• Sonuç bulunamadı

12. BÖLÜM SİSTEM YAKLAŞIMLARI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "12. BÖLÜM SİSTEM YAKLAŞIMLARI"

Copied!
47
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

12. BÖLÜM

SİSTEM YAKLAŞIMLARI

12.1 BRONFENBRENNER’İN EKOLOJİK GELİŞİM KURAMI:

ÇEVRESEL SİSTEMLER

Bronfenbrenner’in Ekolojik Gelişim Kuramı: Çevresel Sistemler

Uri Bronfenbrenner’e (1977) göre insanın davranışı ve gelişimi tek bir kaynağın güdümünde değil, iç içe geçmiş çevresel sistemlerin etkisiyle şekillenir. İnsan davranışını ve gelişimini anlamak ve olumlu yönlendirmek için etkileşim içindeki çevresel sistemleri anlamak gerekir. Bu yaklaşım insan gelişimine yönelik ekolojik bakış açısıdır. Bronfenbrenner (1986) bireyin gelişiminin iyi anlaşılması için ailenin ekolojisine özel önem verilmesi gerektiğini savunmuştur. Ailenin ekolojisi, aileyi etkileyen ve çevreleyen sistemler bütünüdür. İnsanın içinde bulunduğu sosyal, kültürel, politik ve tarihsel süreçlerin etkileri anlaşılmalıdır.

Bronfenbrenner bu bakış açısıyla 5 ayrı etki sistemi öne sürdü.

[Editöre not: Aşağıdaki şemalardaki terim ve resimlerin Türkçe’ye ve Türk kültürüne uyarlanması gerekmektedir. Şemaları şimdilik aslı gibi bıraktım.]

http://lifeinstructionmanual.wikispaces.com/file/view/Bronfenbrenner_Bioecological_Model.jpg/

136148877/Bronfenbrenner_Bioecological_Model.jpg

(2)

http://www.growingupinaustralia.gov.au/pubs/reports/krq2009/images/fig2.gif 1. Mikrosistem

Çevresel sistemlerin ilki olan mikrosistem bireyin yakın çevresiyle etkileşimlerinden oluşur. Çocuğun aile bireyleriyle, okulda arkadaşlarıyla ve öğretmenleriyle etkileşimleri mikrosistemin dinamikleridir. Bireyin aklı, bedeni, davranışı, düşünceleri, duyguları, tutumları ve etkileşimde olduğu yakın çevre (örn. aile) mikro sistemin bileşenleri olarak görülebilir.

2. Mezosistem

Mikrosistemin bileşenlerinin ilişkileri (örn. aile ile okul arasındaki bağlantılar)

mezosistemin birimlerini oluşturur. Çocuğun ailesinin öğretmenler ve okul müdürü ile görüşmesi mezosystemin örneğidir. Mezosistem ayrıca egzosistem ile mikrosistem arasındaki bağlantıları içerir.

3. Egzosistem

Bu sistem bir yandan çocuğun arkadaşlarının aileleri, ailesinin arkadaşları, diğer yandan, sosyal güvenlik birimleri, milli eğitim bakanlığı, ülkedeki basın, yasama, yargı ve yürütme organları gibi dolaylı etkileri barındırır.

Benzer biçimde, çocuğun doğrudan etkileşim içinde bulunduğu öğretmenlerinin ve yöneticilerin davranışları dahil okuldaki etkileri düşünelim. Bu doğrudan etkiler mikrosistemi temsil ederler. Öte yandan, hükümetlerin kendi önceliklerine göre sık sık değişen bir eğitim sistemi düşünelim. Eğitim sistemi ekzosistemin bileşenidir. Değişen eğitim sistemi (ekzosistem), okuldaki öğretmen ve yöneticilerin davranışlarını (mikrosistem) etkileyecektir. Öğretmenlerin davranışı ve ruh hali çocuğa doğrudan etki yaptığından mikrosistemin bileşenleridir. Eğitim sisteminin değişmesi, mikrosistemin bu tür bileşenlerini etkileyecektir. Ekzosistemin mikrosistem üzerindeki bu etkileri, aradaki mezosistem yoluyla gerçekleşir.

4. Makrosistem

Egzosistemin çevresinde daha kapsamlı ve soyut bir sitem olan makrosistem vardır.

Makrosistem ekzosistemi çevreler ve doğrudan etkiler. Kültürün değer yargıları ve temel inançları makrosistemin bileşenleri arasındadır. Topluma yön veren ideolojiler de makrosistemi oluşturur. Laik olması beklenen bir cumhuriyette gerilemeye neden olabilecek din-siyaset ilişkileri makrosistemin örneklerinden biridir. Özellikle bir ülkede kendi din anlayışını toplum

(3)

yaşantısına mümkün olduğunca yerleştirmek isteyen bir iktidar varsa ve muhalefet de bu tehlikeye göz yumuyorsa, böyle bir öncelik egzo- ve mezosistemler yoluyla, mikrosistemdeki vatandaşların yaşantılarını ve gelişimlerini birçok yönden etkileyecektir.

Örnek olarak bir ülkenin gelişim enerjisinin önemli bir bölümünü dinsel siyasete harcadığını düşünelim. Sonuç olarak belli bir grubun din anlayışının eğitim sistemi ve okullar yoluyla vatandaşlara ve yeni nesillere dayatıldığını varsayalım. Kaynakları bu tür önceliklere harcanan bir ülkenin diğer alanlarda çeşitli sorunlar yaşaması olasıdır. Makrosistemdeki bu anlayış egzosistemde (örn. yasal düzenleme ve uygulamalarda) kendisini doğrudan gösterecektir.

Bu etkiler aşağı inerek mezosisteme ve mikrosisteme yansıyacaktır. Makrosistemdeki önceliğe uymayan gelişim hedefleri ve uyum tarzları –doğrudan ya da ara sistemler yoluyla dolaylı olarak– savsaklanabilir, hatta cezalandırılabilir. Sonuç olarak, örneğimizdeki bu senaryoda, vatandaşların mikrosistemdeki etkinliklerinde ve gelişimlerinde şu tür sorunlar yaşanabilir: iç ve dış güvenlik sorunları nedeniyle verilen şehitler, artan şiddet olayları, görüşleri yüzünden

üniversiteden atılan ya da fişlenen öğrenciler, çağdaş eğitimden yoksun kalan ve potansiyellerini gerçekleştiremeyen nesiller, toplum genelinde yaşanan ızdırabın derinleşmesi, yazıları nedeniyle terörist damgası yiyerek aylarca ve yıllarca tutuklu kalan gençler, gazeteciler ve yazarlar…

5. Kronosistem

Ülkedeki etkili kültür ve ideolojileri temsil eden makrosistemi de kapsayan kronosistem tarihsel bağlam ile ilgilidir. Bu sistem, ülkenin ve dünyanın yaşadığı tarihsel olayları ve

dönemleri temsil eder. Kronosisteme örnek olarak şu olaylar gösterilebilir: Fransız devrimi, Amerikan bağımsızlık bildirgesi, Kurtuluş savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, ardından gelen aydınlanma devrimleri, Amerika’da 1930’lu yılların başındaki büyük ekonomik çöküntü, birinci ve ikinci dünya savaşları, 11 Eylül terörist saldırısı, Türkiye’deki 1960, 1970 ve 1980 askeri darbeleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran yaşatan devrimlerden çok farklı öncelikleri olan bir iktidarın ülkedeki uzun süren egemeliği, Gezi Parkı direnişinin başlaması... Bunlar, belli ülkelerdeki insanların yaşayış ve gelişimlerini nesiller boyu etkileyen, hatta etkileri küresel çapta duyulan ve tarihe yön veren kronosistem olaylarıdır.

Bronfenbrenner (1977) bu kuramı yoluyla, gelişim biliminin ilerlemesi için kapsamlı bir vizyon öne sürmüştür. Bu vizyona göre “yaşam süresi boyunca, gelişen insan organizması ile bu organizmanın gerçekten içinde yaşadığı ve geliştiği –değişen– çevreler arasındaki” ilişkilere ve etkilere önem verilmelidir (s. 513). İnsan gelişimi ayrıca, bireyi ve aileyi etkileyen farklı kapsamdaki sistemlerin birbirleriyle etkileşimlerini hesaba katarak incelenmelidir. Bu bütünsel yaklaşım Bronfenbrenner’in esin kaynaklarından biri olan gelişim bilimci Kurt Lewin’in (1936, 1946, 1951) sistem dinamikleri temelindeki bakış açısıyla uyumludur.

12.2. GILBERT GOTTLIEB’İN GELİŞİM SİSTEMLERİ KURAMI:

ETKİLEŞİM HALİNDEKİ 4 SİSTEM

Sistemsel ve bütünsel yaklaşımlı diğer bir gelişim kuramını Gilbert Gottlieb sunmuştur.

Genetik unsurların insan davranışının açıklanmasında gereğinden fazla vurgulandığını fark eden Gottlieb, genlerin başlıca etmen olmadığını, ancak bir gelişim sistemleri bütünü içinde etkisini gösterdiğini vurgulamıştır. Bu bağlamda Gottlieb (2000) biyolojide ve psikolojide yaygın bir yanılgıya dikkat çekerek merkezi dogma adını vermiştir (s. 93). Bu yanlış kanı, genlerin ve çevrenin insan organizması üzerinde birbirinden ayrı etkilere sahip olduğu ve ayrıştırılabilir katkılar yaptığı önermesidir. Gerçekte ise gelişim sürecinin hemen her adımında genler ile çevrenin etkileşimi ve işbirliği vardır. Dolayısıyla gelişim sürecinin her türlü sonucu genler ve çevrenin ortaklaşa ürünüdür. Gelişsel deneyimlerin bir bölümünü genetik kaynaklı diğer

(4)

bölümünü de çevre kaynaklı diye ayırmak, gelişim sürecinin bütünsel ve etkileşimli doğasına aykırıdır.

“Genler gelişim üzerinde şüphesiz sınırlayıcı bir rol oynasalar da, bu kısıtlamaların gerçek sınırları oldukça geniştir” (Gottlieb, 2000, s. 96). Gottlieb ayrıca vurgulamıştır ki genlerin gelişim olasılıkları üzerindeki kısıtlayıcı etkisinin sınırları önceden ve tam olarak belirlenemez.

Gelişim süreci, genlere ek olarak üç farklı sistemin daha etkisindedir: sinirsel etkinlik (nöronların etkinliği), davranış ve çevre. Bu dört sistem sürekli etkileşim içinde gelişimin sınırlarının ve şeklinin oluşmasına katkı yapar:

Çevre

(fiziksel, sosyal, kültürel) Davranış

Nöron (sinir hücresi) etkinliği

Genetik etkinlik

---bireyin gelişimi--->

İnsan gelişimi, tek başına genetik yapının açılımından ya da ifadesinden ibaret değildir.

