• Sonuç bulunamadı

Şeyhülislamlığa ait üç numaralı Telhis Defterinin transkripsiyon ve değerlendirmesi (VR.1-95)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Şeyhülislamlığa ait üç numaralı Telhis Defterinin transkripsiyon ve değerlendirmesi (VR.1-95)"

Copied!
221
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

BİLECİK ŞEYH EDEBALİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH ANABİLİM DALI

ŞEYHÜLİSLAMLIĞA AİT ÜÇ NUMARALI TELHİS DEFTERİNİN

TRANSKRİPSİYON VE DEĞERLENDİRMESİ (Vr.1-95)

YÜKSEK LİSANS TEZİ

GAMZE GÜVEN

TEZ DANIŞMANI

Prof. Dr. İLHAMİ YURDAKUL

BİLECİK, 2021

10236054

(2)

T.C.

BİLECİK ŞEYH EDEBALİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH ANABİLİM DALI

ŞEYHÜLİSLAMLIĞA AİT ÜÇ NUMARALI TELHİS DEFTERİNİN

TRANSKRİPSİYON VE DEĞERLENDİRMESİ (Vr.1-95)

YÜKSEK LİSANS TEZİ

GAMZE GÜVEN

TEZ DANIŞMANI

Prof. Dr. İLHAMİ YURDAKUL

BİLECİK, 2021

10236054

(3)

BEYAN

“Şeyhülislamlığa ait Üç Numaralı Telhis Defterinin Transkripsiyon ve Değerlendirmesi (Vr.1-95)” adlı yüksek lisans tezinin hazırlık ve yazımı sırasında bilimsel ahlak kurallarına uyduğumu, başkalarının eserlerinden yararlandığım bölümlerde bilimsel kurallara uygun olarak atıfta bulunduğumu, kullandığım verilerde herhangi bir tahrifat yapmadığımı, tezi her hangi bir kısmını Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi veya başka bir üniversitede ki başka bir tez çalışması olarak sunmadığımı beyân ederim.

GAMZE GÜVEN

(4)

i

ÖN SÖZ

Osmanlı Devleti, siyasi yapısını sağlam temeller üzerine kurmasının ardından devlet teşkilatını oluşturmaya başlamıştır. Cihan devletine ulaşmanın ilk hedeflerinden birisi her alanda kurumsallaşan bir yapı oluşturmaktı. Eğitim alanında yapılan çalışmalar ilk kurumsallaşma örneklerindendi. Devletin eğitime verdiği önemi ise daha ilk yıllarda Orhan Bey zamanında yaptırılan medreseden anlamaktayız. Bunu takiben Fatih Sultan Mehmed döneminde açılan Sahn-ı Seman Medreseleri eğitim anlamında o döneme kadar zirve etkisi gösterecek yapılaşmaydı. Bu medreseler ile Osmanlı eğitiminde yükseköğretim düzeyine geçilmiştir. Osmanlı devlet kadrolarında bulunan yönetici ve memur kadroları bu medreselerde eğitim görmekteydi. Sahn-ı Seman Medreselerinin ardından Kanuni Sultan Süleyman döneminde Süleymaniye Medreseleri oluşturulmuştur. Hemen her dönem yapılandırılan medreseler Osmanlının son dönemine kadar varlığını sürdürmüştür.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde yapılan atamalara dair bir takım bilgiler “Üç Numaralı Telhis Defteri”nde yer almaktadır. Telhislerin daha önceden birer nüsha halinde olup daha sonradan defter haline getirildiği bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yapılan müderris, kadı ve müftü atamalarının çeşitli versiyonları karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda çeşitli medrese adlarını yine bu telhis defteri sayesinde görmekteyiz. Telhis defterinin bir kısmı incelenmesi, hem atamalar hem de medreseler hakkında detaylı bilgilere ulaşmamızı sağladı. Telhis defteri sayesinde Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yapılan atamalar literatüre kazandırıldı.

Danışman hocam olan İlhami Yurdakul’un lisans dönemindeki tavsiyeleri ve yol göstermeleri lisansüstü eğitimimde de devam etmiştir. Tez konusunun belirlenmesinde ve tezin hazırlanmasında çok yardımcı oldu. Lisans döneminden itibaren tavsiyelerini ve desteğini esirgemeyen hocalarımdan bir diğeri de Ömerül Faruk Bölükbaşı’dır. Kendilerine müteşekkirim.

Tez çalışması sırasında yaptığım çevirilerde ve tez yazım aşamasında yardımlarını esirgemeyen Serkan Kol ve Eda Mutlu’ya teşekkür ederim. Eğitim hayatım boyunca desteğini hiçbir zaman esirgemeyen babam Tayyar Güven’e, annem Nejla Güven’e, ablalarım Artemiz Güven, Seher Güven, Güneş Kaplan, abilerim Halit Güven, Veral Güven, Burhan Güven ve

kardeşim Safinaz Kader Güven’e müteşekkirim. Gamze Güven

(5)

ii

ÖZET

ÜÇ NUMARALI TELHİS DEFTERİNİN TRANSKRİPSİYON METNİ (Vr.1-95) Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren siyasi, kültürel, ekonomik ve askeri alanlarda önemli başarılar elde etmiştir. Devletin kurumsallaşmasında bir önceki dönemlerden örnek alınarak hareket edilmiştir. Kendinden önceki Türk devletleri zamanında oluşturulan kurumsal ve diğer yapılar sentezlenerek kendine has bir yapı oluşturmuştur. Bu yapılardan biriside İlmiye Merkez Teşkilatında yapılan yenileşme hareketleridir. İlmiye Merkez Teşkilatında hemen her dönemde oluşturulan kurumlar bir sonraki döneme yansıtılarak yeni bir teşkilatlanma haline dönüştürülmüştür. Şeyhülislamlık, medrese müderris, kadı ve müftülük İlmiye Teşkilatının içerisinde yer alan en önemli birimlerden birisidir. Medrese teşkilatının yapısal özellikleri ve tayinleri belli bir sisteme göre yapılmıştır. “Üç Numaralı Telhis Defteri” incelendiğinde müderris, kadı, müftü atamalarının yanı sıra paye ve kazalara yapılan atamalar görülmektedir. Anahtar Kelimeler: Medrese, şeyhülislam, kadıasker, müderris, kadı, müftü.

(6)

iii

ABSTRACT

TRANSCRIPTION TEXT OF THE THREE NUMBERED COPY BOOK

(Vr.1-95)

The Ottoman State has achieved significant success in political, cultural, economic and military fields since its foundation. The institutionalization of the state was taken as an example from previous periods. The institutional and other structures that were created during the time of the previous Turkish states have formed a unique structure by synthesizing. One of these structures is the renewal movements made in the Ilmiye Central Organization. The institutions that were established in almost every period in the Ilmiye Central Organization were transformed into a new organization by reflecting on the next period. Şeyhülislamlık, madrasa professor, kadı and mufti are among the most important units of the Ilmiye Organization. The structural features and determinations of the madrasa organization were made according to a certain system. When the "Telhis Book Number Three" is examined, appointments made to rank and accident, as well as appointments of professors, judges and mufti are seen.

(7)

iv İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ………...…... i ÖZET………... ii ABSTRACT………..……..… iii İÇİNDEKİLER………..……….… iv 1. GİRİŞ……….…………...…… 1

2. ÜÇ NUMARALI TELHİS DEFTERİNDE KURUMLAR……….. 5

1.1. İstanbul Medreseleri………..…….. 5

1.2. Taşra Medreseleri………..…….. 9

1.3. Kadılıklar……… 12

1.4. Müftülük………. 15

3. ÜÇ NUMARALI TELHİS DEFTERİNİN DEĞERLENDİRMESİ VE ATAMALARI ………...19

2.1. Defterin Genel Bir Tanıtım ve Değerlendirmesi………. 19

2.2. Kadı Atamaları………...…… 25

2.3. Müderris Atamaları………...…… 29

2.4. Müftü Atamaları………...……. 23

4. ÜÇ NUMARALI TELHİS DEFTERİNİN TRANSKRİPSİYON METNİ (Vr.1-95)………..… 209

5. SONUÇ……….……. 209

KAYNAKÇA……….…………...…… 211

(8)

1

1. GİRİŞ

Osmanlı bürokrasisinde Osmanlı İlmiye Teşkilatı, devlet kadrolarında yargı, yönetim ve belediye hizmetleri birbirleriyle yürütülmüştür. Bu ilmiye sınıfının özelliği ise eğitim, ifta denilen fetva görevi, yargı ve yönetim şeklinde üç tanedir. Osmanlı devlet teşkilatında ilmiye sınıfı temel olarak Müftü, Kazasker ve Hace-i Sultanî (Padişah hocaları) şeklinde oluşmaktadır. Müftüler içerisinde en rütbeli olan başkent müftisidir. Yani şeyhülislam başkent müftüsü olup bütün müftülerin reisi konumundadır. Bu vesile ile kazalarda ki müftüleri şeyhülislam tayin etmektedir. Başkent müftüsünün ilmiye mensuplarının başına geçmesi II. Murad zamanında Molla Fenari’ye verilen ayrıcalıklarla sağlanmıştır. Osmanlı Devleti’nden önceki devletlere bakıldığında müftülere bu kadar geniş yetkiler verilmediğini görmekteyiz. Fatih Kanunnamesinde müftülerden bahsederken reisü’l ulema ya da şeyhülislam gibi ibareler kullanılmışsa bile bu durum Kanuni Sultan Süleyman zamanında gerçekleşmiştir. Fatih döneminde mevleviyet payeli kadılar 500 akçe, Molla Güranî ise 200 akçe almaktaydı. Bu durum bize bu dönemdeki müftülerin rütbelerinin diğer ulemalardan yüksek olmadığını göstermektedir. Müftüler 18. yüzyıla kadar Divan-ı Hümayuna üye olmamışlardır. Şeyhülislamların görevi fetva vermek olmasına rağmen, devlet önemli konularda şeyhülislamların fikirlerine ihtiyaç duyardı. Hatta Divan-ı Hümayun üyeliğinde 18. yüzyıla kadar bulunmamasına rağmen savaş ve barış düzenlemeleri şeyhülislamların fetvalarıyla gerçekleşmiştir.

