olduğu halde tarif edilmez bir pislik içinde idi ve adam yüzü san değil artık yeşil bir renk bağlamış bulunduğu halde he
nüz ağır ağır, belirsiz bir şekil
de nefes alıyordu. Karısını far- k jdemedi. Zaten gözleri kay
mıştı. Bu gözler biraz daha ka
yıp dudaklar hiç kımıldamaz o - lunca, papatyalı ıhlamurun bü
tün. vazifesini ifa etmiş bulun
duğunu Madam Rebeka anladı ve iki saat büyük kızla damadın odalarından hiç bir ses duyul
mamak şartiyle yatak çarşafla
rını ve halıyı ortadan kaldırıp bunların yerlerine yenilerini koyduktan sonra —yatak takım larmı değiştirirken henüz soğu
mağa başlayan cesedi de meta
netini son haddine kadar kulla
narak evirip çevirdikten ve hat
ta pijamayı değiştirdikten son
ra— hamama geçti, ellerini uzun uzun yıkadı: Parmaklarına sin
miş olan koku Leydi Makbetin ellerindeki kan lekeleri gibi çık mak, dağılmak bilmiyordu!
dağılmak bilmiyordu!
Bundan sonra tekrar ölünün o- dasına girmiş, pencereyi açıp o- dadaki murdar havayı dağıtmış
tı ve bütün bu işleri yaptıktan sonra nihayet birden: — Jozef, ne oldun Jozef? Koşun, yetişin!
diye bağırmağa başlamıştı.
Sabah oluyordu ve artık büyük kızla kocası uykularına nihayet verip bu davete icabet ettikleri gibi aşağı kattan sesleri duyan Jozefinl'e kocası da yukarı çıktı
lar. Yahudi mahallesindeki en velveleli aile kavgasını büe göl
gede bırakacak bir şiddette bir yahudi matemi, büyük çoğunluğu Türk olan bu Yenişehir semtinde
artık kimbilir kaç gün devam et
mek üzere başlamış bulunuyor
du...
Şu kadar ki, ölüm sözü henüz ağza alınmış değildi.
Çünkü aile daha dün gece sa
pasağlam yatmış olan bu adama ölümü konduramıyor, onun mut- k k a yeneceği bir şiddetli buhran yüzünden baygın ve hareketsiz yattığına kani olmak istiyordu.
Nitekim, uykusundan kaldırılıp Eskişehire, Neşet Lâmi Beyin a- partımanına gönderilen kapıcı Dursuna da Mösyö Jozefin bir
denbire pek ağır şeküde hasta
lanmış olduğunu bildirerek dok
toru derhal çağırması tembih e- dilmişti.
Halbuki zavallı Joz'ef Tudela- nm elleri ve ayaklan soğuduk
tan, dudakları morardıktan son
ra kalbi de durmuş ve adam bir bayii zaman önce ölüp gitmişti, bileriyle ayaklarında da morluk lar görünüyordu.
Kandillideki köşklerinde tele
fon bulunmadığı için Semiha ad
res olarak komşuları Itefet Be
yin köşkünü, onların telefon nu
maralarını vermişti ve Jozef Tu.
dela altı gün, saat tam on birde, oraya telefon ederek afiyet ha
berini istedi, her şeyin halledil
mek üzere bulunduğunu, can sı
kacak hiç bir şey olmadığım te
min ederek bir emri bulunup bulunmadığını soıdu.
Bu hal altı gün sürmüştü. Ye
dinci, sekizinci ve dokuzuncu gün ler Semiha on buçukta gittiği Refet Beylerde, Refet Beyin kızı ve mektep arkadaşı Meziyet ha.
nımla on ikiye kadar kalıp soh
bet ettikten ve Jozef Tudelamn telefonunu boş yere bekledikten sonra, her sefer daha mütehayyır ve daha endişeli, kendi köşkü
ne dönüyordu.
Bu sükûtu bazan anî bir has
talığa atfedip merak ediyor, fa
kat Jozef Tudelamn namına te
lefon edecek kimse bulamaması
nı havsalası almıyordu. Daha çok da ihmale mal ederek o za
man büyük bir hiddet içinde 'bo
ğuluyordu.
«Vay körolası pinpon vay! Ken dini şimdid'en naza mı çekiyor?
Aptal gibi âlâ kısmeti teptim.
Bana meheldir! Herif işte yet
mişlik karısının hükmü altına gi
riverdi.»
