• Sonuç bulunamadı

YASA VE YASA KARŞITI MÜCADELE 126. Yükseliş Yılı

Merkitler‟e karşı girişilen saldırıdan sonraki birbuçuk yıl zarfında, dikkate değer hiçbir olay olmadı.

Çünkü tabii enerji kabarmıştı. Hiç de bilimsel olmayan bu terimi burada kullandığım için beni mazur görün, ama eninde sonunda mutlaka açıklanması gereken bir prosesin yönünü en iyi yansıtan kelime o idi.

1182 ilkbaharında Temucin ve Camuha andalar, her nedense bozuşup, ayrıldılar.68 Bütün Avrasya için bir felakete dönüşen bu kırgınlığın anlamı, “Moğollar‟ın Gizli Tarihi”nin müellifine de meçhul. Onun bu konuda yaptığı açıklama, son derece yetersiz ve baştan savma.69 Ama bir husus açık: Kan kardeşlerin kavgasının üzerinden bir gün sonra, Moğol bahadırları, sanki özellikle bu anı bekliyorlarmış gibi, Temucin‟in çevresinde toplanmaya başladılar. Camuha ise, komşu kabile noyonlarıyla dostluğunu sürdüren bir kabile noyonu olarak kaldı.70

Görgü şahidi, 29 bahadırın adını saymaktadır (Gizli Tarih, s 120) ve bunlardan beş tanesi kendi oğul ve kardeşlerini de getirmiştir. Eğer bu akrabaların sayısı 5-6 kişi olsaydı, 50-60 kişi gösterilirdi ki, bu devlet teşkilatlanması için yetersiz bir rakamdır. Ancak bu, kendisinden bir süper-etnosun doğacağı müstakbel devletin, yani ilk konsorsiyumun çekirdeği idi. Muhammed‟in ilk faaliyet döneminde ashabının sayısı 43,71 İgnatius‟un tâbilerinin sayısı ise altı kişi idi. Diğer yandan, bu 29 bahadırın hepsinin passioner kişiler olduğunu belirtmek de mümkün değildir. Katı boy cemaatleri sayılan kürenlerde süb-passioner kişiler de güç bela yaşarlar. Fakat bu kürenlerden uzak durmak riskli olduğundan, onlar huzur için aşağılanmaya tahammül ediyorlardı. Küçük de olsa bir orda72 kurulduğunda ise, bunlar, kendi kabiledaşlarına bilinçli şekilde ihanet ederek, ordaya iltihak etmeye başladılar. Tüm ahlakî değerleri bir yana bırakarak Camuha‟yı terkeden (Gizli tarih, s 121) ve Temucin‟in tahta çıkacağını önceden tahmin eden yaşlı Horçi, bu psişik kuşağın tipik bir temsilcisiydi. Çünkü o, bu desteği için kendisinin tümgeneral-noyon tayin edilmesini, ayrıca otuz güzel kadın verilmesini ve tavsiyelerine kulak asılmasını istiyordu. Bu insan, kesinlikle bir passioner değil, bir hain, bir dalkavuk, bir kuyruk sallayıcı idi ve muhtemelen yalnız da değildi. Ama mâlumdur ki, bir çığ yuvarlanmaya başladıktan sonra, ister istemez pek çok insanı da peşinden sürükler.

Ya peki andanın, yani Temucin‟in ulusundan hazırlanan tümen nasıldı? Anlaşıldığı kadarıyla Borciginler‟le bağlantılı olan bu kabileye, Merkitler‟e karşı düzenlenen sefere gönüllü olarak katılmaları için bir davetiye yeterliydi. Nitekim seferden sonra hepsi evine dönmek üzere yola dökülmüştür. Hepsi savaşabilirdi, ama savaşçı değillerdi. Nitekim gerçek savaşçıların olmayışı, Moğollar‟ı düzenli Curçen ordusu karşısında

