• Sonuç bulunamadı

ti N E V V Y O R K TIM ES Ç O K S A T A N I C^CT M ln YAZARI GAYLE FORMAN

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "ti N E V V Y O R K TIM ES Ç O K S A T A N I C^CT M ln YAZARI GAYLE FORMAN"

Copied!
302
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

t i N E V V Y O R K T I M E S Ç O K S A T A N I C ^ C T M lN Y AZAR I

GAYLE

FORMAN

(2)

Gayle Form an. insanı yıkan kavıplann ardından hayatta kalabilmek için gereken cesaretin sağlam bir portresini çiziyor*

Stephen Chboslcy. Ntw York İlm e* çoksatan yazan

(3)

Pegasus Yayınları: 1260 Gençlik: 225

Senden Geriye Kalan Gayle Forman özgün Adı: I Was Here

Yayın Koordinatörü: Berna Sirman Editör: Sibel Yıldız Düzelti: Pervin Salman Sayfa Tasarımı: Ezgi Gültekin Kapak Uygulama: Pınar Yıldız

Baskı-Cilt: Alioölu Matbaacılık Sertifika No: 11946 Orta Mah. Fatin Rüştü Sok. No: 1/3-A

Bayrampaşa/İstanbul Tel: 0212 612 95 59

iprü^. S<snöL

1. Baskı: İstanbul, Şubat 2016 ISBN: 978-605-343-755-0

Türkçe Yayın Hakları © PEGASUS YAYINLARI, 2016 Copyright © Gayle Forman Inc., 2015

Bu kitabın Türkçe yayın hakları Kayı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla Dystel & Goderich Literary Management'tan alınmıştır.

Tüm hakları saklıdır. Bu kitapta yer alan fotoğraf/resim ve metinler Pegasus YayıncılıkTic. San. Ltd. Şti.'den izin alınmadan fotokopi dâhil,

optik, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz.

Yayıncı Sertifika No: 12177

Pegasus YayıncılıkTic. San. Ltd. Şti.

Gümüşsüyü Mah. Osmanlı Sk. Alara Han No: 11/9 Taksim/İSTANBUL Tel: 0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46 www.pegasusyayinlari.com / info@pegasusyayinlari.com

(4)

GAYLE FORMAN

SENDEN

GERİYE KALAN

İngilizceden çeviren:

Müge Kocaman Özçelik

P E G A SU S Y A YIN LA RI

(5)

Suzy Gonzaks için

(6)

"Ne yazık ki hayatımı sona erdirmek zorunda kaldığımı bildir­

meliyim. Bu çok uzun zaman önce aldığım, tamamen bilinçli bir karardır. Kararımın size acı vereceğini biliyorum ve bunun için üzgünüm ama şunu bilin ki ben de kendi acımı dindirmek zorundaydım. Bunun sorumluluğu size değil tamamen bana ait. Sizin hiçbir suçunuz yok..."

Meg

M eg bana, ailesine ve Tacoma polis merkezine bu mektubun birer kopyasını göndermişti. Polis merkezine mektupla birlikte gön­

derdiği bir başka nota da kaldığı moteli, oda numarasını, ne tür bir zehir kullandığını ve cesedi bulunduğunda neler yapılması gerektiğini yazmıştı. Motel odasındaki yastığının üzerine elli dolarlık bir bahşiş ve oda görevlisine cesedine hiç dokunmadan polisi aramasını söyleyen bir not daha bırakmıştı.

Mektubun olduğu e-postaları bize gecikmeli göndermişti. E-pos­

talar bize ulaşana dek o çoktan aramızdan ayrılmış olsun diye.

7

(7)

Senden Geriye K alan

Elbette ben bütün bunları sonradan öğrendim. Bu yüzden ya­

şadığımız kasabanın halk kütüphanesinde Meg’den gelen e-postayı okuduğumda önce bunun bir şaka olduğunu düşündüm. Ya da bir tür muziplik. Meg’i aradım. Telefonu cevap vermeyince ailesine ulaştım.

“M eg’in gönderdiği e-postayı aldınız mı?” diye sordum onlara.

“Hangi e-postayı?” dediler.

(8)

2

Anma törenleri vardır. Ve gece duaları. Bir de toplu dualar. Bütün bunları olması gerektiği şekilde yürütmek zordur. Gece dualarında mumlar yakılır ama bazen bu, rutin toplu dualarda da gerçekleştirilir.

Anma törenlerinde insanlar kürsüye çıkıp bir şeyler söylerler. Halbuki söylenecek ne kalmıştır?

Meg’in ölmek zorunda kalması yeterince kötüydü. İsteyerek.

Bir de üstüne bana bütün bunları çektirdiği için onu ben de öldü­

rebilirdim.

“Hazır mısın, Cody?” diye seslendi Tricia.

Bir perşembe günü ikindi saatleriydi ve son bir ayda düzenlenen beşinci törene katılacaktık Bu defaki mum ışığı seremonisiydi. Sanırım.

Odamdan dışarı çıktım. Annem, Meg’in ölümünün ardından Goodwill’den satın aldığı siyah gece elbisesini koruyucu kılıfına yerleştirmekle meşguldü. Şimdilik bu elbiseyi sadece cenaze elbisesi olarak kullanıyordu ama bütün bu karmaşa sona erdikten sonra onu geceleri dışarı çıkarken giymeye başlayacağından emindim. Annem elbisesinin içinde son derece seksi görünüyordu. Matem tutmak, kasabadaki diğer pek çok insan gibi ona da yakışmıştı.

“Neden hâlâ giyinmedin?” diye sordu bana.

9

(9)

Senden Geriye kıtlatı

“ Düzgün bütün kıyafetlerim kirlide.”

Hangi dii/gün kıyafetlerden bahsediyorsun?”

"IVkalâ, cenazede giymeye uygun bütün kıyafetlerim kirli diyelim.”

“ Eskiden kirli bir şey giymeyi sorun etmezdin.”

Öfkeli gözlerle birbirimize baktık. Sekiz yaşıma bastığımda Tricia bana artık kendi çamaşırlarımı yıkayacak kadar büyüdüğümü söyle­

mişti. Çamaşır yıkamaktan nefret ederdim. Bu konuşmanın nereye varacağını tahmin etmek hiç de zor değildi.

“Neden yeni bir merasime daha katılmamız gerektiğini merak ediyorum ” dedim. “Kasaba halkının biraz toparlanmaya ihtiyacı var.”

“Toparlanması gereken tek şey peynirdir. Kasaba halkının sadece dikkatini dağıtacak yeni bir faciaya ihtiyacı var.”

Otoyoldaki rengi soluk tabelaya göre kasabamızda bin beş yüz yetmiş dört kişi yaşıyordu. Meg geçen sonbahar tam burslu bir öğrenci olarak Tacomadaki üniversiteye kapağı attığında, “Bin beş yüz yetmiş üç,” demişti. “Sen Seattle’a gelip de birlikte bir daire kiraladığımızda bin beş yüz yetmiş iki,” diye eklemişti sonra.

Görünüşe bakılırsa şimdi kasabamızın nüfusu bin beş yüz yetmiş üçte takılıp kalmıştı ve sanırım yeni birisi doğana ya da ölene dek böyle kalacaktı. Bu kasabadan kolay kolay kimse ayrılmazdı. Tammy H enthoff ve M att Parner eşlerini terk edip birlikte kaçtıklarında bile -k i Meg’in olayından önce kasabadaki en hararetli dedikodu buydu- kasabanın sonundaki bir karavan parkına yerleşmişlerdi.

“ Benim gelmem şart mı?” Ona neden bu soruyu sorma zahme­

tine girdiğimi bilmiyordum. Tricia benim annemdi ama üzerimde hiçbir zaman bu tür bir otorite kurmamıştı. Gitmem gerektiğini biliyordum. Joe ve Sue için.

Joe ve Sue, Meg’in anne ve babası. Daha doğrusu öyleydiler.

Doğru zaman kiplerini kullanmakta zorlanıyorum. Çocuğunuz

10

(10)

öldüğünde bu artık onun anne ve babası olmadığınız anlamına mı gelir? Çocuğunuz kendini öldürdüğünde?

Yaşadıkları kalp kırıklığı joe ve Sue’yu perişan etmişti. Gözlerinin altında öylesine derin çukurlar oluşmuştu ki bu çukurların günün birinde kaybolacağından emin değildim. Sırf onların hatırı için di­

ğerlerine kıyasla daha temiz kokan bir elbisemi bulup giydim. Artık ilahi söylemeye hazırdım. Bir kez daha.

Yüce İnayet. Ne Berbat Bir Ses1.

Yarar, Yüce İnayet ilahisinde geçen "ne tatlıdır o ses” cümlesine gönderme v.tptyor (ç.n.)

11

(11)

3

Onunla ilgili söyleyebileceğim her şeyi düşünerek Meg hakkında birkaç övgü konuşması hazırladım. Mesela anaokuluna başladığımız ilk hafta tanıştığımızda, bana nasıl da ikimizin resmini yaptığını ve üzerine ismimizle birlikte, onun aksine okuma yazma bilmediğim için okuyamadığım birkaç söz yazdığını. “En yakın arkadaşlar yazı­

yor,” demişti Meg. Ve onun arzuladığı ya da olacağını tahmin ettiği diğer bütün şeyler gibi bu sözler de gerçek olmuştu. Konuşmamda bu resmi hâlâ sakladığımdan bahsedebilirdim. Bütün değerli eşyala­

rımı koyduğum metal bir kutuda duran resim yılların ve defalarca bakılmanın etkisiyle bumburuşuk olmuştu.

Ya da belki M egin nasıl da insanlar hakkında kendilerinin bile bilmediği şeyleri bildiğini anlatırdım. Mesela o çevresindeki herkesin art arda kaç kez hapşırdığını bilirdi. Belli ki bununla ilgili bir kriter vardı. Ben üç kez, Scottie ve Sue dörder kez, Joe iki kez, Meg ise beş kez hapşırıyordu. Meg okul yıllığı için fotoğraf çekildiği gün ya da Cadılar Bayramı’nda kimin ne giydiğini de hatırlardı. O geçmişimin bir arşivi gibiydi. Aynı zamanda bu geçmişi o yaratmıştı çünkü neredeyse her Cadılar Bayramı’nı, çoğu kez onun uydurduğu kostümlerle, birlikte geçirirdik.