Şeyhülislamların görevlerini yaptıkları yere makam-ı meşihat denilmektedir. Bu makam da şer’i konularda şeyhülislam adına fetva yazma yetkisi bulunan fetva emini, siyasi ve iktisadi konulara bakan kethüda, şeyhülislam ile hükümet arasında cereyan eden hukuki ve dini işlerle ilgilenen telhisci, yazışma işlerini yürüten mektubcu ve miras taksimi konularıyla ilgilenen kassam-ı umumî gibi görevliler çalışmaktaydı (Ortaylı, 2012: 231-232).

(9)

2

Osmanlı Devleti kurulduktan sonra ilk olarak siyasi yapısını güçlendirme yoluna gitmiştir. Siyasi yapısını güçlendirdikten sonra ikinci bir hedef olarak merkez teşkilatını güçlendirmek istemiştir. Sadece siyasi, askeri, ekonomik alanlarda değil sosyal ve kültürel yapıda da bir teşkilatlanma içinde olmuştur. Teşkilatlanmanın kültürel boyutta ki en önemli emarelerini imparatorluk sürecinde ve sonrasında almıştır. Kültürel ve dini alanda ki en önemli gelişme ilmiye teşkilatının yapısal bir boyuta taşınmasıdır. Devlet sadece merkezde değil taşrada da toplumun emniyeti ve refahını sağlamasının yanı sıra uyum içerisinde yaşayabilmesi için bazı teşkilatlanmaları oluşturmuştur. Hükümet bu bağlamda merkez ve taşra da gerekli memur atamaları yapma girişiminde bulunmuştur. Devlet merkez ve taşrada oluşturduğu çeşitli birimler için memurlar tayin etmiştir. Bunlar kadılar, müderrisler, müftüler, naibler vb. memurlardır.

Osmanlı Devleti, taşrada güvenliği sağlamak için çeşitli bölgelere kadılar tayin etmiştir. Devletin teşkilatlanmasıyla birlikte Anadolu ve Rumeli kadıaskerlikleri ihdas edilmiştir. Anadolu’daki kadılıklar için Anadolu kadıaskerliği, Rumeli’deki kadılıklar için Rumeli kadıaskerliği oluşturulmuştur. Bunun yanı sıra Diyarbekir merkezli Arap ve Acem kadıaskerliği oluşturulsa da bu kurum daha sonra kaldırılacaktır. Anadolu ve Rumeli kadılarının tayinleri, ücretleri ve diğer işleri için bağlı bulunduğu kadıaskerlik ilgilenmekteydi. Diğer memurlar gibi Anadolu ve Rumeli kadıaskerliği belli bir süre için görev yapmaktaydı. Anadolu kadıaskeri olan kişi sırasıyla Rumeli kadıaskerliğine daha sonra da şeyhülislamlık makamına yükselirdi (İpşirli, 2002: 140-143).

Osmanlı Devleti’nin en önemli kurumlarında biriside medreselerdir. Devletin ilk kurulduğu dönemden itibaren medreselerde kurulmaya başlanmıştır. Zira ilk kurulan medrese Orhan Bey döneminde ki İznik Medresesidir. Medreseler Türk-İslam devletlerinden buyana kurulmuş olup gerekli bir sistem üzerine oturtulmuştur. Osmanlı Devleti Türk-İslam devletlerinden gelen medrese geleneğini sentezleyerek kendi bünyesinde daha sistematik bir hale getirmiştir. Devlete başkentlik yapmış olan Edirne, Bursa ve İstanbul gibi şehirlerde kurulan medreseler daha gelişmiş bir yapıya sahiptirler. Taşrada da medreseler oluşturulmuştur. Ancak bu medreseler merkezde bulunan medreselerle kıyaslanabilecek durumda olamamışlardır. Devlet bu medreselerde müderris, müftü ve kadı gibi önemli ilmiye mensupları yetiştirmiştir. Medreseler ilk dönemlerden itibaren kurulduktan sonra derecelere ayrılmıştır. İlk dönemler medreselerin isimleri Hâşiye-i Tecrîd ve Miftah adında isimlendirilmiştir. Bu medreselerin bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni önceki dönemlerde okutulan ana derslerden isimlerini almalarıdır. Daha sonra ki dönemlerde kurulan

(10)

3

medreselerin isimleri ise müderrislerin maaşlarına ve okuttukları derslere göre derecelendirilerek isimlendirilmiştir (Boy, 2017: 58-60).

Osmanlılarda medrese yapımı sadece devlet tarafından gerçekleşmemekteydi. Padişahlar başta olmak üzere yüksek rütbeli devlet görevlileri de medrese yapımında gerekli özeni göstermişlerdir. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un fethinden sonra şehri başkent yapmış burada yaptığı eğitim faaliyetleriyle Osmanlıyı ilim merkezi haline getirmeyi hedeflemiştir. Fatih Sultan Medmed’in yapmış olduğu medreselere Sahn-ı Seman Medreseleri adı verilmiştir. Bu medreseler eğitimin yanı sıra düşündüren ve üreten bir kurum olmuştur. Dönemin en önemli devlet kadroları devlet adamları bu eğitim kurumlarından çıkmıştır. Sahn-ı Seman medreselerinden mezun olmuş kişilerin tayinleri için yapılan düzenlemeler de Fatih Kanunnamesinde yer almıştır. Devletin sınırları içerisindeki yerlere gerekli tayinler belirlenen koşullarda gerçekleşmiştir. Bu medreselerden sonra Kanuni Sultan Süleyman döneminde medreseler anlamında yeni düzenlemeler yapılmıştır. Medreselerin yenilenmesi bakımından en önemli husus Süleymaniye Medreselerinin açılması olmuştur (Unan, 2008: 532-533).

Osmanlı ilmiye teşkilatında yapılan adlî ve idarî atamaların en önemli kişileri müderris, müftü ve kadılardır. Müderris, kadı ve müftü atamalarında belirli bir yapı oluşturulmuştur. Kazalara yapılan kadı atamalarında genellikle arpalık ve mansıp denilen gelirlere göre tayin yapılmıştır. Kadıların şer’i hükümleri çok iyi bilmesi gerekmektedir. Bunun nedeni merkezi otorite bozulduğu zaman kadıların başlarına buyruk hareket etmesinin ve verilen hükümde bir haksızlık yapılmasının önüne geçmek içindir. Bulunduğu bölgede halk tarafından saygı görülen kişilerdir. Kazalar rütbe esasına göre oluşturulmuştur. Eğer bir kaza kadılığının birden fazla rütbe talibi var ise atanan kadı dışındakiler çok beklemek durumunda idi. Kadı olabilmek için ise çeşitli eğitimlerden geçilmek zorunda idi. İcazet alınıp kadıasker divanlarında bulunup mülazemet süresinin tamamlanmasından sonra kadıaskerlik tezkirehanelerinde matlaba ismini yazdırmaları gerekiyordu. Kadı teşkilatına dair birçok düzenlemeler yapılmıştır. Çeşitli kanunnameler ve çeşitli layihalar yayınlanmıştır. Bununla beraber kadı tayin usullerinde ki uygulamalar birçok kez düzenlenmiştir.

İlmiye teşkilatının bir önemli kolu da medrese ile birlikte ihdas olan müderrisliktir. Müderrislik medrese hayatının en önemli kavramıdır. Medreselerden mezun olanlar müderris olabilmek için aday gösterilip Anadolu ve Rumeli kadıaskerliklerine kayıt edilirler. Gerekli aşamaları tamamlayan müderris yüksek derecedeki müderris sınıfına atanırlardı. Devletin kurulduğu ilk yıllarda medrese sayısı azken, her medreseye bir müderris ataması yapılırdı. Ancak müderrislerin sayısı arttıktan sonra her derse bir müderris uygulaması başlatılmıştır.

(11)

4

Bununla birlikte müderrisler her bir ders konusunda uzmanlaşarak o ders konusu hakkında ders vermiştir. Müderrislerin ücretleri tayin durumlarına göre değişmekteydi. Her bir müderris bir tayin döneminde görev süresini tamamladıktan sonra bir üst rütbeye atanmak için beklerdi. Müderrisliğin tayin usulleri hakkında da birçok düzenleme yapılmış ve dönemin şartlarına göre müderrislerin tayinleri gerçekleşmiştir (İpşirli, 2006: 468-470; Yurdakul, 2017: 17-21).

İlmiye teşkilatının bir diğer önemli konusu da müftü atamalarıdır. Osmanlı Devleti teşkilatlanmasında yaşanan bir diğer gelişme müftülüğün tesis edilmesidir. Devletin ilk zamanlarında merkezde bulunan müftübaş müftü olarak nitelendirilse de 16. yüzyıldan sonra şeyhülislamlık adı altında gelişme göstermiştir. Taşradaki müftüler aynı şekilde müftü unvanıyla anılmaya devam etmiştir. Daha sonra meşihat makamı oluşturulmuş ve meşihat makamının başına şeyhülislam getirilmiştir. Müftü tayin usullerinde de zaman zaman düzenlemeler yapılmıştır. Müftüler sadece medreselerden değil başka memurluklardan da atanmaktaydı. Müftüler genellikle kayd-ı hayat şartıyla göreve gelmişlerdir. Bu nedenle görevlerinden ayrılmaları herhangi bir ölüm nedeniyle veya hastalık sonucuyla gerçekleşmiştir. Bunların dışında müftülerin bir diğer azil sebebi de bulundukları yöredeki halkın kendileri hakkındaki şikâyetleriyle gerçekleşmekteydi (Sütcü, 2017: 460-462).