savunmasız bırakmıştı. Burada, küçük ama disiplinli bir birliğin mevcudiyetine şahit oluyoruz. Temucin‟in ordasına iltihak etmek isteyen bazı küren reisleri, bunu idrak etmişlerdi. Bunlar, aralarında han torunları da bulunan şu altı kişiydiler: Hu-tula-han‟ın oğlu Altan-otçigin, Nekün-tayci‟nin oğlu Huçar-beki, Bartan-bahadur‟un oğlu Darıtay-otçigin, Moğolistan‟ın en güçlü kabilelerinden sayılan Curkinler‟in reisleri Seçe-biki ve Tayçu. Seçe-biki‟nin tahta geçmeye aday en önde gelen kişilerden olduğunu hatırlayalım. Altıncısı Geniges boyundan Hanum (Hunan) idi. “Altan, Huçar, Seçe-biki ve diğerleri, kendi aralarında istişare ederek”, savaş ve av ganimetinin yarısını kendisine vermek; savaş sırasında itaat etmeyenlerin katledilmesini, barış zamanında itaat etmeyenlerin ise kuzeye, Sibirya‟ya sürgün edilmesini öngören askerî kurala uymak vaadiyle Temucin‟i başlarına han olarak kotardılar. Han ünvanı olarak da Çingis adı seçilmiş ve böylece etno-sosyal bir sistem kurulmuştu.

Burada, henüz kurultayda seçilmiş bir ulus-ordunun mevcut olmadığı dikkat çekmektedir. Tahta aday olan kişiler arasından Çingis seçilmiştir; ancak, noyonlar hana hesap vermek zorundadırlar. Çünkü hanın çevresinde bulunanlar onlar değil, bahadırlardır. Temucin‟in sonuncular lehine âşikâr bir tercihte bulunduğu ve onlara daha çok güvendiği görülüyor. Kaynak, noyonları sabık bağımsızlıklarını bir yana bırakarak, kendi istekleriyle itaat etmeye neyin zorladığı konusunda bir açıklamada bulunmuyor. Anlaşılan Camuha bir şekilde onların güvenini sarsmış ve adavetini kesbetmiştir; fakat yine de onun çevresinde pek çok taraftar kalmıştı. Moğol noyonları arasındaki münasebetlerin ne şekilde olduğu konusu ise meçhulümüz. Ama bir husus açık: Her iki tarafta da aristokratlar ve halk kitleleri vardı.

127. Hakanlığın Şekillenişi

Devlet, etnik değil, sosyal bir kurumdur. İlkel toplum düzeninin ortaya çıkışı sırasında, bir etnosu bütünüyle veya birkaç komşu etnosu, yahut kendi halkının bir kısmını içine alabilir. Çünkü biri sosyal, diğeri etnik iki kenar sistemi birbiriyle örtüşmez.73 Daha âdil bir boy düzenini engelleyen eski sistemi değiştirme isteğinin bir araya getirdiği “aristokrat” ve “demokrat” bahadırlar, Temucin‟e “hakan” (han) ünvanıyla başlarına geçmesi teklifinde bulunmuşlar ve bu ünvanla da sadece askerî-idarî mecburiyetin ifasını hedeflemişlerdi.

Bu insanlar, XII. Yüzyıl sonlarında kesinlikle Hun, Türküt ve Uygurlar‟ınkine benzemeyen Çingizî askerî sisteminin takipçileri Orta Çağ Kazakları‟ndaki “kara kemik” (kara seok)74 tabakasına mensup kumandanların, yani Türk beylerinin bir benzeri idiler. Her ne kadar Naymanlar, Keraitler ve Moğollar, bazı Türk ünvanlarını almışlarsa da, ordada burjuvalarla birlikte hana en yakın kişiler olan “başına buyruk insanlar”, yani bozkır bahadırları da bulunduğu için, bu ünvanlar nispeten farklı anlamlar içeriyorlardı.

Gerçekten de Temucin, onlar sayesinde Çingis olmuş; “han” kelimesi de padişah anlamında yeni bir mânâ kesbetmişti.