13

(12)

Meg’in, ateşböcekleri hakkındaki şarkıları saplantı haline getir­

diğinden de bahsedebilirdim. Bu saplantı dokuzuncu sınıfta Heavens to Betsy isimli bir grubun plağını satın almasıyla başlamıştı. Beni odasına sürüklemiş ve YouTube’daki öğretici videolardan da faydala­

narak cızırtılı plağı, kilisenin düzenlediği kullanılmış eşya satışından bir dolara satın alıp tek başına tamir ettiği eski pikapta çalmıştı. Sen gökyüzünü aydınlatmanın neler hissettirdiğini asla bilmeyeceksin. Sen bir ateşböceği olmanın neler hissettirdiğini asla bilmeyeceksin. Corin Tucker’ın kulağa aynı anda hem güçlü hem de kırılgan gelen sesinin gerçek bir insana ait olduğuna inanabilmek zordu.

Meg, Heavens to Betsy’i keşfinin ardından o güne dek yazılmış en güzel ateşböceği şarkılarını aramaya girişmişti. Her zamanki tar­

zını konuşturup birkaç haftaya kalmadan fazlasıyla kabarık bir liste oluşturmuştu. Çalma listesini oluşturmakla uğraşan Meg’e, “Sen hiç ateşböceği gördün müT diye sormuştum.

Görmediğini biliyordum. O da benim gibi Rockies’in doğusuna hiç gitmemişti. Meg önünde uzanan koskoca hayatı temsil edercesine kollarını iki yana açıp, “Bunun için çok zamanım var,” demişti.

X X X

Joe ve Sue, konuşmamı, Garda ailesinin yıllardır üyesi olduğu Katolik kilisesinde düzenleneceği düşünülen, o ilk ve en önemli törende yap­

mamı istemişti. Ancak onların aile dostu olmasına rağmen kurallardan asla taviz vermeyen Peder Grady, törenin bu kilisede yapılmasına müsaade etmemişti. Garda ailesine Meg’in büyük günahlardan birini işlediğini, bu yüzden ne ruhunun çenette ne de bedeninin Katolik mezarlığına kabul edileceğini söylemişti.

Meg’in bedeniyle ilgili kısım sadece teoride kalmıştı. Polis ona bir süre el koymuştu. Anlaşılan Meg in kullandığı, nadir rastlanan

(13)

Gayle Forman

bir zehirdi ki bu durum onu yakından tanıyanları şaşırtmamıştı. Meg asla zincir mağazalardan giyinmez, daima ismini kimsenin duymadığı müzik gruplarını dinlerdi. Elbette içtiği zehir de kimsenin bilmediği bir zehir olacaktı.

Bu yüzden o ilk törende herkesin başında ağladığı tabut boştu ve defin işlemi gerçekleşmemişti. Meg’in amcası Xavier’in, kız arkadaşına belki de bunun hiç gerçekleşmemesinin en iyisi olacağını söylediğini duydum. Kimse mezar taşına ne yazılması gerektiğini bilmiyordu.

“Her söz bir sitem gibi geliyor,” demişti Xavier.

O tören için bir övgü metni yazmaya çalıştım. Ve bunu başardım, ilham almak için Meg’in ateşböceği şarkılarıyla doldurduğu o C D ’yi dinledim. C D ’deki üçüncü parça Bishop Ailen ın Ateşböceği isimli şarkisiydi. Şarkıyı daha önce dinleyip dinlemediğimi hatırlamıyordum ama şimdi her sözü bana Meg’in mezarından inmiş bir tokat gibi geliyordu: Onu hâlâ affedebilirsin. Karşılığında o da seni affedecek.

Ama ben Meg’i affedebileceğimden emin değildim. Onun beni affettiğinden de öyle. Joe ve Sue’ya aklıma söyleyecek bir şey gelmediği için bu konuşmayı yapamayacağımı belirttim.

Onlara ilk kez yalan söylüyordum.

X X X

Bugünkü tören Rotary Kulübu nde düzenlenecekti yani dini törenler­

den biri değildi ama konuşmacı bir din adamına benziyordu. Meg’i hiç tanımayan bütün bu konuşmacıların nereden geldiğini merak ediyordum. Tören bittiğinde Sue beni evlerinde düzenlenecek olan farklı bir törene daha davet etti.

Meg’in evinde zaman geçirmeye öylesine alışıktım ki kapıdan içeri girer girmez aldığım kokuya göre Sue’nun nasıl bir ruh hali içerisinde olduğunu söyleyebilirdim. Tereyağı kokusu onun yemek

15

(14)

yaptığı, yani biraz duygusal olduğu ve neşelendiril meye ihtiyaç duyduğu anlamına geliyordu. Baharat kokusu mutlu olduğunu ve bu tür yemekler kendi midesine dokunsa bile Joe için acılı Meksika yemeği pişirdiğini söylüyordu. Evde patlamış mısır kokusu varsa Sue’nun hiçbir şey pişirmediğini, Meg ve Scottie’yi kendi kaderle­

riyle başbaşa bırakıp karanlıkta yatağına uzandığını anlardım ki bu da mutfağın tıka basa mikrodalgada pişirilen atıştırmalıklarla dolu olduğu anlamına gelirdi. Böyle günlerde Joe Sue’nun ne durumda olduğunu kontrol etmek için üst kata çıkarken bizimle şakalaşıp m idem izi abur cuburla doldurabildiğim iz için ne kadar şanslı çocuklar olduğumuzu söylerdi. Hepimiz bu oyuna katılırdık ama ikinci ya da üçüncü mısır kaplı sosisi mideye indirdikten sonra kusacak gibi olurduk.

G arda ailesini öylesine yakından tanıyordum ki Meg’in e-postasını aldığım gün onları aradığımda, bir cumartesi sabahı saat on bir ol­

duğu halde Sue’nun hâlâ yatakta olduğundan ama uyumadığından adım gibi emindim. Sue, çocukları erken kalkmaktan vazgeçtikleri yaşa geldiklerinde geç saatlere dek uyumaya alışamadığını söylerdi.

Joe kahveyi hazırlamış, sabah gazetesini mutfak masasına sermiş olmalıydı. Scottie de muhtemelen çizgi film seyrediyordu. M egin evinde hoşuma giden pek çok şeyden biri de süreklilikti. Tricianın en erken öğle saatlerinde uyandığı ve bazen kâseleri mısır cipsiyle doldurduğu bazen de ortalıklarda görünmediği kendi evimden ta­

mamen farklı bir ev.

Ama şimdi G arda ailesinin evinde pek de arzu edilmeyen, farklı bir süreklilik söz konusuydu. Yine de Sue beni evine davet ettiğinde onu reddetmeyi düşünsem de davetini kabul ettim.

X X X

16

(15)

Gayle Forman

Evin önüne park edilmiş araba sayısı kasaba halkının ellerinde fırın kaplarıyla başsağlığı ziyaretinde bulunduğu ilk günlerdekine göre epeyce azalmıştı. Sadece onca fırın kabını değil “kaybınız için üz­

günüz” şeklindeki sözleri de kabul etmek güçtü. Çünkü kasabanın farklı yerlerinde dedikodular alıp başını gitmişti. Markette insanların,

“Hiç şaşırmadım. O kız hep biraz çılgındı,” diye fısıldaştıklarını duyuyordum. Meg’le ikimiz bazı kişilerin onun hakkında bu tür laflar ettiklerini biliyorduk; o, kasaba halkı için çölde açan bir çiçek kadar şaşırtıcıydı. Ama şimdi ölümüyle hakkındaki bu yargı bir onur madalyası olmaktan çıkmıştı.

Üstelik insanların peşinde olduğu tek kişi Meg değildi. Tricia’mn çalıştığı barda birkaç kişinin Sue’yu eleştiren sözler sarf ettiklerine kulak misafiri olmuştum. “Bir anne olarak ben kızımın intihara meyilli olduğunu kesinlikle fark ederdim.” Bunu söyleyen okuldaki erkeklerin yarısıyla yatan Carrie Tarkington’ın annesiydi. Bayan Tarkington’a kızıyla ilgili her şeyi bilen bir anne olarak bunu eLı bilip bilmediğini sormak istedim. Ama sonra yanındaki arkadaşı, “Bunu Sue mu fark edecek?” dedi. “Şaka mı yapıyorsun? O kadın sürekli bulutların üstünde dolaşıyor.” İki kadının gaddarlığı beni fazlasıyla sarsmıştı. “Siz iki kaltak çocuğunuzu kaybetseniz neler hissedersiniz acaba?” diye sordum onlara alaycı bir gülümsemeyle. O gece Tricia bana eve kadar eşlik etmek zorunda kaldı.

Tricia bugünkü törenden sonra çalışacağı için beni Gracİa ailesinin evine bıraktı. İçeri girdim. Joe ve Sue bana olması gerekenden bir.u daha uzun bir süre sımsıkı sarıldı. Benim orada olmamdan teselli bulduklarının faikındaydım ama Sue’nun, bana baktığı her dehısmd.t sessizce sorular sorduğunu ve bütiin bu soruların altında ise tek bu sorunun yattığını hissediyordum: Bunun olacağını biliw r muydun':

17

(16)

H angisinin daha kötü olduğundan emin değildim. Bilip de bunu onlara söylememenin mi yoksa gerçeğin mi? En yakın arkada­

nım olarak ona kendimle ilgili her şeyi söylediğim ve onun da bana aynısını yaptığını düşündüğüm M eg’in böyle bir işe kalkışacağını hiç tahmin etmediğimin mi?