Genetik yapının gelişim üzerinde elbette etkisi vardır. Ama aynı zamanda genlerin işlevi, çevre dahil diğer gelişim sistemlerinden etkilenir: “Olağan biçimde gerçekleşen çevresel olaylar gelişim süreci boyunca gen etkinliğini uyarırlar.” Dolayısıyla, “genler ve genetik etkinlik

gelişimsel-fizyolojik sistemin parçasıdır ve bu sistemin dışında yer almazlar.” (Gottlieb, 2000, s.

94)

Öte yandan gelişim tek başına çevrenin insana şekil vermesiyle de açıklanamaz. Gelişim bu dört sistemin zaman içinde etkileşimleriyle şekillenir. Sistemlerden biri insan davranışıdır.

Davranışı açıklamak için de diğer üç sistemin davranışlarla nasıl etkileşim içinde olduğuna bakmak gerekir.

“Aristo’nun zamanından bu yana bireysel organizmaların döllenmeden yetişkinliğe gelişim sürecinin doğasıyla ilgili iki rakip görüş süregelmiştir. Önoluşum görüşü, bireyin bütününün minik bir biçiminin yumurtada önceden paketlenmiş halde bulunduğunu savunmuştur. Buna göre, tüm parçalar ve organlar başlangıçta önoluşumla meydana gelmiştir ve bireysel gelişim önceden mevcut ve tümden oluşmuş bu parçaların yetişkin boyutlarına gelinceye dek

büyümesinden ibarettir. Büyüyen embriyo ve fetusu gözleme zahmetine giren herkesin ve Aristo’nun savunduğu alternatif görüş ise şudur: bireysel gelişim bir ardışık evreler dizisi boyunca bedenin her bir parçasını ve organını var eden dönüşümlerce gerçekleşir. Bugün savunduğumuz, ortaya çıkma esaslı bu epigenetik görüştür. Bu görüş, bireysel gelişimin hem ayrışma hem de büyüme içerdiğini belirtir. Bu gelişim sürecinin ayırt edici özelliği,

başlangıçtaki göreli olarak homojen durumdan sonraki yüksek derecede hetorojen yapıya doğru aşamalı değişimdir. Epigenetik gelişimin gerçekleştiği temel mekanizmaların bütününü hâlâ tümüyle anlamıyoruz. Ama şunu söylemenin doğru olduğunu biliyoruz: ruhsal, davranışsal, fizyolojik ve anatomik olarak bireysel gelişim epigenetiktir ve önoluşumsal değildir.”

Gilbert Gottlieb, 1992, s.3-4

(5)

Gottlieb’in yukarıdaki saptamalarının yer aldığı kitabının başlığı da kuramının odağı hakkında fikir vermektedir: “Bireysel gelişim ve evrim. Yeni davranışın gelişimsel ortaya çıkışı.”

Ruhsal gelişim yeniliklerle doludur; herhangi bir ön programla belirlenemez. Diğer bir deyişle gelişim süreci dinamiktir. Gottlieb’e göre insan davranışı çoklu etkilerin yer aldığı yaratıcı bir süreç içinde ortaya çıkar. Gelişim farklı unsurların etkileşim süreciyle gerçekleşir. Bu yüzden davranış ve gelişim tam bir kesinlikle değil, ancak olasılıksal olarak öngörülebilir (ayrıca bkz.

Ford ve Lerner, 1992). Hangi zamanda hangi gelişim yetilerinin ne ölçüde ortaya çıkacağı, çoklu etmenlerin etkileşimi sonucu belirlendiğinden olasılıklar yoluyla ifade edilebilir.

Genetik ve biyolojik işlevlerin çevresel unsurlarla zaman içindeki etkinleşimi çok farklı sonuçlara gebedir. Bu yüzden farklı ortamlarda yetişen tek yumurta ikizlerinin beden

özelliklerinde bile önemli farklılıklar saptanmıştır. Fiziksel özelliklerde bile durum böyle iken ruhsal bakımdan dinamik çeşitlilik kaçınılmazdır. Çevreyle her an etkileşim içinde oluşan ruhsal beceriler açısından ortaya çıkacak sonuçlar, genetik yapıya bakarak kestirilemeyecek kadar çok çeşitli olasılıklar içerir.

Genetik belirleyicilik anlayışına göre insan davranışı ve gelişimi genler tarafından programlanmıştır. Buna karşıt olarak çevresel belirleyicilik insanı çevrenin biçimlendirdiğini savunur. Gottlieb (2000) bilimsel bulgular ışığında vurgulamaktadır ki her iki tür belirleyicilikten de kaçınmak gerekir. Belirleyici olan, genlerle çevrenin etkileşim sürecidir: “Artık anlamamız gerekir ki bireysel gelişimin her türlü sonucunun ortaya çıkmasında genler ile çevrenin mutlaka işbirliği yaptığını belirtmek, öylesine söylenen bir şey değil, tam anlamıyla doğrudur” (s. 96-97).

Bu bağlamda önemli olan diğer bir nokta şudur: çevresel sistem, yalnızca sosyal ve kültürel çevreyi değil, insanın fiziksel, kimyasal ve biyolojik unsurlarını da kapsamaktadır.

Bireyin kullandığı –bilgisayar gibi– teknolojik araçların nitelikleri, soluduğu havanın ve içtiği suyun temizliği, yediklerinin besin değeri ve doğallığı, bedenindeki hormon ve organların işleyişi de çevresel unsurlar olarak görülebilir.

Hayatta birbirinden bağımsız gibi görünen birçok olgu birbiriyle bağlantılıdır ve etkileşim içindedir. İnsanın gerçek yaşam deneyimi ve gelişimi de bu etkileşimler ve ilişkiler bütünü içinde anlaşılabilir. Bu sistem bakış açısı içinde bütün, parçaların toplamından daha fazladır. Parçalar bir araya geldiklerinde ilişkileri sonucunda oluşan bütün, parçaların tek başına işleyişlerinden çok farklı bir oluşumu temsil eder. Bu gerçekler Dinamik Sistemler (DS)

kuramında da vurgulanmıştır. DS yaklaşımı bileşenlerin etkileşimi yoluyla yeni deneyimlerin ortaya çıkışına özel önem vermiştir (Howe ve Lewis, 2005).

12.3. DİNAMİK SİSTEMLER (DS) KURAMI

20. yüzyılda temel bilimlerde görelilik kuramının ve kuantum fiziğinin de etkisiyle büyük bir anlayış değişikliği gerçekleşti. Bu anlayış değişikliğinin bütünsel, sistemci ve sentezci

yaklaşımların ağırlığını artırmıştır. Farklı parçacıklar arasında zaman içinde gerçekleşen doğal ektileşimlerin incelenmesi karmaşık yapıların içsel organizasyon temelinde nasıl ortaya çıkıp evrildiklerini açıklayabilmektedir (Kauffman, 1995). Çeşitlilik ve etkileşim yoluyla belli yasalar çerçevesinde dinamik bir düzen oluşmakta ve süregelmektedir. Bu bakış açısını temel alan birçok farklı kuram ve çalışma Dinamik Sistemler anlayışı olarak nitelenmiştir (Luenberger, 1979). Bu yaklaşım farklı disiplinlerdeki birçok kuramı kapsayan bir meta-kuramdır.

Zaman içinde değişime odaklanan her bilim alanı DS kuramından yararlanabilir. DS yaklaşımı bilim dünyasında 20. yüzyılın ikinci yarısında giderek ivme kazanmış, fizik ve kimyanın ardından biyolojiye ve biyolojik gelişime uygulanmaya başlamıştır. Temel bilimlerin yanı sıra mühendislik bilimlerinde de sistem dinamikleri adıyla da anılan bu yaklaşım psikoloji ve mühendislik bilimleri dahil farklı bilim alanlarında kendisini göstermeye başlamıştır.

(6)

Dinamik Sistemler kuramı 20. yüzyılın sonlarına doğru biri ABD’de diğeri de Avrupa’da iki farklı araştırma grubu tarafından gelişim biliminde uygulanmaya başladı. İndiana

Üniversitesi’nden Esther Thelen (Thelen ve Ulrich, 1991; Thelen ve Smith, 1994) ve Hollanda’nın Groningen Üniversitesi’inden Paul van Geert (1991, 1993) DS yaklaşımının gelişim psikolojisindeki öncüleri oldular. Thelen bilişsel gelişimin beden etkinlikleriyle bütünleşik doğasına özel önem verdi. Paul van Geert ise (2003, 2008, 2009a,bc) gelişim sürecinin matematik modellerine ve insan davranışındaki karmaşık değişkenliğe ağırlık verdi.

1990’lı ve 2000’li yıllarda ABD’li ve Avrupalı bilim insanlarının çabalarıyla dinamik sistemler kuramının gelişim bilimindeki uygulama kapsamı ve derinliği giderek artmıştır.

İnsan ve çevrenin, etkileşim süreci içindeki bütünlüğü

Thelen ve Smith (1994) 20. yüzyılın ortalarında psikoloji biliminin öncü isimlerinden olan Kurt Lewin’in dinamik sistemci ilk psikolog olduğunu öne sürmüşlerdir. Thelen ve Smith bu bağlamda Lewin’in 1946’daki makalesine gönderme yaptı. Bu makalesinde Lewin, insanı sosyal ve fiziksel çevresiyle bir bütün olarak ele almıştı. Lewin’e göre davranış, farklı bireysel ve çevresel unsurların bir araya gelmesiyle oluşan güç alanlarının işlevidir. Farklı güç alanlarını, insanın farklı güdülenmeleri olarak görebiliriz. Lewin davranışı tüm ortamın bir işlevi olarak görmüştü. Lewin’e göre tüm ortam (İng. total situation), bireyin ve çevrenin bir bütün olarak var olduğu dinamik bir etkileşim sürecini temsil eder. Dolayısıyla Lewin, insan davranışını

durağanlık temsil eden kavramlarla değil, çevre ile bireyin bütünleşik etkileşim süreciyle açıklamaya çalışmıştır.

İnsan deneyiminin karmaşık ve dinamik doğasına yönelik isabetli saptamalarıyla Lewin, onyıllar sonra psikolojide çağdaş DS yaklaşımlarının doğmasına öncülük yapmıştır. Nitekim Lewin daha 1936’da yayımlanan kitabında Einstein’in görelilik kuramından beri “dinamik kavramların” ve “sistemin bütününün” ele alınmasının önem kazandığına dikkat çekmişti. Bu bilimsel üretim sürecinde sunulan kavramların görgül bulgularla sınanması ve desteklenmesi gerektiğini vurgulayan Lewin’in psikoloji bilimi için çizdiği dinamik yol haritası hâlâ geçerlidir:

“Mevcut durumunda kuramsal psikoloji bir bütünün tüm niteliklerini gösteren bir kavramlar sistemi geliştirmeye çalışmalıdır. Öyle ki bu bütün içinde her parça diğer parçaların tümüne bağlıdır. Bu kavramlar sistemini belirlemeye yetecek gerçeklerin bilgisine henüz sahip olmadığımızdan ve diğer yandan bu ‘gerçekler’ bilgisi bu kavramlar sistemini geliştirmeden edinilemeyeceğinden önümüzde açık olan tek bir yol görünüyor: kesin olmayan, deneysel adımlarla yavaşça ilerlemek, kararları biraz tereddütle vermek, her zaman psikolojinin bütün alanını göz önünde bulundurmak ve psikolojik araştırmanın mevcut çalışmalarıyla yakın

bağlantıda kalmak.” Kurt Lewin, 1936, s. viii

Yukarıdaki saptamasından anlaşılacağı gibi Lewin’in insan deneyimine ve gelişimine yönelik bütünsel ve dinamik bakış açısı, insan bilimi olan psikolojinin gelişim sürecine yaklaşımına da yansımıştır.