Üç numaralı telhis defteri 1903-1916 yılları arasında Osmanlı ilmiye sınıfındaki kadı, müderris ve müftü gibi memurlukların atamalarının şeyhülislam tarafından kayıt altına alındığı bir defterdir. Bu dönemde yapılmış olan Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliklerine, Harameyn-i Muhteremeyn, İstanbul, Bilad-i Hamse payelerine ve taşradaki kazalara yapılan kadı atamaları, görmekteyiz. Bunun yanı sıra İstanbul ve taşradaki medreselerin müderris atamasını ve birçok selatin camisine yapılan müftü atamalarını bu defterde rastlanmaktadır. Bu defterin kayıt altına alındığı döneme baktığımızda yapılan atamalar padişahın onayı sonucunda gerçekleşmektedir (Üç Numaralı Telhis Defteri).

(12)

5

2. ÜÇ NUMARALI TELHİS DEFTERİNDE KURUMLAR

1.1. İstanbul Medreseleri

Osmanlı Devleti kurulduktan sonra İslam sancağını çok geniş sınırlara kadar taşımıştır. Devletin beylikten imparatorluk seviyesine gelene kadar siyasi ve askeri alanda ki başarısı sosyal ve kültürel alanda da aynı seviyede artmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında ki siyasi başarısı ile elde ettiği gücün kalıcı olmasını sağlamak için bu başarıları bilim-kültür alanına da taşımıştır.1 Elbette kültürel başarısının altında Selçuklu Devleti’nden alınan mirasla

oluşturulan sentezle yeni bir yapının ortaya çıkarılmasıyla ilgilidir (Hızlı, 2004: 371). Kültürel alanda yapılan çalışmalar yıllar geçtikçe artmıştır. Devletin kendi yetiştirdiği bilim insanlarından ziyade Avrupa’dan gelen bilim insanlarının katkısı da büyüktür. Sosyal ve kültürel anlamda ki çalışmalar uzun yıllar boyunca devam etmiştir.

Devletin sosyal ve kültürel faaliyetlerinde ki en önemli işi medresenin2 geliştirilip

eğitim hayatına girmesidir. Osmanlı Devleti’nin medrese eğitiminin yapısallaşıp kurumsallaşmasında ki temellerini Selçuklulardan almıştır. Devletin kuruluş yıllarından itibaren kurumsallaşmaya başlaması medresenin de yapısal anlamda gelişmesine katkıda bulunmuştur. Devletin ilk medresesi 1331 yılında Orhan Bey zamanında yapılmıştır. İznik Orhaniyesi adında ki İznik Medresesi’nin ilk müderrisi ise Davûd-i Kayserî olmuştur. Orhan

1Osmanlı Devleti kültürel alanda yaptığı çalışmalar Türk-İslam devletlerinde ki politikaların devamı olmakla

birlikte devlet kendi bünyesinde oluşturmuş olduğu sentezle kendine özgü uygulamalar ortaya koymuştur. Devletin beylikten imparatorluk seviyesine kadar fethettiği her yerde mimari yapıların yapılmasına özen göstermiş bunun yanı sıra bilimin gelişmesi için her türlü katkının da yapılması sağlanmıştır. Örnek olarak, Devletin başkenti İstanbul olduktan sonra Fatih Sultan Mehmet Avrupa’dan çeşitli bilim adamlarını ülkeye davet ederek bilime olan katkısını da gözler önüne sermektedir. Öyle ki İstanbul fethedildikten hemen bir süre sonra eğitim faaliyetlerinin çalışmalarına başlanılmıştır (F. Kayadibi (2003). “Fatih Sultan Mehmet Döneminde Eğitim ve Bilim”. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 8, 1-3).

2Medrese kelimesi sözlükte okumak, anlamak anlamında kullanılmıştır. Kökü ders (dirase)’dir.İlk medreselerin

ne zaman kurulduğuna dair net bir bilgi yoktur. Bazı rivayetlere göre Abbasi halifesi dönemine kadar gitmektedir. Bazı rivayetlere göre de Buhara’da yapıldığı ve bu ismin de buradan geldiği söylenmektedir. Başka bir rivayete göre ise Büveyhiler döneminde ilk medrese kurulmuştur. Bundan sonra birkaç daha görüş olsa da Nizamiye Medreseleri en bilindik medreselerdir. Daha öncesinde birkaç kişi adına daha medrese kurulmuştur. Rivayetlerde medreselerin kurulması her ne kadar çok eskiye dayansa da Osmanlı Devleti zamanında kurulan medreselerin Türk-İslam devletleri zamanında kurulan medreselerden örnekler taşıdığını söyleyebiliriz (N. Bozkurt (2003). “Osmanlılar”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 28, s. 323-327).

(13)

6

Bey 1326 yılında Bursa’nın fethinden sonra Manastır Medresesi olarak bilinen Orhan Gazi Medresesi’ni kurarak vakıflarını da oluşturmuştur. 1361 yılında Edirne’nin fethedilmesi ile medrese tarihinde yeni bir dönem açılmıştır. II. Murad’ın yaptırmış olduğu Dârülhadis Medresesi, Fatih döneminde ki Sahn-ı Seman Medreseleri açılana kadar en yüksek medrese konumunda olmuştur. Kuruluş yıllarından itibaren Osmanlı Devleti’nin bürokrasi kesiminden birçok kişi medrese yaptırmak için gerekli özeni göstermiş ve 1326’dan 1453 yılına kadar seksen dört tane medresenin yapıldığı tespit edilmiştir (İpşirli, 2003: 327).

Fatih Sultan Mehmed döneminde ki gelişmelerle birlikte Osmanlı’nın hem siyasi alanda hem de kültürel alanda büyük değişiklikler meydana gelmiştir. 1453’te İstanbul fethedildikten hemen sonra başkent yapılmış ve devletin merkezi konumuna gelmiştir. Devlet siyasi açıdan bir yapıya oturtulduktan sonra sonraki hedef kültürel yapının zenginleştirilmesi olmuştur. Sosyal, kültürel, adli ve eğitim yapısının en önemli yapı taşlarından birisi olan medresenin yapısallaşması konusunda Fatih Sultan Mehmed dönemi önemli gelişmelere sahne olmuştur. Fetih Sultan Mehmed’den hemen sonra Zeyrek kilisesi ve Ayasofya kilisesinde eğitim hayatı devam etmiş ise de 1470 yılında Fatih külliyesinde sekiz medreseden oluşan Sahn-ı Seman medresesi ve hemen arkasında sekiz Tetimme Medresesi inşa edilmiştir. Bu medreseler mimari açısından ve müfredat açısından bir yükseköğretim ve araştırma kurumu olarak yapılmıştır (İpşirli, 2003: 327). Devletin merkezi olan İstanbul’u ilim merkezi haline getirmek için birçok çalışma politika oluşturulmuştur. Bu anlamda sadece devlet tarafından değil, padişahlar, sultanlar, vezirler, ilim adamları ve saray çalışanları tarafından birçok medrese yapılmıştır. İstanbul’da sadece Mimar Sinan’ın inşa ettiği medrese sayısı elli beştir. 17. yüzyıla gelindiğinde İstanbul’da ki medrese sayısı yüz yirmi altıyı bulmuştur (Kütükoğlu, 1977: 277-278). Sahn-ı Seman medreseleri, Fatih Sultan Mehmed tarafından yapılmış ve dönemin en yüksek eğitim kurumları haline getirilmiştir.3 Külliyede bulunan

medreseler Semâniye (Medraris-i Semâniye, Sahn) ve Tetimme (Mûsıla-i Sahn) olarak iki kısımdan oluşur (Unan, 2008: 532-533). İznik, Bursa ve Edirne Medreseleri Fatih zamanına kadar önemini korumuşlardır. Fatih Kanunnamesi birçok alanda olduğu gibi medrese alanında da düzenlemeler getirmiştir. Kanunname ile birlikte medreseler Semâniye Medreseleri’ne göre şekil almaya başlamıştır. Bu medreseler:

3Yapılan cami etrafında medreseler dörder tane sıralandığı için “semâniye” denilmiş fakat “Sahn” kelimesinin

nereden geldiği kesin olarak bilinmemektedir. Ancak sahn kelimesi “düzlük, avlu, geniş” anlamında demektir. Bizans’a ait eski yıkık Havâriyyûn Kilisenin temizlenip düzleştirilip yapılması sebebiyle bu isimle anıldığı da söylenebilir. Nişancızâde Mehmed ve Hoca Sadeddin tarafından “medrese-i aliye” olarak da anılmıştır (F. Unan (2008). “Sahn-ı Seman”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 35, s. 532-534).

(14)

7

“Yirmili (Haşiye-i tecrid) Medreseler”, “Otuzlu (Miftah) Medreseler”,

“Kırklı Medreseler”, “Hariç Medreseler”, “Dâhil Medreseler”,

“Sahn-ı Seman Medreseler,” “Altmışlı Medreseler”.

Medreselerin bu şekilde ki sıralanması müderrislerin almış oldukları maaş ve okutulan derslerden dolayıdır. Zira medreselerin isimlendirilmesi daha önceki medrese zamanlarında okutulan ana derslerden kaynaklı olarak verilen isimlerdi. (Miftah veya Hâşiye-i Tecrîd) Devletin sadece merkezinde değil Edirne ve Bursa’da derecelenen medreseler kurulmuştur. Çünkü devletin asıl geleneği fethedilen bölgelerde ki politikasından gelmektedir. Sadece Anadolu’da değil gaza ve cihat anlayışından dolayı yönü her zaman batıya dönük olan Osmanlılar Balkanların birçok yerinde de medrese kurmuştur. Osmanlıların merkezlerinden olan Bursa, Edirne ve İstanbul, devletin merkez şehirleri olduğu için bilim ve kültür alanında oldukça gelişmişlerdir. Anadolu şehirlerinde her ne kadar medreseler açılsa da bu şehirlerin gölgesinde kalmışlardır (Gök, 2014: 67-68).

Fatih Sultan Mehmed’den sonra başa gelen oğlu II. Bayezid döneminde de medrese kurulmaya devam etmiştir. Amasya, İstanbul ve Edirne’de olmak üzere üç tane külliye içerisinde medrese kurdu. Özellikle de İstanbul’da bulunan medresesinin müderrislik vazifesini şeyhülislamlara verdi. Şeyhülislamlar yoğun iş sebebiyle bu vazifeyi yürütememişler ve bir vekil aracılığı ile dersleri devam ettirme yoluna gitmişlerdir (İpşirli, 2003: 328).

