• Sonuç bulunamadı

Bediüzzaman ve Diyarbakır

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bediüzzaman ve Diyarbakır"

Copied!
195
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

PEYGAMBERLER SAHABELER EVLİY

ALAR KENTİ DİY

ARBAKIR

PEYGAMBERLER

SAHABELER

EVLİYALAR KENTİ

DİYARBAKIR

Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat

2

Genişletilmiş ve Yenilenmiş

2. BASKI

PEYGAMBERLER SAHABELER EVLİY

ALAR KENTİ DİY

ARBAKIR

PEYGAMBERLER

SAHABELER

EVLİYALAR KENTİ

DİYARBAKIR

Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat

2 ﻦﯿﯿﺒﺟر اﻮﻤﺳو ،(ﻼﯿﻘﺛ ﻻﻮﻗ ﻚﯿﻠﻋ ﻲﻘﻠﻨﺳ ﺎﻧإ) :ﻰﻟﺎﻌﺗ ﮫﻟﻮﻗ ﻦﻣ ﻞﯿﻘﺜﻟا لﻮﻘﻟا بﺎﺑرأ ﻢھو ،داﺮﻓﻷا ﻦﻣ ﻢھو ﷲ ﺔﻤﻈﻌﺑ مﺎﯿﻘﻟا ﻢﮭﻟﺎﺣ لﺎﺟر ﮫﻧوﺪﺠﯾ ﻼﻓ ﻢﮭﺳﻮﻔﻧ ﻦﻣ لﺎﺤﻟا ﻚﻟذ نوﺪﻘﻔﯾ ﻢﺛ ﮫﺋﺎﻀﻘﻧا مﻮﯾ ﻰﻟإ ﮫﻟﻼﮭﺘﺳا لوأ ﻦﻣ ﺐﺟر ﺮﮭﺷ ﻲﻓ ﻻإ ﻢﮭﻟ نﻮﻜﯾ ﻻ مﺎﻘﻤﻟا اﺬھ لﺎﺣ نﻻ ﻦﻣ ﻢﮭﻨﻣو دﻼﺒﻟا ﻲﻓ نﻮﻗﺮﻔﺘﻣ دﻼﺒﻟا ﻲﻓ نﻮﻗﺮﻔﺘﻣ ﻢھو ﺔﻘﯾﺮﻄﻟا هﺬھ ﻞھأ ﻦﻣ ﻢﮭﻓﺮﻌﯾ ﻦﻣ ﻞﯿﻠﻗو ،ﺔﯿﺗﻵا ﺔﻨﺴﻟا ﻦﻣ ﺐﺟر لﻮﺧد ﻰﻟإ ،ﮫﺘﯾؤر ﻰﻟإ قاﻮﺷﻷﺎﺑ ﺖﻨﻛ ﻦﻤﻣ هﺮﯿﻏ ﻢﮭﻨﻣ ﺖﯾأر ﺎﻣ ﺮﻜﺑ رﺎﯾد ﻦﻣ ﺮﺴﯾ ﮫﺑ اﺪﺣاو ﻢﮭﻨﻣ ﺖﯿﻘﻟ ﺮﻜﺑ رﺎﯾﺪﺑو مﺎﺸﻟﺎﺑو ﻦﻤﯿﻟﺎﺑ نﻮﻜﯾ

ﻼﯿﻘﺛ ﻻﻮﻗ ﻚﯿﻠﻋ ﻲﻘﻠﻨﺳ ﺎﻧإ-

PEYGAMBERLER

SAHABELER

EVLİYALAR KENTİ

DİYARBAKIR

Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat

PEYGAMBERLER

SAHABELER

EVLİYALAR KENTİ

DİYARBAKIR

Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat

PEYGAMBERLER SAHABELER EVLİY

ALAR KENTİ DİY

ARBAKIR

1

BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR

Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat

BEDİÜZZAMAN VE DİY

ARBAKIR

(2)

BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR

Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat

BEDİÜZZAMAN VE DİY

ARBAKIR

(3)

BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR

Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat

BEDİÜZZAMAN VE DİY

ARBAKIR

(4)

Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat**

BEDİÜZZAMAN

VE

DİYARBAKIR

Katkılarından Dolayı

Müh. Murat TOMARA Teşekkür Ederiz

*Dicle Üniversitesi Rektörlügü Sur / DİYARBAKIR

**Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat

Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi

Sur / DİYARBAKIR

(5)

.

Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat*

ISBN: 978-605-63588-4-5

EYLÜL 2013

1. BASKI

Baskı

UZMAN MATBAACILIK VE CİLTLEME

Davutpaşa Cad. Güven Sanayi sitesi B / Blok No: 315 Topkapı - İSTANBUL Tel: (O212) 565 23 00

Gsm: 0555 616 17 21

Grafik & Tasarım

Eda Esra ÇELİK

Seda ÇELİK

Kapak Tasarım

Edip ÇELİK

Bu eserin bütün yayın hakları

Prof. Dr. Yusuf Kenan HASPOLAT’a aittir.

Yayıncının izni olmaksızın kısmen ya da

tamamen yayınlanamaz.

BEDİÜZZAMAN

VE

(6)

DİYARBAKIR'DA İKAMETİ

Bediüzzaman hazretlerinin Diyarbakır ilişkilerini şöyle özetleyebiliriz.

a) Bu yüzyılın başlarında Diyarbakır'da Cemilpaşaların konağında 7 gün, Hz. Ömer camii imam odasında 40 gün, Zinciriye mederesesinde 15 gün kalmıştır.

b) Diyarbakır'da kalıcı olarak kalmak istemesine rağmen sürgün hayatı nedeniyle Diyarbakır'da kalamamış, ancak Diyarbakır'da hizmet etmenin öneminin altını çizmiş, onun yerine talebeleri bu hizmeti yerine getirmiştir.

c) Bir üniversite özelliğini taşıyan Medrestüzzehra'nın kurulma yerleri olarak üç il seçilmiştir. Bunlar Diyarbakır, Bitlis ve Van'dır. Bu medresede Türkçe, Arapça ve Kürtçe dillerinin kullanılmasını tavsiye edişiyle Güneydoğu sorununun çözümüne ışık tutmuştur.

d) Bu yüzyıl başlarında bölge gezilerinde Diyarbakır ilk planda yer almıştır. e) Diyarbakır'da 541 (ilçelerle birlikte 884) sahabe, 9 peygamber mezarı ve 3 peygamber makamının varlığı şehre manevi bir özellik verirken, Bediüzzaman hazretlerinin bu konulara da verdiği önemi kitap içinde gözliyeceğiz.

f) Bediüzzaman hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Nursi'nin Diyarbakır ve ilçesi Ergani'de ikamet etmesi

g) Muhakemat ve Münazarat isimli eserlerin taslağının bu bölgede hazırlan-ması, İşaratül İcaz isimli eserin Diyarbakır'da Cevdet beyin evinde tebyiz edilmiş olması Ayrıca harpte işaratül icazın yazılışına bir Diyarbakırlının hizimet edişi de çok önemlidir.

h) İlk Türkçe risalenin (Ramazan, İktisat,Şükür) Diyarbakır'da hazırlanmış olması.

i) İlk cehri hizmetin 1950'da Diyarbakır'da başlaması.

j) Diyarbakır'da Bediüzzaman'a hizmet etmiş veya onlarla görüşmüş çok sayıda talebenin Diyarbakır’lı oluşu.

k) 1960 yıllarında Urfa üzerinden Diyarbakır'a gelip yerleşmek istemesi, belki de Güneydoğu sorununun oluşmaması veya çözülmesi için bu şehirde ikamet etmek istemesi, ancak ömrünün yetmemesi.

l) Değişik kişilere verdiği mülakatta Diyarbakır'ın ne kadar stratejik bir şehir olduğunun vurgulanması.

m) Güncel Güneydoğu sorununa Bediüzzaman hazretlerinin verdiği reçeteler ve değerli yazarların bu konuda yaptığı şerhler eserde ele alınacaktır.