Bu sözleri ertesi güne kadar artık kendi kendine yüz kere, bin kere tekrar ediyordu. Ayrıca da annesinden yiyebileceği papara
lardan, onun sonu gelmiyecek vıı yırlarından çekiniyordu, bundan dolayı da hakikî vaziyeti gizli
yor, endişelerini hiç açmıyarak telefonda konuşup dönmüş ol
duğunu söylüyordu. Babasının mühtedi olmasına rağmen haki
katen pek samimî bir müslüman olan ve kendini halis Türk sa
yan annesi Güzide hanım, bu iz
divaca hiç gönlü istemeden rıza göstermişti. Razı olmadan evvel de sonsuz mahzurları ve tehli
keleri hakkında uzun nutuklar vermişti. Şimdi; fikirlerinin bu kadar çabuk haklı çıkmasiyle müftehir; neler söylemezdi! Ne
ler söyliyeceğini Semiha pekâlâ tahmin diyor, kaldı ki aynı şey
leri bizzat kendisi kendi kendine söylüyordu:
«Nasıl, küçük hanımefendi, yaşı yaşına uygun, kendi milli
yetinden, kendi dilinden bir a- damı, bütün mazini affeden, hiç değilse bilmiyen bir adamı bıra
kıp yabanın elli beşlik yahudisi- ni karısından ayırmağa kalkar mısın, herifi Mişonluktan İzak- lıktan çıkarıp kendisine varmağa teşebbüs eder misin? Bari kendi
sini yalnız bırakma, tepesinde b'ekle! Madamasiyle, kızları, da- matlariyle kalır kalmaz işte kör olası cayıverdi. Sen de öteki kıs
meti teptiğin için cascavlak kal
dın. Alık karı, işte bu macera
dan da iki elin böğründe çı
kıyorsun!»
Halbuki esasında bildiğimiz gibi, mesele hiç de öyle değildi. Is- tanbula giderken Jozef Tudela- dan izdivaç hazırlıkları namı al
tında ve hâriciyeye inleye püfle- 1 ye çalışmak üzere üç dört sene devam etse eline geçmiyecek b iı ( parayı pek usta nazlardan son-|
ra almış bulunuyordu. Şu kadar ki, bu nihayet bir hazır paray
dı ve hazıra dağlar dayanmadı
ğını S'emiha bilmez değildi.
Üçüncü gün, yine on ikiye ka
dar boş boşuna bekleyip hasislik leri ile öteden beri nam vermiş olan Refet Beylerce yarım ağız
la dahi yemeğe davet edilmeden köşküne dönerken, hatırına bir
den bir ihtimal gelecekti. Jozef Tudela kendisine yoksa bir sür
priz mi hazırlamıştı? On günlük hasretine dayanamıyarak koşup gelmiş de şimdi kendisini köşk
te mi bekliyordu? Dün ve evvel
ki gün telefon etmemiş bulunma
sı bundan mı ileri gelmekteydi?
Kendisini bu ümide kaptırdık
tan sonra içine hafifçe bir korl ku da girdi: Allah vere de an
nesi kendi yaşındaki bu yahudi damada karşı dürüşt bir muame
lede bulunmamış olsaydı.
Fakat köşklerine ayak atınca, bu ümidin boş bir hayalden iba
ret olduğunu derhal anladı. An
nesiyle taşılkta karşılaşmış ve Güzide hanım kendisine:
— Mişonun neler söyledi? Ne zaman teşrif ediyor? demişti.
Annesi hiç hesapta yokken pey da olan bu namzet damattan haz
zetmediği için ona Mişon adım takmıştı. Semiha buna şimdiye kadar hiç hiddetlenmeyip sadece bir iki kere ve gülrek: «— Anne bu Mişon sözünü dilüıe pek pe- resenk ettin. Günün birinde he
rif Ahmet mi Mehmet mi her ne olacaksa olduktan sonra da ken dişine Mişon deyivereceksin!»
demiş olduğu halde bu sefer i- çinde bir bora kabarırken yine (Mişon) sözünü duymak kendi
sini fevkalâde sinirlendirdi ve içinden: «— Allah Mişonu da, sîzleri de, beni de, hepimizi bir
den kahretsin!» diyerek omuz
larını silkti, odasına çekilip öğ
le yemeğine kadar hiç ortaya çıkmadı.