Sistem bileşenlerinin birbirleriyle etkileşimi

Bileşenleri birbiriyle etkileşim halinde olan ve zaman içinde değişen her oluşum bir dinamik sistemdir. Bu sistem, çevresiyle her an etkileşim içindedir. Böylece biyolojik ve ruhsal bir organizma olarak insan bir dinamik sistemler bütünüdür. İnsan aklı bir dinamik sistemdir.

İnsan gelişiminin ana alanlarının her biri de (örn. bilişsel gelişim, duygusal gelişim, ahlak gelişimi) dinamik sistem olarak görülebilir ve incelenebilir. Benzer biçimde bir topluluk ya da toplumun bütünü de dinamik bir sistem olarak görülebilir. Öğrencilerden ve öğretmenden oluşan bir sınıf, dinamik bir sistemdir. Bu irdelemede sistemi oluşturan ve etkileşim içindeki temel bileşenlerin, zaman içinde değişen temel güçlerin saptanması önemlidir.

(7)

Gelişim adım adım gerçekleşir; gelişen organizma her adımla kendini yenileyen bir sistemdir

Gelişim, zaman içinde önceki deneyimler üzerine kurulur. Gelişimin bu epigenetik ilkesi Werner, Piaget, Vygotsky, Erikson ve Kegan’ın gelişim kuramlarında vurgulanmıştır. Gelişen sistem, önceki deneyimleri hem kapsar hem de aşar. Gerek nicel artımlar, gerekse nitel

dönüşümler önceki ve mevcut deneyimlerin etkisiyle oluşur, onların üzerine inşa edilir.

Gelişimin bu ilkesini Ayşegül Kılıçaslan Çelikkol (2012) şöyle dile getirmiştir: “Gelişim süreklidir ve aşamalı olarak gerçekleşir. Gelişim dinamik bir oluşumdur ve döllenmeden ölüme kadar devam eden birikimli bir süreçtir. Gelişim kavramı, sürekli bir ilerlemeyi ifade eder.

Gelişimdeki her aşama bir önceki aşamadan etkilenir ve kendisinden sonrakine altyapı oluşturur.

Aşamalar binişklik gösterir, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmamıştır. Örneğin, yürümek için bebeğin emeklemesi, ayakta sıralaması önceki aşamaları oluştururken, yürüme koşma için altyapıyı oluşturur.” (s. 37)

Bu ardışık katmanlı süreci nitelerken Dinamik Sistemler kuramının vurguladığı temel özelliklerden biri şudur: gelişim adım adım gerçekleşir. Gelişimi anlamak için birbiri ardına gelen gelişim adımlarını saptamak ve incelemek gerekir. Bu, gelişimin iteratif doğasıdır. Bir gelişim noktasından sonrakine geçen adım bir iterasyon olarak nitelenir. Bu yaklaşım evrimsel gelişim psikolojisi bakış açısıyla da uyumludur: “bir zaman noktasında gerçekleşen olay, daha sonraki bir zaman noktasında gerçekleşen ile bağlantılıdır” (Belsky ve Pluess, s. 349). DS yaklaşımı bu bağlantının doğasını ayrıntıyla incelemeye ve açıklamaya odaklanır. Sistem dinamiklerine dayanan gelişim analizlerinde iterasyonun biriminin ve boyutunun belirlenmesi önemlidir. İncelenen gelişim olgusuna ve ölçeğine göre iterasyon saniye, dakika, gün, hafta ya da ay cinsinden ölçülebilir.

Gelişimin adım adım ve önceki deneyimler üzerine kurulan doğasını doğrudan hesaba katmak, sosyal bilimlerdeki yaygın eğilimden ayrılır. Yaygın eğilim, farklı değişkenler

arasındaki doğrusal ilişkilere dayalıdır. Psikolojide çoğunlukla bir grup bağımsız değişkenin bir bağımlı değişken üzerindeki zamandan bağımsız etkisi incelenir. Bağımsız değişkeni x, bağımlı değişkeni y ile simgelersek, klasik denklem şöyledir:

y = f(x)

Zamanı ve sistemin kendi evrimini hesaba katmak

DS yaklaşımı farklı bir bakış açısı ve analiz yöntemi sunar. DS yaklaşımına göre gelişim sürecinde temel olan, sistemin kendi iç kaynakları üzerine kurulan değişimidir. Dolayısıyla, gelişim sürecini doğrudan temsil etmeye ve açıklamaya odaklanan DS yaklaşımları önemli bir alternatif getirir. Gelişim zaman içinde gerçekleştiğinden, öncelikle zaman hesaba katılmalıdır.

Sistemin t zamanındaki durumu, bir sonraki (t+1) zamandaki durumunun hesaplanmasında temel oluşturur. Zamanı hesaba katmak, sistemin farklı zaman kesitlerindeki değer ya da durumlarını hesaba katmayı beraberinde getirir. Sistemin yeni değeri doğrudan ve yalnızca başka bir değişkenin işlevi değil, kendi önceki değerinin (durumunun) gelişim işlevidir.

Gelişim sürecinin evrensel doğası gereği sistem kendi kaynakları üzerine evrilir.

Dolayısıyla yeni denklemi genel olarak şöyle ifade edebiliriz:

yt+1 = f(yt)

Bu formül, dinamik sistemin tanımlayıcı niteliklerinden birini doğrudan temsil eder:

sistemin kendi kaynakları üzerine zaman içinde gerçekleşen değişim. Nitekim van Geert’in (1998a) dinamik sistem tanımlarından biri şöyledir: “bir zaman noktasındaki bir dizi özellik ile önceki bir zaman noktasındaki bir dizi özellik arasındaki bir ilişkinin her türlü kuralsal

belirtimi”. Bu tanım bağlamında van Geert sistem olgusunu niteleyen koşul ve unsurlara da

(8)

açıklık getiriyor. Bu bakış açısına göre, dinamik sistemi sistem bir “sınırlama” vardır: “zamansal ilişki”, yukarıda değinilen özellikler arasındaki “işlevsel ilişkiler” tarafından açıklanır. (s. 634)

Her bir adımın insanı ne kadar ileriye götüreceği, çevre ile etkileşimdeki insanın kendi iç dinamiklerine bağlıdır. Böylece ister birey isterse topluluk biriminde düşünelim; bir sistemin ne kadar ilerleyeceğindeki belirleyici etmenler arasında üç tanesi ön plana çıkmaktadır:

1. sistemin başlangıç düzeyi 2. sistemin gelişim hızı

3. sistemin taşıma kapasitesi (sistemin gelişim potansiyelinin ve/veya çevresel desteğin bir ölçüsü)

Gelişim hızı

Gelişim hızı, birim zamandaki değişim miktarıdır. Sistemin gelişim hızını da simgeleyecek olursak (r) denklemimiz şu duruma gelir: yt+1 = f(yt, ry)

Herhangi bir ek değişkenin etkisi (x)

Dinamik bir sistem açık bir sistemdir; çevreyle sürekli etkileşimdedir. Herhangi bir çevresel değişken olarak x de bu gelişim hesabına katılabilir. Böylece y değişkeninin bir sonraki düzeyi, hem kendi önceki miktarının hem de x’in önceki ölçüsünün bir ifadesi olarak görülebilir:

yt+1 = f(yt, ry,xt) Taşıma kapasitesi

Bu denkeleme ekleyebileceğimiz diğer bir bileşen y sisteminin taşıma kapasitesidir. Her birey kendi kapasitesinden etkilenerek değişir. Kapasitenin kullanılmamış bölümü yüksek ise gelişim oranı da büyük olur. Eğer sistemin eriştiği gelişim noktası kapasitesinin son sınırına yakınsa gelişim miktarı daha düşük olacaktır. Taşıma kapasitesini K ile simgelediğimizde gelişim denklemimiz yeni bir yapıya kavuşur: yt+1 = f(yt, ry, xt, Ky)

Bireyin özgün gelişimini evrensel süreçlerle birleştirmek

DS yaklaşımı her bireyin özgün gelişim etkinliğine ve sürecine özel önem verir. Gelişim kuramları ve gelişim bilimi grup düzeyli genellemelerin ötesinde bireylerin gerçek deneyimlerini açıklayabilmelidir (van Geert ve Fischer, 2009). Bu özen sayesinde hem bireylerin özgün

gelişimleri hem de evrensel mekanizmalar anlaşılabilir. Bireysel özgünlük ile bireyler arası ortaklık arasında uygun bağlantılar kurulabilir. Yukarıdaki denklem de bunun örneğidir. Her bireyin kendine özgü bir gelişim hızı ve taşıma kapasitesi olacaktır. Ama her bireyin gelişim süreci aynı ilişkiler mekanizması yoluyla açıklanabilir: gelişim hem sistemin önceki deneyimleri üzerine inşa edilir hem de çevresel unsurların etkisiyle şekillenir.

Yukarıdaki denklemde x ve y, zaman içinde değişen ve birbirini etkileyen herhangi iki değişkeni temsil edebilir. Diyelim ki x ve y belli bir öğrenme sürecinde birlikte çalışan iki öğrenciyi simgeliyor. Her bir öğrencinin öğrenmesi, değişen bir sistemdir. Öğrencilerin kendilerine özgü birer gelişim hızı olacaktır. Her bir öğrencinin gelişim kapasitesi (K) ve belli bir zamandaki başarım ya da öğrenme düzeyi (xt ya da yt) kendisine özgüdür. Gerçek yaşam değişimlerini anlamak için bireyin özgünlüğünü, izleyebileceği özgün gelişim yollarını dikkate almak gerekir. DS yaklaşımının odak noktalarından ve başlıca avantajlarından biri de –grup ortalamalarıyla sınırlı kalmayıp– bireyin özgünlüğünü hesaba katmaktır. Aynı zamanda

evrensellik vardır: her öğrencinin yukarıda belirtilen denklemle temsil edilebilecek bir dinamik gelişim yasası çerçevesinde gelişip öğrenmesi muhtemeldir. Aynı denklemi x öğrencisinin gelişimini temsil etmek ve incelemek üzere aşağıdaki gibi ifade edebiliriz:

xt+1 = f(xt, rx, yt, Kx)

Bu örnek DS yaklaşımının hem çeşitliliği hem de düzen ve benzerlikleri nasıl hesaba katıp temsil ettiğini göstermektedir. Bireysel özgünlüğün ortak süreçlerle birleşmesinin diğer bir

(9)

örneği taşıma kapasitesi ile ilgilidir. Taşıma kapasitesinin sonuna yaklaştıkça birim zamandaki gelişim miktarı azalır. Örneğin 3 yaşınızdayken Türkçe sözcük dağarcığınızdaki bir hafta

içindeki artış oranı, 60 yaşınızda bir hafta içindeki artış oranından daha yüksek olacaktır. Benzer farklar daha küçük zaman dilimleri için de söz konusudur. Birçok organizmanın zaman içindeki gelişim yörüngesi lojistic gelişim eğrisi ile temsil edilebilir. Buna göre gelişim ivmesi

başlangıçta artabilir; belli bir noktadan sonra ise, taşıma kapasitesine yaklaştıkça azalır.