Bediüzzaman hazretlerinin Diyarbakır'daki ilk duraklarından birisi Diyarbakır Ulucamidir. Bu camii alelade bir cami olmayıp beşinci harem-i şerifir. Kısaca bu caminin önemini vurgulayalım.

Diyarbakır Ulu camii 4 dine ibadetgahlık yapmış Mukaddes Mabed (5. Harem-i ŞerHarem-if)dHarem-ir.

Diyarbakır ulu camiinin önemli manevi bir özelliği vardır:

Anadolunun ilk camii olup, Diyarbakır'ın fethinden bugüne hiç bir zaman düşman işgaline uğramamıştır. Ulu camii 5 Harem-i şerif'den birisidir. Bunlar:

1. Mescid-i Haram 2. Mescid-i Nebi 3. Mescid-i Aksa 4. Şam Emevi camii 5. Ulu camii (Diyarbakır)

(7)

Ulu camii

Evliya Çelebi, seyahatnamesinde; Diyarbakır Ulu Camisinin Hz. Musa zamanında yapıldığından bahseder. İfade şu şekildedir. ''Hz. Musa zamanında yapılmştır. Bahçe sütünlarının sağ tarafında bir sütun üzerinde ibranice tarihi vardır. Ve Diyarbakır Ulu Camii ile ilgili olarak şöyle devam eder; " Kale her kimin eline geçmiş ise, yine bu mabed, mabed olarak kalmıştır, içinde öyle bir ruhaniyet vardır ki; bir kimse iki rekat namaz kılsa kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder.

(8)

Güya Halep'in Ulu Camii, Şam'ınEmevî Camii, yahut Kudüs'ün Mescid-i Aksa'sı, Mısır'ın Ezher Camii, istanbul'un Ayasofyasıdır.

Evliya Çelebi Ulu caminin Hz. Musa zamanında yapıldığını İbranice bir kitabeye dayandırmaktadır.

Evliya Çelebi mabedin Hz. Musa yapıldığı hususunda Rum alimlerinin tümünün hemfikir olduğunu ifade etmektedir.

Caminin orta kısmının Hz. Musa zamanından kaldığına yabancı yazarlar da işaret eder.

Lord Kınross isimli seyyah'ın 1954 yılı Londra basılı Toros’lardan Asyalı Türkiye’de bir Yolculuk isimli eserinde Ulu cami ile ilgili şu yorumda bulunur 'Ayrıca evliyaların Ulu caminin Mosların ( Hz. Musa) zamanında yapılmış olduğuna dair önerileri de göz ardı edilmiş olabilir'.

Kanuni birinci İran seferinden dönerken 5 Ekim 1535'de Diyarbakır ulu caminde Cuma namazını kıldı.

Ulu Cami

Beysanoğlu, Şevket, Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, l. Cilt , Sf.271 (Evliya Çelebi Seyahatnamesi , c.6, sf.122. Zuhuri Danışman yayını

Şefik Korkusuz.Seyahatnamelerde Diyarbekir.Kent yay.İst.2003.s.255 Hayri Yoldaş.Celal Güzelses.Diyarbakır.2005.s.6

http://www.bediuzzamanvediyarbekir.com/index.html

Necmeddin Şahiner 'Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi'yi anlatıyor. Nesil yay.2004, c. 4, s. 321;İşaratül İcaz, S.108. 1. 2. 3. 4. 5. 1 2 3

Bediüzzaman ve Diyarbakır Ulucami

Ulu camiyle Bediüzzaman hazretlerinin ilişkilerine üç açıdan yaklaşacağız. a) Bizzat kendinin burada yaptığı vaazlar.

b) Bu camide yapılan Risale-i nur hizmetleri.

c) Bu camii emekli imamının Bediüzzaman’la ilgili hatıraları.

Bediüzzaman'ın 1910'lu Yıllarda Cevdet beylerde ve Cemil paşalarda kaldığını biliyoruz. Hoca Ömer Duran: Bediüzzaman'ın Diyarbakır Ulu Cami'de çok namaz kıldığını yaşlılar ifade ediyor demiştir. Ulu Cami'nin yanındaki Zinciriye medresesin-

4

(9)

de15 gün kalışı da, Bediüzzaman'ın Ulu Camide namaz kıldığını gösteren emarelerdir.

Bediüzzaman Diyarbakır'da ikamet etmek istemiştir. Ölümünde de buraya gelmek istemiştir. Ancak Kader-i İlahi olarak vefat ettiği gün Diyarbakır müftüsü Ulu Camiinde namazını kıldırmıştır.

Bediüzzaman'ın çok arzu ettiği halde kalamadığı, kendi yerine görevlendirdiği Mehmet Kayalar en hassas dönemde Diyarbakır Ulu Cami'de ders yapıyordu.' Risale-i Nurun DRisale-iyarbakır'ın camRisale-ilerRisale-inde okunmasına başlandığında Ulu CamRisale-iRisale-i'nde azRisale-im bRisale-ir cemaate Risale-i Nur okurdu. 1959 yılında, Diyarbakır başta olmak üzere, Nurların camilerde okunmasına başlanmıştır.

Canip Yıldırım anlatıyor:

Eski belediyenin yanında bir kahve vardır. Ulucami'nin kahvesi. Orada kürsülerde oturulur, şehrin ileri gelen âlimleri, bilginleri orada Sohbet ederler. Bediüzzaman da Diyarbakır'a geldiği vakitler Ziya Gökalp ile orada tartışırlar.

Canip Yıldırım 27 Mayıs'ta tutuklu olduğum zaman Afyon, İsparta, Eskişehir halkından Bediüzzaman'ın talebelerinden de tutuklulular vardı. Abi dediler:

- Sen neden tutuklandın? Dedim ki Kürtçülük. Ne demek Kürtçülük dediler, bizim üstadımız da bir Kürttür, onun bir sözü vardır' Nedir, dedim.

Kürt ve Türk bir insandır, bir insanı ortadan böldüğün zaman kılıçla nasıl ölürse, Kürt'ün Türkten ayrılması da öyle dir… Yani bu yabana atılacak bir söz

değil-6

7 8

Abdülkadir Badıllı, Tarihçe-i Hayatı, c.3, 1998, s.2129,2174. www.mehmetkayalar.com

N.Şahiner, Son Şahitler, Nesil yayınları,17.baskı, c. 3, s.287. 6.

7. 8.

