2015), s. 158.

11 Fārābī, Medīnetu’l-Fāẓıla,s.77.

Varlık kazanan her şey, mutlaka bir yönden onun sebebiyle zorunlu hale gelmiştir. 12

İbn Sīnā’nın varlığa geliş hususunda be- nimsediği sebeplilik anlayışı mucize için de geçerlidir. İbn Sīnā’ya göre faal akıl ile ittisal derecesine ulaşmış bir insan maddeye etki edebilir ki bunlar mucize diye adlandırılan olaylardır. Bu tip olaylar bunları anlayabile- cek akli yetkinliğe ulaşamamış insanlar için olağanüstü durumlar peygamber hatta arifler için olağan durumlardır. İbn Sīnā’ya göre, peygamberin varlığı zorunludur ve mucizenin işlevi, peygamberliğin kanıtlanmasıdır.

İbn Sīnā da, Fārābī gibi, peygamber dışın- daki kimseler için de olağanüstü hadiselerin söz konusu olabileceğini, bir arifin uzun bir süre gıdadan uzak kalarak yaşadığı duyuldu- ğunda bunun doğrulanması gerektiğini, bu- nun bazı biyolojik sebepleri olduğunu, bir ari- fin kendisi gibi birisinin kapasitesini aşan bir fiili güç yetirebileceğini veya gaipten haber verebileceğini, bu hadiselerin doğal olaylar- la açıklanabilecek sebepleri olduğunu ifade eder.13

Ġazzālī’nin diğer birçok hususta olduğu gibi mucize hususundaki eleştirileri de kendi içinde bir tutarlılık arz etmemektedir. Zira mu- cize tenkitine başlarken tabiatta sebepliliğin zorunlu olmadığı yönünde sergilediği katı tu- tumunu değiştirmiş, Hz. İbrahim’in mucizesini sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde açıklamaya çalışmıştır.

Ġazzālī’ye göre Tanrı her şeyin mutlak fa- ilidir ve bu sebeple tabiatta her an her şeyin olması mümkündür. Her ne kadar, Ġazzālī filozofları mucize hususundaki tenkitini bu ka- bul etrafında oluşturmuş ise de, filozofların, özellikle Ġazzālī’nin kastettiği Fārābī ve İbn Sīnā’nın mucizeyi reddi söz konusu değildir.

12 İbn Sīnā, Metafizik, terc.Ekrem Demirli,Ömer Türker (İstan- bul:Litera Yayıncılık,2017), s.382-383.

13 İbn Sīnā, el-İşārāt ve’t-tenbīhāt, terc. Ali Durusoy, Ekrem Demirli, Muhittin Macit (İstanbul:Litera Yayıncılık,2005), s.200-201.

(13)

Zira varlığın Tanrı’dan zorunlu olarak ortaya çıktığını kabul eden filozoflara göre Tanrı her şeyin ilkidir. Her şey ilk sebep olan Tanrı’dan sudur eder ve varlık bir sebeplilik çerçevesinde devam eder. Dolayısıyla mucize de bu düzen çerçevesinde meydana gelebilir, ancak biz çoğu zaman bunun sebeplerini kavrayamayız.

Zira İslam filozoflarına göre, mucize ve genel tabir ile “kerâmet” olarak adlandırılan olayla- rın belli bir akli yetkinliğine sahip olmayanların vakıf olamayacağı doğal sebepleri vardır. Yani Tanrı’nın âlemin nizamında öngördüğü sebepli- lik ilkesi gereği, her sonuç bir sebebe bağlıdır ve düzen bu şekilde devam eder.

Fakat Ġazzālī’nin tasavvur ettiği sistemde se- beplilik ortadan kalkar ve âlemde bir düzen söz konusu olamaz. Nitekim kendisi de bu kabulün sakıncaları olabileceğini fark etmiş ve mucize- nin sebepliliği konusundaki aşırı katı tutumun- dan vazgeçerek, Tanrı’nın iradesine bağlı bir sebep-sonuç ilişkisi ortaya koymaya çalışmıştır.

Kaynakça

Bayraktar, Mehmet. İslam Felsefesine Giriş. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016.

Çağrıcı, Mustafa. “Ġazzālī,” İslam Ansiklopedisi, https://

islamansiklopedisi.org.tr/Ġazzālī (11.01.2019)

Fārābī. Medīnetu’l-Fāẓıla, Terc.Nafiz Danışman, Ankara:

MEB Yayınları,2001.

Ġazzālī. Tehāfutu’l-Felāsife, Terc. Mahmut Kaya, Hüseyin Sa- rıoğlu, İstanbul: Klasik Yayınları, 2018.

İbn Sīnā. el-İşārāt ve’t-Tenbīhāt, Terc. Ali Durusoy, Ekrem De- mirli, Muhittin Macit, İstanbul: Litera Yayıncılık,2005.

---.Metafizik, Terc. Ekrem Demirli, Ömer Türker, İstanbul:

Litera Yayıncılık,2017.

Kılıç, Recep. “Tanrı’nın Tarihe ve Tabiata Müdahalesi”, Re- cep Kılıç (ed.), Din Felsefesi, (Ankara: Ankara Üniversitesi Uzak- tan Eğitim Yayınları, 2013) içinde, ss.135-174.

Leeman, Oliver. “Gazali ve Eş’ariyye,” Terc. Yaşar Türkben, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi sayı:31 (2009), s.193-209.

Pay, Metin. “İslam Düşüncesinde Bazı Mucize Telakkileri”, Dini Araştırmalar Dergisi 18:47 (2015), s. 146-171.

