• Sonuç bulunamadı

ESKİ RUSLAR VE BUYUK BOZKIR HALKLARI. L. N. Gumilev

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "ESKİ RUSLAR VE BUYUK BOZKIR HALKLARI. L. N. Gumilev"

Copied!
248
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

ESKİ RUSLAR VE BUYUK BOZKIR HALKLARI

L. N. Gumilev

(3)

Selenge Yayınları No:9 Tarih Dizisi No:6

Dizgi-Sayfa Düzeni Selahattin Uslucan

Tashih Redaksiyon Dilara Batur

Kapak Nüans Ajans

Baskı-Cilt Matsan

ISBN 975-8839-09-8 Tk.

ISBN 975-8839-11-X

Lev Gumilev‟s Russian text copyright  1993 by Natalie Gumileva Türkiyede Türkçe basım hakları  Selenge Yayınlarına aittir.

Selenge Yayınları

(4)

ESKİ RUSLAR VE BUYUK BOZKIR HALKLARI

L. N. Gumilev II. Cilt

Rusçadan Çeviren Ahsen BATUR

Selenge Yayınları İstanbul 2003

(5)

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM XII. YÜZYILDA MOĞOLLAR (ETNOSFERİN FLÜKTÜASYON COĞRAFYASI)

Fon ve Kişiler

* Sıkıntılar

* Yasa ve Yasaya Karşı Mücadele

XVII. FON VE KİŞİLER 106. Büyük Bozkırın Dost ve Düşmanları

Teorik olarak “Hyung-nu”lar1 dediğimiz süper-etnos, bünyesinde sadece Hyung-nu, Siyenpi, Tabgaç, Türküt [Türkler] ve Uygurlar‟ı değil, farklı orijinlere ve değişik kültürlere mensup birçok komşu etnosları da barındırıyordu. Etnik yapının mozaikliği, onun başka bir süper-etnos bütünlük olarak varlığını engellemez.

Eski Çin (M.Ö. IX. ve M.S. V Yüzyıl), Orta Çağ Çin‟i, yani T‟ang İmparatorluğu (618-907), Turan‟la birlikte İran (M.Ö. 250-M.S.651), Arap-Pers süper-etnosunun meydana getirdiği Halifelik, Bizans (Grek-Ermeni- Slavyan bütünlüğü2), Roman-o-German Batı Avrupası bu süper-etnoslardandır. Tankut ve Nepal‟le birleşen Tibet‟in ise, Çin veya Hindistan‟ın bir kenar mahallesi değil, münferiden müstakil bir süper-etnik bütünlük olarak kabul edilmesi gerekir. Bütün bu süper-etnik bütünlükler, Büyük Bozkır‟la karşılıklı ilişkilere girdiler.

Fakat bu ilişkiler, farklı şekillerdeydi ve hem bozkır halklarının, hem de civar süper-etnosların kültür ve etnogenez varyasyonlarına önemli tesirler icra ettiler. Bu temasların farkı neredeydi? Söz konusu muammanın geleneksel metotlarla çözülmesi kolaydır, ama elimize bir şey geçmez. Laf aramızda, daha önce yapıldığı gibi, bütün savaşları, barış anlaşmalarını ve hatta kabileler arası çatışmaları tek tek saymak mümkün, ama bu, okyanus üzerindeki dalgaların tasviri olur. Çünkü savaşanlar, etnoslar değil, devletler, yani sosyal bütünlüklerdir. Bütünlüklerse, tabii oluşumlardır; dolayısıyla daha muhafazakârdırlar. Savaşlar, bazen etnik sistemin içinde cereyan eder; yabancılarla yapılan savaş ise, asla “tatlı sürtüşmeler”den daha iyi olmayan “zayıf barış”la önlenir. Dolayısıyla başka bir yol seçilmesi mâkûldür. Komplimantarizm, etnik sistemlerin, bazen de muayyen kişilerin karşılıklı fiillerinin sonucunu belirleyen bir mekanizma durumundadır. İşbu söylediklerimizi netleştirelim.

Müsbet komplimantarizm, karşımızdaki kişinin yapısını yeniden şekillendirmeye kalkışmaksızın kendiliğinden oluşan bir sempatidir. Yani onu olduğu gibi kabul etmektir. Simbiozlar ve inkorporasyonlar, bu durumda mümkün olabilir. Menfi komplimantarizm ise, karşımızdaki objenin, gerekirse yok etmek suretiyle,

(6)

yapısını yeniden şekillendirmeye kalkışmanın yol açtığı sebepli bir antipatidir; tahammülsüzlüktür. Bu tür bir komplimantarizmde kimeralar oluşabilir; şiddetli çatışmalar ise jenoside yol açar. Bir de nötr komplimantarizm vardır ki, kayıtsızlığın yol açtığı bir tür tahammüldür. Olsun; zararlı değilse, mutlaka faydalıdır. Yani komşumuzla ilişki kurma veya bazen onu tanımama isteğidir. Bu şık, passioner gerginliğin en alt seviyesi için geçerlidir. Komplimantarizm, bir hakanın veya sultanın emriyle ve hatta ticarî çıkarlar uğruna oluşmayan tabii bir fenomendir. Yönetimin isteği veya ticarî çıkarlar, menfaat vaadettikleri ölçüde birey davranışlarını elbette yönlendirebilirler; ama kişisel boyutta -örneğin bireysel zevkler- farklı şekilleri bulunan samimi duyguları değiştiremezler. Bu durumun popülasyon boyutunda ifade ettiği anlam ise, çok daha muayyendir. Çünkü normlardaki kısmî sapmalar, karşılıklı olarak telafi edilebilir. Dolayısıyla süper- etnoslar arasında karşılıklı sempati ve antipatinin oluşumu normaldir. Burada tek bir araştırma metodu geçerlidir ve o da geniş açılı bir genelleştirmedir. Ufak meseleler arasında bocalayıp kalmak ve labirentten çelişkili bilgiler, varyasyonlar ve tesadüfî uygunluklar bulup çıkarayım derken Ariadne‟nin ipini kaybetmek işten bile değildir. Burada sözü edilen ip, politik kollizyonların ve dünya görüşlerindeki zikzakların kişisel boyuttaki seleksiyonudur. Çünkü kaynakları müellifler, yani insanlar meydana getirirler. Süper-etnoslar ise, yukarıda belirtilen üç boyut üzerine bina edilmiş sistemlerdir.

Eski Çinliler, Hunlar‟a açıktan açığa düşmanca davranıyorlardı.3 Hunlar, IV. Yüzyılda kuraklık sebebiyle, çiftçilerin Ordos ve Shansi‟de terkettikleri kuru tarlalara yerleştikleri sıralarda, bu düşmanca davranış özellikle kendini göstermişti. Çinliler‟in bozkırlılara zulmü o dereceye vardı ki, sonunda bozkırlılar dayanamayıp isyan ettiler. Onlar, Tibetliler‟e ve Siyenpiler‟e de aynı şekilde davranıyorlardı. Hatta melezlere bile acımadılar. Ama melezler, sayıca fazla oldukları için hayatta kalmayı başararak, Büyük Bozkır‟la Çin süper-etnosu arasındaki sınırlara yayıldılar.

VI. Yüzyıldaki passioner itki, bu antipatiyi güçlendirerek düşmanlığa dönüştürdü. Yenilenen Çin hanedanları P‟ei-tsi ve Sui, bozkırlıların son torunlarını ortadan kaldırmaya çalıştılar; onlar da T‟ang hanedanını kurarak, artık Çince konuşuyor olsalar da, eski kabile adları olan Tabgaç‟ı muhafaza ettiler.4

T‟ang İmparatorluğu, Makedonyalı İskender‟in krallığına benzer. Gayet tabii ki etnogenez açısından değil, fikir yönünden. İskender, nasıl Helen ve Pers kültürünü birleştirip, yeni bir etnos yaratmak istemişse, T‟ai-tsung Li Shih-min de Çin, Büyük Bozkır ve Soğdiana‟yı hümanist bir iktidar ve kutsal Budizme teslim olmuş bir “semavî hâkimiyet” şeklinde birleştirmeyi denemiştir. Araplar tarafından sıkıştırılan Uygurlar, Türkler ve Soğdiyanlar imparatorluğu samimi olarak desteklemeye hazır olduklarından, bu büyük deneme neredeyse başarılı olacaktı da. Fakat Çinliler‟in sadakati riyakârca olduğu için, T‟ang hanedanı 907 yılında yıkıldı ve böylece Tabgaç etnosu zar zor bir asır dayanabildi.5

Ama gelenekler, insanlar tarafından yaşatıldı ve gerek Çin‟e ve gerekse bozkıra yabancı olan “üçüncü güçler” bayrak yarışına katıldılar. Böylece doğuda Kıtanlar; batıda, daha doğrusu Ordos‟da Tankutlar sancağı ele aldılar. Her ikisi de defalarca Çin‟i tarumar ettiler ve doğuda bir ölüm kalım savaşına girdiler. Kıtanlar, Tsu-pu (Tatar)lar, Tankutlar ise Uygurlar‟la ölümüne savaştılar; “oluk oluk kan aktı.”6

Ne var ki, passioner itki XII. Yüzyılda Asya‟yı Moğol hâkimiyetine verince, mağlup Tankutlar, Kıtanlar ve Curçenler, hayatta kalmayı başararak Moğol hanlarının tebaaları oldular. Uygurlar ve Tibetliler ise bazı imtiyazlar elde ederek zenginleştiler. Çinliler Ming hanedanını mağlup edince, Tankutlar son nefeslerini verdiler, fakat Batı Moğolları -Oyratlar- XV-XVI. Yüzyılda güçlükle ortadan kaldırıldılar.

Ancak, Çinliler‟i birer cani olarak görmek doğru olmaz! Onlar, Çinlileşmeyi kabul edenleri kendi süper- etnosları bünyesine almak suretiyle tarihî medenileştirme görevini yaptıklarını sanıyorlardı. Ama şiddetli bir muhalefetle karşılaştıkları için komplimantarizm menfi şekilde gelişti. Türkler ve Moğollar, ya canlarından olmak, ya da itibarlarını kaybetmek arasında bir tercih yapmak zorundaydılar.

(7)

İranlı etnoslar, - Persler, Parthlar, Hionitler, Alanlar ve Eftalitler,-sanki birbirlerinden ölümüne nefret ediyorlarmış gibi Hunlar ve Türk-ler‟le sürekli savaştılar. Bunun tek istisnası, Sarmatlar‟ın düşmanı İskitler‟di. P K. Kozloff ve S. İ. Rudenko‟nun açıkça gösterdikleri gibi Hunlar, İskitler‟in meşhur vahşi hayvan figürlerini ödünç almışlardı. Ama ne yazık ki, eski tarihî dönemin detayları yeterince sarih değil.