(10)

dir. İki halk arasında bir ihtilaf yoktur. Esas ihtilaf yönetim tavrıyladır. Vergi almış, asker almış, Kore'ye göndermiş, Kıbrıs'a göndermiş.

Bediüzzaman Ulucaminin bitişiğindeki Zinciriye medresesinde 15 gün kalmış, şark ulemasının sorularını cevaplandırmıştır. Hâliyle namazı da bitişiğindeki ulucamide kılmıştır.

Bediüzzaman'ın ulucami ile ilişkisi ileride başka şekilde tecelli edecektir.

Diyarbakır Ulucami Emekli İmamı HAFIZ ALİ MÜLAYİM

Aslı Bilâl-i Habeşî'nin (r.a.) torunlarından olan Hafız Ali Ağabey:

Son olarak Diyarbakır Ulu Camii'nde İmam-Hatip olarak görev yapan Hafız Ali Mülayim Ağabey, 2003'de bu tarihî camiden emekli olmuştur. Halen Diyarbakır'da ikamet etmektedir. Emekli olduktan sonra da iman ve Kur'an hizmetine devam etmektedir.

1958'de mana âleminde gördüğü Said Nursî Hazretleriyle dünyası değişir. Aynı yıl vatani görevini ifa etmek için İsparta'ya gider. 3. Eğitim Tugayında takım çavuşu olur. Burada, bilmeyerek, bugünkü tabirle traji-komik bir hadise yaşar: Arazide tatbi-kat halindeki askerî bir Alay'a, "Diktatbi-kat!" komutu vererek, oradan otomobiliyle geçmekte olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine selam durdurur. Koskoca bir askeri alay Bediüzzaman'a selam durmuştur. Hadise bu kadarla da kalmaz. Komik fakat ibretli bir hadise daha yaşar.

Hatıralarını kendisinden çok defa dinlediğimiz halde, kayıt etme işi 21.01.2007 tarihinde Medine'deki dersanede nasip oldu.

Hafız Ali Ağabey bu hâdiseleri 2007 itibariyle yaklaşık kırk dokuz sene önce yaşamış. Şimdi bunları tatlı şivesiyle, gülerek ve güldürüp düşündürerek anlatıyor. Allah kendisine uzun ömürler versin. Âmin.

9

Hafız Ali Mülayim

Hatıralarının neşrine, "ben öldükten sonra..." diyerek izin vermek istemedi. Biraz da ısrarlı davranarak, kendisinin hayatta iken, daha teyitli ve sağlam olacağını izah ettim. "O zaman kardeşlerle meşveret et. Onlar ne derse onu yap" diyerek istişare sonucu muvafakat edeceğini gösterdi.

(11)

SAİD NURSÎ MANA ÂLEMİNDE DÖRT KERE BANA İHTAR İÇİN GELDİ

Hâfiz Ali Mülayim Anlatıyor:

1954'den 58'e kadar Van'dan Urfa'ya kadar bütün telefon direkleri benim elimden geçti. NATO'ya bağlı şirkette çalışıyordum. Bu dört sene zarfında Van, Bitlis, Siirt, Muş, Diyarbakır'a kadar bütün elektrik direkleri elimden geçmiştir. Tabi çok ağır bir işti. İşi Almanlar vermişti. Bir zaman sonra iş bitti. Biz işin ciddiyetine vakıf olunca; Almanlar; "gel seni Almanya'ya götürelim" dediler. Ben de "gelirim" dedim.

İstanbul'a gittik. Sene 1958. Sirkeci'de bir otele yerleştik. İstanbul üzerinden Almanya'ya gidecektik. Oteldeki ilk gecemdi. Mana âleminde bir zat geldi: "Sen hâfız-ı Kur'ansın bu işleri bırak" dedi. İkinci gece yine aynı zat:

"Ben sana söylemedim mi? Sen hâfiz-ı Kur'ansın bu işlerden vazgeç. Git kendi işini yap" dedi.

Kendi kendime Allah! Allah! Nedir bu hâl ya Rabbî!" diyordum. Üçüncü gece yine aynı zat yine aynı hâl.

Üçüncü gün pasaportum işlerim tamamlanmış, dördüncü gün de artık Almanya'ya gidecektim. Bütün hazırlıklar tamamdı. Otelime geldim, pijamamı giydim, yatağıma girdim ve ışığı söndürdüm. Beş dakika geçmedi pencere açıldı, bir zat girdi, bir ses geldi. Âmirane bağırarak dedi:

"Hafız Ali kalk bakayım! Üç defadır beni buraya getiriyorsun. Ben sana demedim mi, bu işlerden vazgeç. Sen hem hafız-ı Kur'ânsın, hem de bu işlerde ça-lışıyorsun. Sen Almanya'ya gitmeyeceksin. Kalkıp gideceksin Bitlis'e. Benim ismim Said Nursî." Böyle deyince: "Allah! Allah! Kimdir bu zat?" dedim. Ellerimi kucaklar gibi uzattım, ellerim boşta kaldı. Kalktım ışığı yaktım. Baktım odada kimse yok. Pen-cereye baktım, kapalı. "Allah! Allah! Bu kimse, mutlaka büyük bir zat olmalı" dedim. Ne yapayım diye düşünmeye başladım. Yarın da Almanya'ya gideceğim. Kendi kendime dedim: "Para da, pul da, makam da orada, ama ben bu işlerden vazgeçe-ceğım.

Sabah oldu, kalktım, doğru Beyoğlu'na gittim. Şirketim oradaydı. 4. Bölge Başmüdürlüğü. Kapıyı çaldım girdim içeriye, "buyur" dediler. "Efendim pasaportumu alın, size mübarek olsun, ben gelmeyeceğim" dedim. "Yahu ne oldu?" dediler. "Ben gelmeyeceğim buyurun pasaportu" dedim, bıraktım çıktım.

Sonra bir arabaya bindim doğruca Bitlis'e geldim. Allah rahmet etsin benim bir hacı ağabeyim vardı. Hem âlim, hem de hâ-fız-ı Kur'an'dı, Gökmeydan Camii'nde imamdı. Beni görünce: "Hafız Efendi hoş gelmişsin" dedi. Anlattım kendisine: "Böyle böyle, Said Nursî diye bir zat gördüm, kimdir bu zat?" diye sordum. Oturmuş bir taraftan çay içiyoruz. Dedi:

-Bediüzzaman Said Nursî çok büyük bir zattır, âlimdir. İsparta'da kalıyor." diye konuşurken, birden kapıdan iki kişi girdi. Birisi sağ kolumu, diğeri sol kolumu tuttu. "Kalk bakayım!" dediler. "Siz kimsiniz?" dedim. "Fazla konuşma karakolda belli olur" dediler. Beni götürdüler karakola. Meğer askerliğim elli beş gün geçmiş. Asker kaçağı, devre kaybı, askerî firari diye tuttular beni. Oradan hemen telefon ettiler

(12)

asker-lik şubesine. İki tane askerî inzibat geldi, ellerimi bağladılar, beni götürdüler askerasker-lik şubesine. Baktılar elli beş gün geçiyormuş. Dediler: "Askerlikten mi kaçıyorsun?" Dedim, "askerlikten kaçmam" Sonra, "bunu hemen askere gönderelim" albaya sordular: "Bunu nereye gönderelim?" O da: "Bunu cezalı olarak, İsparta 3. Eğitim Tugay'ına, oraya gönderelim." dedi.