Dolayısıyla birçok dinamik modelde gelişim düz bir çizgi ile değil, eğimi sistemli olarak değişen bir eğri biçiminde simgelenir.

Çocukların anadil gelişimiyle ilgili bir örnek

Yukarıdaki formülde simgelenen x ve y değişkenleri iki farklı bireyin gelişime tabi herhangi bir yetisi olabileceği gibi, tek bir kişinin deneyimindeki farklı yetiler de olabilir.

Örneğin Bassano ve van Geert (2007) iki ayrı çocuğun, ana dilleri olan Fransızca’yı öğrenme süreçlerini incelediler. Araştırmacılar her bir çocuğun gelişim sistemi içinde etkileşim gösteren üç ayrı yetiye odaklandılar:

(a) W1: tek sözcüklü sözler,

(b) W2-3: iki ya da üç sözcüklü sözler,

(c) W4: dört ya da daha fazla sözcüklü sözler.

Bu çocukların biri 14 ile 36 aylık, diğeri de 24 ile 36 aylık yaş dönemleri arasında belli sıklıklarla gözlendi. Gözlemler süresince her bir çocuğun kullandığı, üç ayrı gruptan sözler W1, W2-3 ve W4 değişkenleri olarak kaydedildi. W1, W2-3 ve W4 karmaşıklığı giderek artan dil yetilerini temsil etmektedir.

Bu yetiler zaman içinde nasıl değişmekteydi; aralarında nasıl ilişkiler vardı? Değişimleri hangi tür ilişkilerle açıklanabilirdi? Bassano ve van Geert, dinamik gelişim modellerinin

öngördüğü üç ayrı ilişki türünü ele aldı (van Geert, 1994):

1. Destek ilişkisi: bir değişkenin artımı diğerini de güçlendirir.

2. Rekabet ilişkisi: bir değişkenin artımı diğerini azaltır.

3. Koşullu ilişki: ikinci değişken, ancak ilkinin belli bir miktar büyüme göstermesinden sonra gelişmeye başlayabilir. Bu demektir ki ikinci yeti, ancak birincisi belli bir kritik kütleye eriştikten sonra ortaya çıkmaya başlayabilir ve gelişim gösterebilir.

Araştırmacılar DS yaklaşımının temel bir özelliği olarak her iki çocuğun kendine özgü gelişim yolları izleyeceklerini öngördüler. Yani bireyler arası farklılık belirgin olacaktı. Ama aynı zamanda, dinamik gelişim ilkeleri ışığında ortak mekanizmalar öngörüldü. Bassano ve van Geert, her iki çocuğun da gelişimlerini açıklamaya yönelik şu hipotezleri öne sürdü:

H1: Daha basit olan yetiler, daha karmaşık yetiler üzerinde destek etkisi yapar. Dolayısıyla, W1 yetisi W2-3 yetisi üzerinde destek etkisine sahip olacaktır; W2-3 yetisi de W4 yetisi üzerinde destek etkisi yapacaktır.

H2: Daha karmaşık yetiler, daha basit yetilerden koşullu olarak etkilenir. Bu demektir ki çocuğun iki ya da üç sözcüklü sözleri söylemeye (W2-3) başlaması için tek sözcüklü sözleri söyleme yetisi (W1) belli derecede gelişmelidir. Benzer biçimde, W4’ün gelişmeye başlaması için W2-3’ün belli bir gelişim düzeyine gelmesi gerekir. Çocukların gözlenmeye başladığı yaş itibarıyla W1 zaten çok yüksek bir düzeydeydi ve W2-3 zaten gözleniyordu. Dolayısıyla araştırmacılar gözlem süresi içinde W2-3’ün W4 üzerindeki koşullu gelişim etkisini saptamayı öngördüler.

H3: Daha karmaşık yetiler, daha basit yetileri rekabetçi olarak etkiler. Dolayısıyla araştırmacılar W2-3’ün gelişiminin W1 üzerinde ve W4’ün de W2-3 üzerinde azalatıcı etkisini öngördüler.

(10)

Büyüklükleri ya da miktarları değişen herhangi iki yeti ya da kaynak arasında H1 ve H3 hipotezlerinin temsil ettiği tüden bir ilişkiler sistemine av-avcı ilişkisi denmektedir. Belli bir ekolojide yırtıcı hayvanlara (avcı) av işlevi gören başka bir hayvan türünün artması avcıların popülasyonu için olumludur. Öte yandan, avcıların artması av popülasyonu üzerinde azaltıcı bir etki yapar.

Sonuç olarak, beklendiği gibi çocuklar birbirinden farklı ve kendine özgü gelişim yolları izlediler. Her üç yetinin belli bir gelişim noktasındaki (örneğin, 30 aylıkken) gelişim düzeyi ve belli bir dönemdeki (örn. 30 ile 34 ay arasındaki) gelişim hızı çocuktan çocuğa farklılık

gösteriyordu. Yine de her iki çocuğun gelişim süreci de üç hipotezi destekleyecek nitelikte seyretmişti. Bassano ve van Geert ayrıca, bu üç dil yetisinin gelişim sürecinde iki ayrı kritik geçiş zamanı saptadılar. Her iki çocuğu gelişiminde de başlangıçta tek sözcüklü sözlerin yoğun egemenliği vardı, bu durum 2. yılın sonuna dek sürüyordu; 2. yıldan 3. yıla geçişte ise W1 yetisi düşmeye başlıyor ve yerini –sıklığı giderek artan– iki ya da üç sözcüklü sözlerin egemenliğine (W2-3) bırakıyordu. Dört ya da daha fazla sözcüklü sözler sarfetme yetisi (W4) ise her iki çocukta 28. aydan itibaren hızla artıyor ve egemenlik kurmaya başlıyordu.

Gelişim zaman içinde gerçekleştiğinden sistemin davranışı sık gözlemlerle incelenmelidir Gelişimin zaman içinde gerçekleşen bir süreç olduğu çok açıktır. Yine de bu gerçek gelişim psikolojisinin birçok araştırması ve yaklaşımı tarafından göz ardı edilmiştir. Paul van Geert’ın (1998b) vurguladığı gibi, gelişim psikolojisi Piaget ve Vygotsky gibi öncülerinin sürece yönelik yaklaşımlarından uzaklaşmış, farklı yaş gruplarının karşılaştırılmasına öncelik vermiştir.

Bu tür çalışmalar yararlıdır, ama gelşimin nasıl gerçekleştiğini açıklamaya yetmezler. van Geert, gelişim psikolojisinin bu sınırlamasını aşan, süreç odaklı bir gelişim biliminin nihayet

güçlenmekte olduğunu vurgulamıştır.

Farklı gelişim düzeylerinde olması beklenen grupları karşılaştırmak gelişim sürecinin nasıl gerçekleştiğini anlamaktan çok farklıdır. Gelişimi açıklamak için zaman içinde bir süreç olarak ayrıntıyla incelemek gerekir. Bir sistemin zaman içinde nasıl davrandığı ayrıntılı olarak, sık gözlemlerle incelenmelidir. Mikrogelişim araştırmalarının niteliklerinden biri şudur: aynı olgu üzerinde (örn. öğrencinin belli bir konudaki matematik problemlerini çözmesi) kısa zaman aralıklarıyla sık ölçüm yapılır (Granott ve Parziale, 2002). Bileşenlerin etkileşimleri nasıl

değişmektedir? Sistem, yeniden düzenlenmek üzere, sarsımlara (İng. perturbations) nasıl karşılık vermektedir? Gelişim süreciyle ilgili bu özellikler gözlenmeli ve anlaşılmalıdır.

Sistemin sarsımlara verdiği karşılık: Yapılandırmacı ve etkin bir gelişim süreci

Sistemin yaşadığı iç ya da dış kaynaklı sarsımlar, rahatsızlık ve bozukluk yaratabilse de daha güçlü ve daha kapsamlı yeni bir düzenin tetikleyicisi olabilirler. Sistemin sarsımlara verdiği karşılık, gelişime yön verir. Böylece sistem travmatik olaylar gibi çevresel etkilere duyarlı biçimde, ama özünde kendi iç dinamiklerinin etkileşimleri sonucu gelişir, evrilir.

Özdüzenleniş: Dinamik sistemlerin temel süreci

Bir dinamik sistemde değişim, tek bir unsur ya da olay sonucu değil, çoklu unsurların etkileşimleri sonucu oluşur. Böylece gelişim sistemin kendi iç dinamikleri sayesinde doğaçlama olarak gerçekleşir. Gelişimin motoru sistemin kendini düzenleme eğilimidir. Bu eğilim

özdüzenleniş sürecidir (Kauffman, 1995; Lewis, 1995, 1996, 2000a; Lewis ve Douglas, 1998;

van Geert, 2009b,c; Thelen ve Smith, 1994, 2006). Bir dinamik sistem olarak her canlı varlık ve bu varlıkların oluşturduğu (toplum gibi) daha kapsamlı sistemler bu sürece tabidir. Sistem, bileşenlerin birbirleriyle olan doğaçlama bağlantıları sayesinde, kendi iç dinamikleri yoluyla düzenlenir ve evrilir. Bu süreç kendiliğinden, doğaçlama olarak çalışır.

(11)

Özdüzenleniş saniyeler ve dakikalarla ifade edilen eylem ölçeğinde olabileceği gibi çocukluk gibi belli bir yaşam döneminin ayları ve yılları boyunca da geçerlidir (Thelen ve Ulrich, 1991). Hem kısa dönemli etkileşimler hem de yaşam boyu gelişimdeki kalıcı niteliklerin ortaya çıkması ve değişimi aynı özdüzenleniş süreciyle gerçekleşir.