M eg yazdığı notta, bu çok uzun zam an önce alınm ış bir karar, demişti. N e kadar uzun zaman önce? Haftalar mı? Aylar mı? Yıllar mı? M eg’i anaokulundan beri tanıyordum. O zamandan beri birbi­

rimizin en yakın dostu hatta neredeye kardeşiydik. Meg aldığı kararı benden ne zamandan beri saklıyordu? Ve daha da önemlisi bunu bana neden söylememişti?

X X X

Ü züntünün verdiği saygılı bir sessizlikle geçen on dakikanın sonunda M eg in on yaşındaki erkek kardeşi Scottie, M eg’le ikisinin —daha doğrusu artık sadece o n u n - köpeği Sam son’ı tasmasından tutup yanım a geldi. “ Biraz yürüyelim mi?” diye sordu hem bana hem de Sam son’a.

Başım ı sallayıp ayağa kalktım. Ailede eski halinden çok fazla şey yitirm em iş gibi görünen tek kişi Scottie’ydi. Belki de bunun sebebi M eg’le ikisi çok yakın olsalar bile Scottie’nin yaşının nis­

peten küçük olm asıydı. Sue kendi dünyasına daldığında ve Joe da karısıyla ilgilenm ek üzere ortadan kaybolduğunda Scottie’ye Meg annelik ederdi.

N isan ayının sonlarıydı am a havanın böyle olacağı kimsenin aklına gelmezdi. Sert ve soğuk rüzgâr acımasızca tozu dumana ka­

tıyordu. Kasabadaki herkesin köpeğinin tuvalet ihtiyacını giderdiği geniş, bo$ bir alana ulaştık ve Scottie, Samson’m tasmasını çözdü.

(17)

Gayle Forman

Samson köpeklere özgü umursamazlığıyla neşeyle hoplayıp zıplayarak yanımızdan uzaklaştı.

“Ne durumdasın, Küçük Adam?” Onun bu espirili lakabını kullandığım için anında pişmanlık duydum. Ayrıca Scottie’nin ne durumda olduğunu zaten biliyordum. Ama artık ona annelik yapan Meg hayatta olmadığı, Sue ve Joe da kendi acılarına gömüldüğü için birilerinin Scottie’ye bu soruyu sorması gerekiyordu.

“Canavar Bulmaca oyununda altıncı seviyeye yükseldim,” dedi omuzlarını silkerek. “Artık bu oyunu canımın istediği kadar oyna­

yabiliyorum.”

“Her şerde bir hayır vardır,” dedim ve bunu söyler söylemez elimi ağzıma götürdüm. Toplum içinde kara mizah yapmak bana uygun bir davranış değildi.

Ama Scottie yaşına göre fazlasıyla olgun davranıp boğuk bir sesle güldü. “Evet. Aynen öyle.” Durup Samson’ın bir başka köpeğin poposunu koklamasını seyretti.

Eve dönerken artık yemek saatinin geldiğini bilen Samson sü­

rekli tasmasını çekiştirdi. Scottie bana, “Anlamadığım şey ne, biliyor musun?” diye sordu. Hâlâ video oyunları hakkında konuştuğumuzu sandığım için bir sonraki sözlerine hazırlıksız yakalandım. “Meg o mesajı neden bana da göndermedi?”

“Senin kendine ait bir e-posta adresin var mı ki?” diye sordum sebep buymuş gibi.

Scottie gözlerini devirdi. “ Ben iki değil on yaşındayım. Üçüncü sınıftan beri kendime ait bir e-posta adresim var. Meg bu adrese sürekli bir şeyler gönderirdi.”

“Ah. Şey, belki de seni üzmek istememiştir.”

Scottie’nin gözleri kısa bir an için anne ve babasınınkileı gibi çukurlaşmıştı sanki. “Evet, bunu yaparak beni gerçekten dı üzmemi»

oldu.”

(18)

X X X

Fve döndüğümüzde konuklar ayrılıyordu. Sııe'yu içinde ton balığı olan bir hrın kabını çöpe boşaltırken yakaladım. Suçlu gözlerle bana baktı. Vedalaşmak için ona sarılmak istediğimde beni durdurdu. Meg’in coşkulu, her durumda herkese her istediğini yaptırma gücüne sahip sesinden tamamen farklı olan o alçak sesiyle, “Biraz daha kalamaz mısın?” dive sordu.

“Elbette kalırım.”

Sue bana, Joe’nun bir kanepede oturduğu ve akşam yemeği bek­

lentisiyle ayaklarının dibinde yalvar yakar olan Samson’ı görmezden gelerek uzaklara daldığı oturma odasını işaret etti. Batan güneşin loş ışığı altında Joe’ya baktım. Meg Meksikalılara özgü hatlarını ve esmer tenini babasından almıştı. Joe bir ayda bin yaş ihtiyarlamış gibi görünüyordu.

“Cody,” dedi ve bu tek kelime beni ağlatmaya yetti.

“Selam Joe.”

“Sue seninle konuşmak istiyor, ben de istiyorum.”

Kalbim hızla atmaya başladı çünkü bana nihayet Meg’in ölü­

müyle ilgili bir şey bilip bilmediğimi soracaklarını sanıyordum.

Ortalık biraz durulduğunda polisin beni baştan savma bir sorguya çekeceğini biliyordum ama onlar daha çok Meg’in, kullandığı zehri nasıl tedarik ettiğiyle ilgileniyorlardı ve benim bu konuda bildiğim tek şey, M eg in kafasına koyduğu her şeyi elde edebilecek bir yapıya sahip olduğuydu.

M eg öldükten sonra internette intihara meyilli bir insanı ele veren işaretlerle ilgili bir araştırma yapmıştım. Meg bana değerli eşyalarını emanet etmeye falan kalkışmamıştı. İntihar etmekten bahsetmemişti. Yani elbette zaman zaman, “Bayan Dobson bir sınav

(19)

Gayle Forman

daha yapacak olursa kendimi vururum,” gibi sözler sarf ediyordu ama bunlar sayılır mıydı?

Sue yıpranmış kanepede Joe’nun yanına oturdu. Kısa bir an birbirlerine baktılar ama sanki bunu yapmak canlarını acıtmıştı.

Sonra bana döndüler. Ben tarafsız bir bölgeymişim gibi.

“Önümüzdeki ay Cascades’de dönem sona eriyor,” dedi ikisi birden.

Başımı salladım. Cascades Üniversitesi Meg’in burs aldığı prestijli bir özel üniversiteydi. Meg’le planımız lise mezuniyetinden sonra bir­

likte Seattle’a yerleşmekti. Sekizinci sınıftan beri bunu konuşuyorduk.

İkimiz de Washington Ünivesitesi’ne gidecek, ilk iki yıl yurttaki bir odayı paylaştıktan sonra kampüsün dışına taşınacaktık. Ama sonra Meg Cascades ten, Washington Üniversitesinin sunabileceği her şeyden daha üstün olan bu inanılmaz bursu kazanmıştı. Ben de Washington Üniversitesi’ne girmiş ama herhangi bir burs alamamıştım. Tricia bana maddi destekte bulunamayacağını açıkça belirtmişti. “Tam da borçlarımdan kurtulmuşken.” Neticede Washington Üniversitesi’ne gitmektekten vazgeçip kasabada kalmaya karar vermiştim. İki yıl bölge üniversitesine devam edecek, sonra da Meg’in yanında olmak için Seattle’a geçiş yapacaktım.

Joe ve Sue sessizce oturuyordu. Sue’nun tırnaklarının kenar­

larındaki kuru deriyi koparmasını seyrettim. Tırnak ederi berbat haldeydi. Nihayet başını kaldırıp bana baktı. “Okuldakiier nezaket icabı Meg’in odasını boşaltıp eşyalarını bize gönderebileceklerini söylediler ama bir yabancının kızımın eşyalarına dokunacağı düşün­

cesine katlanamıyorum,” dedi.

“Peki ya ev arkadaşları?” Cascades, bünyesinde pek az yurt ba­

rındıran küçük bir üniversiteydi. Meg birkaç diğer öğrenciyle birlikte kampüs dışındaki bir evde yaşıyordu.

21

(20)

“Ev arkadaşları M egin odasını kilitleyip olduğu gibi bırakmışlar.

Fv kirasının Meg’e düşen kısmı dönem sonuna dek ödendi ama şimdi odasını boşaltıp eşyalarını...” Sue cümlesinin devamını getiremedi.

“Eve getirmemiz gerekiyor.. . ” diye tamamladı Joe onun yerine.

Onların benden ne istediğini, bana nasıl bir ricada bulunduk­

larını anlamam birkaç saniyemi aldı. Bunu fark ettiğimde Meg’in yapmayı tasarladığı şeyden haberim olmadığını itiraf etmek zorunda kalmadığını için önce biraz rahatladım. Onun bana hayatı boyunca ihtiyaç duyabileceği tek bir anda yanında olamadığımı kabullenmek zorunda kalmadığım için. Am a sonra Sue ve Joe’nun yapmamı istedikleri şey olanca ağırlığıyla mideme bir yumruk gibi indi. Bu benden isteneni yapmayacağım anlamına gelmiyordu. Yapacaktım.

Elbette yapacaktım.

“Benden onun eşyalarını toplamamı mı istiyorsunuz?” diye sordum.

Başlarını onaylarcasına salladılar. Ben de aynısını yaptım. En azından bu kadarını yapabilirdim.

“Elbette okulun bittiğinde,” dedi Sue.

Okul bir sonraki ay resmi olarak bitiyordu. Gayriresmi olarak Meg’den gelen e-postayı aldığım gün bitmişti. Çoğu dersten ya F almış ya da devamsızlıktan kalacaktım. Özel durumum dikkate alınmamıştı.

“Ve çalıştığın yerden izin alabilirsen,” diye ekledi Joe.

Bunu, çok önemli bir işim varmış gibi saygıyla söylemişti.