ÜSTADI EVİNDE GÖREMEDİM, FAKAT...

Neyse hazırlıklar yapılarak, askere sevk evrakları tamamlandı. Beni Bitlis'ten Diyarbakır'a kadar götürdüler. Sonra bizi bindirdiler kömürlü bir kara trene. Hayvan bile barınmayan bir vagona koydular. Yolda Konya'da, Afyon'da inenler oldu. En so-nunda İsparta'ya ulaştık. Ama kömürden yüzümüz simsiyah olmuştu. Mimar Sinan Camii'nin karşısında, Güvenç Oteli vardı. Kapıyı çaldık, girdik içeriye. Otelci beni görünce: "Ulan sen hangi mağaradan gelmişsin?" dedi. Ben dedim: "Mağaradan falan gelmedim. O kömürlü trenden oldu." Neyse bir oda verdi, temizlendik.

Sabah kalktım, doğru Üstad'ın evine gittim. Uzaktan baktım. Kapının önünde bir polis duruyor. Biraz bekledim. Polis bir o başa, bir bu başa gidiyor, fakat gelip yine kapının önünde duruyor. Dedim:

"Allah! Allah! Herhâlde burası karakoldur?" Biraz daha bekledim, fakat karakola girip çıkan yoktu. Dedim:

"Burası karakol değil, herhâlde Ustad'ın evidir, makamıdır."

Ben de, bir o başa, bir bu başa gidip geldim. Baktım birisi geldi yanıma. Dedi: "Sen kimsin?" dedim,

"insanım." Dedi,

"öyle demek istemedim, nerden geliyorsun?" Dedim,

"Bitlis'ten geliyorum, burada Bediüzzaman varmış, elini öpeceğim, gideceğim." Dedi:

"Burada değil, Barla'dadır."

Ben ilk defa duyuyordum Barla ismini. Dedim, "Barla nedir?" Adam,

"Sen benimle alay mı ediyorsun?"

"Valla Barla nedir bilmiyorum" dedim. Sonra adam cevap verdi: "Bir köydür, Üstad oraya gitti."

Artık, yalan doğru bilmiyordum tabi. Sonra döndüm geriye, baktım üç kişi beni takip ediyor. Sokağı değiştirdim, fakat yine takip ediyorlardı. Hemen Ulu Camiye gittim. Orada öğle namazımı kıldım. Baktım yine beni takip ediliyorum. Otele geldim, otelciye olanları anlattım. Dedi:

"Seni yakalamadılar mı?" Hayır, dedim.

"Valla iyi, gelenleri karakola götürüyorlar, dövüyorlar." dedi. Dedim:

"Bu zattan niye korkuyorlar? Bu zatın askeri, ordusu, topu, tüfeği var mıdır?" Dedi:

“Valla bu zatın, topu tüfeği yoktur. Fakat imanı o kadar kuvvetlidir ki, bütün hükümet erkânı ondan korkuyorlar."

(13)

Neticede birinci gün Üstad'ı görmek nasip olmamıştı.

İkinci gün abdestimi aldım, tekrar Ustad'ın evine gittim. Baktım polisler uzakta. Bende "Bismillahirrahmanirrahim" dedim, kapıyı çaldım. İkinci sefer kapıyı çalmadan kapı açıldı. Açan şöyle yüzüme baktı, dedi:

"Hafız Ali sen misin?" Dedim,

"Benim kurban. Hele ver şu mübarek elini öpeyim" dedim ve eğildim eline doğru. Elini çekti, dedi:

"Benim adım Ceylan."

"Eyvah, Allah müstehakımı versin" dedim. (Hafız Ali Ağabey baştan beri mizahi bir üslupla hatıraları anlattığı için kendisi de gülüyor, bizi de güldürüyordu.) O da gençti tabi o zaman. Ben ağlamaya başladım. "Ağlama" dedi. Kalktı boynuma sarıldı, başımdan öptü. Allah rahmet etsin.

"Ağlama, Üstad bana dedi ki: "Sen kapıda dur. Hafız Ali gelecek. Benim selamımı söyle kendisine, onu talebeliğe kabul etmişim. Doğru gitsin kıtasına teslim olsun, durmasın. Buraya da bir daha uğramasın" dedi Üstad. Muzaffer Arslan ve Nazım Gökçek iki kadim dost. Ayakucu başucu şeklinde defnedildiler.

"HERKES ESAS DURUŞA GEÇTİ"

Üstad'ı daha hiç görememiştim. Ama Üstad böyle deyince ben gittim teslim oldum kıtama. Bölükte onbaşı, sonra çavuş olduk. Bir gün İsparta merkeze bağlı Eğirdir yolu üzerinde bulunan Ali Köyü tarafındaki atış talimine gittik. Atış yapıldı, öğle vaktiydi ve herkes istirahat ediyordu. Bazıları yemeğini yiyor, kimisi oturuyor, kimisi uzanıyor bütün alay serbest vaziyette idi. Benim de yanımda tabancamla bir ibrik vardı. O zaman böyle asfalt yollar yoktu, yollar topraktı. Bir baktım ki: Eğirdir Gölü tarafından yolda tozları kaldırarak bir taksi geliyordu. Tekrar baktım, içimden, "herhalde bu gelen Tugay Komutanımın taksisidir" dedim. Şimdi buradan geçecek, bakacak subaylar yatıyor, herkes dağınık bir vaziyette ve ceza alacağız diye düşündüm. Komutanım yanımda yatıyordu. Eline vurdum uyandırdım.

Hafız Ali Mülayim (Önde)

"Ne var Mülayim Çavuş?" dedi. Dedim: "Komutanım bak, gelen taksi Tugay Komutanımın taksisi değil mi?"

"Baktı... baktı... valla odur" dedi.

Hemen düdük çaldı. Herkes kuşandı. Subaylar, astsubaylar, takımlar, mangalar herkes bütün alay hazırlandı. Taksi Alay'a yaklaşınca, ben:

"Esas duruş! Hizaya geel! Selam duuur!" diye bağırdım.

Herkes esas duruşa geçti ve selam durdu. Taksi geldi... geldi... birinci takım çavuşu olarak ben de böyle selam durmuşum. Hafifçe eğildim, baktım taksinin içine. Allah!

(14)

Allah! Cüppeli, sarıklı birisi ellerini iki yana sallayarak selam veriyordu bize. "Allah! Allah! Nasıl olur bu? Osmanlı devletinden hâlâ böyle bir paşa kalsın? Allah! Allah! Askerlikte böyle bir şey de söylemediler ki bize" dedim içimden. Taksi şöyle biraz gitti gitmedi. Komutan bağırdı:

"Ulan bu işi kim ayarladı?" dediler, "Mülayim Çavuş!"

Ben sandım benimle kafa buluyorlar. Bir de baktım ki bir tokat, bir daha, bir daha... Ama öyle bir dayak yemişim ki, anamdan babamdan böyle bir dayak yememişim. Öyle ki, ağrıdan sabaha kadar uyuyamadım. İyi hatırlıyorum sabah namazını bile kılamadım. 1958'de İsparta'da birbirinin aynı olan iki adet Chevrolet tak-si vardı. İkitak-si de aynı renkti. Biritak-si Ustad'ın, diğeri ise Tugay Komutanı Paşa'ya aitti.