Kimyasal, fiziksel, biyolojik, psikolojik, sosyal, küresel ve astronomik sistemler, her an değişime ve etkilere açık sistemlerdir. Dinamik sistemler böylelikle, önceden ayrıntılarıyla belirlenmiş bir çizgi izlemezler. Her an yaratıcılık mümkündür. Gelişim beklenmedik olaylara açıktır. Dinamik sistemler, herhangi bir program ya da dış müdahele sonucu değil, kendini düzenleme gücü sayesinde değişirler ve gelişirler.

Aslolan atomlar değil, atomların bir araya geliş tarzıdır!

Sistemlerin özdüzenleniş süreci yaşamın dokusuna işlenmiştir. Böylece sistemler enerji kullanımı ve dönüşümüyle işleyişlerini sürdürmekle kalmazlar, yeni oluşumlara yol açarlar.

Atomlar bir araya gelerek molekülleri, moleküller birleşerek hücreleri oluşturur. Yeni oluşan fiziksel, ruhsal ya da kültürel olgu, bileşenlerinin işlevidir, ama bileşenlerini nitelik olarak aşan bir sentezdir. Cornell Üniversitesi astronomi profesörü Carl Sagan’ın (1980) ünlü sözü de bu süreci yansıtmaktadır: “Yaşamın özü varlığımızı oluşturan atomlar ve küçük moleküller değil, o moleküllerin düzenidir, bir araya getiriliş tarzıdır. . . . Yaşayan bir varlığın güzelliği içindeki atomlar değil, o atomların bir araya getiriliş tarzıdır. 4 milyar yılı aşkın biyolojik evrim süresince damıtılmış bilgidir.”

Gestalt ilkesi de aynı yönde bir gerçeğe işaret etmektedir: bütün, parçaların toplamından daha fazladır. Bu ilke Assagioli’nin Psikosentez yaklaşımının da özündedir: bileşenlerin bir araya gelmesi yepyeni bir oluşum yaratabilir, bileşenlerin her birini aşan bir bütünü ortaya çıkarabilir. DS yaklaşımı da özdüzenleniş sürecini bileşenlerin doğaçlama etkileşimleri temelinde ele alır. Diğer bir deyişle bir sistem içsel dinamikleri yoluyla var olur, değişir ve gelişir. Benzer biçimde Fransız filozof Henri Bergson (1911) yaşayan varlıkların kendi deneyimlerini düzenlemeye yönelik içsel yaşam enerjisi yoluyla geliştiklerini öne sürmüştü.

Bergson’un bu vurgusu, DS yaklaşımının özdüzenleniş kavramıyla uyumludur.

Dinamik bir sistem çevresel etkilere açıktır, ama değişimin motoru iç kaynaklarına dayanan özdüzenleniş sürecidir. Özdüzenleniş temel olarak sistemin bileşenlerinin doğaçlama etkileşimleriyle gerçekleşir. Belli bir kritik miktar ve çeşitliliğe erişen bileşenler, doğal olarak etkileşerek yeni oluşumlar yaratırlar (Kauffman, 1995; Lewis, 1995, 1996, 2000b). İç ve dış etkiler, sistemin kendi gelişim hamurunda yoğrulur. Bu, bireyler için olduğu kadar toplumlar için de geçerlidir. Bireyin ya da toplumun kendi kendine örgütlenmesini de kapsar. Birey için de toplum için de yeni oluşumlar, sistemin özdüzenlenişi yoluyla, bileşenlerin etkileşimi sayesinde ortaya çıkar.

Çekim merkezleri

Özdüzenleniş sürecinin kilit unsurlarından biri çekim merkezi olgusudur (İng. attractor).

Bir dinamik sistem zaman içinde göreli olarak sık yinelediği bazı işleyiş ve düzenleniş tarzları sergiler. Bu tarzların her birine çekim merkezi denir. Çünkü sistem onların temsil ettiği varoluş biçimini yaşamaya ve sergilemeye yönelik bir çekim göstermektedir (Fisher vd., 2011; Kim ve Sankey, 2009; Lewis ve Douglas, 1998; Thelen ve Ulrich, 1991; van der Maas, 1998; van Geert, 2003).

Diyelim bir kişi kendisinden güçsüz insanları aşağılamaya ve sömürmeye yönelik bir alışkanlığa sahip. Özellikle kendisine bir şekilde muhtaç insanlarla (örneğin, kendi çocuklarıyla, daha sonra yaşlı annebabasıyla, evdeki hizmetlilerle) etkileşimlerinde eninde sonunda aşağılayıcı tavırlar içine giriyor; onları azarlıyor, onlara hakaret ediyor. Böyle bir alışkanlık yıllardır

(12)

yinelenip gittiği için kişiliğin etkinliğini düzenleyen bir çekim merkezi olarak görülebilir. Bu kişi aynı insanlara yönelik sıkça şefkat ve içten sevgi gösterebilir. Bu olumlu duygu ve davranışlar farklı bir çekim merkezi oluşturur. Bu örnekteki iki çekim merkezi bireyin güdülenme sistemine egemen olmak için rekabet halindedir. Kişinin hangi merkezden hareket edeceği, ya da hangi merkezin hangi yoğunlukta işlev göstereceği özyönetim becerisi ve duygusal bilinç gibi gelişimsel niteliklerin yanı sıra anlık duygu ve düşüncelere ve çevresel etkenlere bağlıdır.

Örneğin bu kişi kendisine yönelik herhangi bir eleştiri karşısında bir anda kendini savunma güdüsüne kapılarak içindeki zalimi ortaya çıkarabilir.

Benzer olarak bir insan eğer öfke, kin ve nefret gibi duyguları bu kişinin duygu

sisteminde sık yaşıyorsa bu duyguların enerjisi bir çekim merkezi olarak düşünülebilir. Eğer bu duygular genellikle hepbirlikte değil de birbirinden farklı zamanlarda yaşanıyorsa farklı çekim merkezlerini temsil edebilirler.

Çekim merkezleri yeryüzünün belli bir alanındaki çukurlar ya da vadiler gibidir. Bu çukurlar dar ve derin olabilir; yani yüzeyin az bir alanını kaplar, ama etkileri yüksek olabilir.

Böyle çekim merkezleriyle temsil edilen deneyimler çok sık yaşanmazlar. Ama insan onlara kendini kaptırırsa içinden çıkması zordur. Hayatının büyük çoğunluğunda duygusal olarak sağlıklı görünen ve savunma mekanizmaların yoluyla rahatsız edici duygularını çoğunlukla denetimde tutmayı başaran bir adam düşünelim. Bu rahatsız edici duygu ve inançlarıyla tam olarak yüzleşmekten kaçınıyor olması bu adamın ender de olsa sinir krizine ya da bunalıma girmesine yol açabilir. Çok seyrek gerçekleşen bu bunalım bir başgösterdi mi kendisini uzun süre ve derinden etkileyebilmektedir. Genellikle çok sakin göründüğü halde “cinnet geçirip” cinayet işleyen adamın deneyimi de buna örnektir. Buna benzer olarak, Kuzey Batı Avrupa kültüründe daha yaygın görünen belli bir duygulanım tarzı, kullanılması zor olan plastik ketçap şişesi örneğiyle anlatılmıştır: sallarsın, sallarsın içinden hiçbir şey çıkmaz, ama en sonunda patlar ve büyük bir güçle fışkırır!

Çukurların yüzeyi kaplama oranları, temsil ettikleri deneyimlerin yaşanma olasılığına işaret eder. Bazı çekim merkezleri ise sığ ve geniş vadilere benzer. Onların yaşanma olasılığı yüksektir, ama etkileri fazla derinden hissedilmez. Çok sık ve derinden yaşanan, sistemi büyük ölçüde etkileyen deneyimler ise hem derin hem de geniş çukurlar ile etmsil edilebilir.

Bir dinamik sistemin işleyişini temsil eden olasılıklar vadisi21:

(13)

Her bir deneyimin yaşanma sıklığıyla ve ne kadar kolay ortaya çıkabileceğiyle bağlantılı olarak belli bir olasılığı vardır. Dolayısıyla çekim merkezleri etkinleşmeyi bekleyen varlıklar değil, olasılıksal olarak defalarca ortaya çıkabilecek düzenleniş biçimleridir. Gelişim evrelerine bu açıdan bakmak, dinamik gelişimin anlaşılmasına katkı yapabilir. Piaget’nin ve Kohlberg’in gelişim evrelerinde saptadığı yapıların her biri davranışı belirleyen birer çekim merkezi olarak görülebilir. Bu bakış açısıyla gelişim evrelelerinin düşünce tarzları aklın içinde bekleyen katı ve sabit yapılar değil durumsal olarak defalarca yeniden ortaya çıkabilen esnek eğilimlerdir (Kaplan ve Tivnan, 2014a,b; Kaplan vd., 2014; van Geert, 2009a). Bu eğilimlerin ortaya çıkışı ve

etkinliği bireyin hem geçmiş deneyimine hem de çevresel koşullara (çözmek durumunda olduğu problemlere) duyarlıdır.

Bireyiçi ve bireyler arası değişkenlik ve çok yönlülük: insan davranışının doğal nitelikleri Bir dinamik sistem olarak insan davranışı (duygular ve düşünceler dahil) büyük

değişkenlik ve çok yönlülük gösterir. Örneğin, tanıdığınız insanların tutarsız görünen

davranışlarla sizi şaşırtması doğaldır. Değişkenlik insanın ve tüm dinamik sistemlerin doğasında vardır. Değişkenlik istisna değil, kuraldır. Aynı yaş grubundaki çocukların başarım düzeyleri birbirinden çok farklıdır. Tek bir insanın farklı alanlardaki başarım düzeyleri birbirinden çok farklıdır. İnsan aynı konuda farklı zamanlarda farklı düzeylerde başarı gösterebilir. Hatta tek bir problem bağlamında aynı anda insanın içinde çoklu güdülenmeler ve stratejiler etkinlik

gösterebilir (Kaplan ve Tivnan, 2014; Kaplan vd., 2014; Siegler, 1996, 2002, 2006a). Çokluluk ve değişkenlik duygusal ve bilişsel işleyişin ve gelişimin doğası gereğidir. Bireyiçi ve bireyler arası değişkenlikleri incelemek ve anlamak performansın ve gelişimin doğasını anlamak için yararlı olacaktır (Siegler, 2006b; Steenbeek ve van Geert, 2002, 2008; van Geert ve van Dijk, 2002).

Bu önermeler hem psikodinamik yaklaşım ile (Westen, 1998) hem de evrimsel sinirbilim yaklaşımıyla uyumludur. Evrimsel sinirbilim yaklaşımına göre beyinde eşzamanlı ve paralel etkinlik gösteren iki ana güdülenme ve değerlendirme eğilimi bulunmaktadır (Berntson vd., 2011; Norman vd., 2011). Tek bir sorunu çözmek için, farkında olsak da olmasak da, genellikle birden fazla yola başvurmaktayız. Bireyiçi değişkenliğin diğer bir örneği olarak, insan aynı gün, hatta aynı saat içinde çok farklı ruh halleri yaşayabilir. Birden fazla stratejiyi kullanabilmek, tek bir stratejiye bağlı kalmaya göre çok daha avantajlıdır. Çoklu işlem yetileri yaşam uyumuna hizmet ettiklerinden evrimsel süreçte seçilmiş olabilirler.