Osmanlı Devleti, Kanuni Sultan Süleyman döneminde siyasi ve iktisadi hayatta olduğu gibi bilim ve kültür alanında da büyümeye devam etmiştir. İlk olarak babası adına Yenibahçe’de bir medrese yaptırmıştır. Sonrasında oğlu Şehzade Mehmed Camii’sinin yakınında bir medrese daha inşa ettirmiştir (Cihan, 1995: 5). Fakat 1551-1557 yılında Sahn-ı Semandan sonra en gelişmiş eğitim kurumu olan Süleymaniye Medresesi kurulur. Süleymaniye medresesi medrese-i evvel, sânî, sâlis ve râbi’ olmak üzere dört medrese, ordunun tabiplik ihtiyaçlarını karşılamak için Tıp medresesi, Darüşşifa ve Dârülhadis kurulmuştur. Bu devirden sonra yeni medreselerin yapılması için teşvik edilmiştir. 1675 yılında Galata Sarayı ve İbrahim Paşa Sarayı boşaltılarak medrese yapılmıştır (İpşirli, 2003:

(15)

8

328). Osmanlı medreseleri 16. yüzyılda biri hukuk, ilahiyat ve edebiyat dersleri veren Sahn-ı Seman, diğeri tıp ve fen bilimleri okutan Süleymaniye medreseleri şeklinde iki tanedir. Bu medreseler sadece İstanbul değil Anadolu’da da inşa edilmişlerdir (Cihan, 1995: 5-6). 16. yüzyıla gelindiğinde Süleymaniye medreseleri Fatih Sultan Mehmed’in oluşturduğu medreselere göre tasnif sistemi değişmiş ve genişlemiştir. 18. yüzyıldan itibaren iki dâhil, iki hariç, iki altmışlı, iki Sahn, bir Dârülhadis ve üç Süleymaniye ve bunların yanında İbtida-i Hariç, Hareket-i Hariç, İbtida-i Dâhil, Hareket-i Dâhil, Musıle-i Sahn, Sahn-ı Seman, İbtida-i Altmışlı, Hareket-i Altmışlı, Musile-i Süleymaniye, Hamse-i Süleymaniye, Süleymaniyye, Dârülhadis-i Süleymaniyye şeklinde dereceler oluşturulmuştur. Ortaya çıkan bu sistem devlet yıkılana kadar devam etmiştir.

Medreselerde okutulan dersler kelam, belagat, mantık ve hesaplar gibi çok çeşitliydi. Hesapla alakalı okutulan kitaplardan sadece Risale-i Bahaiye adından bir kitaba rastlanmaktadır. Heyetle alakalı okunan kitaplar ise Cagmini el-Mülahhas ve Risale-i

Fethiyyesi okunmuştur. Felsefe ile ilgili olan kitap ise Şemseddin Molla Fenari, Kadızade Rumi, Hocazade, Ali Kuşçu, Müeyyedzade Abdurrahman, Mirim Çelebi, İbn Kemal, Kınalızade Ali Efendi’nin eserleri okunmuştur. Mantıktan şerh-i şemsiye, şerh-i saguci, ve

mufassal şerh-i metali eserleri okutulmuştur. Belagatta ise Sekkaki, İbn Hacib, Sadeddin

Teftezani, Seyyid Şerif Cürcani, Şemseddin Fenari ve oğlu, Molla Husrev tarafından yazılan

eserler okutulmuştur. Kelamda, Haşiye-i Tecrid, Tevali ve Mevakıf okutulmuştur. Usul-i fıkıhta, Telvih, İbnHacib, Şerh-i Adud, Menarü’lenvar, İbn Melek, Molla Hüsrev, Mirkatül

Vusuli, Mitatul usul, Muhtasar-ı münteha okutulmuştur. Fıkıhta, Hidaye, Kenzü’d-dekayıki Mülteki’l-ebhar, Vikaye, Gurer ve Dürer okutulmuştur. Akaid’de İsbat-ı Vacib, Akaid

metinleri ve şerhleri okunmuştur. Usul-i Hadis ve Hadis’te, Nuhbetü’l-fikir okutulmuştur. Tefsirde ise el-Keşşafan Hakayıkı’t-tenzil, Envarü’t-tenzil, Esratü’l-tevil eserleri okutulmuştur (Uzunçarşılı, 2014: 26-28).

Osmanlı Devleti’nde fethedilen yerleşim yerlerine medrese inşa etmek yaygın bir adetti. Devlet idaresine giren yerlere medrese yapmak yalnızca eğitim için değil İslamiyet’i ve kültürünü yayma amacı taşımaktadır. Bunun yanı sıra devletin ve halkın uzlaşmasını sağlamaktır. Medrese bir vakıf kurumudur. Bu kurumların işleyişi, mali kaynakları ve denetlenmesi tümüyle vakıf kuralları içinde geçerliydi. İlk zamanlar kazaskere bağlı olan medreseler 16. yüzyıldan sonra yüksek dereceli olan medreseler şeyhülislama verilmiş, diğer kurumlar kazaskerlerde kalmıştır (İpşirli, 2003: 328). 18. yüzyıldan sonra güç dengelerinin değişmesinden dolayı dünya düzeni de değişmiştir. Batılı devletlerinin üstünlüğü ilk olarak

(16)

9

savaş meydanlarında anlaşılmıştır. Avrupa’daki gelişmeler Osmanlı idarecilerini harekete geçirmiş ve devletin birçok kurumunu Batılılaştırarak dünya düzenine ayak uydurma fikrine kaptırmıştır. Hemen ilk iş olarak askeri okullarını yenileme girişimlerine başlamışlardır. Devletin son yüzyıllarında medrese eğitimleri devam etse de daha yeni ve daha modern tarzda okullar açılmıştır (Öztürk, 2007: 566).

1.2. Taşra Medreseleri

Osmanlı Devleti ilim ve kültür hayatına büyük etkisi olan medreseler sadece İstanbul’da kurulmamıştır. Kuruluş yıllarından itibaren kazanılan her toprağa imar yapılaşması devletin en önemli politikasıydı. Medrese kurumları da Orhan Bey döneminden itibaren sosyal ve kültürel hayata yansımıştır. Zira Orhan Bey Bursa’yı fethedince ilk işi buraya medrese yaptırmak olmuştur. Orhan Bey’den sonra devletin başına geçen hemen her padişah medrese kurulması için gereken yardımları sağlamıştır. Devletin yaptığı medreselerin yanı sıra ileri gelen bürokratik kesim ve zengin kişilerin medrese yapması konusunda teşvikler sağlanmıştır.

Payitahtta yapılan medreselerin personel yapısı, mimari özellikleri ve diğer unsurlar benzerlik göstermektedir. Medrese hayatının kuruluştan itibaren Tanzimat yıllarına kadar çok ciddi biçimde gelişme göstermiştir. Ancak zaman zaman aksamalar meydana gelmiş ve bazı bozulmalar da görülmüştür. Kuruluştan itibaren medrese hayatında kurumsallaşma meydana gelince payitahtta kurulan medreselerin bir ağı da Anadolu’da kurulmaya başlanmıştır. Özellikle Fatih Sultan Mehmet zamanında ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde kurulan medreselerin bağlantı şeklinde oluşan yapıları Anadolu’ya yapılmıştır. Medreselerin birbiriyle olan bağının personel yapısı ve diğer ilişkileri aynı şekilde ilerlemiştir. Merkezdeki medreselerde bulunan kişilerin sayısı fazla olduğu takdirde Anadolu’da ki medreselere bu kişiler gönderilmiştir (İpşirli, 2003: 338-340).

Taşra medreseleri Osmanlı klasik medrese hayatı gibi genellikle tek katlı olarak, önünde ise avlu ortasında dershane ve medresenin büyüklüğüne göre öğrenci odaları mevcuttur. Örnek olarak Kastamonu’da yapılan Münire Medresesi Osmanlı klasik medrese yapısına örnek olarak gösterilebilir. Medresenin tek katlı ve kesme taşlardan yapılması bunu gösterir. Medreselerde ki öğrenci odaların hemen hepsinde bir ocak ve baca bulunmaktadır. Öğrenci odalarını boydan boya kaplayan tonozlarda yer almaktadır. Taştan yapılan medreselere ilaveten ahşap eklemeler de meydana gelmiştir. Taş medreselere ek olarak ahşap

(17)

10

medreselerin yapılmasının bir sebebi de vakıf masraflarının azalmasındandı. Vakıf gelirleri yıllar geçtikçe azalmış ve masrafların çok olmasından dolayı ahşap eklemeler de artmıştır. 19. yüzyılın ortalarına gelince vakıf gelirlerinin az olması sebebiyle yapılan ahşap eklemelerin en büyük örneği Sıdkiye medresesidir. Bundan başka Ziyaiye medresesi ahşap olarak iki katlı şeklinde yapılan diğer medresedir.

Taşra medreselerinde ve diğer medreselerde öğrenim gören öğrenciler, üç aylar ve Ramazan aylarında medreselerin tatil olduğu aylarda imam, hatip ve vaizlik yapmak üzere karyelere giderlerdi. Bu bölgelerde elde ettikleri ücretlerle yılın diğer zamanlarında kendilerini geçindirmeye çalışırlardı. Bu uygulamanın adı ise “Cerre çıkma” 4 olarak adlandırılmıştır. Çeşitli köylere giden öğrenciler 91 gün boyunca izinli sayılırlardı. Medreselerden izinli olarak giden öğrenciler ilk olarak kendi köylerine gitmek isterlerdi. Öğrenciler 3 ay boyunca elde ettiği ücretler ise çok yüksek derece de olmayıp makul bir fiyat olarak yılın geri kalanında kendilerine yetecek düzeydeydi. Öğrenciler bunun dışında yiyecek temin etmek için de zaman zaman izin isterlerdi. Öğrencilere verilen izinlerin dışında günlük işler ve haç işleri için verilen izinlere de rastlamaktaydı. Öğrencilerin şahsi ihtiyaçları dolayısıyla aldıkları izinler ise uzun süreli olabiliyordu (Bay, 2012: 67-70).