BİNBAŞI BENİ VURACAK SANDIM. HÂLBUKİ...

Vücudumdaki dayak ağrılardan sabaha kadar uyuyamamıştım. Sabah oldu. Subaylar, astsubaylar herkes içtimaya gitmiş. Ben kalkayım dedim, kalkamadım ağrıdan. Birden iki tane çavuş girdi içeriye, üstümdeki battaniyeyi hızla çekip savurdular. "Kalk bakalım. Herkes içtimada sen ise burada yatıyorsun" diye bağırdılar. "Valla her tarafım ağrıyor..." dedim. "Fazla konuşma, çabuk gel bir binbaşı seni çağırıyor" dediler. "Eyvah! Herhalde dayak az geldi, ikinci bir dayak daha yiyeceğim" dedim. Kalktım. O zamanlar tenekeden uzun barakalar vardı. Bana: "Barakada bir binbaşı seni bekliyor" dediler. Kapıyı çaldım. "Gir içeriye" dedi. Girdim. Baktım binbaşı barakanın en sonunda. Elinde bıçak var, bir ağacı yontuyor. Ağaç bir elinde, bıçak diğer elinde. "Bu bıçak ne? Bu sopa ne?" dedim içimden.

"Mülayim Çavuş gel buraya!" dedi. "Geleyim komutanım" dedim.

Bediüzzaman Hazretlerinin 1953 model Chevrolet marka otomobili. 1958'de İsparta'da bu otomobilden aynı model ve aynı renkte iki tanevardı. Birisi Said Nursi'nin, diğeri Tugay Komutanının. Biraz gittim, uzakta durdum, bakalım ne olacaktı?

"Oğlum gelsene" dedi. "Niye gideyim?" diye düşündüm, gitmedim. "Oğlum gelsene buraya" dedi. Ayağa kalktı, bana doğru gelmeye başladı. "Korktun mu?" dedi.

Hemen esas duruşa geçip, selam durdum. Bana doğru geliyor, sonra bana doğru koştu. Baktım bana sarılacak, ama bıçak ta elinde, kucaklamak üzere. Fakat ben aniden geri çekilince kapaklandı, yere düştü. Ben kaçmaya başladım.

"Mülayim Çavuş gel buraya!" diye arkamdan bağırmaya başladı.

Mülayim Çavuş kalır mı artık hiç. Sanki kulaklarım yoktu, yok olmuştu. Hiç duymadım., taa nizamiyenin kapısına kadar koştum. Çavuş dedi:

Ne oldu Mülayim Çavuş, nedir bu halin?" Dedim: "Valla beni vuracak, bir yer göster."

“Hemen bodruma aşağıya in" dedi.

Bodruma indim. Su gibi ter akıyordu üstümden. Elbiselerim vücuduma yapışmıştı terden. "Lâ havle ve lâ kuvvete, nedir bu hal?" dedim. Korkudan öğleye kadar orada kaldım. Öğlen oldu, herkes yemeğe gitmiş. Çavuş:

(15)

“Gel kimse yok" dedi.

Karavanadan yemek geldi. Yemek yiyeceğim tam, bir kaşık aldım.. Hüseyin isminde bir çavuş vardı, dedi:

"Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda.."

Ben şaka yapıyor diye düşündüm. Bir kaşık daha aldım. Yine:

"Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda duruyor" dedi. Arkama baktım; hakikaten arkamda duruyor.

"Mülayim Çavuş yemeğini ye!" dedi. Dedim: "Tok olmuşum."

"Tok olmuşsan kalk o zaman" dedi.

Kalktık beraber bir odaya girdik. Kapıyı içerden sürgüledi. Kapıyı sürgüleyince:

"Eşhedü en la İlahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" dedim. Binbaşı yüzüme baktı... baktı..., gözlerinden yaşlar geliyordu. Eliyle yüzüne süzülen gözyaşlarını sildi. Ben kendi kendime:

"Valla bu dayak işine benzemiyor" dedim. Sonra,

"Mülayim Çavuş ben senin ayaklarını öpeceğim" dedi. Ben:

"Artık bu iyice kafayı buluyor. O kim, ben kim, ayak öpmek de ne?" dedim. "Yok ayak öpmek günahtır" dedim. Dedi:

"Yok, valla senin ayaklarını öpeceğim ben" dedi. "Vallahi ayak öpmek günahtır" dedim.

"Yok öpeceğim" dedi. Ben de:

"Elimi uzattım, elimi öp madem, hafız olduğum için günah olmaz inşaallah" dedim.

Hakikaten elimi öptü. Ben de onun elini öptüm. Boynuma sarıldı. Ama nasıl şefkatle beni okşuyordu. Yüzüme baktı:

"Mülayim Çavuş! Dün o taksinin içinden geçen komutanı tanıdın mı sen?" dedi. Dedim:

"Komutanım o dayakları ben yedim. Onun için sana bir şey söylemeyeceğim." O zaman aynen şöyle söyledi:

"O Komutan! Büyük komutan Bediüzzaman Said Nursî'dir." O binbaşı bizim bölükte değildi. O duymuş bu hadiseyi. Beni tebrik için gelmiş. Daha sonra tayin oldu. O zaman ben Nurcu olmadığım için tabi tam bilmiyordum.Ben bu olayı bilerek yapmadım, yaptırıldı. Fakat hayatta bir daha yapılmaz Helal olsun. Daha sonraları Üstad'ı taksiyle geçerken görüyorduk. Bir keresinde koştum elini öptüm. Başımı şöyle okşadı, sonra; "git" diye eliyle işaret etti.

Bediüzzaman Ve Diyarbakır'da Üniversite

Barla ve Emirdağ Lahikası'nın, Tarihçe-i Hayat'ın son kısmında indeks olarak verilen bölümde Diyarbakır'la ilgili şu cümleler var:

10

(16)

Bu il, Üstad Bediüzzaman'ın Şark Üniversitesini tesis etmek istediği şehirlerden birisidir. Üstad II. Meşrutiyetin üçüncü senesinde Diyarbakır'da halka Şark Üniversitesiyle ilgili konuşma yapmıştır. Halkın, bu üniversiteyi istediği ve bu konuda onların tercümanı olduğunu söyler…

Bediüzzaman'a göre 'iyi insan' yetiştirebilmenin yolu, din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulduğu medreselerden geçer. Onun için Bediüzzaman, Medresetü'z-Zehra'da fen ilimleri ile din ilimlerinin beraber okutulacağı bir programın uygulanacağını söyler. Medresetüzzehra sıradan bir medrese değil, modern bir üniversite ve diğer üniversitelerle de aynı statüde olacaktır. Öğrenciler diğer resmi okullarda olduğu gibi imtihanla alınacak ve yüksek okul diploması verilecektir.

11

12

Diyarbakır surları - Bediüzzaman ve öğrenciler

Said Nursi, Barla Lahikası,2006.s.590; Tarihçe-i Hayatı, İstanbul, s.976; Emirdağ Lahikası, Söz Basın yay, İstanbul 2006, s.738.