“Hakan” kelimesi, Doğu Asya tarihinde nispeten geç dönemde, M. S. III. Yüzyılda ortaya çıkmıştır.

Hyung-nu [Hun]lar ve Güneyli Siyenpiler, yöneticilerine “shan-yu” diyorlardı. Çinli coğrafyacılar, T‟o-pa veya Tabgaç halkının “han” kelimesini kullandığını kaydetmektedirler. Bu ünvanın askerî kumandan ve başruhani şeklindeki anlamı, Dakota dilindeki “wakan” kelimesiyle mânâ ve telaffuz itibariyle uyuşmaktadır. Bu benzerlik, Miladî çağın başlarında, Eskimolar Kızılderililer‟le Sibirya halkları arasındaki bağlantıyı kesinceğe kadar devam eden Amerika-Sibirya ilişkilerinin bir yansımasıdır. Çünkü o döneme kadar Amerikalı yerliler Bering Boğazı üzerinden Sibirya‟ya, - ama aksi yöne değil, - gelip gidiyorlardı.

I. Binyılda “kağan” (veya han) ünvanı tüm Avrasya bozkırına yayılmıştı. Türkler, fiilen kral-rahip yetkisine sahip yöneticilere han diyorlardı. Uygurlar‟da bu durum Maniheizmi kabul etmelerine kadar sürdü ve o tarihten itibaren hanın yetkileri sınırlandı. Hazarlar ise, Yahûdi cemaati inisiyatifi ele geçirip, hanı bir kuklaya döndürünceğe kadar kelimeyi bilinen anlamıyla kullandılar. Avar, Bolgar, Macar ve hatta Rus

yöneticilerine de han deniliyordu. Örneğin Vladimir Svyatoy, Yaroslav Mudrıy ve en son olarak onun torunu Oleg Svyatoslaviç hakan ünvanını kullanmışlardır. Böylesine geniş bir alanda kullanılan bu ünvanın, yer yer bazı nüanslar kesbetmesi kaçınılmazdı. Yukarıda da görüldüğü gibi, han kelimesini ilk şeklindeki anlamıyla belki de yalnızca Moğollar kullanmışlardır. Çünkü onlar, her ne kadar önde gelen bir boydan intihab etmiş olsalar bile, zengin ve müessir olmayan bir kişiyi han seçtikleri için, bu ünvana fazla bir anlam yüklemiyorlardı. Bu, onların bedelini hayatlarıyla ödedikleri bir hata idi.

Şimdi Çingis‟in hangi grubun çıkarlarını temsil ettiği sorusuna dönebiliriz: Aristokratların mı (Barthold‟a göre) yoksa demokratların mı? (S. A. Kozin‟e göre).75 Ancak biz, konuya açacak başka bir soru yöneltelim:

XII. Moğolistanında aristokratlar ve “demokratlar” var mıydı? Cedd-i âlâları Alageyik ve Bozkurt olması hasebiyle bütün Moğollar aynı orijine sahip idiler. Zenginlik ise hareket halindeki bir şeydi. Bugün var, yarın yoktu. Kişinin boy içindeki nüfuzu, sosyal mensubiyetine değil, şahsi kabiliyetlerine bağlıydı. Sanırım bizzat böyle bir soru sorulması yanlış. Çünkü soru, Fransa‟da aristokratların temsilcisi muzaffer Franklar‟la, demokrasinin temsilcisi mağlup Gallo-Romalılar ve Germanya ile İngiltere krallıklarındaki Sakslar arasındaki çatışmaya benzer bir çatışma güya Büyük Bozkır‟da da varmış havası veriyor. Halkların orijinal gelişim hakları olduğunu reddetmeye değer mi? Onların tarihleri, bir Alman veya Fransız‟ın alıştığı kalıplara adapte edilebilir mi? Ama Alman tarihçileri ve XIX. Yüzyılda onların izinden giden bizim Rus tarihçiler, Bizans ve Rusya tarihi için bunu yapmayı denediler. Mağrur Grekler, peşin hükümle hareket ederek, kendi yüksek kültürlerini vahşi Ba-tı‟nın kültürüyle kıyaslamayı reddetmişler; halbuki atalarımız biraz ıkına sıkına, ama inatla şöyle demişlerdi: “Biz bildiğimizi okuruz!”