Osmanlı Devleti uzun yıllar boyunca siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal olarak başarılı bir durum sergilemekteydi. Ancak yıllar geçtikçe Avrupa kendini geliştirdiği için yapılan savaşlar uzun sürmeye başlamış, alınan galibiyetlerin sayısı azalmaya başlamıştır. Özellikle 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Devletin dışarıdaki siyasi olayların dışında içerde de bazı sıkıntıları ortaya çıkarmıştı. Bu sorunlardan birisi büyük kuraklığın yaşandığı dönemde ki Celali isyanlarıydı.5 Celali isyanlarının bizi

ilgilendiren kısmı suhtelerin6 isyan etmesiyle ilgilidir. Medreselerin bozulmaya başladığı

yıllarda çıkan suhte isyanları beraberinde birçok problemi de ortaya çıkarmıştır.

4Cerre çıkmak söylemi, medrese talebelerinin üç aylarda ve Ramazan ayında kasaba ve köylere halkı

aydınlatmak için kullanılan bir ifadedir. Sözlükte çekmek, kendine doğru çekmek olarak adlandırılan terim Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarından itibaren kullanılmıştır. Medreselerde 9 aylık bir süreçte ders gören talebeler köylere ve kasabalara giderek vaaz verip, kuran okur ve halkın sorularını yanıtlarlardı. Sadece üç aylarda değil diğer zamanlarda da cerre çıkılmıştır (M. İpşirli (1993). “Cer”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 7, s. 388-389).

5Celali isyanları 1600’lü yıllardan sonra ortaya çıkmış devletin en çok uğraştığı isyanlardan birisidir. İsyanların

çıkmasının nedenlerinden birisi kıtlık dönemiyle birlikte yetersiz kalan kaynaklardan gelmekteydi. 16. yüzyılın sonlarından itibaren yaşanan kuraklık ve iklimin kötüye gitmesi de isyanların baş nedenlerinden birisiydi. Devletin düşmüş olduğu durumdan faydalanmak isteyen kişilerde isyan girişiminde bulunmuşlardır. İmparatorluğun pek çok yerinde yaşanan isyan girişimlerinin karşısında devlet ciddi tedbirler uygulamıştır (S. Whıte (2013). Osmanlı’da İsyan İklimi. (Çev.) Nurettin Elhüseyni, Alfa Yayıncılık, İstanbul, s. 23-40).

6Osmanlı Devleti’nde medrese de öğrenim gören talebelere verilen isme softa denir. Farsça’da suhte kelimesi

yanmak, tutuşmak anlamında kullanılmıştır. İlim aşkıyla olan değerlerine olan nispeten softa halini almıştır. Bu kelime 15. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmış, imparatorluk devrinin sonuna kadar öğrencilere bu isim verilmiştir (M. Alkan (2009). “Softa”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 37, s.342-343).

(18)

11

Suhtelerin isyan hareketlerinin ilki Kanuni Sultan Süleyman döneminin son yıllarına rastlamaktadır. İsyanların devamı ve gelişimi II. Selim, III. Murad, II. Mehmed ve I. Ahmed döneminde devam etmiştir. Suhtelerin isyan etmesinin bir nedeni de medreselerde çok fazla yığılmalarıydı. İnsanların medrese hayatını ve sonrasında ki ilmiye teşkilatında yer almasının sebebi ise bu sınıfın iyi yaşam koşulları olmuştu. İsyanın bir diğer sebebi ise medreseden mezun olan kişilere iş garantisi verilmeyişi olmuştur. Mezun suhte sayısında ki artış birlikte gruplaşmalarına neden olmuştur. Suhte isyanlarının artmasının bir nedeni de ilmiye sınıfında ki kişilerin bunları desteklemesi olmuştur. Eşkıya olan suhtelerin isyanları daha çok Türklerin olduğu yerlerde ortaya çıkmıştır. Suhtelerin Balkanlarda ki isyanları çok etkili olmamıştır. Bunun nedeni Türkmen nüfusunun varlığının azlığından gelmektedir. Suhtelerin isyanı Anadolu ve Balkanlarda aynı anda sirayet etmiştir. Bu durum suhteler arasında güçlü bir ilişkinin olduğunu göstermektedir.

Taşradan merkeze eğitim almak için gelen kişilerin medrese öğrenimi almak istemelerinin bir başka sebebi vardı. Taşradan medreseye gelen kişiler askerlikten kaçmak için bu yolu denemişlerdir. 16. yüzyıldan sonra medrese hayatının bozulması bu tür problemlerin ortaya çıkmasına vesile oldu. Medreseye gelen kişilerin ehemmiyeti ve liyakat açısından yetersiz oluşu devlete karşı ayaklanmanın en önemli sebeplerindendi. Medreseden çıkan talebeler eşkıyalarla iş birliği yapma girişiminde dahi bulunmuşlardır. Suhtelerin eşkıyalarla olan iş birliklerinin yanı sıra bizzat kendilerinin eşkıya olması devletle aralarında ki kanlı çatışmaların çıkmasına vesile olmuştur. Öyle ki suhtelerin belli bir intizam altına alınması zorlaşınca bu kesimle anlaşma yoluna gidilmiştir. Özellikle III. Murad suhtelerle çetin mücadeleler içine girse de onlarla anlaşma yoluna gitmiştir. Eşkıya olan suhtelerin temsilcileri İstanbul’a davet edilmiş ve bir anlaşma yolu sağlanmaya çalışılmıştır. Suhtelerle anlaşma yoluna gidilmesinin bir diğer sebebi İran savaşlarının patlak vermesidir. Suhtelerle yapılan anlaşmanın içeriğinde masum suhtelerin öldürülmesi söz konusu olmasına rağmen genel af ilan edilmiştir. Suhtelerin çalışma şartlarına göre ise devlet kademelerinde belli görevlere getirileceği temin edilmiştir. Suhtelerin isyanı önlenebilsin diye gerekli cezalar verilmiş ve gereken önlemler alınmıştır (Yılmaz, 2018: 62-72; Koç, 2013:148-158).

Üç Numaralı Telhis defteri incelendiğinde İstanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere yurdun dört bir yanında medrese açıldığını görmekteyiz. Açılan medreselere sadece Anadolu’da rastlamıyoruz. Osmanlı Devleti Suriye, Halep, Bağdat ve birçok yerde de medrese açmıştır. Açılmış olan bu medreselerin müderris tayinleri titizlikle kontrol edilmiş farklı yerlerdeki medreselere yine çeşitli bölgelerden kişiler atanmıştır. Payitahtta kurulan

(19)

12

medreselere katılım üst düzeyde olduğu gibi taşra medreselerine de eğitim almak için gelen kişilerin sayısı oldukça yüksektir. (Üç numaralı Telhis Defteri).

1.3. Kadılıklar

Osmanlı Devleti’nde kadıaskerlik olarak bilinen kurum, İslam devletleri zamanında kadılkudat, ordu kadılığı, kadıleşker ve kadılaskerlik olarak bilinmekteydi. Kadıaskerliklerin ortaya çıkmasında ki temel amaçlar askerler arasında çıkan anlaşmazlıklar, terekelerin taksimi, kaza ve tedris için kadı ve müderris tayin edilmesi ve diğer işler içindi. Devletin sınırları büyüdükçe ihtiyaçların giderilmesi ve merkezde ki işlerin artması belli başlı kurumların da gerekliliğini ortaya koymuştur. Bunun için kadıaskerlik müessesesi I. Murad döneminde kurulmuştu. Bursa da kurulan kadıaskerlik birimi için ilk kadıasker tayin edilmiştir. Sınırlarında artmasıyla birlikte Anadolu ve Rumeli kadıaskerliği kurulmuştu. Yavuz Sultan Selim zamanında Diyarbekir merkezli Arap ve Acem kadıaskerliği kurulmuşsa da bile daha sonrasında kapatılmıştır. Kadıaskerlerin yargı, miras, kadı tayini gibi pek çok görevleri vardı (Yurdakul, 2017: 93-94).

Osmanlı Devleti, asırlar boyunca farklı kıtalarda farklı inançlara ve kültürlere sahip milletleri yönetmiştir. Bu kadar farklı toplulukları bir arada tutmayı ve kaynaştırmayı başarabilmiştir. Farklı toplumları bir çatı altında toplayan Osmanlı Devleti halkıyla uyum içinde devlet düzenini koruyabilmesi için adaletin iyi bir şekilde işlemesi gerekmektedir. Adalet ise halkı zulme karşı korumak, zararı uğrayanların zararının karşılanmasını sağlamak asayişi ve toplum düzenini sağlamaktır. Kadılık, İslam devletlerinde siyasi ve toplumsal hayatta önemli bir yere sahiptir. Her zaman toplumun beklentilerine cevap verebilen bu kurumun kamu üzerinde ki etkisini de hafife almamak gerekir (Bakır, 2018: 7). Osmanlı Devleti beylik döneminden itibaren fethedilen bölgeleri hukuku temsil etmesi için kadı, idareyi temsil etmek için subaşı tayin etmektedir. İlk olarak Orhan Bey zamanında kadıların eğitimi için medrese kurulmuştur. Ama kadılık içerisindeki derecelendirme Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılmıştır. Osmanlı kadısı adliye ve mülkiye görevlisidir. Fatih Sultan Mehmed döneminde başşehir müftüsü, şeyhülislam unvanını taşımamakla birlikte ilmiye reisi de değildir. Devletin sınırları genişledikçe kadılık kurumu iki kısma ayrılmıştır. Birinci kazaskerlik kurumu Rumeli kazaskerliği olup Rumeli sınırlarından sorumlu, ikinci kazaskerlik kurumu ise Anadolu kazaskerliğidir. Anadolu kazaskerliğinin sorumluluk alanı ise Anadolu ve Arabistan coğrafyasının ilmiye sınıfıdır (Ük, 2016: 7). Kanuni Sultan

(20)