O ysa ben evlere temizliğe gidiyordum. Kasabadaki diğer herkes gibi çalıştığım ev sahipleri de M egin başına geleni duymuştu ve hepsi de bana son derece iyi davranıp istediğim kadar izin alabileceğimi söylemişti. Ama benim ihtiyacım olan Meg’i düşünerek geçireceğim boş saatler değildi.

22

(21)

Gayle Forman

“ Herhangi bir zamanda gidebilirim,” dedim. “İsterseniz hemen yarın.”

“Meg’in çok fazla eşyası yoktu. Arabayı alabilirsin,” dedi Joe. Joe ve Sue’nun tek arabası vardı ve ikisinin günleri bir NASA seyahati gibi özenle planlanmıştı. Sue Joe’yu işe, Scottie’yi okula bırakıp kendi işine gider, gün sonunda da aynı yolculuğu tersten yapardı. Hafta sonlan da durum pek fazla değişmez, market alışverişiyle birlikte hafta içi zamansızlık sebebiyle yapamadıkları işlerini hallederlerdi. Benim arabam yoktu. Tricia nadiren onun arabasını kullanmama izin verirdi.

“Madem Meg’in çok fazla eşyası yok, yani yoktu, neden otobüsle gitmiyorum?”

Teklifim onları rahatlatmıştı. “Otobüs ücretini biz karşılarız.

Taşıyamadığın kolileri de kargoyla gönderebilirsin,” dedi Joe.

“Ayrıca her şeyi getirmen gerekmiyor,” dedi Sue. “Sadece önemli eşyaları alsan yeter.”

Başımla onayladım. Yüzlerinde öylesine minnettar bir ifade vardı ki bakışlarımı onlardan kaçırmak zorunda kaldım. Yolculuk benim için sorun değildi. Bu en fazla üç günlük bir işti; oraya gitmek için bir gün, eşyaları toplamak için bir gün ve geri dönmek için de bir güne ihtiyacım vardı. Benim yerimde Meg olsaydı bu işi kimseden yardım talebi gelmeden üstlenirdi.

23

(22)

4

O aralar karşıma sık sıkTacoma’nın nasıl da Seattle’la yarışacak kadar nezih bir yer haline geldiğine dair umut veren yazılar çıkıyordu. Ama otobüs son derece tenha görünen şehir merkezinde durduğunda, etrafa, bunun için sarf edilen onca çabaya rağmen başarısız olun­

duğunu hissettiren bir çaresizlik duygusu hâkimdi. Tıpkı Tricia’nın, mini etek ve platform topuk giyip makyaj yaptıkları halde kimseyi kandıramayan ellili yaşlardaki arkadaşları gibi. Kasabanın erkekleri bu kadınlardan, kuzu kılığına bürünmüş kart koyunlar, diye bahsederdi.

Meg kasabadan ayrıldığında onu her ay ziyaret edeceğime söz vermiş ama böyle bir ziyareti sadece geçen ekim ayında gerçekleştire­

bilmiştim. Tacomaya bilet almıştım ama otobüs Seattle’a yanaştığında Meg terminalde beni bekliyordu. Günü, Capitol Hill’de dolaşıp Çin Mahallesi’ndeki küçük bir lokantada Çin mantısı yedikten sonra Belltown’da bir müzik grubunu dinleyerek geçirebileceğimizi düşün­

müştü; tıpkı Seattle’da birlikte yaşamaya başladıktan sonra yapmayı planladığımız gibi. Bu program onu öylesine heyecanlandırmıştı ki niyetinin bana şehrin reklamını yapmak mı yoksa bir teselli ikramiyesi sunmak mı olduğunu anlayamamıştım.

25

(23)

Senden Geriye K alan

Her halükârda günüm üz tam bir Fiyaskoyla sonuçlanmıştı.

Kasabada soğuk ama açık bir hava varken Seattle hem soğuk hem de yağmurluydu. Seattlea taşınmamak için bir sebep daha, diye ge­

çirmiştim içimden. Üstelik ziyaret ettiğimiz hiçbir yer —ne vintage elbise mağazaları, ne çizgi roman dükkânları ne de kafeler- tahmin ettiğim kadar havalı değildi. En azından Meg’e söylediğim buydu.

“Üzgünüm,” demişti Meg. Bunu alaycı değil, Seattle’ın eksiklik­

lerinden o sorumluymuş gibi samimi bir sesle söylemişti.

Gerçi ben sözlerimde samimi değildim. Seattle harika bir yerdi.

Berbat havasına rağmen bu şehirde severek yaşayabilirdim. Ama New York ya da Tahiti gibi daha önce hiç bulunmadığım pek çok şehirde de severek yaşayabileceğime emindim.

O gece Meg’in bildiği bir müzik grubunu dinlemeye gidecektik ama ben fazlasıyla yorgun olduğum bahanesiyle bunu yapmak iste­

memiştim. Meg’in Tacoma’daki evine dönmüştük. Aslında bir sonraki günün büyük bir kısmını orada geçirecektim ama boğazımın ağrıdı­

ğını söyleyerek erken saatteki bir otobüsle Tacoma’dan ayrılmıştım.

M eg beni tekrar yanına davet etmişti ama davetini reddetmek için hep geçerli bir sebebim vardı; ya ajandam doluydu ya da otobüs bileti pahalıydı. Aslında her ikisi de doğruydu ama benim Meg’in davetini geri çevirme sebebim bunlar değildi.

X X X

Şehir merkezinden, Cascade’in dere kenarındaki yeşilliklerle kaplı, küçük kampüsüne ulaşmak ancak iki otobüs değiştirerek mümkündü.

Jo e bana bazı evraklarla birlikte evin anahtarını da almak üzere yönetim binasına uğramamı söylemişti. Meg kampüs dışındaki bir evde yaşıyordu am a öğrencilerin her türlü konaklamasından üni­

versite sorumluydu. Görevliler, kendimi onlara tanıttığımda orada

26

(24)

bulunma sebebimi hemen anladılar. Bunu bakışlarıyla belli etdler.

Nefret ettiğim bu bakışlara artık iyice aşina olmuştum; önceden çalışılmış acıma ifadesi.

“Kaybınız için üzgünüz,” dedi ofisteki kadın. Şişmandı ve üzerindeki bol giysiler onu daha da kilolu gösteriyordu. “Megan ın ölümüyle sarsılanlar için destek grupları düzenledik. Siz de katılmayı düşünürseniz yakında yeni bir toplantımız olacak.”

Megan mı? Meg’e büyükanne ve büyükbabası dışında kimse bu isimle seslenmezdi.

Kadın elime, üzerinde Meg in fotoğraf makinesine gülümseyerek baktığı bir fotoğrafı olan renkli bir broşür tutuşturdu. Bu fotoğrafı ilk kez görüyordum. Fotoğrafın üstüne Hayat Çizgisi yazılmıştı ve i’lerde nokta değil kalp şekli vardı. “Buluşma pazartesi öğleden sonra.”

“Korkarım ki ben o zamana dek dönmüş olacağım.”

“Çok yazık.” Kadın kısa bir sessizliğin ardından sözlerine devam etti: “Bu gruplar kampüsteki herkesi rahadatıyor. İnsanlar adeta şoka girdi.”

Bu olay için uygun tabir şoka girmek değildi. “Şoka girmek”

tabiri ancak Tricia yı nihayet onun kim olduğunu söylemeye ikna edip de babamın dokuz yaşıma kadar bizden sadece otuz kilometre uzakta yaşadığını öğrendiğimde benim hissettiğim duygu için kullanılabilirdi. Meg’in olayında hissedilen ise tamamen farklı bir duyguydu; sanki günün birinde uyanıp da artık Mars’ta yaşamaya başladığımızı fark etmiştik.

“Burada sadece bir gece kalacağım,” diye açıkladım kadına.

“Çok yazık,” dedi tekrar.

“Evet, gerçekten çok yazık.”

Kadın bana birkaç anahtar verip eve nasıl ulaşacağımı tarif etti ve bir şeye ihtiyacım olursa onu aramamı söyledi. Onun bana kart-

27

(25)

Senden Geriye Kalan

vizitini vermesine, hatta daha da kötüsü beni kucaklamasına fırsat tanımadan kendimi dışarı attım.

M eg’in kaldığı evin kapısını çaldım. Cevap alamayınca içeri girmeye karar verdim. Eve bira, pizza, nargile suyu ve kirli kedi kumundan yayılan amonyak kokusu hâkimdi. İçeride Phish ya da Widespread Panic gibi berbat hippi müzik yapan gruplardan birinin sesi duyuluyordu. Meg bu şarkıyı duysa intihar ederdi, diye geçir­

dim içimden ve onun gerçekten de intihar ettiğini hatırlayarak bu düşünceyi çabucak aklımdan çıkardım.

“Sen de kimsin?” Karşımda uzun boylu ve olağanüstü güzellikte bir kız duruyordu. Üzerinde, barış işareti taşıyan batik bir tişört, dudaklarındaysa alaycı bir gülümseme vardı.

“Ben Cody. Cody Reynolds. Meg için buradayım. Onun eşya­

larını almak için.”

Kız bir anda gerildi. Meg’in adı, onun varlığı keyfini kaçırmış gibiydi. Bu kızdan daha şimdiden nefret etmiştim. Kız isminin Tree olduğunu söyledi. Keşke Meg de orada olsaydı da birbirimize, yıllar içinde ortak nefretimizi ifade etmek için geliştirdiğimiz o gizli bakışı fırlatabilseydik. Tree mi?

“Sen Meg’in ev arkadaşı mısın?” diye sordum. Meg buraya ilk geldiğinde bana derslerini, profesörleri, kampüsteki çalışmalarını anlattığı ve bazen de oda arkadaşlarının komik yönlerini tasvir eden karakalem karikatürlerini iliştirdiği uzun e-postalar gönderirdi.