Amacımızın Moğolistan‟ın Fransa‟yla olan benzerliklerini aramak değil, aralarındaki farkları, özellikle de etno-sosyal tarihin lazım-ı mutlak bir komponent olduğu “zaman coğrafyası” veya Holocene paleocoğrafyası ekranında gözüken başkalıkları araştırmak olduğu varsayılmalıdır.

Çingis‟in ordasında baş rolü gelenekler değil, onların hilafına ortaya çıkan gönüllüler oynadığına göre, uğruna “güç ve emek”lerini ortaya koydukları eylemin amaç ve anlamını da onların açıklaması gerekirdi.

Başka bir deyişle, onların sade ve matlup bir proğrama ihtiyaçları vardı. Temucin, kendi silah arkadaşlarının yarısının sadakatini tecrübe etmiş, fakat buna fırsat vermeyen diğer yarısının iki şey istediklerini mükemmelen anlamıştı: Genel olarak nepotizme bağlı kalmaksızın, yani boy büyüklerinin düzenini nazar-ı itibare almaksızın verilen hizmetler karşılığında ödüllendirilmek ve barış. Evet, genel bir barış istiyorlardı.76 Bu sayede kürenler içine sıkışıp kalmayacaklar, onun yerine obalarda yaşayacaklar ve Curçenler‟in veya kellekeser Merkitler‟in ve keza kiralık Tatarlar‟ın âni saldırılarını beklemeden geceleri yurtlarında rahatça uyuyacak ve sürülerini meraya salıvereceklerdi.

Birinci istek yerine getirilebilirdi, çünkü bütünüyle hanın karakterine bağlıydı. Fakat ikincisi diyalektik bir zıtlaşma ortaya çıkarıyordu. Barışı her iki tarafın da istemesi gerekirdi. Öbür türlü barış sağlanamazdı.

Sınırlarda güvenlik ve barışın sağlanabilmesi için, en azından komşu halklara karşı o zamanın alışılmış diplomatik girişimi yapılmalıydı. Hakan, barış isteyen ve bu isteğini halklara dikte etmeye çalışan bir pozisyona girmeliydi. O zamanın tüm hâkimleri, German imparatorları, Grek basileusleri, Arap halifeleri ve Çinli “Göğün Oğulları” bu yola başvurmuşlar, çevrelerine elçiler göndererek, isteklerini dikte etmişler, ama çoğu kez bu teşebbüsler kanlı bir sonla bitmişti. Elçileri öldürmüşlerdi ve tabii olarak Moğollar öldürülen elçileri için bir tenkil seferine çıkacaklardı. Başka türlü de olamazdı. Çünkü etnik psikolojileri dişe diş göze göz prensibi ve kabile fertlerinden birinin işlediği suç için hukuken tüm halkı sorumlu tutma esası üzerine kurulmuştu. Han, istese de şekillenmiş bulunan bu davranış kalıbının hilafına hareket edemezdi. Neticede o da o toplumun bir bireyi idi ve kendi savaşçılarıyla aynı hislere sahipti. Dolayısıyla arzu edilen barış için savaşa girmek kaçınılmazdı. Ne yazık ki, komşularını tanımamak, onların özelliklerini hesaba almamak, bazen hoppa akıllı yöneticilerle, sultanlara, krallara, hükümdarlara ve knâzlara sadece itaat etmekle yükümlü olduklarını sanan basiretsiz tebaalarına çok pahalıya patlayacaktı. Bu konuya daha sonra

değineceğiz, ama şimdilik farklı etnos üyelerinin farklı uyarılara aynı tepkiyi gösterdiklerini kaydedelim.