13

Süleyman döneminin en önemli ismi olan Ebüsuûd Efendi7 ilk başşehir müftüsü diye anılmış

ve ilmiyenin reisi olmuştur. Böylece kazaskerlik mevkii onun gerisinde kalmıştır. Görevi önceki İslam devletlerindeki meslektaşlarına nazaran daha geniş yetkilere sahiptir. Kadıların mülki, beledi, mali askeri ve adli sahalarını içine alan görevleri dikkate alındığında görev alanı onlar kadar geniş olan başka bir memuriyet yoktur. Şer’iyye sicilleri 15.yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanıldığı için devletin ilk yüz elli yılında kadılık ve mahkemelerle ilgili bilgilere ulaşılamamaktadır. İlk kadılıklar İznik, Bursa ve Edirne de açılmış ve yeni fethedilen bölgelere ikinci yahut üçüncü derecede olan kadılar gönderilmekteydi. Kadılar, ilmiye sınıfındandır ve bütün yöneticiler gibi askeri sınıfının da bir üyesidir. Yönettiği bölgedeki Müslüman halkın merkeze karşı sözcü konumundadır. Gayrimüslimlerin yaşama biçimlerine müdahalede bulunmasa da onlarında hukukunu gözetmek ve mali sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerini kontrol etmek zorundadır. Kadılara karşı siyasi ceza uygulanamamaktaydı. Ancak kadılar görevini layıkıyla yapmadıklarında Osmanlı sisteminde belirli cezalar vardı. Devlet kadısı görevini ifa ederken sadece şer’i hükümlere göre değil aynı zamanda örfi kanunları da devreye sokmaktadır. Kadılar davalarda Hanefi hukukunu uygulamak zorunda olmuştur (Doğan, 2019: 35).

Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılan Sahn-ı Seman medreseleri kadılık eğitimi hiyerarşisinin yerleşmesi için etken olmuştur. Süleymaniye medreseleri yapılana kadar bu eğitim kurumu kadılık mesleğine girecektir. 16. yüzyıldan sonra ki süreçte Anadolu ve Rumeli’de kenar medrese olarak adlandırılan taşra medreselerinden gelecek adayların tezkire almalarına rağmen eğer önceden o medreseden bir ayrıcalık yoksa başvuruların söz konusu bile olmamaktadır. Kadı tayinleri padişah beratlarıyla gerçekleşmektedir. Diğer ilmiye mensuplarının tayin işlemlerini ise Anadolu ve Rumeli kazaskerliği yapmaktadır. Süleymaniye medreselerinden mezun olan bir kişi kazaskerlik mesleğine başvurduktan sonra mülâzemet8 için mevleviyet pâyeli kadıların yanına yollanır ve burada ki görevi bittikten

7Ebussuûd Efendi 1490 yılında İstanbul yakınların bir köyde dünyaya gelmiştir. Babası II. Bayezıd’in yakın

dostu, dedesi ise Ali Kuşçu’nun kardeşidir. İlk olarak Yavuz Sultan Selim döneminde İnegöl İshak Paşa Medresesi’nde görevlendirilmiştir. 1533 yılında İstanbul kadılığına getirilmiştir. Kanuni sultan Süleyman döneminde, 1537 yılında Rumeli kazaskerliğine tayin edilmiştir. Kara Boğdan, Estergon ve Budin seferlerinde padişaha eşlik etmiştir. Budin’in fethinden sonra ilk Cuma namazını kıldıran kişidir. 1545 yılında Ebussuûd Efendi Fenârîzâde Muhyiddin Efendi’nin yerine şeyhülislam olmuştur. Osmanlı Devleti’nin en önemli şeyhülislamlarından olan Ebussuûd Efendi 1574 yılında ölmüştür (A. Akgündüz (1994). “Ebüssuûd Efendi”,

TDV İslam Ansiklopedisi, c. 10, s. 365-371).

8Mülazemet, ilmiye sınıfında ki kişilerin görev bekleme sürelerini ifade eder. Osmanlı Devleti’nde medrese

sayısının artmasıyla birlikte müderris ihtiyacı da artmıştı. Medrese mezunları zaman geçtikçe artmış, tayin olmaları için sıralarını beklemeye başlamışlardır. Böylece mezun kişilerin adil bir şekilde göreve başlamaları için nöbet tutma ve mülazemet sistemi ortaya koyulmuştur (M. İpşirli (2006). “Mülâzemet”, TDV İslam

(21)

14

sonra tekrar İstanbul’a geri dönerdi. 18. yüzyıla gelindiğinde bu atama süreleri uzatılmış ve yapılan sınavı geçenler en alt kadılıklara yerleştirilmeye başlanılmıştır. Kadıların padişahın beratı sonrası atanması ile kadı kendisine bir bina seçer ve yapması gereken bütün işleri bu daireden yürütmekteydi. Bu dairedeki işler rûznâme adındaki defterlere kaydedilir. Eğer böyle bir defter mevcut değilse görevdeki kadının beratı hükümsüzdür. Kadıların tayin meselesi bir eğitim ve bir hiyerarşik terfi düzenine bağlıdır. Klasik İslam döneminde bir kadı da olması gereken özellikler: erkek olması, reşid olması, temyiz kudretine ve yeterli bilgiye sahip olması, sağır ve kör olmaması, bununla birlikte eğitimde önemli bir belirleyici unsurdur. İfta, tedris, kaza mertebeleri arasında geçiş yapıp rütbesini yükseltmek mümkündür. Osmanlı topraklarının en ücra köşelerine dahi kadılık tayinleri gerçekleştirilmektedir. Kaybedilmiş olan eski topraklara dahi düzenli tayinler gerçekleştirmektedir. Kadılık Osmanlı’nın varlığını ve gücünü gösteren bir memurdur. Mevleviyet payelilerin en küçük dereceden başlayacak olursa şu şekildedir: mevalî devriye mevleviyeti, mahreç mevleviyeti, bilad-i hamse mevleviyeti, Harameyn mevleviyeti ardından İstanbul kadılığı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği olarak sıralanmaktadır.

18. yüzyılda kadılar bazı idari değişimlere uğradılar. Yine bu dönem merkezi idarenin gücünün zayıflamasından dolayı kadıların mahkemelerine mahalli güçlerin müdahalesi görülür. Asayişte kadıların yalnız kalması mahalli ayan şeklinde grupların çıkmasına sebebiyet vermektedir. Kadıların asayişi Yeniçeri Ocağı zabitleriyle halletmekteydiler. Böyle olunca 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla kadıların görev bütünlükleri darbe almıştır. II. Mahmud devrinde İhtisab Nezareti’nin de katkısıyla 1836 yılında Evkaf Nezareti kurulup vakıfların denetimi kadıların denetiminden çıkmıştır. Kadılığın asıl görev yetkisini azaltan olay karma nizami mahkemelerin kurulması caza ve bidayet mahkemelerinin yanı sıra vilayetlerde temyiz divanlarının kurulmasıdır. Kadılıklara şer’i davalar, nikâh, tereke taksimi, borç gibi davalardır. 1924 yılında şer’i mahkemelerin kapatılmasına dair kanunun çıkması ile beraber Ankara’da Hukuk Mekteb’i açılmış ardından Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Darülfünun ıslahatıyla birlikte kadıların görevi sona ermiştir (Ortaylı, 2001: 69-70-71).

Kadılara dair değinilmesi gereken bir diğer konu kendilerine verilen maaş konusu idi. 16. yüzyıldan sonra kadıları arpalık adı altında maaş tahsis edilmişti. Kadıların kendilerine verilen arpalık adı maaş tahsisinde kendileri kazalara gitmezdiler. Bunun yerine vekil adı altında naib gönderirlerdi. Fakat Yavuz Sultan Selim zamanından sonra kadıların kendilerine verdikleri arpalığa naib göndermek yerine bizzat kendilerinin gitmesi gerektiği söylenmiştir. Kadılara verilen arpalık maaşı zamanla tarik maaşı ve rütbe maaşı olarak değişik isimlerde

(22)

15

verilmeye başlanmıştır. Bunun dışında kazasker kassamları ve mahallin kadılığında şer’i mahkemelerde bulunan kasamlar vardı. Bunların görevleri ölen kimsenin terekesini geride kalan çocukları veya mirası hak eden kişiler arasında bölüştüren kişilerdi. Kazasker kassamları bazen her kasabada bazen de iki üç kasabada birer tane bulunmaktadır (Uzunçarşılı, 2014: 122-127).

Tarih boyunca devletler adalete önem vermişlerdir. Osmanlı Devleti’de adalet ve güvenliği gereken özeni göstererek her zaman halkının kendisine güvenmesini sağlamıştır. Devlet bu güveni ancak adaletle tesis edebilmektedir. Osmanlı Devleti padişahları hukuk alanında yetkili olarak kadıları tayin etmiştir. Biraz incelendiğinde devletin hukuk sisteminin çok sistemli olarak işlediğini görmekteyiz. İlmiye teşkilatı ile yargı kurumlarının iç içe olması devletin şer’i hukuk ile yönetilmesinden ötürüdür. Osmanlı Devleti cihana hükmetmiş ve birçok kurumda başarılı olduğu kadar hukuk ve adalet konusunda da aynı başarıyı yakalamıştır. Tarih boyunca yapılan araştırmalar neticesinde gayrimüslim halkın bile Osmanlı yönetiminden memnun olmaları adalet sisteminin düzgün bir şekilde işlediğinin kanıtı olarak gösterilebilir.

1.4. Müftülük

Osmanlı Devleti dört mezhebden Hanefiliği benimsemiştir. Osmanlı bünyesinde Hanefi fıkhı üzerine sorulan umumî ve hususî şer’i ve hukukî meselelerdeki dinî hükümlere uyma koşuluyla karar veren zata Müftü ve verilen karara da Fetva adı verilmiştir. Daha sonra ki dönemlerde müftülere şeyhülislam unvanı da verilmiştir. Müftü, kendisinden fetva istenildiği zaman konuları Hanefi fıkhını ilgilendiren el-Muhtar fî fürûi’l- hanfiyye ve yine

füru-i hanefiyeden Kenzü’d-dekayık ve Vikayetü’r-rivâye fî Mesaili’l-hidaye ve Mecmau’l-bahreyn ve Mülteka’n-nehreyn, Muhtasarü’-Kudurî ile bunların şerh ve haşiye ve diğer

Hanefî fıkhını konu alan eserlere başvurmak suretiyle karar verirdi. 16. asırda Halebî İbrahim Efendi meşhur Mülteka’l-ebhar adlı eserini yazmış ve sonrasında gelen müftülerin işlerini kolaylaştırmıştır. Devletin bazı müftüleri verdikleri fetvaları ya kendileri toplamış veyahut başkalarına bir eser halinde toplattırmışlardır ki bunlardan bir kısmı basılmıştır ve matbû olmayanlar da kütüphanelerimizde bulunmaktadır.