Normalde onun bunu yapması hoşuma gider, başkalarını bu şekilde hor görmesinden keyif alırdım çünkü bu hep böyle olmuştu; Meg’le ikimiz dünyanın geri kalanına karşıydık. Kasabadakiler bize “Ayrıl­

maz İkili” diyordu. Ama Meg’in e-postalarını okuduğumda onun sırf bana kendimi iyi hissettirmek için ev arkadaşlarının hatalarını vurguladığı duygusuna kapılmış ve eskisinden daha beter bir ruh

28

(26)

haline bürünmüştüm. Her halükârda ev arkadaşları arasında ismi Tree olan birisini hatırlamıyordum.

“Ben Rich’in arkadaşıyım,” dedi Tree denilen bu kaltak hippi.

Ah, Meg’in Otçu Richard ismini verdiği şu çocuktan bahsediyor olmalıydı. Buraya ilk geldiğimde onunla tanışmıştım.

“Eşyaları toplamaya başlasam iyi olur,” dedim.

“Bence de,” dedi Tree. Son bir aydır etrafımdaki herkes beni rahatsız etmemek için neredeyse parmak uçlarında yürüdükten sonra böylesine açık bir düşmanlıkla karşılaşınca epeyce sarsılmıştım.

Meg’in odasının kapısına gittiğimde kasabanın dört bir yanında karşımıza çıkan şu sunaklardan biriyle karşılaşmayı bekliyordum. O sunakları gördüğüm her defasında üzerlerindeki çiçekleri koparmak, mumlan fırlatıp atmak isterdim.

Ama karşıma çıkan şey bu olmadı. Meg’in kapısına bir albüm kapağı yapıştırılmıştı; Poison Idea’nın Feel the Darkness 2 isimli albü­

münün kapağı. Kapakta başına silah dayamış bir adam vardı. Meg’in ev arkadaşları onu böyle mi anıyordu?

Güçlükle nefes alarak kapının kilidini açıp tokmağı çevirdim.

İçeride karşıma çıkan manzara da benim için ayrı bir sürprizdi.

Meg’in dağınıklığı herkesçe bilinirdi. Evdeki odası her an devrile­

cekmiş gibi duran kitap ve C D yığınları, çizimler ve tamir etmek istediği bir lamba ya da metin haline getirmek istediği bir Süper 8 filmi gibi tamamlanmamış Kendin Yap Projeleriyle doluydu. Sue, ev arkadaşlarının Meg’in odasını olduğu gibi bırakıp kilitlediğini söylemişti ama görünüşe bakılırsa bu odaya birisi girmişti. Yatak yapılıydı. Meg’in kıyafetlerinin büyük bir kısmı şimdiden düzgünce

2 (İng.) Karanlığı Hisset. (ç.n.)

(27)

Senden Geriye K alan

katlanmıştı. Yatağın altında kenarlarından birleştirilmeyi bekleyen karton kutular vardı.

Bu durumda eşyaları toplamam en fazla iki saatimi alırdı. Bil­

seydim buraya Garda ailesinin arabasıyla günübirlik gelirdim.

Sue ve Joe otel paramı karşılamayı teklif etmiş ama bunu kabul etmemiştim. Onların kıt kanaat geçindiklerini ve kazandıkları her kuruşu, burslu öğrenci olmasına rağmen pek çok ek masrafı olan Meg’in eğitimine harcadıklarını biliyordum. Meg’in ölümü de onlar için yeni bir masraf kapısı olmuştu. Sue ve Joe’ya otel yerine Meg’in odasında kalabileceğimi söylemiştim. Ama şimdi onun odasındayken elimde olmadan burada kaldığım o günü -tek günü- düşünüyordum.

Meg’le çocukluğumuzdan beri yeri geldiğinde yatağımızı, yeri geldiğinde uyku tulumlarımızı sorunsuzca paylaşmıştık. Ama ben burayı ziyaret ettiğim o gece derin bir uykuda olan Meg’in yanında gözlerimi kırpmadan yatmıştım. Meg hafif hafif horluyor, ben de uyuyamamamın sebebi buymuş gibi onu dürtüp duruyordum. Bir sonraki sabah, pazar günü uyandığımızda içimde sert, gaddarca bir duygu vardı ve kavga çıkarmaya bahane arıyordum. Ama istediğim en son şey Meg’le kavga etmekti. O bana kötü bir şey yapmamıştı.

Meg benim en yakın arkadaşımdı. Bu yüzden oradan erken ayrıldım.

Yani aslında boğazım falan ağrımıyordu.

Tekrar alt kata indim. Şimdi Phish yerine, The Black Keys oldu­

ğunu tahmin ettiğim daha hareketli bir grup çalıyordu. Biraz tuhaf da olsa bu iyi bir değişiklik sayılırdı. İçerideki mor kadife kanepede oturan bir grup insan bir pizza ve bir koli dolusu birayı paylaşıyordu.

Tree de aralarındaydı. Bu yüzden hem kanepede oturanları hem de otobüste ikram edilen küçük bir dilim kek dışında hiçbir şey ye­

mediğim için karnımın guruldamasına neden olan pizza kokusunu dikkate almayarak dışarı çıktım.

30

(28)

Hava sisliydi. Bir süre yürüdükten sonra yanyana sıralanmış birkaç lokantaya ulaştım. İçlerinden birine oturup kahve söyledim ama garson kız yüzüme ters ters bakınca, bunun bana geceyi orada geçirme hakkı tanıyacağını düşünerek 2.99 dolarlık bir kahvaltı sipariş ettim.

Aradan geçen birkaç saat içinde kahvemi dört beş kez yeniden dolduran garson kız nihayet beni kendi halime bırakmaya karar verdi. Kitabımı çıkardım ve yanımda sürükleyici bir gerilim romanı getirmiş olmayı istedim. Ama kasabanın kütüphanecisi Bayan Banks beni bu aralar Orta Avrupa yazarlarını okumaya teşvik ediyordu.

Zaman zaman beni bu şekilde yönlendirirdi. Bu ilk kez ben on iki yaşındayken olmuştu. Bayan Banks, bazen Tricia çalışırken takıl­

mak zorunda kaldığım barda beni bir Jackie Collins kitabı okurken görmüştü. Bana başka ne tür kitaplar okuduğumu sorduğunda Tricia’nın, işyerindeki dinlenme odasından alıp eve getirdiği birkaç kitabın ismini vermiştim. “Hiç de fena bir okuyucu sayılmazsın,”

demişti Bayan Banks. Sonra beni bir sonraki hafta için kütüphaneye davet etmişti. Oraya gittiğimde bana bir kart doldurtup Jane Eyre ve Gurur ve Ön Yargı isimli kitapları ödünç almamı sağlamıştı. “Bu kitapları bitirdiğinde bana onları beğenip beğenmediğini söyle ki sana yeni kitaplar vereyim.”

Kitapları üç günde bitirmiştim. Bay Rochesterdan nefret etsem ve onun yangında ölmesini istesem de özellikle Jane Eyre ı çok seviniş­

tim. Bayan Banks kitap hakkındaki düşüncelerimi duyunca gülüm­

seyip elime îkrıa ve Uğultulu Tepeler isimli kitapları tutuşturmuştu.

Sadece birkaç gün içerisinde bu iki kitabı da yalayıp yutmuştum.

O günden sonra Bayan Banks in bana vereceği kitapları almak için kütüphaneye haftada en az bir gün uğrar olmuştum. Kasabanın kü­

çük kütüphanesinin böyle sınırsız bir kitap stoğuna sahip olduğunu

31

(29)

Senden Geriye K alan

bilmek şaşırtıcıydı ve yıllar sonra Bayan Banks’iıı benim hoşuma gideceğini düşündüğü kitapları başka kütüphanelerden özel olarak getirttiğini Öğrenecektim.

Ama o gece. Bayan Banks’in bana verdiği, üzerine derin derin düşünülmesi gereken Milan Kundera kitabı gözkapaklarımın ağırlaş­

masına neden oluyordu. Ne zaman gözlerim kapanacak olsa garson kız özel bir radara sahipmiş gibi tepemde dikilip onu son kez dol­

durduğundan beri fincanıma hiç ellemesem de kahvemi tazeliyordu.

Sabah beşe kadar dayandıktan sonra hesabı ödeyip garson kızın beni uyutmamak için harcadığı çabayla kabalık mı ettiğini yoksa kafeden atılmamı mı sağladığını bilemediğim için yüklüce bir bahşiş bıraktım. Saat yediye kadar kampüste dolanıp kütüphanenin açılmasını bekledim ve içeri girdikten sonra kendime sessiz bir köşe bulup birkaç saat kestirdim.

Uyanıp Meg’in evine döndüğümde bir kızla bir çocuk verandada kahve içiyordu.

“Selam,” dedi çocuk. “Sen C ody sin değil mi?

“Evet.”

“ Ben Richard,” dedi.

“Evet. Daha önce tanışmıştık.” Richard beni hatırlayamamış gibi görünüyordu. Herhalde ilk karşılaşmamızda kafası epeyce kıyaktı.

“Ben Alice,” dedi kız. Meg, sadece bir dönem kaldıktan sonra evden taşınan bir kızın yerine, kış dönemi için bir başkasının geldi­

ğinden bahsetmişti.

“D ün gece neredeydin?” diye sordu Richard.

“Bir motelde kaldım,” diye yalan söyledim.

“ Umarım Starline’da kalmamışsmdır!” dedi Alice telaşla.

(30)

“Ne?” Starline’ın o motel olduğunu anlamam biraz zaman aldı.

Meg’in seçtiği motel. “Hayır, en az onun kadar kötü olan başka bir yerde kaldım,” dedim.

“Kahve ister misin?” diye sordu Alice.

Bir önceki gece içtiğim bütün o kahve midemde asite dönüşmüştü ve hem sersemlemiş hem de yorgun olmama rağmen yeni bir şey daha içecek durumda değildim. Başımı iki yana salladım.

“Esrara ne dersin?” diye sordu Otçu Richard.

“Richard,” dedi Alice ona vurarak. “Cody’nin bütün o eşyaları toplaması gerekiyor. Şu an kafayı bulmak isteyeceğini sanmıyorum.”

“Bence tersine kafayı bulmak isteyecektir ” dedi Richard.