Dalgalanmalar yoluyla düzen

İnsan doğasını ve gelişimini anlamak için değişkenlikler ve çok yönlülük sistemli biçimde incelenmelidir. Ayrıntılı incelendiğinde, değişkenliğin rastgele olmadığı, aksine

karmaşık bir düzenin parçası ve yansıması olduğu görülebilir. Bu önerme kaos kuramı olarak da bilinen anlayış ile uyumludur. Bazı bilim çevrelerinde karmaşık sistemler olarak da anılan DS yaklaşımının gelişmesine öncülük eden bilim insanlarından biri, Brüksel Üniversitesi’nden Nobel fizik ödüllü Rus bilim insanı İlya Prigogine’dir (1917 - 2003). Prigogine ve aynı üniversiteden karmaşık sistemler uzmanı Gregoire Nicolis değişkenlik ile düzen olgularını bir arada ele aldılar. Nicolis ve Prigogine (1977) karmaşık düzen olgusunu dalgalanmalar yoluyla düzen (İng. order through fluctuations) olarak nitelediler. Düzenin temelinde değişkenlik, değişkenliğin temelinde de düzen vardır. Bir sistemin işleyişindeki dalgalanmalar geri plandaki gelişimsel bir düzeni yansıtıyor ve düzene katkıda bulunuyor olabilir. Prigogine ve Stengers’in (1984) kitabının başlığı da bu olasılığı yansıtmaktadır: Kargaşadan düzen: İnsanın doğa ile yeni diyaloğu. (Ayrıca bkz. Lewis, 1995)

Çeşitlilik ve düzenin dansı: çeşitlilikte bulunan ve yaşanan yüksek birlik!

(14)

Atom altı parçacıkların işleyişinden uzaydaki galaksilerin düzenine kadar çeşitlilik ve düzen iç içe geçmiştir. Tüm evren, değişim ve çeşitlilik yoluyla dinamik bir düzenin işleyişidir.

Böylece DS kuramının bize anımsattığı gibi değişkenlik ve çeşitliliğin düzen ile bütünleşmesi insan varlığının ve gelişiminin doğal bir yönüdür. Bu bakış açısı, çeşitliliğin hayatın doğası gereği olduğunu kavramamıza yardım edebilir. Giderek karmaşıklaşan dünyada farklılıkların bir arada yaşayabilmesi ve sosyal sorunların çözümü böyle bir anlayış yoluyla daha olasıdır. Mısır, Hint, Endonezya dahil yeryüzündeki birçok kültürde farklılıkların bir arada huzur içinde

yaşayabilmesinin önemini vurgulayan şu özlü söz de bu doğal yasayı simgelemektedir:

çeşitlilikte birlik! Bu ilke tek tip olmadan birlik, parçalanma olmadan çeşitlilik biçiminde de yorumlanmıştır.

Gelişim önceden programlanmış değil, doğaçlama etkileşimlere dayanan yenilikçi ve yaratıcı bir süreçtir

İnsan gelişimi genler ya da çevre yoluyla önceden programlanmış ve belirlenmiş değildir.

Her an yeniliklere açık bir süreçtir. Gelişim sabit bir yapıya dayanmıyorsa var olan nedir? Var olan, değişim sürecidir, bu süreçteki eğilimlerdir, olasılıklardır; kesin sonuçlar ya da değişmez yapılar değil... Eğilimlerin ne zaman ne yönde somutlaşacağı ve hangi olasılıkların

gerçekleşeceği rastlantısal değildir, düzene tabidir, ama bu önceden belirlenmiş değil, sürekli değişime açık, dinamik bir düzendir. İnsan deneyimi çoklu bileşenlerin (örneğin birden fazla arzu, duygu ve düşüncenin) birbirleriyle ve çevreyle etkileşimleri sonucu anbean belirlenir.

Gelişim biliminin bu temel önermesini Piaget ve Inhelder (1969/2000) de vurgulamıştır: zihinsel mekanizmalar yapılandırmacı bir gelişim sürecinde ortaya çıkar ve değişir; insan aklının

mekanizmaları “kalıtıma indirgenemez ve önceden belirlenmiş bir plana sahip değildir”.

Belirleyici olan tek bir etmen ya da yapı değil, çoklu etmenlerin etkileştiği ve ilişkilerinin düzenlendiği gelişim sürecidir

Gelişim sürecinde belli işleyiş tarzları ve yapıları, sistemin kendi dinamikleri ve etkinliği sonucu doğarlar. Örneğin beynin farklı bölümlerinin işleyişi, insanın gelişim evreleri, belli düşünme tarzları ve kişilik özellikleri gibi deneyimler, herhangi bir program sonucu değil, sistemin iç dinamiklerinin etkileşimi sonucu kendiliğinden oluşur.

Yaygın kanıların tersine, insanın ruhsal gelişimi ne genlerdeki bir programla ne de çevrenin dayatmasıyla oluşur ve açıklanabilir. Örneğin, bireyin yeni beceriler edinmesi hem çevrenin hem de kalıtsal özelliklerin etkisiyle olur, ama temel olarak duygu, düşünce ve eylemler arasındaki dinamik etkileşimler yoluyla gerçekleşir.

Bu bakış açısı gerek halk arasındaki gerekse bilim dünyasındaki popüler inançlardan ayrılır. Davranışı ve gelişimi genler ya da beyin gibi biyolojik etmenlerden herhangi biri tek başına yaratmaz. Herhangi bir düşünce tarzı ya da duygu da tek başına belirleyici değildir. İnsan davranışı ve gelişimi bu tür bileşenlerden birçoğunun etkileşim sürecinde ortaya çıkar.

Doğrusal olmayan etkiler

İnsan gelişimi doğrusal olmayan etkiler (İng. nonlinearity) içerir. Popüler kültürde domino etkisi ya da kelebek etkisi de denen bu özelliğe göre küçük bir etki ya da değişim, önceden kesitirilemeyecek kadar büyük bir etkiye yol açabilir. Küçük kıvılcımlar büyük yangınlara neden olabilir. Basit bir farkındalık, büyük bir ruhsal ya da toplumsal dönüşümü tetikleyebilir. Uzakdoğu’da bir kelebeğin kanatlarını çırpmasının tetiklediği termodinamik etki süreci atmosferde evrilerek Amerika’nın orta bölümündeki Detroit’te bir fırtınaya yol açabilir!

Doğrusal olmayan etkiler ilkesine göre ayrıca, çok şiddetli görünen bir etki, sistemin iç dinamikleri nedeniyle sistemde çok az değişime yol açabilir.

Ruhsal etkinlik ve gelişim hem biyolojik süreçlerle hem de çevreyle iç içedir

(15)

İnsanın psikolojik gelişimi bedensel ve biyolojik etinlik ile iç içe geçmiştir. İnsanın zekâ gelişimi, bedensel devinimlerle bütünleşik olarak ele alınmalıdır (Smith, 2005; Smith ve Thelen, 2003; Thelen ve Smith, 1994, 2006). Zihinsel etkinlikleri anlamak için bedenin çevresiyle etkileşimini ve nörobiyolojik süreçleri de göz önüne almak yararlıdır.

Dinamik ekoloji: insan gelişimi kaynaklara bağımlıdır, sınırlı kaynaklar için rekabet ve/veya işbirliğine dayanır

Bir dinamik sistemin işleyişi doğadaki bir ekolojiyi andırır (van Geert, 1991, 1993, 1994). İnsanın bilişsel, psikososyal ve kültürel gelişimi gibi dinamik sistemler bitki örtüsünü de kapsayan doğal yaşam çevresi gibi görülebilir. Bu bakış açısı Bronfenbrenner’in (1977, 1986) ekolojik kuramı ile de uyumludur. Yaşam çevresinde çeşitli bitkilerin büyümesi için güneş ışığı, toprak, mineraller gibi çeşitli kaynaklar gerekiyor. Benzer biçimde, insanın ve diğer dinamik sistemlerin işleyişi ve gelişimi de belli kaynakların varlığına ve kullanımına bağlıdır. Bireyin duygusal, bilişsel, bedensel etkinliği ve toplumun işleyişi dahil birçok dinamik sistem, sınırlı kaynaklara duyarlı olarak değişir. Dinamik sistemlerin, van Geert’in modelleştirdiği bu yönü evrimsel bakış açısının insan gelişimine uyarlanması olarak görülebilir. Sınırlı kaynakları paylaşan farklı zihinsel gelişim yetileri birbiriyle rekabet ya da işbirliği içinde olabilirler. Doğal ayıklanma zihinsel gelişim düzeyinde de gerçekleşiyor olabilir.

Dinamik sistemi oluşturan bileşenler sınırlı yaşam ve gelişim kaynakları için birbirleriyle rekabet ve/veya işbirliği içindedir. Örneğin, dinamik sistemler bakış açısıyla Piaget’nin kuramını yeniden ele aldığımızda şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Piaget’nin bilişsel gelişim evrelerine denk gelen yetiler, kendilerini ifade etmek ve gelişmek için birbirleriyle belli rekabet ve destek ilişkileri içindedirler. Benzer biçimde Erikson’un psikososyal (duygusal/kişilik) evrelerine karşı gelen yetiler de birbirleriyle rekabet ve destek ilişkileri içinde görülebilirler. Rekabatin odağında bireyin güdülenmesi, yaşam enerjisi, gelişim enerjisi ve yaşam kaynakları vardır. Çocuğun dil gelişiminde farklı karmaşıklıktaki dil becerilerinin öğrenimi birbirleriyle rekabet ya da işbirliği içinde olabilir (Bassano ve van Geert, 2007). İki farklı gelişim yetisi ya da hedefi yalnızca rekabet edebilir, yalnızca destek içinde olabilir, ya da hem rekabet hem de destek ilişkisi içinde var olabilir.

Bir devleti dinamik bir sistem olarak düşünelim. Devleti oluşturan temel birimler (örneğin, yasama, yürütme, yargı, ordu ve halkın belli kesimleri) işleyiş ve gelişimleri için ülkenin sınırlı kaynaklarının kullanımında birbirlerine destek olabilirler ve rekabet edebilirler.

Hangi birimler arasında nasıl destek veya rekabet ilişkilerinin olduğu, devletin yönetim biçimine ve önceliklerine yakından bağlıdır.

Ülkenin yönetiminde farklı hedefler birbirleriyle rekabet edebilirler ya da birbirlerini destekleyebilirler. Örnek olarak iktidara ve tüm ülkeye egemen olabilen gerileme eğilimi ülkenin çağdaşlaşması ile yoğun rekabet halinde olabilir. Gerilemeyi temsil eden inanç ve eğilimler devlet politikası haline gelerek yeni nesillere mutlak gerçekmiş gibi dayatılırsa büyük bir yaşam ve gelişim enerjisi tüketecekleri için toplumun esenliğine büyük darbe vurabilirler.