VI. Yüzyılda Türkler‟in gerçek dostları da, müttefikleri de Hazarlar‟dı. Fakat Batı Türk Hakanlığı‟nın yıkılışı ve Hazarya‟daki devlet darbesi, Hazarlar‟ı bu nimetten faydalanmaktan mahrum ettiği gibi, Hionit ve Persler‟e karşı zafer kazanmalarını da engelledi. Tabii bu durum Hionit ve Persler‟e toparlanma imkanı sağladı.

Yine de Pers kültürü, Büyük Bozkır üzerindeki etkinliğini muhafaza etmeyi başarmıştır. Proselit bir din olmayan Zerdüştizm, sadece asil Persler ve Parthlar içindi. Halbuki İran, Roma ve Çin İmparatorluğu ile erken Hristiyan cemaatleri arasında dinî takibata uğrayan Maniheizm, Uygurlar nezdinde hüsn-ü kabul görmüş, Altay ve Baykal-ötesi‟nde izlerini bırakmıştı. En yüce tanrı Hörmüst (kesinlikle Ahuramazda değil) adı da gerek eski İranlılar‟ın ve gerekse eski Türkler‟in ortak tanrısı olarak kalmıştı. Müslüman Araplar‟ın zaferi, tarihin akışını değiştirmiş olmasına rağmen, İranlı halklar -Deylemîler, Sakalar ve Soğdiyanlar,- XI.

Yüzyıla kadar Türkler‟le girdikleri mücadelede kendi kültür ve geleneklerini korudular. Bunlar, geçmiş şöhretlerine hiçbir leke sürdürmeden, kahramanca yok olup gittiler. Araplar ve Türkler, Persler‟e derin bir saygı besliyorlardı. Dolayısıyla Türk-Pers komplimantarizmini menfi görmek için ne bir mesnedimiz var, ne de sebebimiz.

Türkler‟in Yakın Doğuda Araplar‟la olan ilişkileri, biraz farklı gelişmişti. Müslümanlar, Türkler‟den dinlerini değiştirmelerini istiyorlardı. Bu da o dönemde Kök-Tenri‟nin yerini Allah‟ın alması demekti. Türkler bu talebi seve seve yerine getirdiler ve ondan sonra da, her ne kadar gulam iseler, her ne kadar sürüleri için meralar elde etmiş ve azad sığırtmaçlar olarak kalmışlarsa da, önemli mevkilere geldiler. Sonuncu durumda, kültürlü Persler Türkler‟e “yaban” gözüyle bakıyor olmalarına rağmen, karşılıklı tahammül ve saygı esasına dayalı bir simbioz ortaya çıkacaktı.

Şiddetli çatışmalar, zenci veya Karmatî isyanlarının bastırılması, Deylemîler‟le girilen savaşlar yahut devlet darbeleri gibi çok nadir hallerde vukû bulmuştur. Fakat burada da Araplar ve hatta Persler, Türkler‟i hem sekter, hem de yağmacı olarak tercih ediyorlardı. Türkmen-Selçukîler, Bizanslılar‟ı Bosphorus ötesine attıkları, Kuman-Memlükler Akdeniz‟de Haçlıları püskürttükleri zaman, bu karşılıklı anlayış yeniden tesis edilmiş ve yenilenen süper-etnos kendi ayakları üzerinde duracak gücü bulmuştur.

Bizans‟ın göçebelerle olan münasebetleri iki yönlüydü. Grekler kendi ülkelerinde VII. Yüzyılda Türkler‟in, X. Yüzyılda Peçenekler‟in, XI-XIII. Yüzyılda Kıpçaklar‟ın yardımını almışlardı. Sınır ötesinde ise, Bizans‟dan muhaceret eden Nesturîler pek çok Moğol ve Türk kabileleriyle, yerleşik Uygurlar‟ın ve Horezmliler‟in bir kısmını Hristiyanlığa kazandırmış; Ortodoks misyonerler Bolgarya, Sırbistan ve Rusya‟yı haç dairesi içine almışlar; böylece muhkem bir simbioz değil, inkorporasyon ortaya çıkmış ve vaftiz olan Türkler onu kendilerine ait bir şeymiş gibi benimsemişlerdi. Moğollar‟ın önünden kaçan ve Macarlar‟ın ihanetine uğrayan Polovesler ise, İzmit İmparatorluğu‟nda kendilerine bir sığınak bulmuşlardı.

Göründüğü kadarıyla benzeri bir müsbet komplimantarizm, Eski Rusya‟da da gerçekleşmek zorundaydı.

Gerçekten böyle olup olmadığını birazdan göreceğiz.

Doğudakilerden farklı olarak batılı Hristiyanlar -Katolikler- Avrasya bozkırlılarına tamamıyla farklı davranıyorlar ve bu tavırlarıyla Pers, Grek ve Slavyanlar‟dan çok Çinliler‟i hatırlatıyorlardı. Bu durumda her iki süper-etnos arasındaki siyasî sürtüşmeler hem epizodikti, hem de Guelphe‟lerin Gibellinler‟le yaptıkları savaşlardan daha az dikkat çekiciydi. Şöyle bir kanaat vardı: Hunlar ve Moğollar, pis vahşilerdir; doğulu Hristiyanlar da, her ne kadar Grekler onlarla dost iseler de, “Tanrı‟nın bile tiksindiği râfızîlerdir”. Avrupalı şoval-yeler, Sicilya‟da Endülüs Arapları ve Berberiler‟le sürekli savaşmışlar, ama onlara karşı son derece

(8)

saygılı davranmışlardı. Hatta Afrikalılar bile bu konuda Asyalılardan daha şanslıydılar. Anlaşılan, gönül, aklı selimden daha güçlüydü.

Gelelim Tibet‟e. Bu dağ ülkesinde iki dünya görüşü hâkimdi: Eski Ari Mitra [Bhon] kültü ve Budizmin farklı şekilleri. Kaşmir Tantrizmi, Çin Zen-Budizmi ve Hint Hinayana ve Mahayana‟sı. Bütün dinler proselit idi ve Tarım Havzası vadileriyle Baykal-ötesi ovalarına yayılmıştı. Yarkend ve Hoten‟de yerleşen Mahayana, İslamiyet tarafından hızla itilmiş; Kuça, Karaşar ve Turfan‟da Hinayana Nesturiler‟le barış içinde bir arada yaşamış; Baykal-ötesi‟nde ise Çingis‟in ata ve torunlarının dini olan Bhon [Mitraizm] sempati toplamıştı.

Bhon, Hristiyanlıkla iyi geçiniyordu, ama Moğol ve Tibetliler‟in Çin öğretileri Zen-Budizm‟i dahi sevmemişti.

Tibet‟in bozkırlılara karşı sergilediği komplimantarizm müsbet olduğu için, böyle bir şey tesadüfî olamazdı.

Görüldüğü gibi, komplimantarizmin ortaya çıkışı, devletin amaçlarına, ekonomik strüktürlere ve sistemlerin ideolojik yapısına bağlı değildir. Çünkü karmaşık dogmatika, neofitlerin büyük bir kısmı tarafından yeterince anlaşılmaz. Komplimantarizm fenomeni, her ne kadar son sözü söyleyecek durumda değilse de, vardır ve etnik tarihte oldukça önemli bir rol oynar. Bu ne demektir? Biyo-çevre hipotezi farklı ritimlerle, yani yoğun değişimlerle kendi kendine oluşur. Bazıları birbiriyle örtüşür ve senfoni teşkil eder;

diğerleri kakafoni oluşturur. Bu, bariz bir tabiat olayıdır ve insanlığın elinde değildir.

Elbette etnik sempati veya antipati inkar edilebilir, ama acaba bu muvafık mıdır? İşte, III-XII.

Yüzyıllardaki etnik temas ve çatışmalarla ilgili teorinin püf noktası da buradadır.

Türk-o-Moğollar, Ortodoks dünyası Bizans ve hempâlarıyla dost olmuşlardı. Türkler, Çin milliyetçileriyle mücadele etmiş ve Ch‟ang-an imparatorluk sarayında iyi eğitimli Çinliler‟in iktidarı ele geçirdikleri dönemler hariç, ellerinden geldiğince T‟ang imparatorlarını veya Tabgaç halkını desteklemişlerdi.

Türkler, Müslümanlardan saygı görüyorlardı. Gerçi bu durum, Persler‟den çok Araplar arasında kimera sultanlıkların doğuşuna sebep oluyorsa da, Türkler‟e saygı devam ediyordu. Çünkü Katolik Roman-o-German Avrupası‟nın saldırılarını Türkler durdurmuştu ve hâlâ da Türkler bu gayretlerinden dolayı Batılılarca muaheze edilmektedir.

Bu sırada, Moğollar‟ın ortaya çıkışından önce Hazar Denizi civarındaki uluslararası problemler yumak yumak birikmişti. Ancak, Moğollar‟ın hareketlenmesi, bütün tarihin akışını o güne kadar görülmemiş şekilde baştan sona değiştirecekti.

107. Değersiz Etnos Yoktur!

Artık etnoloji biliminin bütün silahları elimizde olduğuna ve süper-etnoslar arasındaki sempati ve antipatinin perde arkasındaki gerçekleri bildiğimize göre, bozkır halklarının “değersiz” olduğu konusuna parmak basma ve bütün dünyayı Avrupa‟nın sadece bir kenar mahallesi gibi gören Avrupa merkezli peşin hükme bir reddiye gönderme vakti geldi demektir.

Öncelikle şu “geri kalmışlık” veya “vahşilik” konusu üzerinde duralım. Bu düşünce, esasen farklı yaşlardaki etnosların sanki birbirlerinin akranıymış gibi karşılaştırıldığı senkronik zaman cetvelinin kullanılması halinde ortaya çıkabilir. Ama bir profesör, bir üniversite talebesi ve bir ilkokul öğrencisini ele alarak, bunları eğitim, fiziki güç, başlarındaki saç miktarı ve en nihayet aşık oynamadaki maharetleri konusunda birbiriyle karşılaştırmaya kalkışılması nasıl aptalca bir şeyse, bu görüş de o kadar saçmadır.

Halbuki diakronik prensibinden -yaşa göre hesaplama- yola çıkıp, ilkokul öğrencisini, üniversite talebesini ve profesörü yedi yaşlarındaki hallerini göz önünde bulundurarak kıyaslarsak, o takdirde hem kıyaslama anlamlı olur, hem de bilimsel bir perspektif kazanır. Etnolojide de durum böyledir. Diakronik, daima bugün medenîleşmiş Avrupalıların yaşlı olduklarını hatırlatmaktadır. Bu yüzdendir ki onlar, tüm yaşlı etnoslar gibi, yüzyılların kültür birikimiyle kibirlenip, gururlanıyorlar. Ama aynı diakronik, Avrupalıların

(9)

gençlik yıl-larındayken, o dönemin kültürlü Maurilerinin hamamlarında ilahiyât ve mitoloji öğrenen vahşi Franklar ve Normanlar olduğunu da hatırlatmaktadır.