“Ben iyiyim,” dedim. Ama güneş incecik bulutların ardından kendini göstermeye çalışıyordu ve her şey o kadar parlak görünüyordu ki başım dönüyordu.

“Hadi otur,” dedi Alice. “Bir şeyler ye. Şu sıralar ekmek yapmayı öğrenmeye çalışıyorum ve az önce fırından yeni bir somun çıkardım.”

Richard, “ Bu defaki diğerleri kadar sert sayılmaz ” diyerek bana garanti verdi. “Tadı güzel.”

Alice kısa bir bocalama yaşadı. “Tabii üzerine bolca tereyağ ve bal sürersen.”

Ekmek yemek istemiyordum. Daha önce tanımayı istemediğim bu insanları şimdi de tanımak istemiyordum. Ama Alice göz açıp kapayana dek ortadan kaybolup ekmekle birlikte geri geldi. Gerçekten de biraz sert olan ekmeği çiğnemesi zordu ama Alice haklıydı; biraz tereyağı ve balla yenilebilir kıvama geliyordu.

Ekmeği bitirdikten sonra kucağımda biriken kırıntıları silkele­

dim. “Artık işe koyulsam iyi olur,” dedim Meg in odasına yönelerek.

“Gerçi bil ileri ağır işleri halletmiş. Eşyaları bu şekilde toplayanın kim olduğunu biliyor musunuz?”

(31)

Scndcrı Geriye K alan

Otçu Richard ve Alice birbirine baktı. “Meg odayı böyle bıraktı,”

dedi Alice. "Eşyalarını kendisi topladı.”

"Kızcağız o acı sonla buluşana dek epeyce hızlıydı,” diye ekledi Richard. Ardından bana bakıp suratını buruşturdu. “Affedersin.”

“Özür dilemene gerek yok. Bu benim işimi kolaylaştırdı,” dedim.

Sesim omuzlarımdan büyük bir yük kalkmışçasına kayıtsızdı.

X X X

M eg’in kalan eşyalarını toplamak üç saatimi aldı. Yırtık tişört ve iç çamaşırlarını ayırdım; ailesinin bunlara neden ihtiyacı olsundu ki? Bir köşeye yığılmış müzik dergilerini çöpe attım. Hâlâ onun kokusunu taşıdıkları için çarşaflarını ne yapacağımı bilemedim. Bu kokunun Sueda da bende yarattığı etkiyi yaratıp yaratmayacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ben tamamen içgüdüsel bir biçimde Meg’le birbirimizde kaldığımız geceleri, katıldığımız dans partilerini, uykusuzluk yüzünden bir sonraki güne berbat halde başlasak da bizim açımızdan hayati önem taşıdığı için son derece keyifli olan sohbetlerimizi, gerçeklerin farkına varıp ikimizin küçük kasaba hayatının koyu renkli örtüsünde aydınlığa açılan birer iğne deliği olduğunu umut ettiğimiz anları haurlamıştım.

İçimden bu çarşafları doya doya koklamak geliyordu. Bunu yapar­

sam belki her şey silinirdi. Ama nefesinizi sonsuza dek tutamazdınız.

Eninde sonunda Meg’in içime çektiğim kokusunu bırakmak zorunda kalacaktım ve bu sabah da gerçeği bilinçaltıma iterek uyandığım diğer sabahlar gibi olacaktı.

X X X

Kargo şirketi şehir merkeziııdeydi. Bir taksi tutup gönderilecek eş­

yaları oraya bıraktıktan sonra eve geri dönmem ve bavulları alıp saat

(32)

yedideki otobüse yetişmem gerekiyordu. Alt kata indiğimde Alice ve Otçu Richard hâlâ onları bıraktığım yerde oturuyorlardı. Son derece saygın olduğu düşünülen bir üniversiteye devam eden bu öğrencilerin bir gün olsun ders çalışıp çalışmadıklarını merak ettim.

“İşim neredeyse bitti,” dedim. “Kolilerin ağzını bantladıktan sonra gidiyorum.”

“Kedileri sana giderken veririz,” dedi Otçu Richard.

“Kedileri mi?”

“Meg’in iki yavru kedisi vardı,” dedi Alice. Bana bakıp başını yana eğdi. “Sana bundan bahsetmemiş miydi?”

Şaşırdığımı belli etmemeye çalıştım. Ya da incindiğimi. “Benim kediden falan haberim yok.”

“Meg bu iki kediyi birkaç ay önce sokakta buldu. İkisi de ba­

kımsız ve hastaydı.”

“Gözlerinden iğrenç bir sıvı akıyordu,” diye ekledi Otçu Richard.

“Evet, onca hastalığın üstüne bir de enfeksiyon kapmışlardı.

Meg onları eve aldı. Hayvan hastanesine yüklüce bir para ödeyip tedavilerini yaptırdıktan sonra onlara evde bakıp sağlıklarına kavuş­

turdu. O iki yavru kediye bayılıyordu.” Alice başını iki yana salladı.

“Beni en çok şaşırtan da bu oldu. Kedileri iyileştirmek için onca şeye katlandıktan sonra bilirsin işte...”

“Evet, şey, Meg’i anlamak zordu,” dedim. İçimdeki burukluk öylesine yoğundu ki kokusunun duyulabildiğinden emindim. “Ayrıca o kediler beni ilgilendirmiyor.”

“ Fakat birileri onları almalı,” dedi Alice. “Biz bunca zaman onlara göz kulak olduk ama evde hayvan beslememiz yasak ve yaz geldiğinde burada onlara bakacak kimse kalmayacak. ’

Omuzlarımı silktim. “Bir çare bulacağınızdan eminim.

35

(33)

Senden Geriye K alan

“ Onları gördün m ü?” Alice evin yan tarafına geçip öpücüğe benzer sesler çıkardı ve çok geçmeden iki küçük tüy yumağı oturma odasına daldı.

Alice burnunda siyah bir benek olan tekir yavruyu işaret ederek,

“ Bunun adı Pete,” dedi. “ Bu da Repeat.”

Pete ve Repeat kayığa binmiş. Pete suya düşmüş. Kim kurtulmuş?

M eg’le ikimiz, onun amcasından öğrendiğimiz bu espirili soruyla birbirimize işkence edip dururduk. Repeat. Repeat. Repeat3.

Alice kedilerden birini kucağıma verdi ve hayvan süt arayan her kedi yavrusunun yaptığı gibi hiç vakit kaybetmeden patileriyle bana vurmaya başladı. Nihayet pes edip göğsüme dayanmış küçük bir top gibi uyuyakaldı. Yüreğimde, böylesine hissiz olmadığı dönemden kalma bir kıpırtı hissettim.

Kedi mırlamaya başladığında çoktan teslim olmuştum. “Yakın­

larda bir hayvan barınağı falan yok mu?”

“ Var ama barınaklardaki kedi sayısı o kadar fazla ki yeni ge­

lenler üç günden fazla yaşamıyor,” dedi Alice bir bıçakla boğazını kesiyormuş gibi yaparak.

Pete ya da belki Repeat hâlâ kollarımın arasında mırlıyordu. Ke­

dileri eve götüremezdim. Bunu yaparsam Tricia sinir krizleri geçirirdi.

Onları eve kabul etmezdi ve zavallı kediler kısa zamanda ya kurtlara yem olur ya da donarak ölürdü. Sue ve Joe’dan onları almalarını isteyebilirdim ama Samson ın kedilere nasıl saldırdığını görmüştüm.

“ Seattle’da hayvanları öldürmeyen birkaç barınak var,” dedi O tçu Richard. “Şehirdeyken, Hayvan Kurtuluş Cephesi’ne benzer bir yer görmüştüm.”

İç geçirdim. “Pekâlâ. Seattle’a uğrayıp onları bırakırım.”

3 (în g .) Tekrarla. (<,..n.)

(34)

Otçu Richard güldü. “Kuru temizlemeye bırakılacak giysilerden bahsetmiyoruz. Onları öylece bırakıp gidemezsin. Önceden randevu falan almalısın.”

“Sen ne zaman bir kıyafetini kuru temizlemeye verdin ki?” diyre sordu Alice.

Pete kollarımda miyavladı. Alice bana baktı. “Eve dönüş yolcu­

luğun ne kadar sürecek?”

Yedi saat ve öncesinde kolileri kargolamam gerekiyor.”

Alice bakışlarını Otçu Richard’a çevirdi. “Şu an saat üç. Belki Richard’la birlikte Seattle’a gidip kedilere bir barınak bulabilirsin.

Yarın sabah da erken saatte yola çıkarsın.”

“Onlara barınağı sen bulsan olmaz mı?” diye sordum Alice'e.

“Ne yapılması gerektiğini biliyormuş gibi görünüyorsun.”

“Benim yarınki kadın hakları dersine çalışmam gerekiyor.”

“Çalıştıktan sonra gitsen?”

Alice kısa bir bocalama yaşadıktan sonra, “Olmaz,” dedi. “Bu kediler Meg’indi. Onları barınağa bırakmak bana doğru bir davra­

nışmış gibi gelmiyor.”

“Ah, demek pis işi bana bırakıyorsun, öyle mi?” Sesimdeki öfkeyi duydum ve bana pis işi bırakan asıl kişinin o olmadığını bildiğim halde Alice’in korkuyla sindiğini görünce acımasızca bir haz duydum.

“Seni Seattle’a arabayla götürebilirim dostum,” dedi Otçu Ric­

hard. “Kedileri yerleştirdikten sonra buraya döneriz ve yarın sabah ilk iş otobüse binip evine gidersin.” Benim ondan kurtulmak istediğim kadar o da benden kurtulmak istiyor gibiydi. En azından birbirimize olan hislerimiz karşılıklıydı.

(35)

5

Seattledakı hayvan barınaklarına girmek, önüne kadife halat çekilmiş en havalı gece kulüplerine girmekten daha zordu. Ziyaret ettiğimiz ilk iki barınak doluydu ve onca yalvarmamız işe yaramamıştı.