Bu tür dinamikleri anlamak için göz önüne alınması gereken gerçeklerden biri şudur:

rekabet ya da destek ilişkileri aşikar olmak, açıkça ifade edilmek ya da bilinç yüzeyinde

gerçekleşmek zorunda değildir. İki ayrı hedefin ya da niteliğin rekabet içinde olup olmaması (ya da bir hedefin diğerini engellemesi) bu hedefler için gereken kaynakların kullanımına bağlıdır.

Biri için gereken kaynaklar diğerinin kaynaklarını tüketiyorsa ya da azaltıyorsa rekabet vardır.

Bu durumda bir hedefe yapılan yatırım, diğerinin gelişimini azaltır ve güçleştirir.

Gelişime tabi hedefler arasında destek varsa bir hedefin güçlenmesi diğerini de güçlendirir. Birbirlerini destekleyen hedefler, sınırlı kaynakların daha verimli kullanımını

(16)

sağlayacakatır. Dinamik gelişimini güçlendirmek isteyen bir bireyin ya da toplumun örtük hedeflerinin farkına varması ve gereken değişimleri yaparak birbirine destek olacak hedefler seçmesi akıllıca olacaktır. Yoksa, rekabet ağır basarsa, sistem içinde düzen yerine kargaşa, gelişim yerine gerileme, bütünlük yerine parçalanma egemen olabilir.

Rekabet ya da destek ilişkilerinin niteliğine ve gücüne göre, hem bileşenlerin hem de bir bütün olarak sistemin işleyişi zaman içinde güçlenebilir ya da zayıflayabilir. Elbette bu dinamik sistem çevreyle etkileşim içindedir. Örneğin dinamik sistem olarak bir devletin işleyişi, uluslar arası gelişmelerden etkilenecektir. Her dinamik sistemde olduğu gibi, devletin de çevresel etkileri nasıl yönettiği, gelişimine yön vermesi bakımından önemlidir.

Farklı hedeflerin birbirleriyle zaman içinde nasıl rekabet ettiğini ya da birbirlerine destek olduklarını saptamak, gelişimin doğasını açıklayabilmek için yararlıdır. Belli bir deneyimin (örn. kimlik ya da dil) gelişimine yön veren etmenlerin zaman içinde nasıl değiştiklerini ve birbirleriyle etkileşimlerini incelemek gelişim sürecini aydınlatabilir. (Bassano ve van Geert, 2007; Kunnen, 2006, 2010, 2012; Lichtwarck-Aschoff vd., 2008, 2009, 2010; van Geert, 1994).

İç içe geçmiş zaman ölçekleri

Piaget’nin vurguladığı gibi insanlığın biyolojik evrim süreci boyunca gelişimi ile bireyin yaşam boyu gelişim süreci birbirini yansıtır. Bu iki zaman ölçeğindeki deneyimler arasındaki gelişimsel koşutluğu Jung (1916b) da vurgulamıştır: “çocuğun ruhsal yaşamındaki ve [herkesin]

rüyalarındaki” çocuksu düşünce tarzı “tarih öncesi ve antik zamanların yeniden yankılanması”

olarak görülebilir (s. 28). Jung bu iki zaman ölçeğindeki ruhsal deneyimler arasındaki örtüşmeye Nietzsche’nin ve Freud’un da dikkat çektiğini belirtmiştir.

DS araştırmacıları ayrıca, gerçek zaman ölçeğindeki anlık olaylara özel önem verirler.

İnsan gelişimini saniye, dakika ve saatler içindeki etkileşimleri temel alarak açıklamaya çalışırlar. Anbean gerçekleşen davranışların incelendiği boyuta eylem ölçeği ya da şimdiki zaman ölçeği denmiştir. Bu ölçekte gerçekleşen gelişim de mikrogelişim olarak adlandırılmıştır.

İnsanın zekâsı dahil çeşitli alanlardaki gelişim düzeyi sabit değildir, kısa sürede bile değişim gösterir. İnsan gelişimi gerçek zamanda oluşan zorluk ve etkinlikler yoluyla anlaşılabilir.

Gelişim sürecinde doğan ve değişen beceriler eylem ölçeğini göz önüne alarak açıklanmalıdır.

Eylem ölçeği, diğer zaman ölçekleriyle iç içe geçmiştir. Farklı zaman ölçeklerinde gerçekleşen değişimler birbirlerini etkiler.Yılları ve onyılları kapsayan yaşam boyu gelişim ölçeği, binyılları kapsayan evrimsel zaman ölçeğiyle etkileşim halindedir: evrim ve kalıtım yoluyla sahip olduğumuz yetiler ve kapasite, davranışlara ve gelişime hem olanak tanımakta hem de sınırlar koymaktadır.

Farklı ölçekler birbiriyle bağlantılıdır; gelişim süreci bütünlük gösterir. Ayrıca gelişim her ölçekte iteratiftir; önceki deneyimler üzerine gerçekleşir. Bu iki gerçeğin bir sonucu şudur:

mikrogelişim makrogelişimi yaratır (Granott, 2002). Benzer biçimde duygusal yapımızın

biyolojik temeli dahil şu anda kullandığımız sinir sistemi önemli ölçüde eski çağların ürün olarak görülebilir (Tooby ve Cosmides, 1990). Bu demektir ki insanlığın günümüzdeki ve önümüzdeki yüzyıllarda yaşam zorluklarına getireceği çözüm yöntemleri ve uyum mekanizmaları seçilerek binyıllar sonraki insanların biyolojik yapılarına işlenecektir.

DS yaklaşımları gelişimi farklı zaman ölçeklerinde inceler çünkü gelişim çeşitli zaman ölçeklerinde gerçekleşir. Hayatın akışı ve deneyimlerin oluşumu, milisaniyelerden milyonlarca yıllık ölçeklere uzanan farklı boyutlarda incelenebilir. Zaman ölçeklerinin birbirleri üzerindeki etkisi zamanda yolculuk gibidir. Binyıllarda gerçekleşen değişimler (örn. kalıtsal özelliklerimiz) şu andaki deneyimimizi etkilemektedir. Gerçek zamandaki olaylar da bir araya gelip temel yapı taşları olarak yaşam boyu ve evrimsel ölçeklerdeki değişimleri oluşturmaktadır.

(17)

Paul van Geert (2009c) insan gelişimiyle ilgili, birbiriyle etkileşim içinde 5 ayrı zaman ölçeğini ayırt etti. “Gelişim türlü zaman ölçeklerinde gerçekleşir.” Zaman ölçeklerinin her biri

“kendilerine özgü olay süreleri, o zaman ölçeğinde değişimi yöneten yasalar ya da ilkeler ve diğer zaman ölçekleriyle karşılıklı bağlılıklar tarafından nitelenir.” (s. 1873).

1. nörobiyolojik süreçlerin zaman ölçeği (saliseler, saniyeler)

2. eylem ve davranış zaman ölçeği (şimdiki zaman olarak yaşadığımız ölçek: saniyeler, dakikalar, saatler)

3. yaşam boyu gelişimin zaman ölçeği (aylar, yıllar, onyıllar)

4. sosyokültürel ve tarihsel değişimin zaman ölçeği (onyıllar, yüzyıllar) 5. biyolojik evrimin zaman ölçeği (binyıllar, milyon yıllar)

Hollanda’nın Radboud Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Marc Lewis Toronto Üniversitesi’ndeyken yazdığı bir makalede yukarıda nitelenen 2. ve 3. ölçeklerin arasına bir mezogelişim zaman ölçeği önermiştir. Lewis’e göre insan gelişimi zaman ölçeklerine göre birbiriyle yakından bağlantılı 3 ayrı süreci içerir:

a) Mikrogelişim: anbean gerçekleşen eylem boyutu, şimdiki zaman ölçeği b) Mezogelişim: dakikalar, saatler ve günler boyunca gerçekleşen değişim c) Makrogelişim: yıllar ve onyıllar, yani yaşam süresince gerçekleşen değişim

Zaman ölçeklerinin sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş değildir. Ölçeklerin kapsadığı zaman dilimi de araştırmacının inceleme konusuna göre değişebilmektedir.

Bir ölçekte gerçekleşen değişimler diğer ölçeklerin gelişimini hem yansıtır hem etkiler Küçük ölçeklerdeki değişimler, büyük ölçeklerin temel yapı taşlarını oluştururlar. Bir öğrencinin ders saati boyunca saniyelerle ve dakikalarla gerçekleşen öğrenmesini düşünelim.

Mini öğrenme deneyimleri bir araya gelerek kapsamlı anlayış ve becerileri oluşturabilir. Haftalar boyunca gerçekleşen birçok ders saatine, öğrencinin kendi çalışması da eklenir. Kısa dönemli etkinliklerin birikimi uzun erimli niteliklerin oluşmasına yol açar.

Yıllar süren gelişim daha sonra kısa dönemdeki performansı tümüyle belirlemese de önemli ölçüde etkiler. Yeterlikler ve başarım sınırları uzun zaman içinde şekillenir. Uzun

zamanda biriken etkiler kısa dönemdeki, şimdi ve buradaki etkinliği bazı yönlerden kısıtlar, bazı yönlerden zenginleştirir. Dakikalarla ölçülen önemli bir etkinlikteki performanstaki yetkinliğiniz uzun yıllar süren deneyimlerinin ve hazırlığının ürünü olarak görülebilir. Yıllar boyunca

eğitiminin niteliği, yeteneklerinizi ne ölçüde kullanma ve geliştirme fırsat bulmuş olmanız uzun dönemli etmenlere dahildir. Böyle etkiler bir öğrencinin üniversite sınavlarındaki başarısında ya da iş görüşmesindeki tavırlarında kendilerini gösterebilirler. Saniyeler, dakikalar ve saatlerle ölçülen birçok mikrogelişim sürecindeki başarım, uzun dönemli birikimin kısıtlayıcı ve zenginleştirici etkilerine açıktır.

Dinamik Sistemler kuramının da ortaya koyduğu gibi, farklı zaman ölçeklerindeki değişim ve gelişim süreçleri birbirlerini yansıtırlar. İnsanın yaşam boyu deneyimi ve gelişimi, insanlığın tarih boyunca evrimini yansıtır. Bu gerçeği hem Carl Jung hem de Jean Piaget vurgulamıştır. Bu bakış açısına göre, evrende yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir evrim süreci vardır: “Aynen beden gibi insan aklı da evrimsel gelişiminin izlerini taşır. O yüzden rüyalarımızın eski çağların kalıntısı olması olasılığında şaşılacak bir şey yoktur.” (Jung, 1916a, s.