Eğer XIII. Yüzyıl Moğolları, iha-netin cezasız kalmayacağını akıllarının ucundan bile geçirmeyip, elçilerinin öldürüldüğü şehirlerdeki ahaliyi haklı olarak ortadan kaldırmasalardı, o takdirde Ön Asya Müslümanları olur olmadık şeyler için elçileri öldürmenin önemli bir olay olmadığını düşünürler; Haçlı Seferlerine iştirak eden

“Frenkler” yani Avrupalılar da, kendi gersogları balo salonlarında lüks ziyafetler tertiplerken, yolda aç kalınca Venedikliler‟den fahiş fiyatlarla yiyecek satın almak zorunda kalan askerlerini beslemenin gereksiz olduğunu zannederlerdi. Güney Çinliler‟e gelince, orada da devlet memurları ve vergi tahsildarları itaat altına alınan halklara o kadar zulmetmişlerdi ki, sonunda onları ormanlara kaçmaya, orada çeteler kurmaya mecbur bırakmışlar, tabii neticede kendileri bu çetelerin kurbanı olmuşlardı. Okuyucu, bu son söylediğim hususla ilgili belge isterse, “Nehir Koyları” (XII.Yüzyıl) adlı meşhur romanı okuyabilir. Benim buna ilave edebileceğim şey, sadece bu çetelerin ortadan baldırılması için Yo Fei gibi en iyi Çinli generalin kumanda ettiği askerî bir operasyon yapılmasına ihtiyaç duyulduğudur. Zaferleri entrikacı zâdegânların kıskançlığını celbeden Yo Fei, daha sonra bir başarısızlıktan dolayı infaz edilecekti. İşte, çiçeği burnundaki Moğolistan‟ın karşısında böyle bir dünya vardı.

128. Programlar

Muhteşem “Çingis” ünvanıyla hakan seçildikten sonra Temucin‟in nasıl bir pozisyonda olduğu, sadece resmi tarihte zikredilen ve “Gizli Tarih”de es geçilen ölümünden önceki konuşmasına bakılarak değerlendirilebilir. Reşidüddin‟e göre Çingis-han, şu konuşmayı yapmıştır: “İtaat altına aldığım bozkır halklarında, hırsızlık, yağmalama ve fuhuş, alelâde şeyler haline gelmişti. Oğul, babayı saymıyor; koca, karısına güvenmiyor; kadın, kocasının isteğini hiçe sayıyor; küçük büyüğe saygı göstermiyor; zenginler, fakirlere yardım etmiyor; aşağıdakiler yukarıdakilere saygı duymuyor; her yerde başına buyrukluk ve sınırsız bir keyfilik hüküm sürüyordu. Ben, bütün bunlara son vererek, bir kanun ve düzen getirdim”.77

Bu, bizim kayıt sistemimiz açısından yeni bir etnogenez ivmesi anlamına gelen köklü değişikliğin çok önemli bir yanıdır. Hun itki atâleti sönmüştü ve yenisine, her ne kadar Türk halkları ektikleri genefond ile içinde yer alıyorlarsa da, Mongolo-Mançur veya Fransız oriyantalistlerin tabiriyle Tatar itkisi denilebilirdi.

Ancak, “Tatar” etnoniminin Kerulen Nehri sahillerinde yaşayan Moğol dilli bir halka ait olduğunu hatırlayalım. Başlangıçta Çingizîler‟in kurdukları imparatorluk bünyesinde yer alan tüm göçebe halklara Tatar denilmiş ve ancak XV. Yüzyılda Çingis‟in torunlarına sadakatlerini muhafaza eden İtil, Kırım ve Tümen Türkleri‟ne münhasır bir isim haline gelmiştir. Dolayısıyla XIII-XIV. Yüzyıllarda “Tatar” teriminin istimal alanının genişlemesi kurallara uygundu.78