Ölmez, A,Yaşar S, Harman K,Üner M.E, İnceyol Y; Bediüzzaman ve Şark Düşünceleri, Yeni Asya neşriyatı, İstanbul.1998, s.156,157.

Mustafa Süzen, Bediüzzaman'ın üç t.hayatı. Ankara.2000 s.44; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman. Asar-ı Bediyye Elmas yay. İstanbul, 2004,s.658.

Eşref Edip, Said Nursi, Sözler yay. İstanbul 2006, s.35.

Necmeddin Şahiner; Medresetü'z Zehra. Timaş yay.İst.1998. s:81. 11. 12. . 13. 14. 15.

Bu noktada tarihi vesikalara göz atalım: Bediüzzaman 'İstanbul'da; Van, Bitlis, Diyarbekir'de bir medresenin küşadı için her ne kadar çalıştı ise de maattesüf tevkifhane ile tımarhaneden başka bir neticeye destres olamadı. Eşref Edib'in ...

eserine bakalım: 'İstanbul'da iken, Van, Bitlis ve Diyarbekir'de ilm-ü irfan ocaklarının açılmasına çalışmış, fakat maalesef tevkifhanelere sürüklenmişti'. 14

13

Bediüzzaman hazretleri 'Münazarat' isimli eserde 'Ey Tabakat-ı Havas, Biz avam ve ehl-i medrese, sizden hakkımızı isteriz…

Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin?

Cevap: Cami-ül Ezher'in kızkardeşi olan, Medreset-üz Zehra namıyla darul fünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis'te ve iki refikasıyla Bitlisin iki cenahı olan Van ve Diyarbekir'de tesisini isteriz’.

Bediüzzaman'ın bu arzusu Diyarbakır, Van ve Bitlis halkınca da olumlu karşı-

(17)

lanmıştır. Kaynaklara göz atalım: 'Şu medreset-uz Zehra'ya dair mebahis (hürriyetin üçüncü senesinde) nutuk suretiyle Bitlis'te, Van'da, Diyarbekir'de, daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: 'Hakikattır, hem mümkündür'' demek diyebilirim ki, ben onların tercümanıyım bu meselede'' Bediüzzaman Fen bilimleri adına Batı'dan gelecek dalâletlere karşı koymak üzere ideal edindiği üniversiteyi Van veya Diyarbakır'da açmak düşüncesiyle 1896'da İstanbul'a gider. Netice alamayınca aynı maksatla 1907 yılında İstanbul'a ikinci defa gitti. İstanbul Fatih semtindeki Şekerci Han'a yerleşir.

Said-i Nursi, Van'da geçirdiği bu süre zarfında halkın en büyük düşmanlarından biri olan cahilliğin iyice farkına varır ve bunun eğitim ile çözülebileceğini, özellikle bölge halkının buna çok ihtiyacı olduğunu tespit eder. Buna binaen dönemin en ünlü eğitim merkezi olan el-Ezher Üniversitesi'ne mukabil Diyarbakır, Van ve Bitlis'te kurulacak "Medresetüz-Zehra" diye adlandırdığı bir üniversite projesini kafasında oluşturur. Ve 1907'de İstanbul'a gider. Bediüzzaman, Şarkî Anadolu'da "Medrese-tü'z-Zehra" namında bir darülfünûn açmak, ya Van'da veyahut ta Diyarbekir'de darülfünûn derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: "Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpare-i zekâ, İstanbul afakında tulû etti."

Manevî Medresetüzzehra ve Bediüzzaman Said Nursi'nin Vasiyeti

Bütün çabalarına rağmen, Medresetüz-zehra'sını gerçekleştiremeyen Bediüzzaman, Medresetüzzehra'nın "manevî hüviyeti Isparta vilayetinde tesis edildiğini, tecessüm ettiğini kabul ediyordu. Risale-i Nur ve yayıldığı merkezleri "Medresetüzzehra" diye adlandıran Bediüzzaman, Risale-i Nuru manevî bir Medresetüzzehra olarak vasıflandırarak, "maddi suretini" de tesis etmelerini talebelerinden istemişti.

Medresetüzzehra'nın Açılacağı Yer

İslam Darülfünunun, Afrika'nın Ezher'ine karşılık Asya'da açılmasını teklif eden (1997, 349) Bediüzzaman, 1911 tarihinde Medresetüzzehra'nın Bitlis merkezli olarak açılmasını iki "refikası"nın da doğu ve batı cenahındaki Van ve Diyarbakır'da açılmasını istemektedir. (1996a, 125) Cumhuriyet döneminde talebeleri tarafından yazılan ve Bediüzzaman tarafından gözden geçirilen Tarihçe-i Hayat'ta Medresetüzzehra'nın yeri hususunda farklı ifadeler kullanmaktadır. Bir yerde Bitlis ve Van (1996b, 41) diğer bir yerde "ya Van yahut Diyarbakır (1996b, 44) başka bir yerde de sadece "şarki Anadolu'da" (1996b, 89) ifadelerine yer verilmektedir.

16

17

18

19

Abdülkadir Badıllı; Bediüzzaman, Asar-ı Bediîyye, Elmas yayınları, İstanbul 2004, s.352; Abdullah Aymaz; Bediüzzaman, Münazarat, Şahdamar yayınları, 2006, s.126.

http://www.haberdiyarbakir.com/biography;http://www.radyovakit.com/haberler. Leyla Efe; Mızgin, sayı:31, Bediüzzaman Yaşamı Ve Mücadelesi.

Tarihçe-i Hayat, 44, Bediüzzaman Said Nursi. Köprü 68.sayı. Güz:99. Risale-i Nur'da "Eğitim"

16. 17. 18. 19.

(18)

Medresetüzzehra Fikrinin Ortaya Çıkışı

19.Yüzyılın sonlarında İslam dünyasının büyük kısmının doğrudan, kalan bölümünün de dolaylı olarak sömürge haline düştüğü bir sırada, emperyalist batı devletleri konumlarını güçlendirmek, ileriye yönelik tedbirler almak için çareler aramaktaydılar. Bir gazetenin haberine göre, o dönemde en büyük sömürgeci devlet olan İngiltere'nin Müstemleket Bakanı İslamlara hakiki hâkim olmak ve tahakkümleri altında tutabilmek için iki yol teklif etmişti. "Ya Kur'an sukut ettirilmeli veyahut ta Müslümanlar Kur'ân'dan soğutulmalıdır. “Müslümanların dinî kaynağıyla irtibatını ortadan kaldırmak isteyen bu cereyana karşı, Bediüzzaman hemen harekete geçmiş ve bir "İslam Darülfünûnu" tesisini tasavvur ile fedakâr ve masum milletin "ahiretini ve onun bir faydası olarak dünya hayatını" kurtarmak için çalışmaya başlamıştır.