Etnoloji, Hunlar mı daha kültürlüydü, yoksa eski Grekler mi, yahut Türkler mi daha kültürlüydü, Almanlar mı şeklinde sorular sormaz. Çünkü bugün kültürlü ve yaratıcı olanlar, 300 yıl sonra birden vurdumduymaz burjuvalar haline geliverecekler. Halbuki 1500 yıl önce onların kim olduklarını kimse bilmez.

Birbirini takip eden çağların uyumlu melodisi ve etnogenezin muayyen değişim safhasını belirleyici olaylar zinciri içinde tezahür eden passioner gerginlik seviyesi etnoloji bilimi sayesinde tesbit edildiği için, onun koyduğu kurallar tarafsızdır. Bir keçe yurdun veya bir ahşap kulübenin, yahut mermer bir villanın, ya da bir taş şatonun mu daha iyi olduğu konusu her zaman tartışılabilir; fakat bir sonuca varılamaz. Çünkü böyle bir kıyaslama için gerekli kriterler elde mevcut değildir. Ancak, Hunlar‟ı, Helenler‟i ve Almanlar‟ı, örneğin fedakârlıkları veya aşırı ihtirasları yönünden kıyaslayacak olursak, şaşkınlıkla görürüz ki, hepsi de

“delikanlılık” çağlarında çarçabuk köpürmüş, idealleri uğruna hayatlarını gözlerini kırpmadan feda etmiş,

“olgunluk” çağlarında akıl ve tahammül cihetinden birbirlerine denk oldukları gibi, hürriyet için çekinmeden mücadele vermiş, “yaşlılık” dönemlerinde ise aynı şekilde sezgilerini kaybetmiş, elden ayaktan kesilmişlerdir.

“Sen, nasıl olur da Hunlar‟ı kültürlü Helenler‟le veya medenî Almanlar‟la kıyaslarsın?!”- diye köpürecek konuya bigane okuyucu.-Senin Hun dediğin insanlar, vahşi, acımasız ve kabadırlar; Helenler ise en kıymetli fikirlerin sahipleri, sonraki tüm filozofların, şairlerin, ressamların üstadları değil midirler?” Biz, bu türden bir değerlendirmenin doğruluğunu düşünmeyi bile neredeyse hakaret telakki eden böyle laflara alışığız. Ya peki, adamakıllı düşününce? Dünyanın yaratılışından enerji sakınımı kanununa kadar, alışılmış birçok görüşün bilimsel analizlerle nasıl altüst edildiğini hatırlayalım.

Hunlar ve akranları olan bozkır halklarının “vahşiliği”yle ilgili kalûbelâ safsataları üzerinde diğer çalışmalarımızda durmuştuk.7 Tekrar etmeyeceğiz. Orta Çağ Almanları ve Fransızlarının medeniliği konusunda konuşacak özellikle bir şey yok. Yüzyıl Savaşları sonrası Fransası gibi, Hohenstaufenler dönemindeki “yumruk hukuku” Almanyası da oldukça kültürsüz bir ülkeydi. Onların obskürasyon dönemine nasıl girdikleri konusunda ise sadece tahminde bulunabiliyoruz. Bu yüzden Hunlar‟ı, Germanya‟yı ve Hellas‟ı aynı yaş grubu olarak birbirleriyle kıyaslıyoruz. Sadece sonuncusunu (bağımsız bir etno-politik sistem olarak)

“doğuş” anından itibaren tarih tespitinde esas kabul ediyoruz. Bu tarihten öncesinde kısa süreli bir inkübas- yon dönemi yaşandığını biliyoruz, ama üzerinde durmuyoruz. Çünkü bu dönem zarfındaki kronoloji asla kesin değildir. Dolayısıyla tarih sahnesine çıkış anları, daima belli ve barizdir. Hunlar için bu tarih M.Ö. 209, German Krallığı için ise “Kutsal Roma İmparatorluğu toprakları” üzerinde Arelat, Fransız, Lombard, Akvitanya German halkları krallıklarının şekillenişini sağlayan 844 Verdun anlaşmasıdır. Hellas için ise tarih müphemdir,8 yani M.Ö. VII. Yüzyıldır. Bu dönem, “Büyük Grek kolonizasyonu” ve yazılı kanunları olan devletin şekilleniş dönemidir. Kesin tarih olarak ise Atina ayarını alıyoruz. Bu durumda analojik kuruluş tarihi M.Ö. 621, yani Drakont kanunları olacaktır. İsparta biraz daha önce ortaya çıkmıştır, ama bunu da yüzde yüz kesin kabul etmemek gerekir..

Hatta, oldukça kaçamak bir kıyaslama dahi, - ki benzerlik ve münferit detayları iyi tesbit edebilmek için gerektiğinde daha dakik bir kıyaslama da yapılabilir,- Hunlar‟ın çağdaşları Avrupalılardan daha değersiz olduklarını varsaymak için hiçbir mesnedimiz olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadır.

Tamamıyla aksine, Hunlar‟ın, Tabgaçlar‟ın ve Türkler‟in hakkını teslim etmek boynumuzun borcudur.

Onlar, kendilerine benzemeseler bile, çevrelerindeki halklara eşit şekilde muamele ettiler. Onlara kenar mahalle barbarları gözüyle de bakmadılar. Bu sayede, güçler arasındaki dengesizliğe rağmen yüzyıllık bir savaşa girdiler ve komşularını yok etmek değil, aksine kendi topraklarını, atalarından miras aldıkları kültürel ve tarihî geleneklerini muhafaza etmek prensibini elden bırakmayarak galip geldiler. Böylece varlıklarını 1500 yıl sürdürüp, Moğol ve Ruslar‟a yenilmez Büyük Bozkırı miras bıraktılar.

(10)

Moğollar, Hunlar‟ın devamı değildiler; Türkler de gerek genetik ve gerekse etno-kültürel açıdan onların uzantıları sayılamazlardı. Genel olarak, ekonomilerini birbirinden ayıran unsur, sadece etno-landşaft, yani orman-step ve bozkırdı. Fakat etnik yükselişleri, yeni bir passioner itkiyle ilişkiliydi. Yani onlar, müdavim değil, bâni idiler. Yükselişlerinin sebebi ise, biyosferin mutat flüktüasyonu idi. Mümkün ve kolay olduğu halde bu fenomene işaret edilmemesi, bilime karşı işlenmiş affedilmez bir günahtır. Dolayısıyla biz, Asya‟nın karanlık tarihine dönüp, coğrafyanın da yardımıyla o karanlık döneme ışık tutmaya çalışacağız.

108. Doğu Uçları

İmdi; zeminin tasvirini yaptığımıza göre, şahısların değil, her biri sınırları kesin bir şekilde belirlenmiş kendi toprağında yaşayan etnosların gerçek çehrelerini okuyucuya tanıtabiliriz. Arguni Nehri‟nin sağ sahilinde, ataları Tabgaçlar gibi uzun saç bırakan göçebe Tatarlar yaşıyorlardı.9 R. Grousset onları Tungus grubuna10 sokmaktadır, fakat Moğollar onlarla tercümansız anlaşıyorlardı. Tatarlar‟ın hemen yanı başında, büyük çoğunluğu Kerulen-Onon nehirleri arasına saçılmış bulunan eski Türk kabileleri ve Moğollar‟ın karışımından teşekkül eden Konkirat [Kongirat] halkı yaşıyordu. Büyük Bozkır‟ın merkezî kesiminde, Tola sahilleriyle Gobi uçlarında, en kültürlü göçebeler olan Keraitler; onların batısında, Yeh-lü Ta-shih tarafından batıya getirilen Kara-Kıtay (Kıtan) devletinin bâkiyeleri Naymanlar berhayat idiler. Bu halkın ana kütlesi, Cungarya ve Yedi-su‟yu işgal etmiş; Kara-Kıtay Gürhanı Uygurlar‟ı ve Horezm hariç, Amu-Derya‟ya kadar Orta Asya sultanlarını itaat altına almıştı. Altaylar‟dan Karpatlar‟a kadar, XII-XIII. Yüzyılda çöl olduğu konusunda herhangi bir kayıt bulunmayan Deşt-i Kıpçak uzanıyordu. Irmaklar bol sulu; akarsularla bezeli vadiler yetişkin söğüt ağaçlarıyla kaplıydı. Sulak bölgelerin temel bitki örtüsü genelde çam ormanları, kızılağaç ve akağaç öbekleriydi. Bozkırın ayrık otları ve pelinle kaplı, fazla su sevmeyen bitki örtüsü yerini buğdaygillere bırakmıştı. Bu bozkırın kuzeyi orman şeridi, güneyi ise vadiler zinciriyle çevriliydi.

Bu münbit topraklar, bir o kadar da güzel olmasına rağmen, üzerinde yaşayan ahali sayısı çok azdı. Batı Ting-lingleri Kıpçaklar‟ın torunları Kumanlar, yani Polovesler orada yaşıyorlardı. Ting-lingler‟in dolaysız torunları Yenisey Kırgızları ise, hem tahıl ziraatı, hem de çarvacılıkla uğraşarak münbit Minusin Havzası‟nda yaşamaya devam ediyorlardı. Atalarının zengin kültür mirasını korumuşlar, ama IX. Yüzyılda kendilerini Büyük Bozkır‟ın çeşitli yerlerini fethetmeye iteleyen sabık cengaverliklerini kaybetmişlerdi. Şimdi ise hemen güneylerinde kalabalık Moğol kabilesi Oyratlar peyda olmuşlardı.

Sayan Dağları‟nın kuzey eteklerinde kalabalık orman halkları yaşıyorlardı. Bunların arasında Obi Ostyaklarının akrabaları Ugorlar, Yenisey Ketlerinin yakınları Paleoasyalılar, Türkler ve hatta kim oldukları tam olarak çözülememiş olan Samoid bâkiyeleri vardı. Bu sonuncuların bâkiyeleri sadece T‟ie-le, Teleut, Kirey, Başkir ve Torgoutlar arasında kalmıştır.11 Henüz XIV. Yüzyılda Merkitler‟in torunlarına Moğol deniliyordu, fakat onlar itaat altına alınıncaya kadar Moğollar arasında gözükmemişlerdir.12 Bu halk hem Türkler‟a, hem de Samoidler‟e intisap ettirilmiştir. Gerçi sonuncularla alâkalarının olması iddiası daha inandırıcıdır, ama bunu ispat edecek deliller mevcut değildir.