Eki “Tatar”ların Kingan‟dan Altay‟a kadar geniş bir alana yayılmış olmaları vakıası da göstermektedir ki, farklı göçebe grupları, en aktüel siyasî problem olan saldırgan komşulara karşı korunma konusunu farklı şekillerde halletmişlerdi. En kültürlü ve güçlü kabileler olan Kerait ve Naymanlar‟ın hanları ve dinî sistemleri vardı. Keraitler‟de Nesturîlik, Naymanlar‟da ise Nesturîlikten daha geri seviyede Budizm yaygındı. Ne farkeder ki?! Her ikisi de Chin İmparatorluğu, Horezmşahlar ve Tankut Krallığı‟na karşı durabilmek için göçebe dünyasının liderliğine oynayamamıştı. Çünkü bu hanlıkların kendi bünyesinde, güçlerini sıfıra indiren saray klik çatışmaları mevcuttu.

Moğollar‟ın büyük kısmı, Tayci‟utlar, Salci‟utlar, Hadaginler, Durben ve İkiraslar (Konkiratlar‟ın bir kolu); keza müttefikleri Otuz-Tatarlar, Oyratlar ve Merkitler, han iktidarının göstermelik olacağı, gerçek iktidarın ise kabile reislerinin elinde bulunacağı bir kabile konfederasyonu teşkiline can atıyorlardı. Buna

“aristokratik” program denmesi doğru olmazdı; çünkü “kara” halkın desteği olmadan zaten gerçekte var olmayan güçlerini bütünüyle kaybederlerdi. Bu siyasî proğramın bir diğer eksikliği, hiçbir cezaya çarptırılmadan komşuların yağmalanması, sürülerin çalınması ve cinayet gibi keyfî hareketleri meşrû bir hak olarak görmesiydi. Dolayısıyla bu program, zaman içinde zaten başarısızlığa mahkumdu.

Fakat Moğollar‟ın bir kısmı, tehlikesiz bir yaşantı ve garanti altına alınmış haklar için hürriyetlerini feda etmişlerdi. Bunlar, Temucin‟i han olarak seçmişler ve ağır bir kanunu, Yasa‟yı kendi istekleriyle kabullenmişlerdi. Bunların büyük kısmının “başına buyruk insanlar” olması enteresandır.

Yine enteresan ve oldukça önemli olan bir diğer husus, han olarak seçilen Temucin‟in dahi, kendisine seçenlere hizmet etmek mecburiyetinde olduğunu kabullenmiş bulunmasıdır. Her ne kadar onun yaşlı akrabaları Altan ve Huçar‟a söylediği sözler 1203 yılına aitse de, esasen 1182‟de kabul edilen proğramı yansıtıyordu...

“Kendi görüşümü söylüyorum: Onon boyundaki topraklar başsız kalmamalı. Ben, sizin her birinizin bu baş olacağını umuyordum, ama siz, reddettiniz. Bu, beni ziyadesiyle üzmüştü.. Yoksa iktidar için size yalvardım mı? Üç asır boyunca atalarımızın yaşadığı toprakları gaspeden düşmanlardan buraları geri almak için oy birliğiyle han seçilmiştim. Han olarak seçilince, bana bel bağlamış insanları zengin etmek zorunda olduğumu düşündüm. Sahip olduğum her şeyi, öküzlerimi, çadırımı, karımı ve çocuklarımı, hepsini size verdim. Sürek avı sırasında bozkır hayvanlarını size doğru sürdüm. Dağdan da hayvanları sürüp indirdim.

Ama şimdi siz Wang-han’a hizmet ediyorsunuz. Galiba onun daimi olmadığını bilmiyorsunuz?!”79 Gördüğümüz gibi burada güce dayalı bir iktidara kayıtsız şartsız bir teslimiyet ve itaat yok; ama bunun yerine kendini savunmak için güce müracaat etmenin ve bunun için alışılmış özgürlük ve kişisel hürriyetin bir yana bırakılmasının mutlaka şart olduğu vurgulanmaktadır. Bütün Moğollar‟ın gelecekte kavuşacakları nimetler için mevcut düzenin bozulmasının istenmesine hazırlıklı olacak şekilde ihtiyatlı olduklarını sanmam.