Medresetüzzehra'ya Medrese Adının Veriliş Sebebi

Projeye "mederese" adını koyan Bediüzzaman, bunun gerekçelerini medrese ismine ünsiyet edildiği, alışık bulunulduğu, cazibeder olduğu, şevketengiz itibarının olduğu şeklinde açıklar. Ayrıca, Bediüzzaman medrese isminin "büyük bir hakikati tazammun ettiği" ve " mübarek medrese" isminin büyük rağbet uyandırdığını belirtmektedir. (1996a, 125) Bediüzzaman, medrese adını kullanarak toplumların rağbetini celbetmeye, medresenin şöhretinden mirasından "hakikatinden" faydalanmak istemektedir. Osmanlı dışındaki toplumlara da hitap ettiğinden ortak bir isimle buluşmak istemekte olduğu söylenebilir. Ayrıca mektep adına karşı olası tepkinin ortadan kaldırılması için de halka sıcak gelen medrese adının kullanıldığını düşünmek yerinde olmalıdır. Zira esas hedef geniş Müslüman kitlesidir.

Medresetüzzehra'nın Seviyesi Ne Olacaktı?

Medresetüzzehra'nın öğretim seviyesi üniversite düzeyinde olduğu Bediüzzaman tarafından müteaddid defalar ifade edilmekle birlikte, sadece bu fonksiyonuyle düşünülmediği de anlaşılmaktadır. Zira, Bediüzzaman, "Darülfünun-u mutazammın" Medresetüzzehra namıyla "pek âli bir medresenin" açılmasından bahsetmektedir. (1996a, 125) Tabiidir ki bu ifadeden Medresetüzzehra kavramı içerisine yani üniversitelerden başka eğitim mües-seselerinin de girdiği anlaşılmaktadır.

Medresetü'z-Zehra'yı zihnimizde inşa etmek

Bediüzzaman Said Nursî'nin hayatına ve eserlerine vâkıf olan herkes, onun Medresetü'z-Zehra projesi için harcadığı harikulâde gayreti de bilir. Gördüğü üç büyük meseleyi beraberce çözecek bir büyük proje olarak düşünmüştür Bediüzzaman Medresetü'z-Zehra'yı. Onu merkez-i hilâfet olarak İstanbul yollarına düşüren de bu projedir. Yaşanan onca mânia onu Eski Said boyunca bu idealini takip etmekten vazgeçirmemiş; 1923'te “Eski Said'i Yeni Said'e götüren” tren biletini alıncaya kadar her fırsatta bu projeye yeniden hayatiyet kazandırmak için gayret etmiştir.

Bediüzzaman, Medresetü'z-Zehra'yı, İslâm ümmetinin o dönemde yüzyüze geldiği üç büyük meselenin halli için bir model olarak düşünür. Bu meselelerin ilki,

20 21 Nursi, 1997, 439. http://medresetuzzehra.com 20. 21.

(19)

cehaletle birlikte gelen fakr u zaruret; ikincisi, madde ile mânâ, kâinat ile Kur'ân, akıl ile vahiy, modern bilimler ile dinî ilimler arasında yaşanan büyük bölünme; üçüncüsü ise, özelde Türkler ve Kürtler arasında, iman kardeşliğine gölge düşüren ve 'asabiyet-i cahiliye'yi çağrıştıran milliyetçi gerilimdir.

Bediüzzaman'ın ilk elde merkezi Bitlis, şubeleri ise Van ve Diyarbakır'da olacak şekilde tasarladığı Medresetü'z-Zehra projesi temelinde ısrarla vurguladığı üç husus ise;

(1) modern bilimler ile dinî ilimlerin, vahyin yol göstericiliğinde mezcedilmesi;

(2) birbirine rakip üç ayrı kolda ilerleyen mektep-medrese-tekkeyi böylece barıştırıp buluşturmak;

(3) Arapça-Türkçe-Kürtçe'yi beraberce öğreterek İslâm ümmetinin bu topraklarda yaşayan fertleri için hem İslâmî mirasla, hem kendi aralarında sağlıklı ve kalıcı bir 'iletişim' imkânı sağlayarak 'milliyetçi gerilim'i aşarak 'İslâm kardeşliği'nde buluşmalarını sağlamaktır.

Yüz yıl sonra dönüp bir kez daha bakıldığında, bu büyük projenin ne derece hayatî bir önemi haiz olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Hem onun o gün tesbit ettiği problemlerin bugün de büyük ölçüde sürüyor olması açısından, hem de yüz yıl içinde yaşanan büyük sınanmalar ve kayıplar açısından. Ama öte yandan, Bediüzzaman'ın bu projesinin, defaatle edilmiş, hatta tahsisat da ayrılmış olduğu halde gerçekleşememesi gibi bir vâkıa var. Ve Yeni Said döneminde, onun bu bir türlü gerçekleşememe meselesine dair 'kaderî' okumaları...

Emirdağ Lâhikası'nda yer alan bazı mektuplar gösterir ki, Bediüzzaman görünen ve sabit bir Medresetü'z-Zehra'yı nasip etmeyen Cenab-ı Hakkın, Medresetü'z-Zehra mânâsını Risale-i Nur'lar ve Nur Talebeleri suretinde ona nasip ettiği kanaatindedir. Bu mektupların satır aralarında gizli “Nur Risalelerinin Medresetü'z-Zehra”sı gibi ifadeler, keza Nur talebelerinden “Medresetü'z-Zehra'nın erkânı” gibi ifadeler bunun apaçık bir delilidir. Bu meyanda, onun, üniversiteli Nur talebeleri için “genç Said'ler” tabirini kullanması da bilhassa anlamlıdır. Emirdağ Lâhikası'nın tamamına yayılan bu 'Medresetü'z-Zehra' sembolizminden anlarız ki, Bediüzzaman Medresetü'z-Zehra ile yapmak istediği şeyin özü itibarıyla Risale-i Nur'da tahakkuk ettiği kanaatindedir. Ve Risale-i Nur'u 'anlayarak, kabul ederek' okuyan her Nur Talebesi, binası bir türlü dikilememiş Medresetü'z-Zehra'yı zihninde ve kalbinde inşa etmiş demektir. Özetle, Bediüzzaman'ı tahakkuku için yollara düşüren “Medresetü'z-Zehra” projesi, esasen, bir 'bina inşa'sı değil; bir 'zihniyet inşası'dır. Bu inşayı bir mü'minin kendi hayatında ve kendi şahsında başarıp başarmadığının iki göstergesi ise,

(1) tam da Medresetü'z-Zehra için vurguladığı 'mektep-medrese-tekke,' 'akıl-kalb,' 'akıl-vahiy,' 'fünûn-u medeniye-ulûm-u diniye' imtizacını zihninde kurabilmesi; yani 'nur-u kalb ve nur-u fikri cem' edebilmesi;

(2) milliyete, etnisiteye dayalı bir tasavvur ve zihniyetin üstüne çıkabilmesidir. Medresetü'z-Zehra için “vâcib” dediği “Arapça'ya (dolayısıyla Araplara), “lâzım” dediği “Türkçe'ye (Dolayısıyla Türklere), “câiz” dediği “Kürtçe'ye (dolayısıyla

(20)

ren “Medresetü'z-Zehra” projesi, esasen, bir 'bina inşa'sı değil; bir 'zihniyet inşası'dır. Bu inşayı bir mü'minin kendi hayatında ve kendi şahsında başarıp başarmadığının iki göstergesi ise,

(1) tam da Medresetü'z-Zehra için vurguladığı 'mektep-medrese-tekke,' 'akıl-kalb,' 'akıl-vahiy,' 'fünûn-u medeniye-ulûm-u diniye' imtizacını zihninde kurabilmesi; yani 'nur-u kalb ve nur-u fikri cem' edebilmesi;

(2) milliyete, etnisiteye dayalı bir tasavvur ve zihniyetin üstüne çıkabilmesidir. Medresetü'z-Zehra için “vâcib” dediği “Arapça'ya (dolayısıyla Araplara), “lâzım” dediği “Türkçe'ye (dolayısıyla Türklere), “câiz” dediği “Kürtçe'ye (dolayısıyla Kürtlere) bakış ise, milliyet-temelli bir zihniyeti aşıp 'İslâm kardeşliği'ni merkeze alan bir tasavvura erişmiş olup olmamanın göstergesidir.