Komşulardan biri misafir gel miş olduğu için annesi de ken
disini aramadı ve öğle yemeği için sofraya geç oturuldu.
Sofrada lokmaları ağzında bü yüyecek büyüyecek, boğazından geçmiyecekti. Güzide hanımsa mutad iştihasile yemeğini ye
miş, sonra da öğle uykusu için odasına çekilmişti.
Genç kadın arkasından acı a- ci gülmüş: «— Öyle ya, birkaç sene yaşatacak bir para temin edildi. O vakte kadar da Semi- ha hanım nasıl olsa bir şey bu
lur, niçin üzülmeli?» diye mı- rıldanmıştı.
Ve mutlak bir sessizliğe gö
mülen köşkte genç kadın biran çıldırmaktan korktu, dışarı fır
ladı. Caddeye inip iskele yolu
na kadar yürüdü, sonra yoku
şa kıvrılıp bir kaç adım ilerli- yerek telefon santral binasın^
vardı. Santral memuresi hanim nakış işliyor, içeri taraftan bu
laşık yıkanmasına mahsus gü
rültüler duyuluyordu.
Memure hanım ziyaret kabul eden asri bir hanımefendi eda- sile hal-hatir sordu ve söz uza
madan gelenin Ankarayı isteme sinden, sıhhatine rağbet edilmş meşinden biraz muğber, kendin den istenen şeyi yaptı. Fakat hat pek yüklü olduğu için bek
lemek icabedeceğini de ilâve etti.
Semiha; — Müstacel verin, demişti.
Müstacel telefon etmek için de yarım saat beklemek icabet- mişti. Nihayet Ankara verildi vt gürültüler içinden çıkan bir ses: «Tudela Efendinin mağaza
sı, ben damadı möşyö Alber Vin terman!» dedi.
Bu herifin Jozefin mağazasın
da bulunduğu vaki olmaz gibiy
di. Hele Istanbulla konuşmak i -
■şinin ona düşmesinde hiç bir
mana yoktu. Bir şeyler olduğun*
dan emin, sesi heyecandan gay- riihtiyarî^ titreyerek, Semiha:
" Tudela Efendi ile görüşmek istiyorum, dedi.
. Telefon çok uğultulu olduğu için Alber Vinterman konuşa
nın kim olduğunu farketmemiş olacaktı. Genç kadına biraz sert biraz dürüşt gibi gelen bir eda ile: — Kendisine ne söyliyecek- siniz? demişti.
— Görüşeceğim.
— Maalesef artık kabil değil
dir!
Semiha sinirlenmişti:
^ — Mühim bir şey söyliyece- ğim, möşyö. Ben Semiha!
O zaman Alber Vinterman Avrupalı terbiyesinin bütün za
rafeti içinde, fakat yine kuru ve resmî, fransızca olarak ce»
vap verecekti: — Maalesef kaa«
bil değil madam! Çünkü kayın- pederim evvelki gece sabaha karşı öldü ve dün gömüldü. Bu haberi bildiren kâğıdı bugün namınıza postaya verebildik.
Çok meşguldük, af buyurun!
Semiha hiç bir şey söyleme
den telefonu kapadı...
Evvelsi gece, sabaha karşı öl
müş, dün gömülmüş, haber ve
ren ilân mahiyetinde kart ancak bugün namına postaya verile
bilmiş!
Bunları ağır ağır düşündü ve sonra kendisinin de hayret et
tiği, hakikaten hayret ettiği bir1 şey oldu: Gözleri birdenbire yaş la dolmuştu!
«Bereket ki Refet Beylerin eylerinden telefon etmedim, Me zıyyet bu ağlayışıma kahkaha
larla gülerdi!» diye mırıldandı.
Halbuki kendisi; «Yoksa he
rif Müslüman olmaktan vazgeç
ti de benim Raşel veya ikinci hi Rebeka olmamı mı isti
yor!» a kadar neler düşünmüş, nelere ihtimal vermişti! Fakat güudüz telefonda sesi sapasağ
lam, o kadar neş’eli ve ümidli g<tlen bir adam nasıl olur da o
gece ölü verirdi! ı
Santral memuresi şişman ha
nim gayritabiî bir vaziyet oldu
ğunu anlamış, sualler sormak îhtiyacile yanıyor, fakat buna cür’et edemiyordu. Semiha hiç bı* şey söylemeden hafif bir baş selâmile ayrılmıştı. Binanın bah çesinde birden hiddetle durdu.