Üçüncü barınakta yer vardı ama bizden bir başvuru formuyla birlikte kedilerin veteriner kayıdarını gösteren bir evrak istediler.

Hayvan derisi olmayan, hippi tarzı ayakkabılar giymiş, pirsingli görevli kıza şehirden ayrılacağımı ve kedilerin şu an arabada olduk­

larını söyledim. O da bana olabilecek en küçümseyici bakışı fırlatıp bir hayvan edinmeden önce bütün bunları düşünmem gerektiğini belirtti. Kızı tokatlamamak için kendimi zor tuttum.

Bu son bozgunun ardından Otçu Richard, “Şimdi esrar içmek ister misin?” diye sordu. Saat sekiz olmuş, bütün barınaklar kapanmışu.

“İstemem.”

“Bir kulübe falan gitmeye ne dersin? Madem Seattle’dayız biraz stres atsak ya?”

Bir önceki gecenin yorgunluğunu üzerimden atamamıştım ve Otçu Richard’la Seattle’da olmak istemiyordum. Ayrıca yarının pazar olduğunu düşünerek kedilerin veteriner kayıtlarını elde etmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Otçu Richard teklifini reddetmeme

39

(36)

fırsat tanımadan, “ Meg’in çok sevdiği şu küçük mekânlardan birine gidebiliriz,” dedi. “Bazen alçakgönüllük edip bizim de peşine takıl­

mamıza izin verirdi.” Bir süre sustuktan sonra devam etti: “Megin burada epeyce arkadaşı vardı.”

Richard’ın alçakgönüllülük ve epeyce sözlerini kullanma şekli bana kısa bir şaşkınlık yaşattı. Ama işin gerçeği bu yerleri ben de görmek istiyordum. Onu ziyarete geldiğim hafta sonu Meg’in beni götürmeyi planladığı o kulübü düşündüm. Buraya gelmediğim onca hafta sonu gidebileceğimiz diğer kulüpleri de. Meg in canlı müzik dinlemekten ne büyük heyecan duyduğunu biliyordum. Gerçi onun bu konudaki coşkulu e-postaları benim ziyaretimin ardından yavaş yavaş azalıp nihayet tamamen sona ermişti.

“Kediler ne olacak?” diye sordum Richard’a.

“Arabada keyifleri yerinde,” dedi. “Dışarısı on iki derece. Mama ve suları da var.” Yol boyunca miyavlayıp durduktan sonra şimdi ku­

tularında birbirlerine sokulmuş halde yatan Pete ve Repeat’i işaret etti.

Arabayı Fremont’a, kanalın kıyısındaki bir kulübe sürdük. İçeri girmeden önce Richard kendine küçük bir pipo yakıp dumanını araba­

nın camından üfledi. “Kedileri zehirlemek istemem,” diye takıldı bana.

Kulübe giriş ücretini ödediğimizde Richard bana M egin buraya sık sık takıldığını söyledi. Bunu biliyormuşum gibi başımı salladım.

Neredeyse bomboş olan kulübe bayat biranın, çamaşır suyunun ve karamsarlığın kokusu sinmişti. Richard’ı barda tek başına bırakıp tilt oynamaya gittim. Saat on olduğunda içerisi dolmaya başladı ve on birde o gecenin ilk grubu sahne aldı. Enstrümanları cızırtılı sesler çıkaran grubun solisti şarkı söylemekten çok homurdanır gibiydi.

Vasat birkaç şarkının sonunda Otçu Richard gelip beni buldu.

“Bu Ben McCallister,” dedi homurdanarak şarkı söyleyen gitaristi işaret ederek.

40

(37)

Gayle Forman

“Hı-hı,” dedim. Bu adı ilk kez duyuyordum. Zihnimde Seattle’dan ayrılıp yaşadığım boktan kasabadaki tanıdığım kişileri taramak epeyce zaman almıştı.

“Meg sana ondan bahsetti mi?”

“Hayır,” diyebildim sadece. Gerçekte insanlara bana sürekli bu soruyu sormaktan vazgeçmelerini haykırmak istiyordum çünkü Meg’in bana neleri söylemediğini ya da neleri söyleyip de benim dinlemedi­

ğimi ayırt edebilmem imkânsızdı. Emin olduğum tek bir şey varsa o da onun bana ancak sentetik bir zehir içerek dindirilebilecek kadar yoğun bir acı çektiğini anlatmamış olmasıydı.

Otçu Richard bana Meg’in bu çocuğa kafayı taktığını anlatıp duruyor ama sözleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu çünkü Meg’in daha önce de kendince kafaya taktığı pek çok gitarist olmuştu.

Ama sonra ismi Ben McCallister olan söz konusu gitarist birasından bir yudum almak üzere parçaya ara verdi. Gitarı vücudunun farklı bir organıymış gibi dar kalçalarının üzerine düşerken şişeyi iki parma­

ğının arasına aldı. Kalabalığa döndüğünde spotlar tüm parlaklığıyla yüzüne vurdu ve o an gözlerinin olağanüstü bir mavilikte olduğunu fark ettim. Güneşten korunmak istercesine elini yüzüne siper edip kalabalıkta birisini araması bana nihayet bir şeyleri hatırlatmıştı.

“Ah, bu Hüzün Veren Kahraman Gitarist olmalı,” dedim.

“Bu çocuğun kahramanlıkla uzaktan yakından alakası yok,”

dedi Otçu Richard.

Hüzün Veren Kahraman Gitarist. Meg’in bana yazdığı e-postalarda ondan birkaç kez bahsettiğini hatırlıyordum ki bu yabana atılacak bir şey sayılmazdı çünkü Meg erkekler hakkında nadiren yazardı.

İlk başta Ben’in çaldığı grupla ilgileniyor ve Ben e de cinsiyet ayrımı yapmaksızın, tanıdığı diğer bütün müzik grubu üyelerine duyduğuna benzer bir sempati duyuyormuş gibi görünüyordu.

41

(38)

Hüzün Veren Kahraman Gitarist. Meg bana Ben in çaldığı grubun bazı modern dokunuşlarla Sonic Youth ve Velvet Underground’un izinden gittiğini söylemişti. Tam Meg e uygun bir müzik grubu. Öte yandan Ben’in, kontakt lens taktığını düşündürtecek kadar etkileyici gözlere sahip olduğundan da bahsetmişti. Ve ben şimdi o gözlere bakıyordum. Tuhaf bir mavilliğe sahip olan o gözlere.

Birden aklıma Meg’in bana gönderdiği e-postalardan bir satır geldi. “Tricia barda çalışmaya başladığında bize nasıl bir nasihat vermişti, hatırlıyor musun?” diye sormuştu bana.

Tricia nasihat vermeye bayılırdı, hele ki Meg kadar ilgili bir dinleyicisi varsa. Ama her nasılsa Meg’in neyi kastettiğini anlamıştım.

Tricia, sakın bir barmenle beraber olmayın kızlar, diye uyarmıştı bizi.

“Neden?” diye sormuştu Meg. “Barmenler karşılarına çıkan her kızla yattıkları için mi?” Tricia’nın bizimle onun bardaki arkadaşla­

rıymışız, ikimizden biri daha önce bir erkekle beraber olmuş gibi konuşmasına bayılırdı.

“Hem onun için,” demişti Tricia, “hem de artık bedava içki alamayacağınız için.”

M eg bana yazdığı e-postada bunun Hüzün Veren Kahraman Gitaristler için de geçerli olduğunu söylemişti. Sözlerine şaşırmıştım çünkü bana daha önce bırakın bu çocukla yattığından -ki hesaba katmaya değmeyeceğini düşündüğümüz bir vaka dışında o güne dek hiç kimseyle yatmamıştı- ondan hoşlandığından ya da onunla çıktığın­

dan bile bahsetmemişti. Elbette Meg bir çocukla yatmak gibi önemli bir şey yapmışsa bunu bana mutlaka söylerdi. Eve geldiğinde bunu ona sormayı düşünüyordum. Ama Meg eve bir daha asla dönmedi.

Dem ek Hüzün Veren Kahraman Gitarist buydu. O benim için daha önce efsanevi bir kahramandan farksızdı ve bu tür kahramanların

42

(39)

Gayle Forman

bir ismi olduğunda verdikleri heyecan azalırdı. Ama Ben McCallister m ismini bilmek ben de bu etkiyi yaratmamıştı.

Şimdi grubu daha dikkatli dinliyordum. Ben rockçılara özgü bir hareketle gitarını yana çekiyor, üzerine abanıp mikrofona eğiliyor ve çalmayı bırakıp mikrofonu sevgilisinin boynunu tutar gibi tutuyordu.

Bu hareketler gösterinin parçasıydı, iyi bir gösterinin. Ben in pek çok genç kız hayranı olduğunu tahmin edebiliyordum. Meg’in bunlardan birisi olduğuna ise inanamıyordum.

Ben McCallister kısa süren programlarının ardından, “Scarps’ı dinlediniz,” dedi. “Sırada Silverfish var.”

“Artık gidelim mi?” diye sordu Otçu Richard.

Ama ben henüz gitmeye hazır değildim. Uykum tamamen açılmıştı ve arkadaşımın hayatını pek çok farklı açıdan heba ettiğini şimdi anladığım Ben McCallister’a büyük öfke duyuyordum. Ben Meg’e kullanıp attığı diğer hayranları gibi mi davranmıştı? Karşı­

sındakinin Meg Garcia olduğunu bilmiyor muydu? Meg kullanıp atılacak türden bir kız değildi.

“Henüz değil,” dedim Richard’a. Sonra oturduğum yerden kalk­

tım ve Ben McCallister’ın ayakta yeni bir bira daha içip verdikleri konserle ilgili övgüler yağdıran bir grup insanla sohbet ettiği bara doğru yürüdüm. Ben’in arkasında durdum ama ona omurlarını ve omuzundaki dövmeyi görebilecek kadar yakın olunca ne söyleyece­

ğimi bilemedim.