Büyük Bozkır‟ın güneydoğusunda iki güçlü devlet yer alıyordu: Curçen Kin (Chin) İmparatorluğu ve Tankut Hsi-Hsia Devleti. Daha güneyde, Tankut ve Curçenler‟le girdiği savaş sonunda asırlardır Çinliler‟e ait bulunan Huang-ho Havzası topraklarını kaybeden Sung İmparatorluğu uzanıyordu. Bu imparatorluk, Güneydoğu Asya halklarının, yani onların bâkiyelerinin elinden asla yolunup alınamayan topraklara hükmeden sürgünlerin yaşadığı bir devlete dönüşmüştü. Aslen Çinli olan bu halklarla Moğollar XIII. Yüzyıla kadar hiç savaş-mamışlardı ve hatta, ilgilerini çekmediği için, muhtemelen onların varlığından dahi habersizdiler. Dolayısıyla Büyük Bozkır‟ın tüm göçebe halkları, Curçen ve Tankutlar‟la fazlasıyla aptalça ilişkiler içindeydiler. Sabık güçlü Tibet‟den ise geriye eser kalmamıştı. Her kabile, her tapınak ve her kale, komşularının saldırısına uğruyordu, ama memleketin ana meselesi anarşi değildi.

(11)

İşte, XII. Yüzyıl ortalarında Moğollar tarih sahnesine çıktığında, Doğu Asya‟da durum bu ahvalde idi.

109. XII. Yüzyılda Moğollar ve Tatarlar

Moğolistan‟ın kuzeydoğu kesimi ile ona bitişik bulunan Baykal-ötesi bozkırları, Tatarlar ve Moğollar arasında bölüşülmüştü. Bir kabile adı olarak “Moğol” kelimesiyle ilgili iki görüş vardır:

1. Eski Mong-gu kabilesi, Amur Nehri‟nin aşağı akımlarında yaşıyordu; ancak, bundan başka Doğu Baykal- ötesi‟nde meskun bulunan Tatar boylarından biri de aynı adla anılıyordu. Çingis-han, Baykal-ötesi Mong-gu kabilesinden çıktığı için Tatar taifesine mensuptu. Ancak XIII. Yüzyılda kullanılmaya başlayan “Mongol” adı ise, Çin hiyeroğlifinde “eskimek” anlamına gelen “mong-gu” kelimesinden türemiştir. Ordinaryus Prof. V. P Vasilyeff‟in ortaya attığı bu görüş genel kabul görmemiştir.

2. “Mong-gu” (Mongol) kabile adı, çok eski bir geçmişe sahiptir ve “Tata” (Tatar) kelimesiyle kesinlikle karıştırılmamasına rağmen, tarihî kaynaklarda çok ender rastlanmaktadır. XII. Yüzyılda ise Moğollar‟ı müstakil bir halk olarak görüyoruz. 1135‟de Curçen ordusu Yang-tse‟ye kadar gelip, Çin Sung İmparatorluğu‟nu yerle bir ettiği halde, Moğollar Curçenler‟i yenmiş ve yirmi yıl devam eden savaşlardan sonra onların her yıl tahıl ve hayvan olarak vergi vermeleri karşılığında Kerulen Nehri‟nin kuzey kesimine yerleşmelerine göz yummuşlardı. Moğollar‟ın kumandanı, Temucin‟in büyük dedesi Habul-han‟dı. Daha inandırıcı olan bu görüş de G. Y. Grumm-Grjimaylo‟ya aittir.

Moğollar‟ın güney komşuları olan Tatarlar, daha kalabalıktılar ve oldukça savaşçı idiler. Moğollar‟la Tatarlar arasında sürekli çatışmalar vukû buluyordu, fakat XII. Yüzyıl ortalarında artık üstünlük Moğollar‟da idi. Mongoloid dediğimiz bu antropolojik tip, tıpkı Moğolca dediğimiz dil gibi, Tatarlar‟la akraba idi. Eski Moğollar, vakayinamelerin ve Mançurya‟da bulunan fresklerin şehadetine binaen, uzun boylu, sakallı, parlak saçlı ve mavi gözlü idiler. Onların torunlarının bugünkü dış görünüşleri ise, çevrelerini kuşatan ve komşuları tarafından Tatar adıyla çağırılan basık burunlu, siyah saçlı ve kara gözlü kalabalık halklarla sıhrî ihtilatlar yüzünden değişiklik geçirmiştir.

Moğol tarihini anlayabilmek için, etnik adların Merkezî Asya‟da iki anlamı olduğununun mutlaka nazar-ı itibare alınması gerekir:

1) Etnik bir grubun (kabileler veya halklar) doğrudan aldıkları adlar;

2) Bünyesinde farklı etnik köke sahip kabileler olsa dahi, belirli bir kültür ve siyasî kompleks teşkil eden kabile grupları için kullanılan topluluk adları. Reşidüddin de bu konuya işaret etmiştir: “Birçok kabile, kendilerini Tatarlar‟a mensup saymak ve Tatar adını almak suretiyle azamet ve onur elde ettiler. Tıpkı bunun gibi Naymanlar, Celayirler, Öngütler, Keraitler ve belli isimleri olan diğer kabileler, azamet ve şöhret kazanmak maksadıyla kendilerini Moğol olarak adlandırdılar. Bunların torunları ise, aslında geçmişte hiç sahip olmadıkları bu ismi, güya ezelden beri taşıyorlarmış havasına kapıldılar.”13

XII. Yüzyıla kadar Doğu Moğolistan kabileleri üzerinde hâkimiyet Tatarlar‟a aitti ve bu yüzden de Çinli tarihçiler Moğollar‟ı, topluluk adı olarak kabul ettikleri Tatarlar‟ın bir kısmı gibi görüyorlardı. XIII. Yüzyılda durum değişti ve bu defa Tatarlar, kelimenin geniş anlamıyla, Moğollar‟ın bir parçası olarak görülmeye başlandı. Dahası, Asya‟da Tatar kelimesi tarihe karıştı ve zaman içinde bir etnonim haline geldiği Altın Orda‟nın tebaası İtil boyu Türkleri‟ne misafir oldu. XIII. Yüzyıl başlarında, Moğol ve Tatar adları birer sinonimdi. Çünkü öncelikle, Tatar kelimesi, alışılmış ve herkes tarafından bilinen bir kelimeydi. Moğol kelimesi ise, ikinci sırada yer alıyordu. Zira kalabalık Tatarlar, (kelimenin dar anlamıyla), kendilerini istemeyen ve en tehlikeli yerlere yerleştiren Moğollar‟ın öncü müfrezelerini teşkil ediyorlardı. Böylece de, ilk ağızda onlarla karşılaşan düşmanları, isim konusunda yanılgıya düşüyorlardı. Mesela Ermeni tarihçileri onlara Mungal-Tatarlar diyorlar; Novgorodlu bir vakanüvis ise, 6742 (1234) de şöyle yazıyordu: “O yaz,

(12)

günahlarımız yüzünden kim olduklarını bilmediğimiz kâfirler çıkageldiler. Kimse onlar hakkında bir şey bilmiyordu. Kimdiler ve nereden geliyorlardı, hangi dili konuşuyorlardı, hangi kabileye mensuptular ve neye inanıyorlardı, kimse bilmiyordu. Ama adları Tatar idi.. “ Moğol ordusuydu bu.

Orta Çağ Çin tarihçileri, Tatar kelimesinin topluluk adı olmasından hareketle, doğulu göçebe halkları üç gruba ayırdılar: Beyaz, Kara ve Vahşi Tatarlar.

Çin Seddi boyunca, Gobi Çölü‟nün güney kesiminde yaşayan göçebelere, Beyaz Tatarlar adı verildi.

Bunların büyük kısmını, Türk dilli Öngütler (Sha-t‟olar‟ın torunları) teşkil ediyordu. Kendilerini fetheden Kıtanlar‟dan ve komşuları Çinliler‟den, kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak medeniyet unsurlarını ödünç almışlardı. İpekli elbise giyiyorlar, seramik ve gümüş kaplarda yemek yiyorlardı ve ayrıca Çin eğitimi görmüş, Konfüçyüs felsefesini okumuş asil kumandanları vardı.

Aralarında Keraitler‟in de bulunduğu Kara Tatarlar ise, kültür merkezinden uzaktaki bozkırlarda yaşıyorlardı. Göçebe hayvancılığı onlara yetiyordu, ama fazla hayvanları yoktu. “Tabii hanlarına” itaat etmeleri ise, kendilerine emniyet değil, bağımsızlık sağlıyordu. Bozkırda hiç bitmeyen savaş, onları toplu halde yaşamaya mecbur etmişti. Geceleri arabalarını daire halinde çeviriyorlar (küren) ve çevreye nöbetçi dikiyorlardı. Ne var ki, Kara Tatarlar, Beyaz Tatarlar‟ı horluyor ve onlara acıyorlardı. Çünkü bu berikiler, ipekli pılıpırtılar için hürriyetlerini yabancılara satmışlar ve onlara göre, bir tür kölelik me-sabesindeki aşağılayıcı bir medeniyetin ürünlerini satın almışlardı.

Vahşi Tatarlar‟a gelince; bunlar, Güney Sibirya‟da yaşıyorlar, avcılık ve balıkçılıkla geçiniyorlardı.

Başlarında hanları yoktu ve sadece, severek itaat ettikleri, aksakallar tarafından yönetiliyorlardı. Sürekli açlık ve yokluk tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Onlar da, hayvanların peşinde ömür tüketen, hanlarının emirlerini dinlemek ve kalabalık akrabalarıyla hesaplaşmak zorunda olan Kara Tatarlar‟a acıyorlardı. Kara Tatarlar‟la evlenen genç kızlar, şiddetle cezalandırılıyor; Kara Tatar kızları ise, bazen koyun gütme ve keçe tepme mecburiyeti canlarına yetince, intiharı tercih ediyorlardı. Moğollar da, Kara ve Vahşi Tatarlar arasındaki sınırda, bir bağlantı halkası vazifesi görerek yaşıyorlardı.14

Şimdi, küçük, ama mutlak gerekli bir açıklama yapalım. Bendenizin “Muhayyel Hükümdarlığın İzinde”

adlı eserinin amacı, birbirini takip eden olayların tesbiti konusunda mevcut tarihî kaynakların tenkidini yapmaktı. Bu, sadece hümaniter bir araştırmaydı ve dolayısıyla Moğolistan‟daki lokal biyosfer flaktüasyonu, yani passioner itkinin izahında önemli bir yer tutan tarihî-coğrafyanın “emprik genelleştirme”si konusunda yapılmış bir denemeydi. Binaenaleyh mezkur kitap ile elinizdeki eserin bu bölümü, kronoloji prensibine göre konulmuştur ve tekrar değil, aksine birbirinin mütemmimidir. Birincisi olayların seyrinin tesbitine, ikincisi ise bunların tabii bilimler açısından izahına imkan sağlar. Birincisi konuları aydınlığa kavuşturmamış olsaydı, ikincisi, tıpkı temelsiz bir ev gibi, birincisi olmadan olamazdı. Bilimsel hiyerarşi böyledir. Bu hiyerarşi yoksa, bilim yardımcısız demektir; onun yardımını aldığı zaman ise son derece güçlüdür.

110. Yer Değiştirme

Tarih, nadiren yerinde sayar. Asya haritasını kana bulayan iki yeni etnos - Mançurlar ve Mogollar,- XII.

Yüzyılda, taygaya serpilmiş çiftçi ve çarvacıların torunlarının davranış kalıplarını değiştiren passioner itkiden, yani mutasyondan doğmuştur. Bu savaşçı halkların ataları, barışsever insanlardı. Sibirya ve Amur boyundaki kuzeyli komşuları da öyleydi. İtki bölgesi de geniş değildi. Baykal meridyeni üzerinde Primorye‟den Selenge sahillerine kadar uzanan bir bölgeydi. Dolayısıyla, eğer bu itki olmasaydı, tayga denizinin ve Büyük Bozkır‟ın doğu şeridi, Altaylar, Sibirya ve Amur civarının etnoğrafik uzantısı olarak kalırdı. Orada yaşayan halklar, cesur, cömert, namuslu idiler, ama yaratma ve girişkenlik kabiliyetinden yoksundular. Onların global etnogeneze katılımları da, muhacirlerin geri itilmesinden ibaret olduğu için, genel şekliyle başarısızdı. Çünkü müdafaada kalmak, en zayıf kendini savunma yöntemidir.

(13)

Dört süper-etnosun kültürel gelenekleri, ekonomik yapıları, sosyal davranışları ve hatta Hristiyanlar Araplar‟ın Allah‟ını Trinite‟nin ilk unsuru saydıkları ve Müslümanlar da Meryem oğlu İsa‟ya Muhammed‟in selefi olarak saygı duydukları için, dinî yönden birbiriyle sıkı temas halinde bulunan Avrasya kıtasının batı uçlarından farklı olarak, doğu kesimlerindeki durum, temelde başkacaydı. Orta Vaha Çinlileri ve Büyük Bozkır göçebeleri, birbirlerinden öylesine çok uzaklaşmışlardı ki, aralarında herhangi bir kültür alışverişi kalmamıştı. Kıtanlar bu kuralın dışındaydılar, fakat bu durum onların bir etnos olarak yok olmalarına yol açacaktı.

Ağır sonuçları beraberinde getiren olayların seyrinin püf noktası, belki ekonomik veya politik alanda değil, insanların davranışlarına tesir eden etnoloji fenomenindeydi. Çinliler ve göçebeler davranış stereotipleri açısından öylesine farklıydılar ki, ne birbirleriyle temasa geçmek istiyorlardı, ne de bunu deneyecek durumdaydılar. Hatta teması genel olarak anlamsız buldukları için bir bahane de aramıyorlardı.

Yaşam tarzlarındaki bazı detaylar burada önemli rol oynuyordu.

Her şeyden önce Çinliler, göçebelerin temel gıdası olan süt ürünlerini istemiyorlardı. Hatta karşı tarafın bu ürünlerle besleniyor olması, ondan nefret etmek için yeterli bir sebep addediliyordu. Bazı geleneklerin de bu nefretin doğuşunda rolü vardı. Mesela bir Çinli için, babasının hanımları, annesi mesabesindedir. Bir Hun veya Türk için ise, tek bir anne vardır. Babanın odalıkları kız arkadaş mesabesindedir. Büyük kardeşin dul hanımı, hissi bir bağ olmasa dahi, nikahı altına almak zorunda bulunduğu hanımıdır.*

* Yazarın burada bahsettiği birinci durum, çok eski dönemler için geçerlidir. İkinci durum ise, hemen bütün Türk dünyasında halen yer yer uygulanan âdetlerdendir.(çev.)

O çağlarda Çinli kadın çalışmaz, sadece çocuk doğurur; ona bakar ve büyütürdü. Hiç bir hakkı yoktu.

Büyük Bozkırda ise kadın, bütün ev işlerini çekip çevirirdi ve evin hâkimiydi. Savaşta ölmek bir nevi kaderi olduğu için, erkeğin sahip olduğu tek şey silahlarıydı. Çin ordusunda muhbirlere mutlaka bir ödül verilirdi;

aynı orduda görev yapan Türklerse böyle bir şeye tahammül edemezler ve muhbirleri gizlice öldürürlerdi.

Her iki büyük etnosun temsilcileri, asla bir arada yan yana yaşayamazlardı. İki halk arasında temasların olabilmesi için en optimal şey, barış içinde yaşamaktı, fakat bu da çok nadir vukû buluyordu. Dolayısıyla göçebeler, Batıdan kültür ve dünya görüşlerini ödünç almışlardır, ama Çin‟den asla!

Uygurlar, İran‟dan Maniheizmi; göçebeler Suriye‟den Nesturiliği, Tibet‟den de teist Budizmi almışlardır.

Doğru; Budizm daha sonraları benimsenmişti, ancak ödünç alma prensibi öncelikli yer tutuyordu. Çin‟den alınan tek şey ise ipekti. Tabii bazen şekerlemeler ve nadir hallerde seramik kap kacaklar da vardı. Bu kuralın tek istisnası Mançurya‟daki Kıtanlar‟dı. Onların bir kısmı Çin kültürünü samimi olarak benimsemiş ve geliştirmiş; diğer kısmı ise kendi bozkır gele-neklerini inat ve ısrarla muhafaza etmişlerdir. Şimdi, bunun ne getirdiğine bakalım.

Kıtanlar, Hunlar, Sarmatlar ve Kumanlar‟la aynı zamanlarda tarih sahnesine çıkmış eski bir halk idiler.

Homeostaz safhasına, yani bilgelik ve aşırı yaşlanma dönemine ulaşmışlardı. Ama Çinliler‟le, aslında büyüleyici yabancı kültürlerle haşır neşir oldukları için, hanlıkları Leao kimera imparatorluğuna dönüşmüştür.

XII. Yüzyılda yeni bir etnogenez patlaması yaşandı. Ussuri ve Sungari vadilerinde yaşayan Curçenler, 1115‟de Kıtanlar‟a karşı isyan ederek, 1125‟de Leao İmparatorluğu‟nu yıktılar. Kültürlü Kıtan-lar galiplere itaat ettiler, fakat geri kalanları, yani eğitimsiz olan, sadece bozkır asaletini kaybetmemiş bulunanları, savaşarak Yedisu‟ya çekildiler ve orada Selçuklular‟la, yani sultan‟ul a‟zam Sencer‟le savaştılar. 1134-1141 yılları arasında Kıtan Gürhanı Yeh-lü Ta-shih ile Sultan Sencer arasında amansız savaşlar vukû buldu. Gürhan,

“geri kalmış” bozkırlıların desteğini almış; Sultan ise, Horasan, Secistan, Gur, Gazne ve Mazanderan‟dan İslam dünyasının 100 bin kişilik en seçme ordusunu hazırlamıştı. Buna rağmen Gürhan galip geldi. Sultan, ailesini ve mezbuhane savaşta öldürülen 30 bin cesur silah arkadaşını bırakarak kaçtı. Bu savaştan sonra

(14)

Selçuklu Sultanlığı parçalanmış, fakat Kıtanlar şaşırtıcı bir uygulamayla Orta Asya şehirlerini önemsiz bir haraca bağlayarak, Yedisu ve Cungarya‟daki sürülerinin başına dönmüşlerdir.

Bu durumda, savaş kabiliyeti derecesine göre ortaya çıkan passionerlik seviyeleri arasındaki ilişkiyi bariz bir şekilde şöyle tesbit edebiliriz: Curçenler> Kıtanlar> Selçukîler> Grekler> Haçlılar> Araplar.15 Ancak daha passioner Moğollar ortaya çıkınca, olaylar başka bir şekilde gelişti ki, bundan sonraki sayfalarda bu konu üzerinde durulacaktır.

XVIII. SIKINTILAR 111. “Sarı İt”

Mukayeseli etnoloji yardımıyla, passioner itki anını etnogenetik sürecin görünen başlangıç çağından ayıran periyodun sürekliliğini yaklaşık olarak tesbit edebiliyoruz. Bu inkübasyon süresi, genel olarak 150 yıl kadar sürer; ancak, değişik halkların “başlangıçları” hakkındaki malumatımız, çoğu kez bir etnosun tarih

“başlangıcını” gecikmeli olarak tesbit ettiğimizden, hayli farklıdır. Bu durum, XIII. Yüzyıla kadar Çinli coğrafyacıların haklarında çok az bilgi sahibi oldukları Moğollar‟ın tarihi için geçerlidir. Bu coğrafyacılar, Monu (mong-gu) kabilesinin VII-IX. Yüzyıllarda Güney Baykal‟da, daha sonra ise Monshan Dağı‟nda yaşadıklarını varsayıyorlardı. Moğollar, X-XII. Yüzyıllarda Kıtanlar‟ın dostu, dolayısıyla Tatarlar‟ın rakibi ve Curçenler‟in düşmanıydılar. Onlarla Moğollar arasında ... nehri (?!-L.G.) vardı.16

Moğol etnogenezi ve tarihinin en eski periodu konusunda birkaç mitolojik versiyon mevcuttur. Moğol tarihçileri, sadece genealojiyle ilgilenmişlerdir. Siyasî olaylar, sosyal durumlar ve kültür hareketleri ise ilgi alanlarının dışında idi. Dolayısıyla, XX. Yüzyıl tarihçisine mutlaka gerekli olan ilm-i tarihin iskeleti durumundaki tarihler, tesbit edilmemiştir. Bununla birlikte, doğruluğu konusunda bizzat Moğollar‟ın dahi şüphe duydukları efsanelerin ortaya çıkış dönemi olan ikinci yarı efsanevî tarih, XI. Yüzyıl ortalarından itibaren başlar. Moğol halkının ninesi sayılan Alan-koa, kocasından iki erkek çocuk ve gece yarısı çadırın duman bacasından ışık saçarak içeri süzülen ve sarı bir iti andıran parlak renkli bir delikanlıdan da üç çocuk doğurur. Bu delikanlıdan yayılan ve dul kadının rahmine süzülen ışık, güya onun hamile kalmasına yol açar.

Alışılmış türden bir mûcize.

Çağdaşları için dahi garip olan bu birleşmeden Bodonçar dünyaya gelir. Başlangıçta biraz aptalca olsa da, görünüşe göre tipik bir passioner. Eğitilmiş şahinle avlanması, herhangi bir komşu kabileyi kendine bağlaması ve yine herhangi bir boy kültünü getirmesi aşırı abartılarla anlatılır. “Mavi gözlü” anlamına gelen Borcigin kabilesinin de aralarında bulunduğu birçok Moğol boyu asıllarını Bodonçar‟a bağladılar. Mavi göz ve sarı saçlar ise “sarı it”ten türemiş olmanın eseri olarak kabul edildi.

Efsaneyi açıklamaya çalışalım. Bir kere bu efsanede iki sübstratın etnik karışım olayı ile popülasyonun fiili ortaya çıkışı anlatılmaktadır. O zamana kadar Onon sahillerinde, kimsenin dikkatini çekmeyen, yani etnik homeostaz safhasında bulunan kabileler yaşıyorlardı. Bunların geçimleri tabii ekonomiye bağlıydı.

Geleneklere bağlı olarak toplu halde yaşıyorlar ve gittikçe unutulan ata mirası dünya görüşlerini yaşatıyorlardı. Hatta aynı etnik sübstratlar arasındaki ilişkiler bile, ortadan kalkmaya başlamıştı. Sırf huzur içinde yaşamak için, birbirleriyle karşılaşmak şöyle dursun, birbirleri hakkında bilgi sahibi olmak dahi istemiyorlardı. Fakat Bodonçar‟ın 970‟den önce doğan torunları zamanında,17 etnosun şekillenme süreci başlamıştı. Ancak, o da iki kabile grubuna ayrılmıştı: Biri Alan-koa‟nın rahminden düşen Nirun, diğeri eski Darlekin. Birden boy reislerinin adları sivrilmeye başladı. Bunlar, henüz han değildiler. Aldıkları ünvanın tam anlamı “başta oturan kişi” yani “temsilci” anlamına geliyordu.18 Bunlardan biri, en gözde boyların (Noyankin, Tayci‟ut, Aralud, Kuyat-gerges, Haburhod, Sunid, Honghotan ve Oronar) bânilerinin atası Bodonçar‟ın ahfadı Kaydu idi. Moğol boyları çoğalmış, büyümüş ve sayıları artmıştı.

(15)

Bu sıralarda Moğol boyları arasında orijinal sosyal farklılaşmalar kendini göstermiş, çeşitli ünvan ve sıfatlar türemişti: Bahadur (Batur) - bogatır; seçen (se-ch‟en) - bilge; mergen - avcı; bilge - akıllı; boko (bökö) - güçlü; tegin (Türkçe) - prens; buyuruk (Türkçe) -emreden; tayşi (Çince) - hükümdar boyu azası;

sengun (Çince) -veliaht prens. Bunların hanımlarına ise hatun veya begi diye hitap ediliyordu.19 Ünvanlar halini alan bu sıfatların, ne bütün Moğollar Alan-koa ve Bürte-Çino (alageyik ve kurt) dan türedikleri için aristokratik orijinle, ne de bugün gelip yarın giden zenginlikle alakası olmadığını, aksine sadece kişilerin şahsî icraat ve kabiliyetleriyle bağlantılı bulunduğunu farketmek zor değildir. İrgen (kabile veya alt kabile), amorf homeostatik durumdan yeni, aktif bir aşamaya geçmiş, yani bireyin bütün özelliklerinin harekete geçirildiği bir sisteme dönüşmüştür. Böylece insan irgenin bir üyesi olmuş; omuzuna bazı mecburiyetler yüklenen, buna karşılık gök kubbe altında kendisine bir yer bulan ve koruma sağlanan bir unsur haline gelmiştir. İrgen üyesinin başına bir iş geldiğinde, bütün irgen ona yardıma koşmak zorundadır;

ancak, işlediği bir hatadan dolayı da bütün silah arkadaşları sorumludur. Kollektif sorumluluk kavramı, Moğollar için davranış imperatifi halini almıştır. Akrabalar arası ilişkilerin seviye ve derecesini belirleyen hukuk ve kabile üyesinin özelliklerine bağlı olarak tesbit edilen mecburiyetler, bu temel üzerine bina edilmektedir. Bu, etno-genezin birinci safhasının tipik bir tesadüfî oluşumudur ve Carolingien Devleti‟ndeki feodolizmin ortaya çıkışına oldukça benzer. Hatta buna Moğol toplumunda göçebe feodolizmin organizasyonu da denilmiştir.20

Yabancı bir toprağı ele geçirmek için yerli ahalinin direnişini ortadan kaldırmak amacıyla genelde katı bir askerî teşkilat şarttır. Fakat Moğollar‟a bizzat tabiat yardım etmekteydi. X. Yüzyılın büyük kuraklığı sona ermiş ve bozkırın yeşil alan sınırları, Şilki sahillerinden güneye, Onon ve Kerulen‟e doğru sarkmıştı.21 İğne yapraklı ormanlarla canlanan eski çölde, şimdi tıpkı Türk Hakanlığı döneminde olduğu gibi yine antiloplar ve ceylanlar zıplıyor, tavşan ve keklik sürüleri geziniyor, gelincikler ve köstebekler cirit atıyordu. Artık burada yaşamak kolay ve cazipti. Gobi Çölü‟ne kadar uzanan bozkırları ilk ele geçirenler ise Moğollar‟ın ataları olmuştu.

Fırtınalı Selenge sahillerini Keraitler mesken tutmuş; Kerulen‟in güneyine ise Otuz-Tatarlar, yani otuz Tatar boyu yerleşmiş; Baykal‟ın güneyindeki Hamar-Daban eteklerine savaşçı Merkitler saçılmış, onların batısına ise kalabalık Oyratlar çadır açmıştı. Batı Moğolistan‟ın en batı kesiminde de Sibirya‟dan değil, Yedisu ve Cungarya‟dan göçedip gelen Moğol dilli Naymanlar vardı.22 Bunlar, 1125‟de doğudaki topraklarından passioner Curçenler tarafından itilen Kara-Kıtaylar‟ın kuzey koluydular. Gerek orijinleri ve gerekse kültür ve tarihî kaderleri bakımından Naymanlar, doğulu Moğollar‟dan ve hatta Keraitler‟den hayli farklıydılar. Passioner patlama tarafından ziyaret edilen ve XI. Yüzyılda inkübasyon dönemini yaşayan bu kuzeyli kabilelerin kaderi, tamamen başkaca gelişmişti.

Artık hiçbir şey, Bodonçar, yani Alan-koa ve “sarı it”in birinci kuşak torunları dönemindeki gibi değildi.

Kardeşleri Bodonçar‟ın varını yoğunu elinden almış ve kovmuşlardı. Bodonçar, yabancı bir kabileyi inkiyad ettirmek için sadece kardeşleriyle değil, annesiyle de tartışmaları geçici olarak durdurma konusunda anlaşmıştı. Dikkat çeken hiçbir sosyal imperatif yok. Sadece genel problemi anlamadan sergilenen basiretsiz bir egoizm ve şahsî kaprisler. Bunlar X. Yüzyılın sonlarında olmuştu.

XI. Yüzyılda halkın nüfusunun süratle arttığını da buna ilave etmek gerekiyor. XII. Yüzyıl başlarında ise Onon Vadisi artık Moğollar‟a yetmiyordu. Batıya doğru, Hilok ve Aşağı Selenge‟ye saçılmışlar, fakat burada, passioner itkiyle fazla temasları olmamakla birlikte, ataları Samoidler [Samodin]in geleneklerini muhafaza eden cesur ve savaşçı Merkitler‟le çarpışmak zorunda kalmışlardı.

Moğollar‟ın kendi ülkelerinde birbirlerine kenetlenmeleri gerekiyordu ve onlar da genelde bu gibi hallerde başlarına bir hakan (han) seçiyorlardı. Alan-koa ve “sarı it”in sekizinci kuşak torunlarından Habul- han başlarına geçmiş ve XII. Yüzyılın 30-40‟lı yılları arasında hanlık yapmıştır. Moğol etnogenezinin kuluçka döneminin sona erip, Moğol tarihinin başlaması da bu dönemde gerçekleşmiştir.

(16)

Şimdi şu “sarı it” meselesine tekrar dönelim. Bir efsanenin harf be harf yorumlanmaya değeceğini sanmam. Antropoformizm ve zoomorfizm, sözlü rivayetlerin ortaya çıkardığı metaforlardan başka bir şey değildir. Moğol ve Tibetliler‟in kendileri de parlak saçlı delikanlının köpek şekline büründüğü hikayeleri istiari edebiyat örneği kabul ediyorlardı. Bunun anlamı açıktır: Moğollar, kuşak hesabı vasıtasıyla kendi halklarının yaşını veya çağ değişimini hesaplıyor ve tarihlendiriyorlardı. Nasıl Hicret olayı Araplar için tarih başlangıcıysa, Bodonçar‟ın dünyaya gelişi de onlar için tarihî bir çağın başlan-gıcıdıydı. Tek farkı astronomi hesaplarına değil, biyolojik takvime göre hesap yapmalarıydı. Bugün de genetikler böceklerin yaşını bu şekilde hesaplıyorlar.

En son olarak, passioner itki olayı, rahme yapılan bir ışınlama sonucu olarak gösterilmiştir. İşte mutasyonu doğuran da bu fenomendir. Böyle bir şey uydurmak mümkün değil, ama bunun olabileceği iddiasında bulunan kadınlara inanmak da zor. Göründüğü kadarıyla X. Yüzyıl Moğolları dahi Alan-koa hikayesine şüpheyle yaklaşıyorlardı. Ancak, Alan-kao‟nın torunları etkili olmaya başlayıp da, iktidarı ellerine geçirince, konuyu tartışmamak hayatta kalmanın en güvenli yolu halini aldı. Daha sonraki dönemlerde ise aynı efsane bir hikaye olarak kabul edildi. Çünkü deha ve kötü ruh inancı bir arada bulunabilir, ama folklorizm ve biyofizik bir arada bulunamaz.

Bununla birlikte, mutasyonik impuls, davranışla da ilgili olsa, ancak tek bir alâmeti değiştirebilir.

Alâmetlerin dağılması kaçınılmazdır.. ve gerçekten de böyle olmuştur. Borciginler‟in dış görünüş itibariyle diğer göçebelerden farklı oluşu konusuna iki müellif işaret etmektedir: Çinli Ch‟ao Hung ve Türk Ebu‟l Gazi Bahadır-han. “Tatarlar, çok yüksek boylu değildirler. En yüksek boyluları 156-160 cm.dir. Dolgun ve kilolu da değillerdir. Geniş yüzlü, bariz elmacık kemiklidirler. Gözlerinin üst kirpikleri hemen hemen yoktur. Sakalları seyrektir.. Temucin, uzun boylu ve heybetliydi. Yayvan dudaklı ve uzun sakallıydı. Şahsen savaşçı ve güçlü kuvvetliydi. Bu özellikleriyle diğerlerinden ayrılıyordu”.23 Borciginler‟in gözleri “yeşilimtrak” veya

“mavimtraktır ve gözbebeğinin çevresi köşeli kasnakla çevrilmiş gibidir.”24 Demek ki, mutasyon Borciginler‟in sadece psikolojilerine değil, dış görünüş detaylarına da şüpheye mahal bırakmayacak şekilde yansımıştır. Bunun nasıl bir rol oynadığına bakalım.

Passioner itki alanı, Amur civarı, Ussuri bölgesi ve Doğu Baykal-ötesi‟ni kaplamıştı. Moğollar‟ın doğu komşuları Curçenler, Hu-ai Nehri‟ne kadar Kuzey Çin‟i ele geçirmişlerdi. Selenge ve Angara va-dilerindeki batılı komşuları ise, Onon ve Kerulen nehirleri arasındaki Moğol ve Tatarlar‟ı sarıp sarmalayan itki tesir alanı dışındaydılar. Bu tezi esas alarak, bozkırda batıdakilere nispetle daha az yoğun olan doğulu göçebelerin faaliyetlerinin artmasını kolaylıkla izah edebiliriz. Bugüne kadar bu vakıa literatürde ele alınıp açıklanmamıştır ve zaten “biyosfer” kavramı getirilmeden tatminkâr bir açıklamanın yapılması da mümkün değildi.

Moğol tarihine geçelim. Bu tarihin temposu, şaşırtıcı şekilde hızlıydı. Habul-han, 1100 yılı civarında, yani sekiz kuşak sonra dünyaya geldi ve 130 yaşlarında öldü. Demek ki Moğollar, 16-18 yaş arasında torunlara sahiptiler ve bunlar bir süre sonra hızlı bir şekilde yerlerini bu genç nesle bırakmışlardı. Elbette otuz yaşındaki bir savaşçı yaşlanmış hesap edilerek yedeğe alınamazdı, ama göründüğü kadarıyla erkekler nadiren bu yaşa kadar hayatta kalabiliyorlar; kendileriyle aynı kaderi paylaşacak erkek çocuklara zar zor sahip olarak sürekli savaşlarda ölüp gidiyorlardı. Moğol halkı, eğer bu kötü şartlar altında tarihten silinmemiş ve güçlü komşularının tutsağı olma-mışsa, demek ki güçlüydüler ve zafer uğruna ölüme gitmeyi göze alacak kadar yüksek gerilim özelliklerine sahiptiler. Etnosun zuhuruna zemin hazırlayan inkübasyon dönemindeki passionerliğin sonucunu da biz bu sıfatla belirliyoruz. Gerçekten de XII. Yüzyıl başlarında Moğol halkı, isimleri bilinmeyen genç ataların kendilerini kurban etmesinin bir meyvesi olarak tüm dünya tarihinin konusu haline gelmiştir.

(17)

112. Farklılıkların Zuhuru

XI. Yüzyılda kendini gösteren passioner itki, sadece Curçen ve Moğollar‟a temas etmemişti. Onun, itki bölgesinde berhayat olan diğer komşulara da dokunmaması mümkün değildi. Kerulen‟in güney kesiminde yaşayan Tatarlar ile Tola sahillerinde göçebe halde dolaşan Keraitler de passioner gerginlik yükseliş safhasındaydılar. Ne varki, coğrafî şartlar, onlara karşı Moğollar‟a davrandığı kadar lütufkâr değildi. Her şeyden önce Kıtan Leao İmparatorluğu gibi güçlü ve düşman bir komşuları vardı. 1100 yılından itibaren bozkırda, göçebeler (Kıtanlar onlara Tsu-pu diyorlardı)25 ile düzenli ordular arasında sürekli savaşlar oluyordu ve üstelik de sonuncular, arka destekleri ve üsleri olmasına rağmen bir türlü galip gelemiyorlardı.

Pek çok genç Tatar passioner, bu savaşlarda kellesini kaybetmiş, fakat düşman Leao‟nun mahvoluş anını sabırsızlıkla bekleyen torunlar bırakmayı başarmışlardı. “Düşmanımın düşmanı, dostumdur” prensibinden hareket eden Tatarlar, Kıtanlar tarafından mağlup edilen Curçenler‟le dost olmuşlardı. Curçenler, Kıtan politikasını, yani Büyük Bozkır‟la savaşma siyasetini kendilerine iş edindikleri için, Tatarlar‟ın bu davranışı basiretsiz bir siyasetti. Curçen “altan-hanı” (altın anlamına gelen bu ünvanın Çince karşılığı Kin [Chin] idi) Tatarlar‟ı sevmiyordu, ama onları, Tatarlar‟ın bozkırda hakimiyet sağlama konusunda kendilerine tabii rakip olarak gördükleri Kerait ve Moğollar‟a karşı kullanıyordu.

Siyasî adavete bir de din düşmanlığı ilave edilmişti. 1109‟da Keraitler Hristiyanlığın Nesturîlik kolunu seçmişlerdi. Moğollar ise, ondan bir süre daha önce, sadakat ve iyiliğin yaratıcısı, güneş tanrısı Mitra‟ya tapınmayı esas alan Tibet Bhon dinini benimsemişlerdi.26 Tatarlar‟a gelince, onlar da müttefikleri Curçenler gibi, Türkçe “kam” dedikleri Hintli şamanların öğretilerini sevmişlerdi. Etki bölgesi içindeki bütün halklara aynı şekilde temas eden passioner gerginlik enerjisi, üç orijinal sistemin şekillenmesine yol açmıştı ki, bunlar arasında bir çatışmanın olması kaçınılmazdı.

Dinî mensubiyet kendi başına askerî çatışmalara yol açmaz, ama ortada zaten bir savaş durumu varsa, o zaman asit ve alkalinin olup olmadığını belirleyen ilave bir turnusol kağıdı vazifesi görür. Nesturî Hristiyanlık, Prens Siddarta veya Şakyamuni Budda, Prens Yosaf tarafından kutsal kabul edilmesine rağmen

“sarı din” Budizme karşı çıkan “beyaz bir din”di.27 Mesele, dogmatiklerin karmaşık oluşunda değil,

“mantalite”de veya ifade ettiği dünya görüşünün mahiyetindedir. Budist ve Nesturîlerin mantalitesi farklıydı, ama Hristiyanlık, Bhon dini (Hintce “Punya”, yani gökyüzü kelimesinden) saliklerini şoke etmemişti. Mitra (Moğolcası Mizir) inanan ve inanmayan kişiler nazarında herhangi bir tabiat kanunu mesabesindeydi. O, savaş arzusu, kurnazlık ve gaddarlıktan dolayı kimseden intikam almaz, ama inanan kişiyi aldatmayı, yani ahde vefasızlığı affetmez. Bir “suçlu” arandığı sırada iktidara ihbarda bulunmuş olmasına rağmen Yu-da‟nın davranışını asla tasvip etmeyen Hristiyanlar, bu şartlar altında ana meselede Mitraistler‟e karşı çıkamazlardı. Hem Mitra‟nın, hem de prensiplerinin benimsenmesi, Hristiyan inancının benimsenmesiyle aynı anlarda gerçekleşti. Dolayısıyla “ak” ve “kara” (daha doğrusu, lacivert) dinler, ideolojik bir çatışmaya girmediler.

Bu yüzdendir ki üç dünya görüşünü savunan Şamanizm, prensip olarak teist dinlerden ayrılmaktaydı. Bu üç dünyanın ortada olanında insanlar ve yırtıcı hayvanlar; yukarı ve aşağıdaki dünyada ise ruh olarak kabul ettiğimiz kişiler yaşarlar. Ama şamanlar, azizlerin ve lamaların yapamadığını başarıp hastaları tedavi edebildiklerine göre, arada bir tedavinin başarısız olması halinde çatışmalar oluyorsa da, kullandıkları metotlar faydalı şeylerdi. Gerçekten de öyleydi.

Ancak bizi şu anda daha fazla ilgilendiren şey, insanların din seçme prensibi üzerinde durmaktır.

İnsanlar, passionerliğin düşük seviyesinde kayıtsızdırlar. Bazen alışılmış ideolojiyi muhafaza ederler, bazen de kendilerine zorla dikte ettirilen şeyi benimserler. Ama burada, hür göçebelerin dünyasında, kimsenin yeni bir dini yerleştirecek kadar gücü yoktu. Çünkü onlar kendilerine yeni bir din telkin etmeye kalkanlara basitçe şu cevabı veriyorlardı: “Bize iyilik etmeye kalkışma; ruhlarımızı rahat bırak”. Fakat gerçekten

(18)

hoşlarına giden bir dini de benimsiyorlardı. Zevklerin davranış stereotiplerinde birer komponent olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, benimsenmiş üç farklı dinin aynı çağdaki mevcudiyeti, XI. Yüzyılda etnik sistemlerin passionerlik seviyesinin geliştiğini gösterir. Bu tarihten sonra dinler arasındaki farklar, tedrici surette ortadan kalkmış ve XIX. Yüzyılda Moğol politeizmi denilen bir din şekillenmiştir.28 Ancak bu, Moğol ve Büretler‟in manevî kültür genesizinin orijinal şekli değil, aksine 1201-1370 yılları arasındaki Moğol yükseliş tarihinin âni trajizmine kadar sergilenen bir finiş hamlesi idi. Neden bu kadar çabuk? Ee.. hızlı koşan, çabuk yorulurmuş! Fakat şu anda bizi ilgilendiren şey, çok kısa süreli de olsa, eşi benzeri görülmemiş sonuçlar doğuran bir etnogenez sürecinin nasıl başladığını incelemektir.

113. Bozkır Savaşları

Her ne kadar ideolojik sistemlerin farklılığı, kendi başlarına savaşlara yol açmaz ise de, bu tür sistemler savaşa hazır grupları birbirlerine kenetlerler. XII. Yüzyıl Moğolistanı da bu kuralın istisnası değildi.