Ve haberi veren o Alber Vin
terman olacak herife bütün nef ret ve gayzını boşaltmamış:
XXXII
Semiha köşkten içeri girince annesiyle alt kattaki taşlıkta kar Silaştı ve çehresinin solukluğunu, gözlerinin kızartısını Güzide ha- mm derhal farketti.
— Ne var Allah aşkına? Nere
ye gitmiştin? Adnandan yoksa fena bir haber mi var? diye he
yecanla sordu.
Hayır, Adnandan gelmiş fe na bir haber yok. Fena haberi şimdi telefondan, Ankaraya te
lefon ederek aldım.
dit ıena bir haber bu lunmadığını öğrenince Güzide hanımın yüzü derhal ferahlamış, tı. Kızının anlatmağa koyulduğu Şeyleri yüzüne fazla bir heyecan, ' fazla bjr keder gelmeden, dene
bilir kı hattâ lâkayıt, hemen he- cekti Sakİn Ve memnun dinliye-
~ Üç gündenberi Jozef Tu- deladan hiç bir haber yoktu. Si
ke «telefon etti, görüştük» deyi
şim hep yalandı. Bugün de tele-
S L n 7!T? 3rtlk cok m«ak
ettim. Ortadaki gayrı tabiî hali öğrenmek, anlamak için santra
ca gidip Ankarayı istedim. Mağa
radan kuçuk damadı cevap ver
ir ve kendisinin evvelki gece ö - fm ü lm ü ş bulunduğunu bildirdi. Bu anı ölüm bana doğ
rusu pek şüpheli göründü. Ka
rısına verdiği mühlet tam bit
mek üzereyken geceleyin bu ö- lug pek gar ipi
Genç kadın bu son iki cümle
yi âdeta kendi kendine konuşur gibi söylemişti. Bütün yol müd
detime düşünmüş olmakla bera- ber belki ancak bu iki cümleyi söylediği sırada katiyet kesbeden kararını bildirmek üzere de ilâ
ve edecekti:
Yarınki sabah treniyle An
karaya gidiyorum.
— Ankaraya mı?
— Evet, Ankaraya.
— Ne yapacaksın orada?
» ~~ 5eyi anlarnağa çalışaca
ğım. Anlayacağım da!
—-i } cyı anıamak sözüyle kasdettığm nedir? Bu ölümü ta
bu bir olum olarak kabul etmi
yor musun?
~ ^m iyorum . Bir kere damat r» J ^ ° nu âdeta güzüme ka
padı; Belli ki konuşmaktan kork-
‘ Aralarında bir dakikalık bir sü kût oldu. Ve bu sükût dakikası içinde galiba heı iki kadın da maziye, ancak iki yıllık bir ma
ziye daldılar. Sonra Güzide ha
nım dedi ki:
— Hatırlar mısın, Ali Hayret
tin Beyin karısı Mehlika hanımı bırakıp seni almağa karar verdi
ği günün gecesinde kalb sekte
sinden ölüverigi de benim tuha
fıma gitmişti. Bu işin bir cina
yet olması ihtimali hatırıma gel
mişti. fakat sen şüphelerime iş
tirak etmemiş, «kadıncağızın gü
nahına girme!» demiştin. Vazi
yet tamamiyle aynı, bu sefer ni
çin tesadüf, kader demiyor da iş
te cinayetler, zehirlemeler farze.
diyorsun? Mehlika hanımın evin
de düşmanlarını zehirlemekle meşhur Borjiyalarm eczahanesi mi var ki kadın derhal kocasını zehirlesin, demiştin? Şu halde a- ' dı Rebeka mıdır, nedir, işte o
karın ağrısı karının eczahanesi bulunduğuna niçin hükmediyor
sun?
Semiha omuzlarını kaldırdı:
— Vaziyet aynı değil ki! Hay
rettin ayrılma kararım bildirece
ği gece ölmüştü. Bu, kararını bil
dirdikten tam bir hafta sonra ö - lüyor. Sonra bunun mirasçıları bir değil bir kaç kişi, ikisinin Mehlika kadar âciz ve bîçare ol
duklarım kabul etsek bile karı
sı, küçük kızı ve onun kocası şeytanı ata ters bindirecek ka
dar kurnaz mahlûklar!
— Peki, gideceksin de ne o- lacak?