Osmanlılarda müftülük ile kadılık ayrı ayrı olupnadir de olsa 16. asır ortalarına kadar birleştikleri görülmüştür. Fakat bu tarihlerden sonra müftü bütün ilmiye sınıfının reisi olmuş ve müderrislerle mevali adı verilen kadılar da bunun himayesi altına girmiştir. Sonradan genel

(23)

16

olarak şeyhülislam denilen ve ulemanın makamı olan müftülerden başka vilayet, sancak ve kazalarda da halkın sordukları şer’i sorulara cevaplar veren müftülükler vardı. Osmanlı kaynaklarında ilmiyenin en yüksek makam sahibi, 18. asır sonlarına kadar çoğu zaman müfti unvanını taşırken 18 asırdan sonra onun yerine şeyhülislam tâbiri yaygınlaşmıştır (Uzunçarşılı. 2014: 181-182).

Osmanlı Devleti’nde “müftü, fetva, şeyhülislam, kadı, kazasker”gibi kelimelerin tanımlamaları birbirine benzemektedir. Müftü, hükmü mevcut hukuk kurallarına göre yapardı. Alınan kararlar şer’i hukuk kuralları çerçevesinde açıklanırdı. Müftü şer’i ve örfi hukuka göre fetva verir, kadı ise kazalarda ki muhakemeyi yaptıktan sonra karar verebilirdi. Kadıların verdikleri kararlarda Osmanlı hukuk kurallarına göre olurdu. Müftü ile kadı arasında ki fark burada ortaya çıkmaktadır. Müftü kararı açıklarken kadı uygulamakla görevliydi. Müftü karar hakkında bilgilendirmeyi Kuran ve sünnette var olan kararı söyler ve uygulamaya geçirilip geçirilmemesine çok bakmazdı. Kadı ise kararı mutlaka uygulamalıdır. Eğer uygulamazsa devlet kendi eliyle uygulamak zorunda kalırdı (Sütcü, 2017: 460-461).

Osmanlı Devleti’nde müftülük kavramının iyi kavranabilmesi için Şeyhülislamlık makamının tam olarak ne olduğu bilinmesi gerek. Şeyhülislamlık sonralardan ortaya çıkmış olsa da müftülük kurumunun başında olan kişidir. Osmanlı Devleti’nde şeyhülislamlık makamı ilk kuruluş tarihi belli olmasa da birçok görüş ileri sürülmüştür. Bursa kadılığı yapan Molla Fenarî 1425 yılında Bursa müftülüğüne tayin edilmesi müftülük ve şeyhülislamlığın kuruluşu olarak kabul edilmiştir. Kazaskerlik erken dönemde kurulmasına rağmen dini- hukuki bir makam olarak müftülüğün 1420’li yıllarda ortaya çıkması dönemin dini, siyasi ve ideolojik etkilerin olduğunu göstermektedir. Fetret Devri9 gibi karmaşa bir dönemi geride

bırakan devlet hemen idari ve siyasi otoriteyi toparlamaya çalışırken dini hüviyeti olan ilmi bir rütbeyi oluşturmuştur. 15. yüzyılda II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed döneminde Molla Fenari, Fahreddin-i Acemî, Molla Abdülkerim Efendi, Molla Hüsrev, Molla Gürânî gibi âlimler müftülük görevi yapmışlardır. Dönemin kaynaklarında bu mevkiden şeyhülislam diye bahsedilmemektedir. Fatih Sultan Mehmed kanunnamede şeyhülislamların ulemanın reisi olduğunu belirterek bu unvana resmi bir nitelik kazandırmıştır. Şeyhülislam unvanı aslında sadece İstanbul müftülüğü için kullanılmıştır. II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim döneminde

9Fetret Devri, 1402 yılında Yıldırım Bayezid ve Timur arasında gerçekleşen Ankara Savaşı sonrasında yaşanan bir tahta mücadelesidir. Yıldırım Bayezid’in esir düşüp ölmesi üzerine Timur Anadolu’yu oğulları Süleyman, İsa, Musa, Mehmed, Mustafa ve Kasım arasında paylaşmıştır. 11 yıl süren taht mücadelesini Çelebi Mehmed kazanarak Osmanlı Devleti’nin beşinci padişahı olmuştur (F. Başar (1995). “Fetret Devri”, TDV İslam

(24)

17

şeyhülislamlara yeni sorumluluklar verilmiştir. 16. yüzyılda yapılan siyasi ve bürokratik değişimlerle şeyhülislamlığın önemi artmıştır. II. Bayezid, şeyhülislamların ders vermesi için İstanbul’da medrese yaptırmış ve Bayezid Külliyesi’nin nezareti de onlara verilmiştir. Şeyhülislamlığın önemli bir makama gelmesinde etkili olan kişi Zenbilli Ali Efendi olduğu söylenilmektedir. Yavuz Sultan Selim’inalmış olduğu idari ve siyasi kararlara sert bir müdahalede bulunması üzerine, padişahın şeyhülislama görevinin sadece dini konulardan ibaret olduğunu söylemiştir. Şeyhülislam padişahanem dini hem de dünyevi hayatını gözetmenin görevleri arasında yer aldığını söylemiş olduğu kaydedilmiştir. Zenbilli Ali Efendi’den sonra şeyhülislamlık makamına gelen Kemalpaşazâde ve Sâdi Çelebi görevleri esnasında dönemin şiddetli olaylarına dahi fetvalarıyla yön vermiş ve itibarlarını artırmışlardır. Şeyhülislamların her söylediği ve yaptığı her zaman kabul görmemiştir. Buna örnek Çivizâde Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Mevlana Celaleddin Rumi gibi mutasavvıfları eleştirmesi, gerek mesh konusunda ki gerek para vakfı konusunda ki sert tutumları dönemin birçok âlimi tarafından fikir ayrılığına sebep olmuştur. Dönemin Rumeli kazaskeri olan Ebüssuûd Efendi, önceki fıkıhçıların görüşlerine ters düştüğü için Çivizâde’yi Divan-ı Hümâyun’a getirterek ilmi açıdan reddetmiştir. Gelişmelerden haberdar olan Kanuni Sultan Süleyman bu konu hakkında ulemayı toplayarak toplantı yapmıştır. Sonuç olarak Çivizâde hatalı bulunmuş ve görevinden azledilen ilk şeyhülislamdır.“Müftilenam” olarak da anılan şeyhülislamın zamanla makamı meşihat ve meşihat-ı İslamiye olarak ta anılmıştır. 18. yüzyıla gelindiğinde şeyhülislamlık giderek artan, siyasi bir güce sahip olan bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır (İpşirli, 2010: 91-92).

Osmanlı Devleti’nde ki müftülük kurumunu incelemeden önce yer verilen Şeyhülislamlık kurumunun gelişimini açıklamak müftülüğün daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Osmanlı Devleti kurulduğu yıllardan itibaren iyi düzeyde kurumsallaşmayı da sağlamıştır. Merkeziyetçi bir yapının işlerliği resmi işlerde ki başarıyı da beraberinde getirmiştir. Devletin sınırlarını genişletmesi farklı dil, din ve ırklardan insanların bir arada bulunması siyasi, hukuk, kültürel ve sosyal alanlarda yeni düzenlemelerin gerekliliğini de ortaya koymuştur. Yapılan düzenlemelerin başarısı uzun yıllar devletin ilerlemesinde ki etkili unsur olmuştur. Osmanlı Devleti Anadolu’nun siyasi birliğini sağladıktan sonra bu durumu perçinlemek için iyi bir teşkilatlanmanın olması gerekiyordu. Osmanlı Devleti fetih politikaları için yönünü Batı’ya çevirmiştir. Batıda sağlam seferlere çıkılabilmesi içinde Anadolu’nun sağlamlaştırılması gerekiyordu. Kurumsallaşmanın bir etkisi de müftülük kurumu üzerinde gözlemlenmiştir.

(25)

18

Devletin bünyesinde bulunan müftüler Müslüman ailelerden oluşmakta ve çok iyi derecede eğitim almışlardır. Müftüler sadece dini eğitim almamış, diğer fenni ilimler konusunda da kendilerini yetiştirmişlerdir. Müftülük kurumu tıpkı diğer kurumlar gibi çok iyi kurumsallaştırılsa da zamanı gelince bir takım bozulmalar da görülmüştür. Devlet Hanefilik mezhebini benimse de sınırlar genişledikçe farklı din ve mezhepten kişiler olmuştur. Bu durumda o mezheplere yönelik kurallar geliştirilmiştir. Devletin merkezinde olduğu gibi taşralara da müftüler gönderilmiştir. Kazalara gönderilen müftüler bulundukları yerlerden sorumlu olmaktadırlar. Müftünün olmadığı yerde ise naib veya kadı ilgilenmekteydi. Müftüler bulundukları yerlerde fetva vermekten ziyade medreselerden de sorumlu olmuşlardır. Görevlendirilen müftülere ise halk tarafından büyük saygı gösterilmiştir. Kazalarda ise müftüler hem din görevlisi hem de resmi bir devlet görevlisi olarak bulunmaktaydı. Müftülerin aileleri ve soy olarak önemli kişilerin akrabaları olmaları kendilerine atfedilen saygıyı perçemlemekteydi. İlmiye sınıfına bağlı olmaları ayrı birer saygı görmeleri demektir. Müftüler kazalarda devletin eli, kulağı şeklinde olmuşlardır. Merkezde şeyhülislam fetva verirken taşrada müftü fetva vermekteydi. Müftülerin bulunmuş oldukları konum önemi nedeniyle devlet tarafından kendilerine hep iyi bakılmıştır.