Şekerci, Ahmet Erhan. “Ġazzālī ve David Hume’da Ne- densellik” Yayınlanmamış doktora tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2009.

(14)

HİSSİZ

BİR ODAKLANIŞ

Babil İkra

Yazamamayı yazmaya teşebbüs ile başlayabiliyor adıyla alakası kalmamış ve sadece lahzalardan ibaret bir günün bir katre dahi ehemmiyet arz etmeyen sıradan bir anında. Eminim bir yerlerde yelkovanın akrebi nefretle kovaladığına veya belki de akrebin yelkovanın peşinden o kısacık bacaklarıyla koşturduğuna.

En nihayetinde tik sesinin tak olana ulaşma arzusu bitmek bilmez demek isterdim lakin pek tabii son bulabilir. Zira –amiyane tabir ile- küreselleşen dünyada ge- nellikle dijital saatlere sahibiz veya –en iyimser yaklaşım ile- söz konusu ulaşma arzusu saatin durması/durdurulması ile de son bulabilir. Bu durumda ise durma anında kavuşmuş olmalarını temenni edebilirim ancak. Zira duygusal ve mane- viyatçı birisi olduğumu söylüyorlar.

Maddeden, maddecilikten hatta bir maddeden ibaret olmamdan dahi nef- ret ediyor olabilirim. Evet olabilirim çünkü her daim net olmak mecburiyetinde değilim. Mecnun niyetinde kendi zihnimin kızgın ve öfkeli kumlarla dolu çölü- ne vuruyorum kendimi. Duruyorum orada öylece, sözde kendimi arıyorum. Bir maddeden hariç olan tüm benliğimi... Uyarıyorum kendimi; benimle başbaşa kalmaması hususunda. Taşıma kutusundan çıkmak isteyen bir köpekten hallice bedenimden, maddelerden sıyrılmak istiyorum. Ve sanırım insan olamayarak bile insan oluyorum.

Duygular ve düşüncelerin bile birer madde olduklarını düşünüyorum şu sıra.

Bir şiir, natürmort bir tablo, bir fotoğraf, bir şarkı veya bir bakış şeklinde dolaylı bir biçimde kesinlikle değil. Kendine has öz varlıklarıyla birer maddeler onlar da. Lakin bizler duyu organlarımızla onları fark edemeyecek acziyetteyiz. Zira ağlarken veya gülerken hatta ve hatta şiir yazarken bile duygulanmıyoruz. Duy- gulandığımızı iddia ediyoruz. Bunun yanında, hayatımız bir şekilde yaşanıp giderken düşünmüyoruz katiyen. Düşüncelere daldığımızı iddia ederken aslında düşüncelere daldığımızı iddia ettiğimizi iddia ediyoruz oysa. Duygu ve düşün- celerin madde olduklarını anlatması için –bu devirde kaldıysa- hakiki bir Allah dostuna veya Tibet’te sükunet içinde bağdaş kurmuş bir Buda keşişine ricada bulunun derim ben. Maddecilikten yakınıp sığındığımız duygu ve düşüncelerin madde olmalarını isteyen bizleriz. Çünkü çılgın bir şekilde hiçlikten korkuyoruz, ölümden korktuğumuz gibi tıpkı. Hayli müteessir olduğumu beyan etmek arzuha- lindeyim; madde olmadığı inkar edilen maddelerin, madde olduğunu maddesel materyaller ile kanıtlanmaması vakasına birilerini şahit ettiğimden mütevellit.

Madde için, madde ile, maddeye rağmen...

(15)

Şukufe Hanım’a Nazire

Şukufe Hanım bir çiçek Su üstünde yüzer

Dokunsan dağılır Ağlamak haramdır Akşamı görmedikçe Şukufe ağır kadın

Her mecnun alamaz kokusunu Kokusunu bileni yollasan uzaya Başka koku haramdır

Aklı yerine gelmedikçe Şukufe uçsuz bucaksız Yeşil sarmaşık

Çiçekleri her renkten Sarılmak haramdır Toprak istemedikçe Şukufe bin bir talipli Hiçbirinde gönlü yok Gönlü bulutla gezer Kuraklık haramdır Yangını sönmedikçe Şukufe nadide kelebek Gönlünce uçar

Her tırtılla yeniden doğar Ölüm ona haramdır Son can alınmadıkça Şukufe haindir Alper O kadar can aldı Beni bana bıraktı gitti Sana ölüm dedi haramdır Gönlün halelenmedikçe

Alper Şenadam

(16)

Ne başlangıçları sevdim ne de sonları. Bundan dolayıdır da yazılara ne iste- diğim tarzda bir giriş yapabildim ne de sonuç kısmını güzel toparladım. İçimden ne geldiyse onu yazıp, ne geldiyse onu çizdim. Bu sebepten de “Neydi bu yazı- nın ana fikri şimdi?” diye soruları kale almadım. Yanlış mı? Kim bilir, belki de...

“Çok zaman olmuştur Leylâ, şu memleketten gitmeyi düşünmüşümdür. Amma daima bunu yapamamışımdır. İlk seferler daima bir imkânsızlık vardı, bunlar mani idi... Son zamanlar imkânlar olmuştur amma kendim bu maceraya atı- lamamışımdır. Belki eminim ki ayrılık veya uzak oluş mühim değil de asıl onu düşünmek ve bir daha hiç dönülmeyeceğini ve geride kalanları insanın bir daha göremeyeceğini düşünmesi çok feci bir şey.”*

Gitmek... Türk Dil Kurumunda kendisine 22 farklı karşılık bulmuş olan, sonuna mastar almış bu eylem, TDK’de yer alan cevaplar haricinde bir cevaba daha haiz benim için: Kalmak...