311)

Bununla birlikte DS kuramcı ve araştırmacılarının diğer bir savı şudur: her zaman ölçeğindeki gelişim kendine özgü nitelikler taşır. Örneğin mikro ölçekteki gelişim süreci, makro (yaşam boyu) gelişimden farklı özelliklere sahiptir. Dolayısıyla gelişimin bütününü anlamak için kısa zamandaki değişimleri de incelemek gerekir; mikro ölçekteki gelişim başlı başına değerlidir.

(18)

Her adımında 20 bin yıllık zaman yolculuğu yapan insan

Farklı zaman ölçeklerinin iç içe geçmişliği ruhsal, fiziksel, biyolojik ve jeolojik

değişimlerde saptanmıştır. Bu olgunun fiziksel evrimden çarpıcı bir örneğini ABD’nin Arizona eyaletindeki Büyük Kanyon’da gözleyebiliriz. Burada 270 mil uzunluğundaki Colorado nehri yaklaşık 1 mil derinliğinde bir vadide akmaktadır. Bilim insanları somut verilerle ortaya çıkarmışlardır ki nehir aktıkça her bin yılda kanyonu yaklaşık 2.5 cm derinleştirmektedir. Bu sürecin en azından 5.5 milyon yıldır devam ettiği saptanmıştır. Milyonlarca yıl boyunca nehrin akışı kayayı ve toprağı aşındırarak kanyonu bugünkü derinliğine getirmiştir. Jeolog Dr. Dave Thayer’ın22 belirttiği gibi, kanyonun patikasından aşağı inerken attığınız her adımla zamanda yaklaşık 20 bin yıllık bir yolculuk yapmış oluyorsunuz!

23

Fiziksel evrimdeki bu örneğin temsil ettiği olgu (zaman ölçeklerinin iç içe geçmişliği), ruhsal gelişim süreçlerini de yansıtmaktadır. Bu örnek yoluyla şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz:

biyolojik ve fiziksel süreçlerde doğrudan gözlenebilen gelişimler, insanın ruhsal gelişim süreçlerini anlamak için ayna işlevi görebilirler. Doğadaki gelişim ve evrim yasaları bir bütündür, kendilerini biyolojik, fiziksel ve ruhsal gelişimde gösterirler. Bu farklı alanlardaki değişimler de birbirlerini hem etkilerler, hem de yansıtırlar.

Yukarıda açıkladığım ilke ve niteliklerin ışığında DS yaklaşımı insanların bilişsel, duygusal, ahlak ve dil gelişimi alanlarını aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır. Böylece, gelişim sürecini doğrudan inceleyen ve açıklayan bir gelişim bilimi ortaya çıkmıştır ve ilerlemektedir.

12.4. DİYALEKTİK GELİŞİM KURAMI

Sabit özelliklerin ve denge olgusunun ötesine geçebilmek

Psikolojinin geleneksel kuram ve yaklaşımlarında bir yandan yetenek ve kişilik

özelliklerine diğer yandan denge olgusuna gereğinden fazla vurgu yapıldığını öne süren Klaus Riegel alternatif bir bakış açısı önerdi. Yaşamın dinamik deviniminde ve gelişim sürecinin doğasındaki değişkenliğe dikkat çeken Riegel’e göre insan yaşantısındaki dengesizlik

deneyimleri gelişim için gereklidir. Değişimleri açıklamak için dengesizliğin doğasını anlamak gerekir. Bireysel ve toplumsal denge ve düzenin var olması ve anlaşılması için dengesizliğin ve düzensizliğin var olması ve anlaşılması gerekir. Bu diyalektik ilişkide denge dengesizlik için, dengesizlik de denge için gereklidir. Denge ve dengesizlik arasındaki ilişki zaman içinde değişkenlik gösterir.

Diyalektik psikoloji insan deneyimini anlamak ve açıklamak için eylem ve değişim olgularına odaklanır. Riegel felsefi kökenleri Eflatun’a ve Sokrates’a kadar uzanan diyalektik bakış açısının bazı yönlerinin Hegel ve Marx tarafından da temsil edildiğine değiniyor. Hegel ve Marx’ın Heraklitos’un durmayan değişim kavramını temel aldıklarına değinen Riegel (1976), öte yandan psikoloji bilimindeki eksikliğe dikkat çekti: Piaget’nin kuramı dahil modern gelişim kuramları değişim ve dengesizlik gibi olguları feda ederek sabitlik, tutarlılık ve denge üzerinde

(19)

durdular. Piaget’nin kuramında, özümseme ve yerleştirme süreçlerinin etkileşiminde bir

diyalektik temel olduğunu kabul eden Riegel (1973) yine de kuramın bu temelden uzaklaştığını öne sürdü. Piaget aslında insan deneyiminin sürekli yaratıcılık içerdiğine inanıyordu (Fischer ve Kaplan, 2003a) ki bu görüş diyalektik ve dinamik bakış açısıyla uyumludur. Ayrıca Piaget’nin kuramı dengesizlik (İng. disequilibrium) deneyimine öğrenme ve gelişimin itici gücü işlevi görmesi bakımından önem vermiştir. Yine de belli bir gelişim döneminde (örn. son çocukluk döneminde) tek bir düşünce evresinin egemenliğine verilen önem yoluyla Piaget’nin kuramında denge ve sabitlik olguları belki de gereğinden fazla vurgulanmış, gelişimin doğal çeşitliliği ve dinamizmi arka planda kalmıştır. Geleneksel gelişim kuramların gelişimin dinlenme haline bırakıldığı denge deneyimlerine fazla vurgu yaparken diyalektik gelişim kuramının odağında ise gelişime yol açan çelişkiler, açmazlar ve çatışmalar vardır (Riegel, 1975, 1976).

Diyalektik düşünce çelişkileri ve zıtlıkları kapsayıcı bir yaklaşımdır; oysa Piaget’nin evreleri (soyut işlemler evresi dahil) çelişkileri düzleştirme ve düzeltme eğilimindedir.

Diyalektik psikoloji ise krizleri ve çelişkileri gelişim sürecinin doğal ve gerekli yönleri olarak olumlu bir bakış açısıyla ele alır. Krizler ve çelişkiler her pahasına önlenmesi ve azaltılması gereken deneyimler olmak zorunda değildir; kabul edilmesi ve anlaşılması gereken fırsatlardır.

Diyalektik düşünce

Klaus Riegel’e (1973) göre Jean Piaget’nin soyut işlemler evresinden sonra gelen bir gelişim düzeyi vardır: diyalektik işlemler evresi. Yetişkinlikte ve yaşlılık döneminde birçok birey bu beşinci bilişsel evrenin niteliklerini sergilemektedir. Diyalektik işlemler evresine çelişkileri doğal gören bir düşünce etkinliği egemendir. Benzer biçimde değişkenlik, düzeni dışlayan bir alternatif değil, düzen ile dinamik ilişki içinde olan doğal bir olgudur. Diyalektik işlemler düzeyinde düşünen kişiler zaman içinde evrilen bu tür diyalektik ilişkileri algılamaya duyarlıdırlar.

Riegel diyalektik düşünce yapısını bilişsel gelişimin son düzeyi olarak öne sürmüştür.

Öte yandan diyalektik düşünce deneyimi Piaget’nin dört evresinin herhangi birini takiben ortaya çıkabilir. Ayrıca insanlar birden fazla bilişsel evrenin düşünce yapısını aynı anda ya da kısa süre içinde birbiri ardına kullanabilirler. Bireyin kendi deneyiminde çoklu düşünce yapıları etkinlik gösterir. Dolayısıyla bireyler arası düşünce farklılıkları sabit basamak farklarından ibaret değildir; çoklu düşünce yapılarının ne zaman nasıl kullanılacağına yönelik farklar vardır.

Riegel’in bakış açısı Piaget’nin kuramını genişleterek Piaget’nin saptadığı evrelerin işleyişinde büyük ölçüde birey-içi ve bireyler arası değişkenlik öngörür. Soyut işlemler evresi dahil Piaget’nin saptadığı bilişsel gelişim basamakları “olgun ve yaratıcı kişilerin düşünce ve duygularını temsil etmekten uzaktır”. Bunun için düşünce etkinliğinin diyalektik temelleri iyi anlaşılmalıdır. Ergenlikte beliren soyut işlemler evresinin ötesinde yaşam boyu gelişim sürecinde erişilebilecek bir diyalektik olgunluk vardır (Riegel, 1973, s. 346).

Zaman, eylemler ve ilişkiler

Riegel’e göre insan deneyimi ve gelişimi, sabit olduğu varsayılan –yetenek, yetkinlik, zekâ ya da kişilik özellikleri gibi– olgular temelinde değil, zaman içinde gerçekleşen ve değişen eylemler ve insan ilişkileri çerçevesinde anlaşılmalıdır. Zaman, eylemler ve sosyal ilişkiler Riegel’in diyalektik gelişim kuramının öncelik olarak öne sürdüğü kilit kavramlardır. Riegel bu bağlamda özellikle insanların ortaklaşa gerçekleştirdikleri etkinliklerdeki etkileşimlerin

incelenmesi gerektiğini belirtmiştir. Gerçek yaşamdaki gelişimi anlamak için zaman unsurunu hesaba katmalı, insan eylemlerinin ortaya çıkış ve değişim sürecini incelemeli ve insan

deneyimini ikili ilişkiler bağlamında ele almalıyız. İki insanın etkileşimindeki diyalog sürecinin incelenmesi özellikle yararlı olacaktır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Antrenmanda Yükü Yavaş Yavaş Artırma Prensibi: Başlangıç safhasından elit sporcu düzeyine kadar, antrenmanın yükü, sporcunun psikolojik ve fizyolojik

b) Translasyon esnasında Ribozom mRNA’nın 3’ ucundan 5’ ucuna doğru hareket eder. c) Translasyon esnasında mRNA Ribozomun 5’ ucundan 3’ ucuna doğru hareket eder. d)

• Bu model, temelini dolayısıyla önemli unsurlarını, Lewin’in değişme modeli, eylem araştırması ve Lippitt, Watson ve Westley’in değişme modelinden almıştır...

• Yüzleştirme toplantısı (confrontation meeting), bir örgütün tüm düzey ya da birimleri yöneticilerinin oluşturduğu yönetici grubunun, örgütün sağlığını birkaç

 Türk Çevre politikası da ağırlıklı olarak insan- merkezciliği ön planda tutmakla birlikte son dönemde canlı-merkezciliğe doğru bir yönelim içine girmektedir...

• Altın oran gibi daha çok resim, fotoğraf ve tasarımda kullanılan bir kompozisyon kuralıdır. Bu kurala göre çerçeve 2 yatay ve 2 dikey çizgi ile 9 eşit

çocuklar korunum ya da tersine dönebilirlik işlemi için gerekli olan mantıksal düşünme

Bir problemi çözme aşamasında izlenecek yolların açık, sıralı ve düzenli bir şekilde adım adım ifade edilmesine algoritma denir....