Merkezi otoritenin sağlam olduğu durumlarda tıpkı diğer kurumlar gibi müftülük makamı da iyi bir kurumsallaşma yaşamıştır. Ancak devletin içinde ki bozulmalar artınca bu durumun bir yansıması olarak müftülük kurumu da etkilenmiştir. Müftüler bozulmaların olduğu sıralarda yolsuzluk ve rüşvet gibi durumlara başvurmuşlardır. Bozulmalara istinaden başka bölgelere gönderilme ve sürgün gibi bazı olaylar da yaşanmıştır. Müftülerin yanlış yollara düştükleri zaman sürgün, cezalandırma ve görevden alınma gibi olaylarda yaşanmıştır (Sütcü, 2017: 467-470).

(26)

19

3. ÜÇ NUMARALI TELHİS DEFTERİNİN DEĞERLENDİRMESİ

VE ATAMALAR

2.1. Defterin Genel Bir Tanıtım ve Değerlendirmesi

Arapça “lahhasa” kelimesinden gelen telhisin sözlük anlamı “özetlemek, hulâsa

çıkarmak” demektir (Kütükoğlu, 2013: 206). Bu kelime Osmanlı Devleti bürokrasisinde

sadrazam tarafından padişaha çeşitli konularla alakalı bildirilen arzın resmi adıdır. Tarihte bu belge türü Mısır Fâtımîler’de ve Memlüklüler’de görülmüştür. Telhis şekil bakımından arz-ı hal ve tezkireden benzerlik gösterdiği için ayırmak zordur. Osmanlı Devleti’nde telhis ilk olarak 16. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkmış olup sadrazamın günlük olaylar, resmi kişilerden gelen raporlar, halkın istekleri, ulûfe dağıtımı gibi hükümdarın karar vermesi gereken konularda padişaha takdim edilen telhis adındaki arzlardır (Fodor, 2011: 402).

17. yüzyıla gelindiğinde Divan-ı Hümayun10 önemini yitirmeye başlamıştı. Resmi

işlerde ise bir kurumsallaşma örneği oluşturulmaya çalışılmıştı. Divan-ı Hümayun düzenli olarak toplanıldığı zamanlarda padişaha sözlü olarak bir arzda bulunulacaksa takdim edilecek olan konu Divan kaleminde telhis tezkireleri hazırlanırdı. Divan başlamadan önce hazırlanan telhis tezkireleri reisülküttab11 tarafından sadrazama verilirdi. Padişah vermiş olduğu kararı

Divan’da sözlü olarak dile getirir ve uygulamaya geçerdi. 16. yüzyılın sonlarına doğru artık padişahın verdiği kararları sözlü olarak bildirmesine pek rağbet edilmemiş ve telhislerin yazılı olarak padişaha sunulması ve cevabın da tekrar yazılı olarak bildirilmesine başlanılmıştır. Divan-ı Hümayun toplantıları 17. yüzyıldan sonra azalmaya başlamıştır. 18. yüzyıldan itibarense ulufe ve elçi kabullerinde Divan-ı Hümayun toplantıları yapılmıştır. Dolayısıyla

10Osmanlı Devleti’nde 15. Yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar padişahın adına toplanan en önemli karar organıdır. 17.

Yüzyıldan sonlarına doğru Divan-ı Hümayun yetkileri vezîrâzam divanı olan ikindi divanına geçmeye başlamıştır (A. Mumcu (1994). “Divan-ı Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 9, s. 430-432)

11Osmanlı bürokrasisinde Divan Kalemi amiridir. Reisülküttaplık devlet işlerinde ki katib yöneticiliğini yapmak

için oluşturulan kurumdur. Reîsülküttâb’ın Divan-ı Hümayun toplantılarında arzuhalleri sesli bir şekilde okumak, telhis kesesini sadrazama vermek, divandan kendisi veya nişancı tarafından çıkarılmış olan fermanların kontrolünü yapmak, tımar tahsisi, tayinleri deftere kaydetmek fermanlar tuğra çekmek gibi başlıca görevleri bulunmaktadır (R. Ahıshalı (2007). “Reîsülküttâb”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 34, s. 546-549).

(27)

20

arza girişlerde azaldığından sadrazamlar tarafından yazılan telhislerin sayılarında artış olmuştur. Paşa Kapısı’nda reisülküttabın hazırladığı telhisler “telhis kesesi” adı verilen keselere konulur, mühürlenir ve “telhisci” denilen görevli ile saraya gönderilirdi. Sadrazamların sefere çıktığı dönemlerde telhisler direk padişaha değil, önce sadaret kaymakamına gönderilir onun tarafından padişaha takdim edilirdi. Cevabı da aynı şekilde sadrazama iletilirdi (Kütükoğlu, 2013: 203-207).

Telhis defterleri Bâb-ı Meşîhatten12 Sadarete yazılan telhis nüshalarından oluşmaktadır. Bu telhisler Bâb-ı Meşîhat Kurumu oluşturulmadan önce yazılmıştı. Bâb-ı Meşîhat tesis edilince telhisler 4 bölüm halinde kayıt edilmiştir. Birinci telhis defteri Hicri 1288 (Miladî 1871) yılından başlayıp Hicri 1341 (Miladî 1922) yılına kadar tutulan defterleri ihtiva etmektedir. Tayin sıralaması bu Meşihatten çıkan son basamağıdır. Yapılan incelemeler sonucunda tayin başarısını gösteren kişinin telhislere kaydı yapılmıştır. Şeyhülislam tarafından atanacak olan mevleviyet kadıları ve yüksek dereceli müderrislerin tayinleri üç aşamadan oluşmaktaydı. Mevleviyet kadısı veya yüksek derecede bir müderrisin atanması için öncelikli olarak Şeyhülislamlıktan arz tezkiresi yazılmaktadır. Daha sonra arz tezkiresinin üzerine Mabeyn’den tayin hususunda alınan iradeyi yerine ulaştırması için tezkire yazılır. Atamanın gerçekleşmesi için son işlem ise Meşihat’te telhis hazırlanırdı (Aydın & Yurdakul, 2015: 101).

Yukarıda da sözü edildiği gibi telhisler padişahın onayının alınması için ona sunulan arzlardır. Bu arzlar padişaha sunulup karara bağlandıktan sonra Osmanlı arşivlerinde yerini almışlardır. Sonrasında ise konularına ve tarihlerine göre tasnif edilerek birer defter halini almıştır. Bu defterler bize Osmanlı bürokrasisinin ne denli mühim olduğunu ve nasıl müthiş bir sistemle işlediğini bir kez daha göstermektedir. Devletin merkezi yapıdan nasıl yönetildiğini, her hususta padişaha danışıldığı ve reayanın dahi padişaha bu yollarla isteklerini ulaştırabildiğini görmekteyiz. Üzerinde çalışmış olduğum defter 19. yüzyıla ait olup bu dönemdeki kadı, müderris ve vaiz atamalarına aittir. Bu tür belgeler bize Osmanlı

12Osmanlı Devleti’nde kurumsallaşmanın bir diğer ayağı da Bâb-ı Meşîhat dairesinin oluşturulmasıydı. Bâb-ı

Meşîhat oluşturulmadan önce şeyhülislamlar kendi konaklarının bir odasını resmi daire olarak kullanmaktaydı. Ancak Sultan II. Mahmud döneminde yeni bir öneri olarak şeyhülislamlık işlerinin görüşülmesi için Ağakapısına geçilmesi gerekmektedir. Böylelikle her şeyhülislam değiştiğinde onların resmi daireleri aranmayacaktı. Kurumsallaşmanın gereği olarak bir binaya taşınan şeyhülislamlık kurumu artık bütün işlerini buradan yönetecekti. Bâb-ı Meşîhat dairesi 19. yüzyıldan sonra tek çatı altında toplanmış zaman zaman da farklı isimlendirmelerle karşımıza çıkmıştır. Salnamelere bakınca Bâb-ı Fetvâ ve Fetvahâne ismi sıkça geçmektedir. Bâb-ı Meşîhat dairesi 19. yüzyılın sonlarından itibaren gittikçe önemi artmış mülazemet sınavları, kadı atamaları ve önemli işler padişahın huzurunda burada görüşülmüştür (M. İpşirli (1991). “Bâb-ı Meşîhat”, TDV İslam

Referanslar

Benzer Belgeler

<;ali§mamizm amac1; standart (W /W) ve mavi-san (B/Y) gorme alanlan normal olan, ancak op- tik sinir ba§I C/D oram: 0,6'nm iizerinde bulunan gozlerde optik sinir ba§I (OSB)

Bozan karyesinde yaĢayan 424 kiĢiden 232 kiĢiye ait boy bilgileri kayıt altına alındığı için grafikte de o kadarı gösterilmiĢtir. 98 kiĢi ise uzun boylu olarak

Esasında  imparatorluk  içerisinde  mesai  saatlerine  uymayanlar  sadece  adliye  personeli  değildi.  Tahmin  edilmesi  güç  olmayacak  şekilde, 

(Polat Haydaroğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar, s. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti’nde Yabancı Devletlerin Kültürel ve Sosyal Müesseseleri, s.

Meme ba§r lezyonuna ek olarak lokal ve- ya yaygrn in situ tipte duktal karsinoma veya invasiv tUmor olabilir.. Lent nod metastazr c;ok onemli prognostik faktor

Ø  Toplum Sağlığı Merkezi çalışanlarının da bireyleri aşı olmak için aile sağlığı merkezlerine yönlendirmesi... Ø  Sağlık muhabirleri ile bir

Eski Anadolu Türkçesi metinlerinde yaygın bir biçimde kullanılan ve Tarama Sözlüğü’nde (Dilçin, 2009: 144) keleci şeklinde geçen kelime, Ahmed-i Dâî

uzak oldu¼ gu s¬rada adam¬n gölgesinin tepe noktas¬n¬n direkten uzakla¸ sma h¬z¬nedir.. adam direkten