Her ne kadar ilkokuldan beri bizlere bu iki eylem karşıt anlamlı olarak öğre- tilmişse de bu şekilde tahayyül etmediğim gerçek. Gitmek ve kalmak... Tamam, hadi anlamdaş demeyelim sizleri memnun etmek adına ama birbirine çok yakın kelimeler olduğuna dair bir ortak nokta yakalayabiliriz zannımca.

Nereye gidersen git, gönlünün, aklının kaldığı yerler oluyor her zaman. Ya bir yerde kalıyor ya birinde ya da bir şeylerde. En kötüsü de savaşın kendinle

EYLEMLERİN TEZAHÜRÜ

Kağan Tüber

(17)

ise istediğin yere git. Kalıyorsun yine gittiğin yerde kendi benliğinde. “Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,” di- yor ya Cemal Süreya, son günlerde çok tekrarlıyorum içimden bu dizeyi. Çıkar giderim, çıkar giderim, çıkar giderim...

Sonra şiirin bu dizeyi takip eden dize- sinde kalır aklım. “Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki”

Merak buyurmayın, derdim sevgiliy- le değil. Cemal Süreya gibi bir şeylerin adını koyma, anlamlandırma derdin- de olsam da benimkisi sevgiliye olan hasrete isim vermekten ziyade kendimi anlayabilmekle ilgili. Sessizliğe belki de kimsesizliğe sırtımı dayayıp, aklım ve kalbim arasındaki savaşın galibini bekleme isteğiyle ilgili biraz da. Çıkıp gitme isteklerimizi birbirinden ayıran nokta da budur belki de, kim bilir?

Her şeyi geride bırakıp, en azından kısa bir süreliğine, çıkıp gitmek istiyo- rum bu şehirden, bu ülkeden. Dilini, yaşayışlarını, adetlerini bilmediğim kısaca kültürüne yabancı olduğum bir yerde her şeye yabancı olarak, yalnız- ca kendimle olacağım bir zaman isti- yorum. Duyduğum seslere, gördüğüm yüzlere yabancı olduğum, o seslerde,

yüzlerde bir tanıdık görme isteksizliği- ne bürünmediğim bir zaman aralığında son bulurdu belki de bu bedenimdeki amansız savaş. Kazananı tebrik eder, kaybedeni ise, her kayıpta olduğu gibi, içimin derin kuyularına gömerdim.

İşte bütün bu düşüncelerin, kendi kendime söylenmelerimin sonunda, tam da bu noktada birbirine yakınlaşı- yor gitmek ve kalmak eylemleri. Bütün bu gitme isteğime karşılık içten içe bil- diklerim, aklımda dolanan kuyruksuz tilkilerin kimisinde geride bıraktıkla- rım, kimilerinde ise geride bıraktığımı sandıklarım, dar bir boğaza sokuyor beni. Ne yani, giderken bavuluma al- dıklarım, ardımda bırakmak isterken yanımda kalanlar olmayacak mı? Ben neyden kaçarsam kaçayım, nereye ve nasıl gidersem gideyim, arkamda beni takipte kalan bir gölgem olmayacak mı?

Velhasıl, söyleyemediklerim yazabil- diklerimden daha fazla. Yazabildikle- rimse, tabakamdaki çarşaf sayısından hallice.

*Leylim Leylim Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mek- tuplar, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018, ss. 22-23

(18)

Hıdrellez kelimesinin kökeni ve bu geleneğin nasıl oluştuğu hakkında bilgi almak isteriz.

Hıdrellez, ortak kültürel değer olması yönüyle önemli bir yere sahip olup Türklük dünyasında ve Anadolu’da ortak inanmalarla, ortak heye- canlarla yüzyıllardır kutlanılmaktadır. Tarihin ilk topluluklarından beri ay, mevsim, yıl vb. zamanla ilgili değişiklikler törenlerle kutlanmaktadır. Avcı kültüründen tarım kültürüne geçildiğinde tarımda bolluk, bereket için çeşitli törenler yapılmaya baş- lanmıştır. Çeşitli kültürlerde mevsim değişiklikleri törenlerle kutlanır. İslamiyet öncesi Türk kültürün- de bahar bayramı yapılarak kıştan sonra canla- nan doğanın sevinçle karşılandığını ve şenlikler düzenlendiğini biliyoruz. Hıdrellez kelimesi Hızır ve İlyas isimlerinin birlikte söylenmesinin halk ağ- zında aldığı şekildir. Hıdrellez, kökü İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu bahar/yaz bayramlarına dayanır. Hıdrellez de Hızır yahut Hızır ve İlyas kavramları etrafında dinî bir muh- tevaya bürünmüş halk bayramına verilen isimdir.

Bahse konu bu bayramın merkezi özellikle Anado- lu ve Balkanlar, Kırım, Irak ve Suriye’dir. Hıdrel- lez bahar bayramı niteliğinde kutlanan mevsimlik bayramlarımızdandır. Türk kültürü içinde canlılığı- nı koruyan geleneklerden biri de “Hıdrellez”dir.

Hıdrellez geleneği, bir bayram olarak bütün Türk milletinin topluca katıldığı, kutladığı, bir takım tö- releri yerine getirdiği bir bahar bayramıdır. Bu ta- rih kışın bitişi yazın başlangıcı, yılbaşı olarak da

kabul edilir. Rûz-ı Hızır (Hızır’ın günü) olarak ad- landırılan Hıdrellez günü, Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek halk ağzında Hıdrellez şeklini almıştır.

Hıdrellez ne zaman başlar ve ne kadar sürer?