Oysa Ben McCallister bana ne söyleyeceğini biliyordu. Çünkü diğer kızlarla kısa bir süre daha çene çaldıktan sonra bana dönüp yüzüme bakarak, “Az önce seni gördüm,” dedi.

Yakından bakıldığında hiçbir erkeğin hak etmediği kadar ya­

kışıklıydı. İrlandalılara özgü olduğunu düşündüğüm bir güzelliğe sahipti; siyah saçlar, bir kızda olsa göze çok beya/ görünecek ama

43

(40)

bir rockçıya fazlasıyla yakışan bir ten. Dolgun, kırmızı dudaklar. Ve gö/ler. Meg hakin di. Gözleri koıırakc lens etkisi yaratıyordu.

"Nerede gördün?"’ diye sordum.

"Orada,'' dedi kulübün masalarını işaret ederek. “Buraya uğra­

yacağını söyleyen bir arkadaşımı arıyor ama spotlar yüzünden hiçbir şey göremiyordum.” Az önce sahnede yaptığı gibi, ışıktan korunmak istercesine elini yüzüne siper etti. “Sonra seni gördüm.” Bir süre susup devam etti: “Aradığım kişi sen olabilirmişsin gibi.”

Hep böyle mi yapıyordu? Hep aynı sözleri mi kullanıyordu?

Bu sözleri, konser sırasında elini yüzüne siper edip gözlerini kısarak kalabalığa bakıyormuş gibi yapacak kadar tekrar etmiş miydi? Yani aslında bu iyi bir taktikti. Eğer gerçekten kalabalığın içindeysem, vay canına, demek beni arıyordun, diyecektim. Yok eğer değilsem de bunun harika bir şey olduğunu, kader denilen şeye inanmasının onun fazlasıyla duygusal bir rockçı olduğunu gösterdiğini düşünecektim.

Meg’e de aynı sözleri mi söylemişti? Sözleri Meg’de işe yaramış mıydı? Arkadaşımın bu zırvalığa inanmış olabileceğinin düşüncesi bile tüylerimi diken diken etmeye yeterliydi ama Meg evinden uzakta, gözleri kamaşmış, gitar nağmeleriyle kendinden geçmiş bir haldeyken neler olacağını kim bilebilirdi?

Sessizliğimi utangaçlığıma yordu. “Adın ne?” diye sordu.

İsmim ona bir şeyleri hatırlatacak mıydı? M eg ona benden bahsetmiş miydi? “Cody,” dedim.

“Cody, Cody, Cody,” dedi ismimi şöyle bir düşünerek. “Bu bir kovboy ismi,” dedi sonra kelimeleri uzata uzata. “Nereden geliyorsun, Kovboy Kız?”

“ Kovboy ülkesinden.”

Dudaklarında, onu kasten azar azar sunuyormuş gibi hafif bir gülümseme belirdi. “ Kovboy kızların yaşadığı bu ülkeyi görmek is-

(41)

Gayle Forman

terdim doğrusu. Belki ziyaretine gelirim de beni atınla gezdirirsin.

Sözlerinin ardındaki anlamı fark etmemiş olabilirim diye bana imalı bir bakış fırlattı.

“Atımın seni hiç vakit kaybetmeden sırtından atacağından emin olabilirsin.”

Ah, bu sözler nasıl da hoşuna gitmişti. Aptal şey, onunla cilve­

leştiğimi falan sanıyor olmalıydı.

“Öyle mi?”

“Öyle. Atlar korkunun kokusunu hemen alırlar.”

Ben kısa bir bocalama yaşadı. Ardından, “Sana korktuğumu düşündürten şey ne?” diye sordu.

“Şehirli pislikler her şeyden korkarlar.”

“Benim şehirli bir pislik olduğumu da nereden çıkardın?”

“Eh, şu an şehirdeyiz ve sen de bir pisliksin, değil mi?”

Ben in yüzünde şaşkınlığını yansıtan bir ifade belirdi. Belli ki karşısındakinin sertlikten hoşlanan, yatakta ateşli ve biraz da öfkeli davranabilecek bir kız mı olduğuna yoksa bu konuşmanın farklı bir yöne mi kaydığına karar vermeye çalışıyordu. Her şeye rağmen yü­

züne rock yıldızı adaylarına özgü gevşek bir gülümseme yerleştirmeyi başardı. “Bunu sana kim söyledi, Kovboy Kız?” Sesi sakindi ama içinde pek de hoş olmayan bir tını barındırıyordu.

Tricia’nın yapmakta ustalaştığı gibi sesimi boğuklaştırarak, “Bunu bana kim söyledi Ben McCallister?” dedim ve ona doğru yaklaştım.

O da bana yaklaştı. Her an öpüşebileceğimizi düşünüyormuş gibi. Çoğu zaman bir kızı öpmek onun için böylesine koUymış gibi.

“Epeydir kiminle görüşmüyorum biliyor musun?” dedim fısıl- darcasına.

“Kiminle?” diye sordu. Bana nefesinden yayılan bira kokusunu duyabileceğim kadar yakın duruyordu.

45

(42)

"M eg Garda') la. Meg Gardayla bir aydır görüşmedim. Ya sen?”

îrkilark geri çekilmek' gibi bir sözün varlığından haberdardım ama bu sözün gerçek anlamını ancak Ben McCallister benden irkilerek uzaklaştığında öğrendim. Ben, saldırmaya hazırlanan bir yılan gibi sıçrayıp geri çekilmişti.

"Kahretsin, neler oluyor?” diye sordu. Gecenin cilveleşme kısmı sona ermiş, Benin sesi az önce o boktan şarkıyı söylerken kullandı­

ğından tamamen farklı bir homurtuya dönüşmüştü.

"M eg Garcia,” diye tekrarladım. Benin gözlerine bakmak zordu ama son bir aydır zor işleri yapma konusunda ustalaşmıştım. “Onu tanıyor musun?"

“Sen de kimsin?” Ben’in öfkeye benzer bir duyguyla alev alev yanan gözleri donuklaşmıştı. Artık kontakt lens takıyormuş gibi görünmüyordu.

"Yoksa onu sadece kullanıp attın mı?”

Aynı anda biri omuzuma vurdu. Arkamda Otçu Richard duru­

yordu. “Sabah erken kalkmalıyım,” dedi.

“Zaten benim buradaki işim de bitti.”

Gece yarısı olmak üzereydi. Üç saatlik uykuyla duruyordum ve bir öğün daha atladığım için elim ayağım titriyordu. Kulüpten çık­

tığımızda tökezledim. Richard kolumu tuttu ve o an, kendini havalı zanneden, gösteriş düşkünü, sığ Ben McCallister’a son bir öldürücü bakış daha fırlatmaya karar verdim.

Keşke bunu yapmasaydım. Çünkü ona baktığımda yüzünün, sadece öfke ve suçluluk duygusunun birleşmesiyle ortaya çıkan bir ifadeyle çarpıldığını gördüm. Bu ifadeyi iyi biliyordum. Her sabah aynada karşımda onu görüyordum.

(43)

6

O gece üzerimdekileri bile çıkarmadan kendimi kadife kanepeye bıraktım. Pazar olan bir sonraki gün uyandığımda Pete ve Repeat yüzüme ve göğsüme sere serpe yayılmış halde uyuyordu. Ya ben onların kanepesini ellerinden almıştım ya da onlar benimkini.

Doğrulduğumda hafta sonu boyunca ortalıkta görünmeyen evin son sakininin mısır gevreği dolu bir kâseyi lavaboya boşaltıp arka kapıdan dışarı çıktığını gördüm.

“Güle güle, Harry,” diye seslendi Alice arkasından.

Demek Harry buydu. Meg onun çoğunlukla, çok sayıda bilgisayar ve kavanoz kavanoz turşu barındıran odasına kapandığını söylemişti.

Alice mutfağa girip benim için hazırladığı bir fincan kahveyle geri döndü. Bu kahvenin Malawi’deki ormanlarda yerli halk tarafından tamamen organik olarak yetiştirildiğini söyledi ve ben de kahvemin kafeinli ve sıcak olmasından daha fazlasına ihtiyacım varmış gibi başımı salladım.

Kanepeye oturup kedilerin birbirlerinin yüzüne pati atarak oynamalarını seyrettim. Repeat'in kulaklarından biri ters çevrildi.

Eğilip düzelttiğimde bana miyavladı. Bu o güne dek duyduğum

47

Referanslar

Benzer Belgeler

Okul birincileri, genel kontenjan (öncelikle) ve okul birincisi kontenjanı göz önünde tutularak merkezî yerleştirme ile yerleştirme puanlarının yeterli olduğu en üst

Bütünleme sınavına not yükseltmek için girmek isteyen öğrenciler, Bursa Teknik Üniversitesi internet sayfasında ilan edilen tarihlerde öğrenci işleri bilgi

Öğrencilerin ilgi alanları doğrultusunda öğrenci toplulukları ile koordineli olarak düzenlenen geziler, konferanslar ve benzeri etkinliklerle öğrencilerin ders dışında

Universal21 Deluxe Pack ile kiralama yapmak için ev sahibi tarafından yapılacak küçük bir yatırım gereklidir fakat Universal21, eşyalı kiralama sisteminin ne kadar

Devlet üniversitesi olarak kurulan Bursa Teknik Üniversitesi bünyesinde Doğa Bilimleri, Mimarlık ve Mühendislik Fakültesi altında, ülkemizin ilk ve tek Lif ve

Türkiye’nin birçok farklı coğrafyasından bir araya gelen üyelerimiz sayesinde çok farklı kültürleri tanımamızın yanı sıra yanı sıra çok renkli sohbetlere de ev

Demir, Potasyum, Magnezyum ve Sodyum Tuzlarını İçeren Mannitol Çözeltilerinin Liyofilizasyon Esnasında Kritik Formülasyon Sıcaklıklarının Differensiyel Termal

Öğrencilerimiz yaşadıkları aile ve akraba çevresinden yapacakları araştırma sonucunda öğrenecekleri Şarkışla ilçesine özgü yemeklerle ilgili çalışmaları okul