— Bir kere anlayacağım. Kuv vetle zannettiğim gibi bir cinayet varsa^ bu cinayet yapanın yanın
da kâr kalmamalıdır.
Güzide hanımın kaşları çatıl, mış, düşünceden alm buruşmuş- tu. — Bu hareket Güzide hanın»
oğlunu kızına daima tercih et«
mig bulunmakla beraber kızını da seven bir anneydi. — Öyle ise ben de beraber gelirim, seni
yalnız kollayamam, dedi.
— Hayır, annec, yalnız git
mem lâzım. Seninle beraber ol.
mak hareketlerimi ancak güçleş
tirebilir.
— Evet amma, b'en burada me
raktan çıldırırım. Mademki bun.
lar rou derecede cüretli mahlûk
lar, sana da bir şey yaparlar.
Semiha: — Bana ne yapacak
lar, ne yapabilirler? dedi.
Güzid'e hanım: — Ne bileyim ben? Belli ki Allahtan korkmaz müthiş şekilde cüretkâr mahlûk
lar! diye söylendi.
Semiha dedi ki: — Benim kılı
ma dokunamazlar. Yanlarına mi
safir inecek değilim ya- Onların1 daha geldiğimi duymalarından önce ben lâzım gelen teşebbüs
lerde bulunur, onları kıskıvrak yakalatırım.
Ve ertesi sabahki trenle An- karaya hareket etti. İçinden he- yacanlı, fakat görünüşte gayetle1 sakindi ve kılığına kıyafetine dai ma gösterdiği itinada en küçük S bir fark yoktu.
Bir talih eseri olarak trende de hiç bir tanıdığa rastlamadı. V'e daima pek kalabalık olan, bir seyran yeri, bir mesire manzarası arzeden Ankara garında da aynı hüsnü talih devam ederek kim
seye hesap vermek zorunda kal
madı.
Semiha istasyon meydanında hemen bir otomobile atladı ve şoföre «Ankara Palas!« emrini verdi.
XXXIII
Semiha hanım Ankara Palasa tabiîdir ki kibarlık taslamak ve
bu otelin zengin müşterileri a- rasında yeni “bir macera aramak emeliyle seçmiş değildi. Fakat is
tasyona en yakın olan otel bu oteldi, şehre girmeden, çarşıda Tudela ailesinden herhangi bir kimseye rastlamadan kendisini o . raya atmak ve dört duvarı ara
sına iltica etmek istiyordu. O- radan İktisat Vekâletindeki ar
kadaşı Necla Hanımı telefonla çağırıp kendisiyle bir hareket plâ nı tanzim edecekti.
Kaldı ki, Ankarada kendi vazi
yetinde, kendisi gibi güzel bir genç kadın yalnız olarak ancak Ankara Palasa inebilirdi.
Sade «oda yok» diye bir aksi ce i vap almak ihtimalinden endise- 1 liydi.
Böyle bir aksi cevapla karşı- laşmaaı ve kendisine verilen küçük odaya ufak bavulunu bı
rakır bırakmaz otelin telefon santralına koşup Neclâyı aradı.
Ancak «daha erken, belki de gel memiştir!» diye düşünüp üzülü
yordu. Nedâ nazlılığı meşhur o- lup daha yukarıdakilerin müsa mahalari hasebile müdürlerin kendilerine söz söyliyemedikle- ri, söyledikleri takdirde de ters lendikleri daktilolardandı. Fa
kat hayırlı bir tesadüfle işinin başına gelmişti ve bu, Semiha- nın yola çıkışından beri karşı
laştığı dördüncü hüsnü talihi, trende ve istasyonda bir tanı
dığa rastgelmemek ve otelde bir oda bulmaktan sonraki hüsnü talihi teşkil etti. İşlerin bundan sonra da iyi yürüyeceği hakkın da birden bir emniyet duydu.
Neclânın telefondaki ilk sözü;
— Olandan tabiî haberin var?
demek olmuştu.
— Evet, evet var. Zaten geli
şim de bundan.
— Nereden telefon ediyor
sun?
— Ankara Palastan, oraya indim. Seni hemen odamda bek liyorum. Sade rica ederim, gel
miş bulunduğumu hiç kimseye söyleme!
— Peki. Nihayet yirmi daki
ka sonra oradayım.