Dolayısıyla Temucin‟i han seçen “aristokratlar”la, beylerinin sözüne kulak veren “demokratlar”ın aynı ümitleri taşıdıkları düşünülemez. Samimi olanlar, ancak “başına buyruk insanlar” olabilirlerdi.

Peki, kimdi bu sonuncular? Bir sınıf mı? Hayır! Çünkü onlar üretim özelliklerini ve üreticiyle olan ilişkilerini değiştirmişlerdi. Bir sınıf mıydı? Onların torunları dahi istikbalde sınıf olmayı bir yana bırakacaklardı. Parti miydi? O da değil! Kısacası onların iç yapılarında bir teşkilatlanma yoktu.

Bunlar, kendi atalarından farklı, özel davranış kalıplarına sahip olan insanlardı ve aşırı enerjileriyle, beceriklikleriyle ve metanet yetenekleriyle de kabiledaşlarının çoğundan ayrılıyorlardı. Kısacası bunlar, gergin passionerlerdi. Kendilerine tesadüfen katılanlara da bu ruhu aşılamışlardı. Hana itaati, hayatlarının en yüksek ideali olarak görmüşlerdi; ancak gerçekte itaat ettikleri hanın kendisi değil, bizzat hanın dahi itaat ettiği kanun, yani Yasa denilen düsturdu.

Bütün passioner Moğollar‟ın Çingis‟in çevresinde kenetlenmiş olmaları elbette mümkün değildi. Hatta birçokları onun en azılı düşmanları kesilmişlerdi. Bunlar kendi kabileleri içinde kalmışlardı ve eski özgürlüklerini korumaya hazırdılar; ancak, onların hemen yanı başında, aynı kürenlerde, müdafilerinin girişimine bağlı bulunan ve aynı kabileye mensup olan süb-passionerler de vardı.

İşte, Temucin‟in han seçildiği sırada kuvvetler dengesi böyle idi. Bu denge, han taraftarlarının küçük bir konsorsiyum halinde hayatta kalmasını sağlamış ve 20 yıl boyunca bağımsız bir süb-etnos olarak gelişmiştir.

Bununla birlikte, Moğolistan‟ın kaderini belirleyen on yıllık bir süre hiç de huzurlu bir hayat yoktu. Çünkü etnolojide etnik kutbun parçalanması denilen passioner yükseliş safhası bu dönemde başlamıştı.

129. Dostlar ve Düşmanlar

Kerait hanı Toğrul, andasının oğlu ve bir noktada yeğeni durumundaki Temucin‟in han seçildiğini öğrenince, son derece mutlu oldu. Nitekim Temucin‟in han intihab edildiğini haber vermeye gelen elçiye şöyle demişti: “Oğlum Temucin‟i han yapmanız pek doğrudur. Siz Moğollar nasıl böyle hansız kalabilirdiniz?

Bu kararınızı bir daha bozmayınız; yakanızı bir daha parçalamayınız”. (Gizli tarih, s 126).

Haklı olduğu söylenebilir. Kerait Hanlığı, Curçen Chin İmparatorluğu ile savaşçı Merkitler‟in desteklediği Nayman Hanlığı arasında sıkışıp kalmıştı. Devlet içinde de hana karşı güçlü bir muhalefet vardı. Böyle bir durumda Moğol yardımı, hava ve su kadar gerekliydi. Boy beyleriyle uzlaşabilmek ise zordu ve perspektif bir şey değildi. Kimisi yardım vaadediyor; kimisi yurtluk, kimisi basiretsizlik veya hana beslediği adavet sebebiyle yardım vermeyi reddediyordu. Halbuki en iyi dost ve halaskarın oğlu olan bir hanla işbirliği yapmak daha kolaydı.

Temucin‟in han seçildiği haberi Camuha tarafından değişik bir tarzda karşılanmıştı. Camuha, andası

Temucin‟in han seçildiği haberi Camuha tarafından değişik bir tarzda karşılanmıştı. Camuha, andası