Hıdrellez, Batı Türkleri arasında, geçmişten gü- nümüze kullanılmakta olan Gregoryen takvimine göre 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a (eski Jülyen takvimine göre 23 Nisan) bağlayan gece ve günde kutlan- maktadır. İmparatorluk döneminde 6 Mayıs (23 Nisan) halk arasında yaz mevsiminin başlangıç tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski takvimde yıl ikiye ayrılmış olup 23 Nisan’dan (6 Mayıs) 26 Ekim’e (8 Kasım) kadar süren 186 gün “Hızır gün- leri” adıyla yaz mevsimini, 23 Nisan’a kadar de- vam eden 179 gün de “Kasım günleri” adıyla kış mevsimini oluşturuyordu. Hıdrellez de kışın sona erip yazın başladığı gün olarak kutlanmaktadır.

Hıdrellez’in Türkler ve diğer milletler için önemi nedir?

Türkistan sahasında kut veren, kutlu kılan, ila- hi kaynaklı varlık ve şahısların ortak adı “Kıdır”

olarak bilinir. Altay, Kazak ve Kırgız Türkçesi’nde

“Kıdıruv” kelimesi gezmek, seyahat etmek anlamı- na gelir. Aynı şekilde Altay, Kazak, Kırgız, Kara- kalpak ve Doğu Türkistan Türklerinde, sürekli halk arasında gezen, insanlara yardım eden varlık kut iyesi sayılır ve “Kıdır” adıyla anılır. Bu bayram ba- har bayramıdır ve bizim için ne kadar mühim ise diğer Türk toplulukları için de kendi genlerinden

HIDRELLEZ’E DAIR

Prof. Dr. Metin ÖZARSLAN

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Halkbilimi Bölümü

.

(19)

kaynaklanan bu uygulamalarla kendi kalabilme- lerinin olmazsa olmazı durumunda uygulamalar- dandır. Hıdrellez geleneği ve ilgili inançlar Türki- ye, Balkanlar, Türkistan (Kazakistan, Kırgızistan, Altaylar, Özbekistan), Azerbaycan ve Gagauz Türkleri arasında bütün canlılığı ile yaşamaktadır.

Belki dinî, sosyo-kültürel ve ekonomik sebepler ne- ticesinde Hızır’ın mahiyeti, bununla ilgili inanma ve pratikler değişmiş olabilir. Ancak Hızır ile ilgili inanmalar ve pratikler güçlü olarak yaşamaya de- vam etmekte, daha da önemlisi Türk insanın ortak bir kutlama takvimi çevresinde toplanmasını temin edecek kadar güçlü bir şekilde yaşamaya devam etmektedir. Hızır’ı darda kalanların imdadına ko- şan muayyen ve mutlak bir ulu olarak telakki eden Altay Türkleri “Kıdır”, Kırgız ve Kazak Türkleri de “Kıdır” ve “Kızır” adlarını kullanmaktadırlar.

Hızır, zaman değişiminin ifadesi, yeşillenmenin, canlanmanın başlaması, baharın müjdecisi ve be- reketin sembolü olduğu için Anadolu Türkleri ka- dar Türkistan Türkleri için de çok önemlidir.

Türkiye dışındaki Türk devletlerindeki Hıdrellez gelenekleri ve ifade ettiği anlamları nelerdir?

Tabiatın âdeta yeniden dirilmesi demek olan baharın ve yazın gelişi, ilk çağlarda dünyanın her tarafındaki insanların hayatında önemli olduğu bilinmektedir. Bunun birtakım tabiatüstü güçlerle temsil edilmesi ve bunların şerefine ayinler düzen- lenmesi evrensel bir hadise olması kaçınılmazdır.

Nitekim eski Orta Asya’daki Türk boylarında da benzer ayinlerin yapıldığı da bilinmektedir. Bu ayinlerin Yakutlarda Nisan, Tunguzlarda Mayıs, diğer bazı Türk boylarında da Mart ayında icra ediliyor ve büyük merasimlerle kutlandığı araş- tırmalarla ortaya konmuştur. Kısacası, Hıdrellez bayramının kökünde bütün bu kültürlerdeki ba- har ve yaz bayramları geleneklerinin uzun asır- lar süren katkılarını kabul etmek doğru olacaktır.

Bu katkıların en sonuncusu da Hızır ve İlyas’ın şahsiyeti etrafında gelişen İslâmî halk kültürüdür.

Türkiye’de “Hıdrellez”, Kırım ve Dobruca’da “Hı- dırlez”, Makedonya’da “Edirlez” (Ederlez), Koso- va bölgesinde “Hıdırles” (Hedirles, Hadırles) gibi değişik biçimlerde söylenen Hıdrellez merasimle- ri, çeşitli ülke ve yörelerde teferruatta tabii olarak birtakım farklılıklar gösterebilir. Ancak bunları Hı- zır adının çağrıştırdığı gibi genellikle bolluk ve be- reketi simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının öne çıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazen içinde türbe de yer alan mesire yerlerinde kutlanan merasimler olarak düşünmek icap eder.