Semiha odasına döndü ve yü
zünü gözünü sabunla yıkayıp
saçım düzeltirken aynada çeh
resinin hatlarını âdeta değişmiş, gözlerini fersiz ve derisini yer yer sarkmış buldu. Adeta bir tehlike duygusu içinde, bir teh
likeden kurtulmağa can hevli- le çalışan bir insan hissi içinde çantasındaki boya kutucukları- na iltica etti. Kendini şimdiye kadar hiç bu derecede yorgun ve solgun, geçkin, cazibesini ve kudretini kaybetmiş bir kadın olmağa bu derecede namzet gör memişti. Makyajını yaptıktan, sonra beş on dakikayı da kafe
se kapatılmış bir kaplan gibi kü çük odanın karyoladan serbest kalan beş altı adımlık sahasın
da birteviye gide gele, içi içine sığmıyarak geçirdi.
Nihayet kapıya vurulmuş ve yol gösteren bir otel hademesi
nin arkasından arkadaşı görün
müştü.
iki gene kadın öpüştüler. Son ra Neclâ elini Semihamn bir şa kağına dayayarak: — Senin bi
raz ateşin var, dedi.
— Uykusuzluktan, yorgunluk tan olabilir: Yataklı yoktu, hiç uyuyamadım.
— Biraz uzanıp dinlensen!
Semiha omuzlarını silkip in
ce çekik kaşlarını kaldırdı:
— Buraya dinlenmeğe gelme
dim! dedi. Sonra da ilâve etti:
— Öyle bir heyecan içindeyim ki gözüme günlerce, haftalarca uyku girmiyeceğini sanıyorum.
Sen bu işe ne dersin, Neclâ?
Muhatabı hiç bir şey söyle
meden başını eğdi. Çantasını a- çarak içinden dörde bükülmüş bir gazete sahifesini: — Bugün kü gazete, oku! diyerek uzattı.
Ankaranın yarı resmî gazete
si (Hâkimiyeti Milliye) nin iç sahifesini uzatmıştı ve bu sa- hifenin dördüncü sütununda Se miha bir kaç satırının etrafını kalemle işaretlenmiş gördü.
Dudaklarında acı bir tebes
sümle: — Ölümünün ilânı mı?
dedi.
Gazete sahifesini elinde tutu
yor ve okumakta âdeta tered
düt ediyordu.
Sonra başını eğip okudu*
VEFAT
«Şehrimizin pek maruf tüc
carlarından olup, Karaoğlan çar şisında büyük bir nalbur mağa
zasına sahip bulunan Jozef Tu
dela efendi pek kısa bir hasta
lığı müteakip Yenişehirdeki a- pai'tımanmda evvelki gece ve
fat etmiş, cenazesi dün akraba- larile bir çok dostlan hazır bu
lunduğu halde kaldırılıp asri mezariığa gömülmüştür. Kendi
si hayır ve hasenatiyle tanınmış olup Türklüğe muhabbeti ve memleketine bağlılığiyle ma
ruftu.
(Dul zevcesi Madam Rebeka ile kızları ve damadları Stüde Beyker otomobil ve kamyonları1 ajanı Mösyö Alber Vintcrman ve Eskenazi Feryano efendi ta
rafından) kaydı da bu satırların
altına ilave edilmiş bulunuyor- v.
du.
Gariptir ki, ilânı okuyan Se- mihanın ilk düşüncesi ikinci da madm, Mösyönün, bu münase
betle de büyük damadın üstün
da yer almış bulunduğu keyfi
yeti oldu. Sonra bu ölüm ilânı, telefondaki konuşmanın vereme
miş olduğu kat’î kanaati verdi.
Sapsarı ve bumburuşuk yüzi- le Rebekayı, sakil suratlı, saç
ları perişan, kıyafeti perişan, çıplak ve kirlice ayakları yün terlikli Rozayı ve boyalı, yapma
cıklı çehresi, fazla itinalı kıyafe- tile Jozefini, sonra iki damadı, bütün çehresi çil içinde, kızıl saçlı, kızıl kaşlı ve beyaz kir
pikli, tipik yahudi suratlı Eske
nazi ile miyop gözlüklerinin » arkasmdan sert ve mağrur ba
kışlı, ilk iş olarak kaynatanın servetinin kaabil olduğu kadar büyük bir kısmına oturduktan sonra sonsuz ikballer tahayyül eden Alberi, lâpa semizliğiyle küçük Jozefe kadar cümlesini
\
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi