• Sonuç bulunamadı

PANORAMA 179. Zaman Renklerinin Değişimi

* Empirik Genelleştirme

XXVI. PANORAMA 179. Zaman Renklerinin Değişimi

XIV. Yüzyıl başlarında, kargaşa döneminden sonra, Çingis-han ahfadının hükümranlığı, oykümenanın en geniş ve en güçlü devletiydi. Çin‟de ve Moğolistan‟da Yüan imparatorluğu, iran‟da ilhanlı Devleti, Orta Asya‟da Çağatay Hanlığı, irtış‟da Altın Orda, Ak Orda ve Tümen‟den Aral Gölü‟ne kadar uzanan göçebe Kök Orda‟yı da içine alan Cuçi ulusu olmak üzere dört parçaya ayrılan bu hükümranlığın tehlikeli düşmanları ve güçlü rakipleri yoktu. Ancak XIV Yüzyıl sonlarına doğru, Vernadsky‟nin tabiriyle bu “Moğol etki alanı”, neredeyse hiçbir iz bırakmadan harabeye dönmüştü. Yaşama istidadını kaybetmeden ayakta kalan tek bâkiye, XVIII. Yüzyıl sonuna kadar varlığını sürdüren küçük Durben-Oyrat etnosuydu. Fakat o da 1759‟da Çinliler tarafından kılıçtan geçirilmişti.

Peki, “Moğol etki alanı” nasıl ortadan kalkmıştı? Ve en önemlisi, neden? Birinci sorunun cevabını tarih vermektedir; ancak, ikincisinin cevabını etnoloji vermek zorundadır. Tarihçilikte (detaylara girmeden) olayların seyrini anlatmakla sınırlanmak, ele alınan konunun sistematik ve illiyet bağlantılarının sonuçlarına dikkat çekmek makbuldür. Burada okuyucuyu beklenmedik olaylar, ayrıca hümaniter ve tabii bilimlerin sentezine dayalı araştırmalarla elde edilen güçlü delillerle teyit edilmiş hadiseler beklemektedir.

Coğrafyasız tarihte olduğu gibi, tarihsiz coğrafyada da, XVIII. Yüzyıl düşünürü i. N. Boltin‟in belirttiği gibi

“çukurlarla karşılaşılır”. Etnoloji, tarihle tabii bilim arasındaki çatlağı -onun bir uçuruma dönüşmemesi için - dolduran bir bilimdir.

Daha önce belirtildiği gibi, etnogenezin Moğol fırtınası, XI. Yüzyılda başlamıştır. Moğollar, yükseliş aşamasında fetihlerini tamamlamışlar ve passionerliklerini Çinliler,Türkler, Persler ve Ruslar arasına saçmışlar; bu da bir yandan bizzat Moğollar‟ı zayıflatmış, ama diğer yandan XII-XIV yy‟da Avrasyadan “Moğol etki alanı”nın uç kısımlarını güçlendirmiştir. Acımasız iç savaş, 1259-1301 arasında “başına buyruk insanların” torunları olan Moğol baturlarının en işe yarar kısmını alıp götürmüş; XIV. Yüzyılda Moğol

imparatorluğu‟nun siyasî birliği, ancak atâlet safhasında tutunabilmiştir. Bizzat Moğolistan‟a kesinlikle passioner olmayan, ama Moğollar‟la kaynaşan sanatkâr, tacir ve muallim olarak pek çok Pers, Türk, Rus ve Çinli erkek ve kadın gelmiştir. Tarihçi Ömerî, Cuçi ulusuna mensup Moğollar‟ın Kıpçaklar arasında eriyip gittiğini kaydetmektedir. iran Moğolları kısmen kendilerine muhafaza etmişler, ama onlar da Müslümanlığı kabul ederek, aslî kimliklerini kaybetmişlerdi. Orta Asya‟da ise Moğol passionerliği, XII. Yüzyılda yok edilen cengaverlik duygusunun ve Türkçe edebiyatı, yani islam kültürünün rejenerasyonunu tetiklemişti. S. P.

Tolstoff, akıllıca bir davranışla Timur devletinin Horezmşahlar‟ın bir kopyası haline geldiğini, tek farkının başkentin Urgenç‟den Semerkand‟a nakledilmesi olduğunu kaydetmiştir.64

Aynı XIV. Yüzyılda passioner itki, Bizans‟ın yerine Osmanlı Türkiyesi‟ni, Doğu Avrupa‟da ise Litvanya ve Rossya‟yı atağa geçiriyordu. “Zamanın renkleri”nin değişimindeki kritik dönem, çağın da sonuydu.

Konumuzla ilgisi olan bu tarih diliminin bazı detaylarını gözden geçirelim.

Ele alınan konuya sıradan bir tarihçilik açısından bakış, sadece lüzumsuz değil, zararlıdır da. Detayların derinlemesine incelenmesi, bizi gerekli perspektiflerin araştırmasından mahrum bıraktığı gibi, önümüze Tohtamış-han‟ın faaliyetleriyle geniş ölçüde alakalı bir yığın olayı diker. Dolayısıyla biz, okuyucuyu sıkmadan

konuya yavaş yavaş gireceğiz. Önce süper-etnos, yani “Moğol etki alanı”nı gözden geçireceğiz. Arkasından Cuçi etnosunu ve onun Rossya‟yı doğuran çekirdekle, yani Büyük Vladimir Knâzlığı‟yla olan ilişkisini araştıracağız. Daha sonra da terkipten kopan süb-etnosları, yani Altın Orda‟dan ayrılanları ve rakip Rus knâzlıklarını inceleyeceğiz. Çünkü XIV. Yüzyıl sonlarında bağımsız Tatar ve Rus etnik bütünlükleri veya ulusları yoktu. En son olarak kişisel boyutta, kişilerin iştirak ettikleri olaylarla bu çağlara vurdukları damgaları gözden geçireceğiz. Araştırmamız biraz çetrefil olacaksa, varsın olsun, ama yeter ki işe yarasın.

Her şeyden önce alışılmış abartılardan kurtulmalıyız. Biz, Doğu Avrupa‟yı talebelik günlerimizde alacalı ve değişik, Asya‟yı ise tekdüze bir kitle olarak algıladık. Aslında Vistul‟un batı kesimindeki Avrupa, vahid bir süper-etnos; çok renkliliği ise, ufak farklılıklar tespit edildiğinde dahi, birbirine daha çok sokulmuş olmanın sonucuydu. Halbuki Asya‟yı uzaktan incelemişlerdi. Gerçekte ise orada farklı kültür detayları, yeknasaklık görünümü verecek şekilde birbirine geçmişti.

Tek bir ölçeği esas aldığımızda Asya‟da bir değil, beş süper-etno-sun yaşadığını görürüz. Teorik olarak Çin, Japonya, Hindistan (Müslüman olmayan), eski islam Dünyası ve onun en eşeddi düşman kesildiği Osmanlı Türkiyesi. Osmanlılar, tıpkı Moskova gibi Çingizîler‟in mirası “Moğol etki alanı”nın passioner itkisinin ortaya çıkardığı yeni bir bütünlüktür. Bu büyük bütünlüklerden başka uç etnosların ve hatta bâkiyelerin teşkil ettikleri kimeralar vardı.

180. Treçento

Bu yıllarda, daha doğrusu “Moğol etki alanı”nın parçalandığı ve daha önce mağlup edilen halkların iran‟da (1353), Orta Asya‟da (1364), Çin‟de (1368) ve Deşt-i Kıpçak‟da (1371-1372) bağımsızlıklarını elde ettikleri onlarca yıl zarfında, Batıda değişik süreçler ve etno-kültürogenezler oluşuyordu. iki süper etnosun önce 1399, arkasından 1402‟de çatışması hasebiyle, “profil bakış”la da olsa dikkatlerimizi birazcık Akdeniz‟e çevirmemiz yararlı olacaktır.

Batı Avrupa ve Küçük Asya tarihi defalarca ve detaylı bir şekilde ele alındığı için, yapılmış olan araştırmaları tekrarlamanın anlamı yok. Bizim, konumuz icabı, etnogenezlerin (süper-etnik boyuttaki) ilişkilerini ele alıp, daha tutucu ve âtıl bölgelerdeki kültürel geleneklerin gelişimi üzerinde durmamız gerekiyor. Her iki süreç, yeni bir süper-etnosun şu veya bu sabık kültürden miras aldığı temel prensiplere ve etnogenez safhasına bağlı kalmaksızın birbirlerini etkilerler. Böyle bir genelleştirme, etno-tarihsel süreçlerin muhtevasını teşkil eden etkileşim haritasının tamamını veya stereoskopik boyutta etnosferin paleocoğrafyasını da derhal farketme imkanı sağlar.

O dönemin en yaşlı etnosları, Grekler ve Slavyanlar‟dı. Her ikisi de Miladî II. Yüzyılda ortaya çıkmış ve obskürasyon, kısmen de rejene-rasyon safhasına girmişlerdi. IX. Yüzyılda zor bir yolculuğa çıkan Roman‟o-Germanlar, akmatik safhanın sonundaydılar. Hâlâ passioner gerginlik fazlalığı gözleniyordu; fakat enerjilerini etno-kültürel sistemleri dahilinde birbirlerini yok etmek için harcamışlar, bu da Litvanyalılar ve Osmanlı Türkleri gibi genç etnosların büyümesini hayli kolaylaştırmıştır. italyanlar, antikiteyi; Grekler, erken Hristiyanlığı, Osmanlılar ise Sünniliği diriltmişler, fakat bu sonuncusu Türkler‟in Mezopotamya ve Azerbaycan Şiileriyle savaşmasına yol açmış, Moğol passionerliğini bünyesinde hazmetmek suretiyle eski islamî kültürü yeniden yapılandıran Timur‟la araları hiç düzelmemiştir.

XIV. Yüzyıl “Hristiyan” (Katolik) dünyasının muharrik gücü Fransızlar‟dı. Fransız hanedanları sadece Fransa Krallığı‟nda değil, ingiltere, Neapole, Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya yönetimlerinde de hak iddia etmişler; Fransız feodalleri Grekya için Aragonlar ve Floransalı banker Acciajuoli‟yle boğuşmuş, Kastilya‟da ise bastard prens Henrich Trastamara‟nın despot Gaddar Pedro‟yu devirmesine yardımcı olmuşlardır. Germanya imparatorları, Bohemya kralları, yani Fransızlaşmış Lüksemburglar; Navarra kralları

ise Jeanna‟nın torunları, Philippe le Bel‟in afhadıydılar. Ne var ki etnik yakınlık savaşları engellemeyecekti ve bunlardan biri de Yüzyıl Savaşları olarak anılacaktı.

181. Bizans ve Slavyanlar

Konstantinopolis‟de, Latin imparatorluğu‟ndan (1204-1261) feodalizmi ve büyük kısmında yerli ahalinin bulunmadığı, fakirleşmiş bir ülke devralan Palaiologoslar hüküm sürüyorlardı. Ortodoksluğun ana vatanı Küçük Asya, Türkler tarafından zaptedilmiş; Grekya ise, Fransızlar‟ın ve maceraperest Katalonyalılar‟ın eline düşmüştü. Başkentin içinde de Cenevizliler‟in Galata kolonisi yer almıştı. Selanik vahşi Zelotlar tarafından tahrip edilmiş; Arnavutluk ve Makedonya ise Balkan Yarımadası‟nı hâkimiyet altına alan savaşçı Sırplar tarafından hallaç pamuğu gibi atılmıştı.

Böylesi ümitsiz bir dönemde Palaiologoslar Batı‟dan yardım almanın yollarını arıyorlardı; ama Katolikler Grekler‟i sevmiyorlar, sadece kullanıyorlardı. Ortodoksluğun son kalesi olarak Konstantinopolis patrikhanesi değil, Athos Manastırı kalmıştı.

Galiba ortodoks imparatorluğu güneyli Slavyanlar kurtarmak zo-rundalardı, ama onlar da bu sırada Grekler‟le aynı etnogenez aşama-sındaydılar. iç savaşlar Sırp kabilelerini parçalamış ve hatta Sırp kralı Stephan Duşan‟ın 1350‟lerde kabileleri birleştirme girişimi dahi halkı kurtaramamıştı. Onun ölümünden sonra iç çatışmalar yeniden başlamış ve 1389‟da ise Sırp ordusu Osmanlılar‟ın kurbanı olmuştu. Türkofil knâzlar, bir süre göstermelik bağımsızlıklarını korumuşlar, ama 1459‟da Sırbistan‟ın geriye kalan kısımları Türkler‟in tımarları haline gelmişti. Etnogenez kanunları da, tüm tabiat olayları gibi, acımasızdır.

Tekamül teorisini veya “tekamül dini” denilen şeyi destekleyen tarihçiler, Sırplar‟ın Türkler‟le girdikleri savaşı geri oldukları için kaybettiklerini ileri sürerler.

Acaba? Sırp-Obodritler, VII. Yüzyılda bugünkü Saksonya dağlarında yaşayan halkın bir kolu olarak illirya‟ya yönelip, illiryalılar‟a sadece günümüzdeki Arnavutluk‟un sarp dağlarını bırakarak, bölgenin kuzey kesimini fethettiler. IX. Yüzyılda ise Bolgarlar‟la aynı anda Hristiyanlığı kabul ettiler. Kuzey kanatlarını teşkil eden Hırvatlar, Roma hâkimiyetine girerken, büyük kesimi Konstantinopolis‟e bağlanmıştı, fakat bu bağlılık sadece dinî yöndendi. Sırplar, hem Bizanslılar ve hem de Macarlar‟a karşı siyasî bağımsızlıklarını koruyorlar; vahşi yaşamları onları engellemiyordu. Gerçi XII. Yüzyılda Manuel Komnenos onları Bizans imparatorluğu bünyesine almıştı, ama bu uzun sürmeyecekti. XIII. Yüzyılda bağımsızlıklarını kazanan Sırplar, Balkan Yarımadası‟nı 1389‟da Kosova meydanında son bulan fetih mücadelesine girişeceklerdi.

Böylece Sırplar, Slavyano-Bizans süper-etnosu bünyesinde etno-genezin tüm aşamalarını baştan geçirmişler; illirya‟nın fethiyle kırılma, Hristiyan kültürünün kabulüyle atâlet, arkasından obsküras-yon, XIII-XIV. Yüzyıllarda yabancı istilasıyla bozulan rejenerasyon denemesi ve Karadağ‟da memoral safhasını yaşamışlar (çünkü Sırplar‟ın diğer alt-etnosları Türkler ve Avusturyalılar‟ın hâkimiyetine girmişlerdi) ve varlıklarını XX. Yüzyıla kadar korumuşlardır. Bu nasıl ve kimden “geride olmak”!?

Çekler‟in durumu daha da kötüydü. XIII. Yüzyıl sonlarında siyasî çöküş aşamasında bulunan Germanya‟yla olan sıkı komşuluk, son Premisloviç‟i - II. Ottocar- Avusturya‟yı işgale itekledi. Fakat Ottocar, 1272‟de tekrar Avusturya‟yı kaybedecek, hayatından olacak ve halkının Slavyan geleneklerini dumura uğratacaktı.

Bohemya, onun krallığı döneminde German imparatorluğu‟nun eyaleti haline gelmişti. Almanca, sadece devlet yazışmalarında değil, edebiyat ve sokak dilinde de kullanılıyordu. Taht, Lüksemburg hanedanına geçmiş ve IV. Karl 1348‟de Prag‟da bir üniversite açmıştı. Üniversite öğretim üyelerinin 3/4 Almanlar‟dan oluşuyordu. Ortodoksluk, bütünüyle yasaklanmıştı.65

Alman kültürünün bu şekilde yayılması, Polonya‟da son Piasta-Büyük Casimir III döneminde görülmektedir. Casimir, kendi isteğiyle Almanlar‟ı (ki “Magdeburg hukuku” imtiyazlarından

faydalanıyorlardı) ülkesine ve sarayına davet etmiş ve ayrıca ülke ekonomisini ellerine geçiren Yahudiler‟i getirmişti. 1364‟de kurulan Krakov Üniversitesi öğretim üyeleri ve talebelerini korumak amacıyla, muhalefet eden aristokrat kesimi de tepelemişti. Polonya da Çekoslovakya gibi Almanlaşmıştı.

Casimir‟in 1370‟de ölümünden sonra taht Macaristan‟da yönetimi elinde tutan Anjou hanedanına geçmiş;

ancak aradan bir yıl geçmeden, 1371‟de Ludwig (Ludowig) d‟Anjou ölünce taht, “Polonya kralı” seçilen kızı Jadwiga‟ya kalmıştır. Batı, Polonya‟yı kendi süper-etnosu içine çekmişti, ama şayet tabiat müdahelede bulunup da, bölgeden geçen passioner itki Litvanya‟yı ve Osmanlılar‟ı atağa kaldırıp, kuvvetler dengesi değişmemiş olsaydı, onu da Çekoslovakya‟nın âki-beti bekliyor olacaktı. Alman “sivilizatörleri” Moskova ve Kiyef Rus-yası bâkiyelerine kadar ulaşamamıştı.

182. Litvanya

Batının barış yoluyla yuttuğu son ülke Büyük Litvanya Knâzlığı idi. Kabiliyetli ve dirayetli Gedimin, Olgerd ve Keystut knâzlar, papalık tahtına daha fazla hizmet etmektense, Teuton ordeninin saldırganlığını durdurmayı tercih ettiler. Teuton ordeni Friedrich II Hohenstaufen tarafından Filistin‟den Prusya‟ya getirilmiş ve dolayısıyla Riga başpiskoposuyla çekişme pahasına Gibellinler‟i desteklemişti. Bu yüzden papalar “Tanrı şovalyelerine” asla sempatik nazarla bak-mıyorlardı.

Fakat Litvanyalılar bağımsızlıklarına çok düşkündüler. XIII. Yüzyıl ortalarında, Doğu Avrupa passioner gerginlik bölgesi içinde kaldığında, Litvanyalılar da savunmadan çıkarak Almanlar‟a karşı saldırı denelemelerinde bulundular. 1250‟de Mindovg Katolikliği kabul etmişti, fakat vaftiz oluşu sadece göstermelikti. Nitekim 1263‟e gelindiğinde, Mindovg ve Aleksandr Nevskiy Orden‟e karşı beraber bir sefer düzenlemeyi planladılar. Fakat aynı yıl her ikisi de genç yaşta hayata veda etti.

Litvanya, etnogenezin kuluçka dönemine yaraşır bir şekilde, tam yarım yüzyıl boyunca iç kargaşalar ve kardeş kavgalarıyla çalkalandı. Passionerlik, çıkış yolu bulamadığı zaman büyür. Çünkü yeni veya yenilenmiş dünya görüşlerinin ortaya koyduğu hedefler ve tabuları yıkan yeni kültürler yoktur. Zira eski şeyler, tüm yaratıcı olmayan dogmatikler gibi, kimseye ilham vermezler. Yabancı kültürü almak gerekiyordu ve tercih basitti: Katoliklik veya Ortodoksluk.

Orden ve Polonya, Rus knâzları kapitülasyonu tercih etmelerine rağmen, Litvan putperestliğine karşı çıkmaya hazırdılar.

Knâz Viten‟in halefi Gedimin, yükseliş safhasının tipik bir passioneriydi. Daha Viten hayattayken Beresteyskaya bölgesini ele geçirmiş ve rafızî Lev ile Andrey Yüryeviç‟in hüküm sürdükleri Volın ve Galiç‟e karşı saldırılar düzenlemişti. 1323‟de Volın Litvanyalılar tarafından fethedilmiş, knâzlar da tarih sahnesinden silinmişlerdi.

1321‟de Rus knâzlarının müttefik ordusunu irpen Nehri‟nde mağlup eden Gedimin, Kiyef‟i ele geçirerek, tahta vassal bir prensi iclas etti. Fakat Rus knâzları, hin-i hacette yardım almak için Altın Orda‟ya başvurduklarından, Gedimin de kuvvet dengesini sağlamaya karar verdi. Litvanya‟nın Katolikliğe geçmesine rıza göstererek, Livonya, Riga ve Danimarka‟yla barış akdetti. Bir yıl sonra da aynı anlaşmayı papanın baskısıyla Teuton ordeniyle yaptı.66 Böylece Rusya‟ya saldırmak isteyen Batının elini kolunu bağlamıştı.

Tver, Moskova‟nın rakibi, dolayısıyla Litvanya‟nın müttefikiydi. Fakat Başpiskopos Theognost, Litvanya‟ya karşı Moskova-Tatar ittifakının yanında yer almış ve Tver knâzı Aleksandr 1327‟de Litvanya‟ya kaçmıştı.

Gedimin‟in oğlu Olgerd (1341-1377), daha büyük başarılar elde etti. O, Kiyef, Bryansk, Rjeva ve Rusya Seversk‟ini Litvanya‟ya bağlarken, kardeşi Keystut da Jmul ve Litvanya‟yı Alman şovalyelerine karşı koruyordu. Böylece Litov hanedanı sayesinde ahalisi Rus olan ve Batı kültürü ile eski Rus kültürünü başarılı

bir şekilde meczeden güçlü bir devlet vücut bulmuştu. Velikorosslar, ancak Tatar desteğiyle ayakta kalabilmişlerdi.67 Olgerd, 1358‟de imparator Karl IV Lüksemburg elçisine söylediği “Bütün Rusya, Litvanya‟ya ait olmak zorundadır” sözüyle proğramını belirlemiş ve kabul edilmesi mümkün olmayan şu teklifi iletmişti:

Orden tarafından ele geçirilen tüm topraklar Litvanya‟ya iade edilecek, Haçlı şovalyeleri Orda‟la savaşmak için bozkıra sevkedilecek ve Orden “Ruslar üzerinde hak iddia etmekten” vazgeçecek68

Bu küstahça talebe cevap olarak Haçlılar 1362‟de Kovno‟yu kuşatma altına aldılar. Esasen Orden tüm Avrupa şovalyeliğinin göz bebeği idi ve dolayısıyla Avrupa ülkelerinin tamamından savaşçı bulabilirdi.

Almanlar, Fransızlar, ingilizler ve italyanlar karınca sürüsü gibi Litvanya üzerine yürüdüler.69 Olgerd ve Keystut, Litvan-Rus askerleriyle muhasara altındaki kaleye yardıma geldilerse de, savaşı göze alamadıkları için Kavno Şatosu düştü.

Bu epizot, böylesi savaşçı bir etnosun mutlaka dostları olacağını göstermiştir. Litvanya‟da Ortodoks Rusya yanlıları ve karşıtları vardı. Bu güçler, iki büyük gezegenin aralarından geçen kuyruklu yıldızı ikiye taksim etmeleri gibi, Litvanya‟yı bölmüşler; durum, Orda‟nın aktif politikasıyla daha da karmaşık hale gelmişti. Knâz ve şehrinin Tatarlar‟la ittifak aktettiği bir yerde, Litvanyalılar başarı kazanamazlardı. Aksine Litvanya‟ya birleştirilecek Rus toprakları, kendi iradesiyle Orda‟yla olan ittifakı bozacaktı. “iyi kalpli Canibek-han”ın desteğiyle Orda‟da düzen sürdüğü müddetçe, bu mesele önemsiz sayılırdı; fakat Altın Orda‟nın sosyo-etnik sistemi hiç de sağlam değildi. Sebebini de anlatalım.

183. Halklar ve Hanlar

Sadece diletanlar değil, profesyonel tarihçiler arasında dahi XIII-XIV. Yüzyılda hanın iradesinin içte ve dışta ülke politikasını belirlediği, halkın da körü körüne onun kaprislerine boyun büktüğü şeklinde burjuvalara has, bütünüyle yalandan ibaret bir görüş hâkimdir. Eğer Çingizî hanlar halkın iradesini bastıracak gerçek bir güce sahip olmuş olsalardı, böyle bir şey mümkündü; ama böyle bir güçleri yoktu, hiçbir yerden de onu sağlamazlardı. Cuçi ve Çağatay uluslarında, başlarındaki hana sadık dört bin Moğol savaşçı vardı.70 Sadece bir ordada (Altın Orda) 200 bin süvari71 mevcuttu, onda da Uzak Doğu‟dan çıkıp gelen Manghud ve Kin (Curçen)lerin sayısı topu topu 2000 kişiydi.72

Anlaşılan, Altın Orda hanları ancak tebaaları arasında bulunan halkların büyük kısmının sadakatleri sayesinde ülkeyi yönetip, tahtlarında oturabilirlerdi.

Elbette hoşnutsuzluk her zaman mevcuttu, ama iktidar değişimleri sırasında bir takım geçici çıkarlar sağlamak uğruna bu askerlerin daima kellelerini tehlikeye atmaları uzak bir ihtimaldi.

Ne var ki Moğol seferleri, XIII. Yüzyıla kadar varlığını sürdüren, bir bütünlük ve muhkemiyet arzeden halkların tüm etnik bağlarını koparmıştı. Bunların bazılarının sadece adları kalmış, diğerleri ise adlarını kaybederek, yerine birleştirici Tatar kelimesini almışlardır. Örneğin Kazan Tatarları, eski Bolgar, Kıpçak, Ugorlar‟ın karışımından meydana gelmiştir. Bunlardan Ugorlar, Madyarlar‟ın ve Müslümanların esir ederek, nikahlı hanım olarak haremlerine doldurdukları Rus kadınlarının torunlarıdırlar. Yeri gelmişken, Rus savaşçıların da Tatar dilberlerini elde edip, onlarla kilise haklarına sahip aileler kurduklarını belirtmiş olalım. Temas bölgelerinde etnik mensubiyeti, şecereler değil, davranış kalıpları ve bir de o zamanlar geçerli olan dinî inançlar belirlerler.

Kırım Tatarları ise bütünüyle başka bir halktı. Bunların nüvesini Kıpçaklar teşkil ediyordu, fakat onlar Dağlık Kırım‟ın çeşitli sakinleriyle seve seve kaynaşarak, zevk ve geleneklerini benimsediler. itil civarı Tatarları‟na ve özellikle Altın Orda‟dakilere şiddetli bir düşmanlıkları vardı.

Gerçi Altın Orda‟da Moğol hanedanı hüküm sürüyordu, fakat Moğollar, XIV. Yüzyıldan itibaren Kıpçaklar‟la kaynaşarak, kendi dil ve geleneklerini unuttular. Nitekim Özbek-han, han ünvanını bir yana

atıp, “Moğol, Kıpçak ve Torklar‟ın sultanı” olmuştur.73 Volga civarındaki dağlarda yaşayan tebaaları, Bolgar‟dan alınmış islamı zorla kabul etmiş insanlardı.74 Bu yüzden Volga-ötesi halkları kendi eski inançlarını koruyorlardı. Yüce yaratıcıya Tengri deniliyordu. insanın iki ruhu vardı: ilk ruh-”kot” ve kötü ruh-”orek”.

Yere ana gibi tapıyor, güneş ve ateşe saygı duyuyorlardı. Su anası, orman, ev ve ekmeğin sahibi gibi iyi ruhlara saygı gösteriyor; ubur ve albastı gibi kötü ruhlardan korkuyorlardı.75 islam, bu sistemde, organik değil, idarî bir unsurdu. Onu benimsiyorlar, fakat uzak durmaya çalışıyorlardı.

Etnik psikolojiler arasındaki bu bariz ayrılık, devlet iktidarının birliğinden çok daha önemliydi. Altın Orda‟nın islamiyeti seçmesi, Rusya ve iskandinavya‟daki çifte inanca benzer bir iki dinlilik doğurmuştu.

Halbuki iki dinli oluş, Macaristan‟da askerler arasında şiddet olaylarına yol açmıştı. Şerafeddin Yazdî‟nin rivayetine göre Tohtamış-han‟ın çevresini saran asker ve danışmanlar, “kafirdiler”76 ve belki de hanın kendisi dahi öyleydi. Özbek-han‟ın 1312‟deki sert fermanından sonra bu insanlar Müslüman sayılmışlardı, ama kendileri kesinlikle Müslüman olmuş değillerdi. Aksine kendilerini riyakâr olmak ve yeni dini tebcil etmek amacıyla yapılan katliamları “görmezlikten gelmek” zorunda bırakan iktidardan nefret ediyorlardı.

Gerçi susuyorlardı, ama XIV. Yüzyılda islamlaştırma hareketi fiiliyata döküldüğü sırada bile eski inançlarını muhafaza ediyorlardı.77

Orta Asya‟ya, yani Çağatay ulusuna gelince, orada her şey aksi yönde gelişiyordu. Putperest Moğollar,

Orta Asya‟ya, yani Çağatay ulusuna gelince, orada her şey aksi yönde gelişiyordu. Putperest Moğollar,