Henüz 1122‟de, Büyük Bozkır‟ın doğu kesimleri, Moğol ve Tatarlar‟ın hâkimiyeti altındaydı; fakat diğer cephelerde zaferden zafere koşan Curçenler, önemli bir yer işgal ediyorlardı.29 Ancak, 1129‟da batıya çekilen Kıtanlar‟ı takip eden Curçen taburu bozkıra yönelince, Moğol reisi Habul-han onlara karşı savaş ilan etti. Habul-han, çatışmaya girmek istemeyen Curçen ordusunu durdurduğu gibi, Çin‟e dönmeye de mecbur bıraktı. Dikkatli imparator Wu-chi-mai, en seçme orduları o sıralar Çinli ve Tibetliler‟le savaş halinde olduğu için kuzeyde yeni bir düşman kazanmak istemiyordu.30 Hatta Habul-han‟la anlaşmak istediği için, onu başkentine davet etmişti. Ama Moğol hanı, kaba ve inatçıydı. Curçenler‟e güvenmiyordu ve bu yüzden şerefine tertiplenen ziyafet sırasında, zehirlenmekten korktuğundan yemek yememek için sık sık salondan dışarı çıkıyordu. Yine de Wu-chi-mai onu tutuklatmaktan vazgeçti. Çünkü onun hesabına göre, Moğollar yeni bir han bulabilir, orduları da önemsiz birkaç kayıp verebilirdi.31

Ancak, Wu-chi-mai‟ın 1134‟de ölümünden sonra, hafızasında kötü hatıralar saklı, dizginlenmesi zor bir kişi olan Holu tahta geçti.

Hemen Habul-han‟ı yakalamaları için bozkıra casuslar gönderdi. Bu casuslar, yolda ona yetişerek, emredileni yerine getirdiler. Fakat henüz onun işini bitirmeye fırsat bulamadan, hanın akrabalarından biri, casusların konakladığı yere sızıp, kendi atını Habul-han‟ın beyaz argamakıyla değiştirdi. Habul-han onlar uzaklaştıktan sonra atına atlayıp evine döndü. Casuslar da onun yerine akrabasını öldürdüler.32

Böylece 1135‟de gerçek savaş başladı. Moğollar, 1139‟da Curçenler‟i yeri tam tesbit edilemeyen Haylin Dağı eteklerinde mağlup ettiler.33 1147‟de ise Curçenler barış istemek zorunda kaldılar ve Moğollar‟a vergi ödemeyi kabul ettiler. Ama bu anlaşmaya riayet edilmeyecek, barış da uzun süre yürürlükte kalmayacaktı.

Aynı sıralarda Moğolistan bozkırlarının batı uçlarında başka bir savaş sürüyordu. Yenilmez Merkitler, orada her saldırıya bir saldırıyla ve her darbeye bir darbeyle karşılık veriyorlardı.34 Kanlı intikam ve toplu sorumluluk kavramlarının tarafları yönlendirdiği bu savaş, kılıç sallayan tek bir kişi bile eyer üzerinde kaldığı sürece bitmeyecek ve yaklaşık seksen yıl devam edecekti.

Güneydoğulu Tatarlar‟la olan münasebetler daha da kötüydü. Habul-han‟ın kayınbiraderinin ağır bir hastalığa yakalanması üzerine Tatarlar‟dan bir şaman çağırılmış; ancak bu kişi, hastayı tedavi edemeyince geri gönderilmişti. Fakat mevtanın akrabaları, şamanın kasıtlı olarak tedavi yapmadığı iddiasıyla peşine düşüp öldüresiye dövdüler. Böylece yeni bir kan davası.. ve rakibin bütünüyle ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir savaş başladı.35

Moğollar‟ın, Merkit ve Tatarlar‟ın ekonomik sebepler yüzünden birbirlerini yemediklerini söylersek, okuyucu buna şaşırmasın. Çünkü XII. Yüzyıl Moğolları da, zaten ellerinde yeterinden fazla bulunan toprak için savaşa gireceklerini öğrenseler, mutlaka şaşırırlardı. Zira toprak alabildiğince geniş, ama ahali az,

(19)

sürüler de yetersizdi. Bu durumda, amaç toprak elde etmek olmadığına göre, tarafları harekete geçiren unsur, intikam duygusu ve incinen gururu tamir etme isteğiydi. Katı bir prensip olmadan kalabalık çarvacı kabileler varlıklarını sürdüremezlerdi. Passioner gerginliğin gelişme şartlarında tabii ve etnik ortama adaptasyonun temelinde de bu prensip vardır. Her halükârda Moğollar, Baykal‟ın kuzey halkları gibi nispeten huzurlu bir hayat sürüyorlardı. Ancak passionerlik, onları içten tazyik altında tutuyor; bu basınca uymaya ve helezonik ve amorf sistemin yerine, yönetici hakanlara ihtiyaç duyan, boy-kabile yapısına bağlı katı disiplinli yeni ulus ve etnoslar yaratmaya zorluyordu. Yeni bir devletin teşekkül safhası başlamıştı.

Bir devletin teşekkülü, aleni olması halinde dahi, diyalektik bir süreçtir. Birileri sağa çeker, birileri sola çeker; üçüncü bir grup öne, dördüncü bir grup geriye çeker. Ve hiçbiri komşusundan memnun değildir. Ne var ki keyfi varyantlar yavaş yavaş birbirine karışacak ve tarihin genel seyrine yön verecekti. Birbirini dışlayan iki gelişme çizgisinin oluştuğu XII. Yüzyıl Moğolistanı‟nda da durum böyleydi. Bu dahili tezatı nazar-ı itibare almadan daha sonraki olayların seyrini anlamak mümkün değildir.

114. Başına Buyruk insanlar

XII. Yüzyılda, eski Moğol toplumunun esasi unsuru, henüz teşekkül aşamasında bulunan boylar (oboh) idi.

Bu boyların başında bozkırın ileri gelen kişileri bulunuyordu. Bunlar bahadur, noyon, seçen ve tayşi gibi saygı ünvanları taşıyorlardı. Bahadur ve noyonların en başta gelen uğraşı, sürüleri için yeterli mera, yurtları için ise bol miktarda uşak bulabilmekti. Toplumun diğer tabakaları, silahlı muhafızlar (nükürler), alt orijinli kabiledaşlar (haraçu veya kara kemikler), köleler (bogollar), itaat altına alınan veya kendi istekleriyle bağlanan boylar (unagan bogol). Sonuncular, kişisel özgürlüklerini muhafaza ediyorlardı ve hukukî ilişkiler konusunda efendilerinden pek de farklı değillerdi. Müstahsil güçlerin gelişim seviyesinin ve ticaretin -sınır ticareti de dahil- düşük olması, göçebe hayvancılığının sunduğu bütün imkanlardan faydalanılmasını engelliyordu. Köleler, sadece ev işlerinde kullanıldıkları için, üretimin gelişmesine herhangi bir katkıları olmuyordu ve böylece boy yapısının ana unsurları muhafaza ediliyordu.

İktidarın hâkimiyet altında bulundurduğu meraların ortak kullanımı, atalara kurban takdimi, kan davaları ve ona bağlı olarak yapılan kabileler arası savaşlar, muayyen bir kişinin değil, bütün boyun ortaklaşa alacağı kararlarla hallediliyordu. Moğollar‟da kollektif temsil, herhangi bir boyun kollektif sorumluluğu ve karşılıklı yardımlaşma mecburiyeti, çok eskiden beri sosyal hayatın temel unsuru halini almıştı. Boy üyesi, her zaman kendi klanının desteğini hissederdi ve o klana ait olmanın omuzuna yüklediği mecburiyetleri yerine getirmeye daima hazırdı. Böylesine katı bir sistemde bazı boy üyelerinin passionerliği hiç de gerekli değildi ve hatta aksine hemen karşı çıkılırdı. Çünkü bunlar, hem yönetimi elde tutanların otoritesini, hem de kabile düzenini sarsarlardı.

Ne var ki, Moğol boyları, tüm Moğolistan sekenesi üzerinde sadece göstermelik bir hâkimiyet sağlamışlardı. Esasen, aksakalların yönetim iplerini elde tuttukları, diğer üyelerin ise yaptıkları yararlı işler oranında bazı mevkilere getirildikleri boy topluluklarında, disiplini bozan belli kişiler her zaman olmuştur.

Uyulması gereken kurallara bir türlü uymak istemeyen bu bahadırlar, boy cemaatinden ayrılıyor, kendi küren [küriyen]lerini terkediyor ve Çin versiyonlarında “beyaz bedenli” (pai-shen) yani ak süyek şeklinde geçen

“başına buyruk” yahut “bağımsız” insanlar halini alıyorlardı.36 Bu tip insanların kaderleri de çoğu defa trajikti. Mensup oldukları boyun desteğinden mahrum kaldıkları için, karınlarını doyurabilmek amacıyla ormanda avlanmak veya nehirde balık tutmak zorundaydılar ve hatta bazen hayatları pahasına haydutluk etmek mecburiyetindeydiler. Zamanla, organize olmuş kendi kabiledaşlarına karşı durabilmek için münferit birlikler oluşturuyorlar ve boy birlikleriyle savaşabilmek için de bir kumandana ihtiyaç duyuyorlardı. Bu insanların sayısı sürekli artınca, kendi aralarında teşktilatlanma ve vahşi kurtlar gibi takip edilmelerini önleyecek yeni bir topluluk kurma fikirleri oluştu. Bu fikirler arasında, askerî hayat tarzına dayalı bir yaşam biçimi kurmak, Kin İmparatorluğu‟nun “sayıları azalan kölelerin ve ölen insanların yerlerine yenilerini

Referanslar

Benzer Belgeler

Çalgılı kahveler, esrar kahveleri, Dirckler- arası kahveleri, semai kahveleri, Parmakkapı’daki Yolgeçen hanı kahvesi, Malımutpaşa camii kahveleri, Divanyolu

Madde miktar¬n¬n zamanla de¼ gi¸ sim h¬z¬n¬n mevcut madde miktar¬ile orant¬l¬oldu¼ gu kabul edilirse,.. dN dt

Eldeki bilgilere göre Sapiens insanı, ilk ortaya çıktık- ları bölge olan Afrika’da devam eden uzun ya- şamlarının ardından, yaklaşık 100 bin yıl önce yavaş yavaş

Yüksek Şûra, bir Büyük Loca kurulması lüzumunu, 2 sene 8 ay sonra hissetmiş, aslında buna, kardeşlerin baskısı ile mecbur olup, 30 Eylül 1950 tarihli toplantısında

Rusyatın ddalgaz niktarıİı aıhrman reddehesi halinde, bu sorunun iki üke arasınıla ciddi bir diplonatik kirc dönii5ebileeğ

Türküyü düzenleyen kişi: Mahmut İslâmoğlu Doğum tarihi ve yeri: 1 Mart 1934, Limasol Derleme Tarihi: 28 Eylül 2009 Pazartesi Mesleği: Emekli öğretmen, müdür.. Geriye

biçimlerinin ve yeni aile türlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur (Köse, 2016, s.16)...  Aile düzeni ve ev hayatı

Bu da D nin a¸cık k¨ ume olması, dolayısıyla, C nin kapalı k¨ ume olması