diye yahut başka maksatla bilerek veya bilmeye- rek kovmaktan başka bir şey değil diye düşünüyo- rum. Gelelim sorunuza… Bilindiği gibi Hıdrellez, Hızır ve İlyas peygamberin yılda bir kere bir ara- ya geldikleri gündür; ancak bu beraberlikte ismi yaşatılmasına rağmen İlyas’ın şahsiyeti tamamıy- la silinerek Hızır motifi öne çıkarılmıştır. Bundan dolayı Hıdrellez bayramında icra edilen bütün merasimler Hızır ile ilgilidir. Bunun temel sebebi, İslam öncesi devirlerde üç büyük kültürün hâkim olduğu alanlarda bu yaz bayramı vesilesiyle kült- leri kutlanan insanüstü varlıkların daha ziyade Hı- zır’ın şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla bütün- leşmesi olarak değerlendirilir. İster Nevruz olsun ister Hıdrellez -ki birinin baskın olduğu yerlerde diğeri zayıflamış hatta ortadan kalmış olabilir- eski yıldan yeni yıla, kıştan bahara/yaza geçiş kutlamasıdır ve insanın toplumun yenilenmesi, di- rilmesi, geleceğe dair umutlarının yeşermesi, yeni hayaller kurması, ayrılıkların, küslüklerin bitmesi uzaklıkların yakınlaşması kısacası insan insana yaklaşması bir olma iri olma diri olma istek ve arzularının gerçekleşmesidir. İnsanın insana ka- vuşmasıdır. Ayrılıkların gayrılıkların sona erdiril- mesidir. İnsanın insana, hayata, eşyaya, tabiata, kâinata daha olumlu ve ılımlı bakmasıdır. Çünkü bayramdır.

İslamiyet’ten önce ve İslamiyet’ten sonra Hıd- rellez’i değerlendirirsek farklılıklar nelerdir?

Hıdrellez, Türklerin İslamiyet’i kabul etmele- rinden önce de kutladıkları önemli bir gündür ve kaynağı yüzyıllar öncesine dayanır. İslamiyet’ten önce Türkler arasında bahar mevsiminde yapılan törenlerde önemli bir yeri olan “dağ”, “su” ve

“ağaç” kültü varlığını Hıdrellez’le sürdürmüştür.

Türklerin çok eski bir geleneği olan bahar bayra- mı kutlamaları Anadolu’da İslamî inançlarla birle- şerek zenginleşmiş ve anlamlı bir hale gelmiştir.

Nitekim Hıdrellez kutlamalarında gül ağacı, yeşil bitkiler, ağaçlar ve su motiflerinin sıkça kullanıl- ması benzer uygulamaların Orta Asya’daki kut- lamalarda da kullanılması, Hıdrellez törenlerinin kaynağının Orta Asya olduğunu göstermektedir.

İslamiyet’le birlikte bu törenler Hıdrellez adını almıştır. Hıdrellez kutlamaları İslamiyet’in kabul edilişinden sonra İslamî motiflerle de zenginleşe- rek Türk kültür coğrafyasındaki yerini almış, İsla- miyet’ten önce Türk toplumu içerisinde yer alan adetler de yaşatılmıştır ki bu konuda İslamiyet’in göstermiş olduğu toleransı da göz ardı etme- mek gerekir. Çünkü Hıdrellez geleneklerinden bir çoğu İslamiyet’in esaslarına uymaz. Bununla

(20)

düzenleme, yiyecek hazırlama, temizlik yapma ve giyim kuşamdaki değişiklikler, hediyeleşme, ad verme, ateş yakma ve üzerinden atlama, Hızır inancı, kabir ziyaretleri, kurban, dua ve diğer dinî pratikler, bolluk ve bereket gelmesi için yapılanlar uygulamalar, sağlık, mutluluk, baht açıklığı için yapılan uygulamalar ve tutulan dilekler şeklinde özetlenebilir.

Hıdrellez’i günümüzde yaşatmak ve nesillere aktarmak için neler yapabiliriz?

Dünyada ve ülkemizde sosyal hayatın değiş- mesine paralel olarak günümüzde çok yoğun ola- rak yaşanan iç göçe bağlı şehir ve bölge nüfus yapılarında ciddi değişmeler meydana geldiği bi- linmektedir. Bu bağlamda kitle haberleşme vasıta- larını her gün değişik vesilelerle halkın gündemine boca ettiği popüler kültürün gelenekli halk kültürü unsurlarını aşındırdığı da bir gerçektir. Giderek büyük şehir olma özelliği kazanan şehirlerimizde artan kozmopolit yapı içinde geleneğe dayalı uy- gulamalar popüler kültür karşısında ölmese de kan kaybetmektedirler. İktisadî sebepler, hayatın ya- vaş seyirden çıkıp çok hızlı bir şekilde yaşanması, apartmanlaşma sonucunda komşuluk ilişkilerinin zayıflamasına yol açmıştır. Böylece bir yere men- sup olma, bir yere bağlı olarak yaşama, aynı so- kaklı, aynı mahalleli olma kavramları anlamı yitir- meye başlamıştır. Giderek beşerî münasebetlerin daha sınırlı hale gelmesi gibi hususlar günümüz Türkiye’sinde koç katımı, saya gezme, Nevruz gibi takvime bağlı geleneksel uygulamaların yanı sıra Hıdrellez’i de olumsuz yönde etkilemektedir.

İlçe merkezlerinde ve köylerde biraz daha canlı olarak kutlanan Hıdrellez özellikle şehir merkezin- de giderek zayıflamaya başlamış olup daha dar ve zayıf kalıp uygulamalar şeklinde hayatiyetini devam ettirmektedir. Bu türden kutlamalar devlet eliyle resmiyete dökülerek hayatın her alanına ya- yınlaştırılmalı ve bu uygulamalar, yeni değerler yüklenerek şahıs ve millet hayatı için daha anlam- lı ve vazgeçilmez unsur haline getirilmelidir. Millî değerlere sarılmak millî kültür unsurlarını artan bir biçimde yaşatmak yoluyla ülkemizi de diğer kültürleri tehdit eden küreselleşmenin dayattığı tek tipleşmeyle mücadele edilebilir ve bu tek tipleşme önlenebilir. Bu türden kutlamalara anaokulundan üniversitelere kadar bütün eğitim kurumlarımızda yer vererek hızla yaygınlaşan ithal uygulamaların yerine bu uygulamaları ikame ederek kendi ken- dimizi dış kültürlerin tesirlere karşı daha dayanıklı hale getirmek mümkündür.

Hıdrellez’e ülkemizde gösterilen ilginin bölge- sel farklılıklar gösterdiğini düşünüyor musunuz?

Varsa bunlar nelerdir?

Hıdrellez’e gösterilen ilginin bölgesel veya yö- resel farklılıklar gösterdiğini düşünmüyorum. An-

cak kozmopolit hâle dönüşen şehirlerimizde bu türden uygulamaların zayıfladığını söylemek iste- rim. Bununla beraber Hıdrellez uygulamaları ko- nusunda ülkemizin bütün yörelerinde zengin kut- lamaların yapılageldiğini ancak bunların giderek zayıfladığını söyleyebilirim. Bugün her şehrimiz- de geçmişten beri yapılmış olan Hıdrellez uygu- lamaları için kendi doğduğum şehirden örnekler vererek bunların başka şehirlerde de üç aşağı beş yukarı benzer biçimde kutlana geldiği ancak yine altını çizmekte yarar var ki- giderek zayıfladığı ifa- de etmek isterim Sözlerimi Erzurum’da yapılan uy- gulamaları örnekleyerek son vereyim. Erzurum’da Hıdrellez’le ilgili belli başlı uygulamaları şu şekil- de sıralamak mümkündür: a) Erken kalkma: Erzu- rum’da Hıdrellez günü ev halkı erken kalkar. O gün Hz. Hızır’ın erkenden bütün evleri dolaşacağı ve bereket getireceği inancı yaygındır. Hz. Hızır geldiğinde yatanların bundan nasiplerini alama- yacaklarına inanılır. Hatta 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece hiç uyumayıp sürekli ibadet eden- ler bile vardır. b) Temizlik yapma: Hıdrellez te- mizliğine bir hafta önceden başlanır ve Hıdrellez gününe hiç bir iş bırakılmaz O gün ev işi yapmak iyi sayılmaz. c) Şafak vakti akarsuda yıkanma: 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gecenin sabahında akarsuda nur aktığı inancı vardır. Bu suya giren- lerin vücutlarının nurlu olacağı ve hasta ise şifa bulacağı inancı yaygındır. ç) Kaplıcada yıkanma:

Hıdrellez günü çevrede bulunan Ilıca, Hasanka- le, Soğukçermik, Delice ve Çoban Dede çermik- lerinde (kaplıcalarında) yıkananların hastalıkları- na şifa bulacaklarına inanılır. d) Şafak vakti çiğ damlası toplama: Hıdrellez günü şafak vaktinde ot yapraklarının üzerinde biriken çiğ damlaları- nın bolluk ve bereket getireceği inancıyla toplanır ve yoğurt veya hamur mayasına katılır. Toplanan çiğ, daha doğurgan olmaları için evcil hayvanla- rın üzerine de serpilir. e) Tuzlu çörek: Hıdrellez günü niyet eden kısmeti açılmamış erkek ve kızlar oruç tutarlar. İftar için hazırlanan yemekler özel- likle oldukça tuzlu olarak hazırlanır. Bu yemekle- rin arasında özellikle tuzlu “gılik” veya “gugul”

denen kalın, yassı fakat uzun veya yuvarlak bir ekmek pişirilir ve oruç tutanlar iftarı bu tuzlu ek- mekle açar. İftardan sonra çay veya su içmeden tuzlu ekmeğin verdiği hararetle yatan kişinin gece uykusunda rüyasına girecek kız veya erkeğin ken- disine su ikram etmesiyle ikram edenin kısmetine gireceğine inanılır. Tuzlu çöreği yiyip yatan kişi uyumadan önce Şöyle bir dilekte bulunur: “Yastığı karışladım uçtan uca, İçinden çıktı üç hoca, Biri hece, biri cüce, biri koca, Kaderim kısmetim ney- se, Rüyama girsin bu gece”… f) Kargaya gugul verme: Evlenme çağına gelip de kısmet çıkmamış genç kız, Hıdrellez günü yaptığı tuzlu “gugul”un yarısını yer, diğer yarısını da dam veya duvar üs-

(21)

tüne bırakarak biraz uzaklaşır ve hiç konuşmadan karganın gelip “gugul”u almasını bekler. Karga

“gugul”u hangi evin damına götürüp yemeye baş- larsa, kızın o evin müstakbel gelinin olacağına;

eğer uzaklaşıp “gugul”u gözden ırak bir yere götürürse, kızın kısmetinin uzaktan çıkacağına inanılır. g) Güveç açma: Yedi evden toplanmış elbise ve takılar bir güvecin içine konur. Güve- cin ağzı bir örtü ile kapatılıp iple bağlanarak ki- lit vurulur. Kilitli güveci kısmeti açılmayan gençle bir arkadaşı bir gül ağacı dibine götürürler. O sırada yanlarına gelen birinin ne yaptıklarını sor- ması üzerine, kısmeti bağlı olan gencin arkada- şı: “Bunun kısmetinin açılması için kilit açacağız.

Allah rızası için bu kilidi açar mısın?” diye rica eder. Üçüncü şahıs “selat ü selam”la kilidi açar ve güveci gül dalının dibine boşaltır. h) Kilitli kapı açma: Hıdrellez gelmeden kısmeti kapalı kızlara yedi komşunun evinin anahtarları verilir. Evdeki kız veya kızlar kuşluk vakti “selat ü selam”la elle- rindeki anahtarlarla kimseyle konuşmadan kapalı

çalarlar. Sonra da ata biner gibi sopalara binip yol ayrımında Hz. Hızır’ı beklemeye koyulurlar.

Kapısı çalınan komşular bu durumu bildikleri için

“Allah’ım kapımızı çalan komşumuzun kısmetini aç” diye dua ederler. i) Ev yapma: Ev sahibi ol- mak isteyen kimse, Hıdrellez günü çerden çöpten veya çamurdan bir oyuncak ev yaparak dilekte bulunursa kısa zamanda bir ev sahibi olacağına inanılır. Bazı yerlerde ise çamurdan yapılan min- yatür ev kuruduktan sonra suya, özellikle ırmağa atılır. j) Yedi çeşmeden su içme ve su toplama:

Gün doğmadan evvel kıbleye bakan yedi çeşme- den ayrı ayrı su alınır, toplanan bu su ile evin bütün işleri yapılır ve özellikle yemekler bu su ile pişirilir. Bu su ile pişirilen yemeklerin hastalıkla- ra şifa vereceğine ve bereketli olacağına inanılır.

Ayrıca kısmetinin açılması isteyen genç kız veya delikanlının Hıdrellez günü sabah namazından önce kıbleye bakan yedi çeşmeden su içmesiyle o yıl evleneceğine inanılır.

Burada örneklendirilen Hıdrelleze uygulama-

(22)

Gün boyu memuriyetteydi. Bu yoğun mesailer iflahını neşter gibi kesip atmıştı bir köşeye. So- murtkan meslektaşları, zorba amiri ve vatandaştan gelen bitmek tükenmek bilmeyen talepler...

Evine doğru yol alırken fiyakalı otomobiller ara ara gözüne çarpıyordu. ‘’Gerçi vatandaşa da kızmamak lazım. Zira onlar da keyiflerinden gelmiyorlar. Bu da benim işim. Neticede, yapmak zorundayım.’’ dedi aralarında otlar yeşermiş gri kaldırım taşlarını izlerken.

Bu işte senelerini doldurmuş kurt meslektaşlarına karşı sitemkârdı da. Her sabah masasına oturmadan önce, çevresinde kim varsa mutlaka selamını verir; yanında samimi bir tebessümü de eksik etmezdi. Heyhat ki bırakın selamı yüzüne bakan olmazdı. ‘’Selamı da parayla mı veriyoruz.’’ diye mırıldanarak yerine geçerdi. Onlardan da selam aldığını hatırlamıyordu.

Kartal Apartmanı yazıyordu kapının üst tarafında. Belki de bu yorgun binanın ihtişamlı olan tek tarafı da adıydı. Dökülmüş badanası, karamış duvarı, kalkmış çatısı ve kırık dökük birkaç penceresiyle ecel teri dökmeye vakti dahi kalmamış bir ihtiyar izlenimi veriyordu. Zemin ipsiz sapsızlara ve sokak köpeklerine terk edilmişti. Bereket altıncı ve son kat olan dairelerden bi- rine de o yerleşmişti.

Basamakları çifter çifter atlayarak altıncı kata çıktı. ’’Hadi bunu geçtim de yahu bunlar hiç gülmüyorlar ha!’’ diye söylendi anahtarını sol cebinden çıkarırken. Anahtarı paslı kilitte tek sefer döndürdükten sonra içeri girdi. Rengi solmuş kunduralarını içeriye serdiği gazete kâğı- dının üstüne koydu ve kapısını usulca kapayıp kilitledi. Siyah çantasını kunduralarının yanına koydu. Ceketini de kapının arkasında astı.

Evi her zamanki gibi içine kapanık ve kendinden fersah fersah uzakta bulmuştu. Yattığı odaya doğru yöneldi ve kapıyı yavaşça araladı. Işığı açtı. Yer yatağı seriliydi pencerenin di- binde. Yer yatağını kendi getirmişti köyden. Şöyle bir uzandı yatağa. Yanan ampüle gözleri ilişti. Bu evdeki ilk günlerinde odanın ampülü patlamıştı. Bunu kendisi alıp kendisi takmıştı.

Sızdı.

Uyandı. Yatağından hiç kımıldamadan cama baktı. Hava kararmıştı. Taş çatlasın yarım saat uyumuştu. Yorgunluğu geçmediği gibi müthiş bir baş ağrısı bastırmıştı. Doğruldu, elini yüzünü yıkayıp kendine gelmek istiyordu.

riden ömlek

Buğrahan Saatcı

g

Fotoğraf: Emel Beyaz

(23)

Lavaboya doğru adımlarken koridorda dün akşam bir resmi asmak için koyduğu is- kemleyi fark etti. Oturdu.

Hali vakti az çok yerinde sayılırdı. Babası rahmetli olduğundan beri anası yememiş ye- dirmiş içmemiş içirmişti. Dişinden tırnağından artırarak iki kızını bir de oğlunu okutmaya ça- lışmıştı. Sorduklarında, ‘’Çok şükür; Allah’ın izniyle ele güne muhtaç olmadık ya. Ufak bir tarlamız var geçinip gidiyoruz işte.’’ derdi.

Ah o tarlayı, o köyünü ne diye terk etmişti ki?

Bu gurbet diyarındakiler önceden tanıdığı in- sanlara hiç benzemiyordu. Bunlar halden bil- mez, candan uzaktı. İş hayatının girdabında teker teker boğulmuştu hepsi.

-Şimdi Hasan emmimle, Fatma bacımla ol- mak vardı.

Gerçi köydeyken de hep ayrılmak isterdi oradan. Derdi ki: ‘’Ana ben buradan büyük şehirlere gidip büyük adam olacağım. İş ku- racağım, zengin olacağım.’’ Anası takılır- dı: ‘’Ay oğul turşu kurmaya benzemez o iş- ler.’’ Ama burada çalışmalıydı, eline geçeni göndermeliydi eve. Ailenin eri olarak onlara bakmakla yükümlüydü. Ama hiç de huzurlu değildi.

-Aman be! Zaten kim halinden memnun!

Ahvaline harfi harfine uyan bir söz belir- di zihninde. Okumuş etmiş bir arkadaşından duymuştu. Fransız bir şairdi; neydi, adını ha- tırlayamadı. Şöyle demiş: ‘’Her nerede değil- sem, orada mutlu olacakmışım gibi gelir.’’

-Hay ağzına sağlık.

Burada yalnızlığa da alışmaya çalışıyor- du. Ekseriya dert yanacak hali de yoktu ama kunduralarını çıkardıktan sonra ‘’hoş geldin’’

diyen bir ses, işten dönerken yolunu gözleyen bir çift göz olsaydı...

‘’Bir aşk bulsam, yağmurunda ıslansam Bir dost bulsam, irfanında beslensem Bir dağ bulsam, sinesine yaslansam Yalnızlığım bitermola, bilmem ki?’’

renlik ediyordu. Köyden gelen koliyi açtı; üç yumurta kırıp afiyetle yedi. Mutfak kapısının sol tarafına özenle sabitlenmiş aynasının sol kenarından başlayıp köyünün yolları gibi kıv- rım kıvrım ilerleyen ve alt kenarında biten ve yine gözüne batan o çatlakla karşılaştı. Ay- nasını taşınma esnasında apartman kapısının önüne koymuştu. ‘’Tek başına çıkarayım da zarar görmesin.’’ demişti o zaman. Zehirden bir küfür savurdu ve ekledi:

-Canına yandığım!

Aynası faili meçhule kurban gitmişti. Haklı bir şekilde özür beklemişti failden fakat gelen giden olmamıştı.

-Ah kim olduğunu bir bilsem yapacağımı bilirim ben. Zorba amirimin çocuğu bile olsa gözünün yaşına bakmam arkadaş!

Gözleri hala çatlağa çakılıydı. Bir müddet sonra, gözleri yavaş yavaş kendisine doğrul- maya başladı. İri kahverengi gözleri çakmak çakmak ve anasının ‘’kara oğlum’’ niye okşa- dığı benzi solup gitmişti. Şakalarında da tek tük beyazlar çıkmaya başlamıştı.

-Olsun olsun; hep genç kalacak değiliz ya!

Mutfaktan çıktı. Gözleri hafiften kapanma- ya başlamıştı. Ertesi gün tatil olmasına rağ- men iyice bastıran uykusuna karşı direneme- di. Yer yatağına yığıldı.

O nasıl bir kâbustu? Büyük bir mezarlıktay- dı. Bir an önce koşarak çıkmalıydı buradan ama bırak adım atmayı parmaklarını bile kımıldatamıyordu. Feryat etmeye niyetlen- di; fakat dudaklarını dahi kımıldatamıyordu.

Dehşet içinde kalakalmıştı. Tıpkı çevresinde- ki serviler gibi çakılıydı. En son, masmavi bir ışık doğdu sağ tarafındaki mezar taşından ve kan ter içinde uyanmıştı.

Kalktı, doğruldu. Pencereyi açtı. İsli ha- vayı ciğerlerine doldurdu; neylesin. Kış yaz fark etmez pencereyi açmadan duramıyordu.

Açmasa boğulacak gibi hissediyordu. Gün doğmamıştı henüz. Elini yüzünü yıkadı. Dışarı çıkmak istedi. Zaten hava almak için hep bir

Referanslar

Benzer Belgeler

Karanlık oda, kontak baskı, film pozlama, siyah beyaz kart banyosu işlemlerini izlemeniz siyah-beyaz kart banyosunu kolayca kavramanızı

• Dünyada yaşlı nüfusun Avrupa ve Kuzey Amerikanın endüstrileşmiş bölgelerine yayıldığı gelişmekte olan ülkelerde yaşlı nüfus oranının gelişmiş ülkelere göre

Fenâri Isa Camii'nin bu bölümü ilgi çekici bir taş ve tuğla işçiliğine sahiptir.. Son devir Bizans mimarisinde tuğla

Çetin ARISOY A.Burak ATAMTÜRK Mehmet BAYHAN Nuri Bilge CEYLAN Nevzat ÇAKIR Mehmet ÇAKIR Bülent ÇALIMLIOĞLU Mufik ÇIRPANLI Ataman DEMĠR Bülent ERDOĞAN Murat ERTEM

D. Evde beslediğimiz hayvan türü D. Evde beslediğimiz hayvan türü.. Nüfus artış hızı yavaş I. Nüfus artış hızı yavaş II. Yaşlı nüfus oranı fazla II. Yaşlı

** 0–14 yaş arasındaki çocuk nüfus ve 65 üzeri nüfus yaşlı nüfus genel olarak ekonomik anlamda bağımlı nüfus (tüketici nüfus) olarak kabul edilmektedir..

Tetanoz akut gelişen, ölümcül seyredebilen, Clostridium tetani’nin ürettiği ekzotoksinlerin neden olduğu bir hasta- lıktır. Özellikle 60 yaş üzerinde yüksek

[9] bakır kirliliği olan bölgelerde, bakırın ortamdaki düzeyi arttıkça hematokrit değerinin de arttığını ve kronik bakıra maruz kalan balıklarda oksijen