Türk kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü'z-Zehra'yı gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi, buna göre, Araplara ve Kürtlere bakışıdır.

Kürt kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü'z-Zehra'yı gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi ise, Araplara ve Kürtlere bakışı...

Kur'ân'ın nâzil olduğu ve bütün İslâmî ilimlerin üzerine bina olunduğu dildir Arapça. Arapça'ya açıklık, İslâm'a açıklığın ifadesidir.

Türkçe ise, İslâm medeniyetinin son büyük mümessili olan Osmanlının dili olmak hasebiyle 'İslâm medeniyeti'nin dilidir. Türkçe'ye açıklık, İslâm medeniyetine açıklıktır.

Kürtçe ise, içinden Selâhaddin Eyyubî gibi isimler çıkaran ve her daim hayat ve saadetleri Türklerin hayat ve saadetiyle memzuç bir unsurun dilidir. Kürtçe'ye açıklık, 'İslâmî kardeşlik' temelinde kültürel farklılığın ve çoğulcu bir anlayışın zihinlerde yerleşip yerleşmediğinin göstergesidir.

Dönüp geriye baktığımda, Bediüzzaman'ın Medresetü'z-Zehra'dan beklediği 'fünûn-u cedideyi ulûm-u diniye ile mezc' gayesinin Risale-i Nur talebelerinin zihninde büyük ölçüde inşa olunduğunu görebiliyorum. Pozitivizmin en katı haliyle uygulandığı bir zeminden, seküler bir eğitim almış olmasına karşılık mü'min fertlerin; kâinatı ve öğrendiği bilimleri inkârın değil, imanın vesilesi kılabilen mü'min fertlerin doğabilmesi —bu ideal kıvamda tahakkuk etmemiş olsa dahi— Medresetü'z-Zehra'nın birinci hedefinin büyük ölçüde gerçekleştiğini gösteriyor. Ama ikinci veçheye gelince, sanırım, burada durmamız ve bir vicdan muhasebesi yapmamız gerekiyor. Bediüzzaman'ın Medresetü'z-Zehra için düşündüğü “lisan-ı Arabî vacib, Kürdî caiz, Türkî lâzım” formülasyonun da gösterdiği üzere, kendisini etnisiteye, milliyete göre tanımlama za'fiyetinden yakasını sıyırabilen kişidir ki, Medresetü'z-Zehra'yı zihninde inşa etmiş demektir.

Medresetüzzehra'da öğrenci sayısı

Bu üniversitede 2000 yatılı öğrenci okuyacaktı.

22. 2007 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

23. Mustafa Süzen. Eski Saidden Yeni Said'e. İst. 2007. s.25 22

(21)

Bediüzzaman'ın Kürt Sorunu Reçetesi

Zaman Gazetesi'ne konuşan birkaç akademisyen ve yazar, Bediüzzaman Said Nursi'nin Van'da kurulmasını planladığı ve temelinin atıldığı Medresetüzzehra projesinin günümüz kürt sorununa da çözüm olacak nitelikte olan bir proje olduğuna dair fikir bildirdiler.

Bediüzzaman'ın Doğu Anadolu'da bir 'Darülfünun-u İslamiye' kurma tasavvuru, Van'da Tahir Paşa Konağı'nda kaldığı sırada ortaya çıkar. Üstad'a göre bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. “Bu üç düşmana karşı marifet, san'at ve ittihad silahıyla mücadele edeceğiz.” diyerek, sorunların nasıl çözülmesi gerektiğine dair prensipler sunar.

Bu proje, eğitim sistemi olarak ele alınırsa ülkenin sorunlarını çözebilir

Yrd. Doç. Dr. Ramazan Balcı (İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi): Bu

projeyi toplumun ihtiyaçlarından ayrı düşünmek mümkün değil. Üstad, içinde yetiştiği toplumun ihtiyaçlarını görüyor. Medresetü'z-Zehra projesi toplumsal sorunların tamamına çözüm getirme ideali taşıyor. Medresetü'z-Zehra ile bilim-din ayrılığı ortadan kalkacak, iman kardeşliği inkişaf edecek, aşiret kavgaları sona erecek, ırkçılığın bölgeyi tehdit etmesi önlenecek. Medresetü'z- Zehra bir bilim felsefesinin adıdır. Risale-i Nur ile ortaya konan bilim felsefesi eğitim sistemimizin tamamını içine alacak şekilde ele alınmalı. Toplumsal barış için 'uhuvvet-i imaniye'nin inkişafı meselesi aynı şekilde toplumun bütün kesimlerini içine alacak şekilde gündeme getirilmeli ve tedbirler alınmalıdır.

Ayrıca ırkçılık sadece Kürtlerin sorunu değildir. Bu menhus mikrobun aşısı Üstad'ın eserlerinde mevcuttur. Kürtlerin sorunlarına gelince bunu sadece bir medrese olarak değil, bir eğitim sistemi olarak ele aldığınızda ülkenin bütün sorunlarının çözüleceğini ileri sürmek abartılı sayılmaz. Şu an bölgede sivil ve gönüllü kuruluşlar Bediüzzaman'ın bölgeye bakışını ve adı konulan meselelere yaklaşımını dillendirmeye çalışıyor. Bediüzzaman, modern asırda Müslüman ferdin ve toplumun bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek külliyat ve dava sahibi bir imam. Onun öğretisinde önce bütün alem-i İslam'ı içine alacak büyük şemsiyenin güçlü bir şekilde ayakta tutulması, sonra küçük taifelerin her türlü haklarının güvence altına alınması esastır.

Meseleleri çözmek için, siyasetin ötesinde referanslara ihtiyaç var

İsmail Çolak (Tarihçi-yazar): Said Nursi Hazretleri'nin Medresetü'z-Zehra

projesinin çıkış noktası, Doğu'daki cehalet hastalığını yenmek, anarşi, terör ve menfi milliyetçiliğe zemin hazırlayan rahatsızlıkları tedavi edebilmek. Doğu meselesiyle ilgili ona göre özellikle üç temel mesele vardır: Cehalet, fakirlik ve ayrılık. Bu sıkıntıları ortadan kaldırmak için bugün de geçerliliğini koruyan şu meşhur reçeteyi sunmuştur: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır'da kurulacak, ama tüm Doğu'yu manen ve ilmen ayağa kaldıracak olan büyük bir İslami darü'l-fünunun kurulması noktasında büyük çabalar göstermiştir.

(22)

ilimler okutulacak, akıl ve kalp ikilisi beraber hareket edecek, kafa ile birlikte vicdanlar da eğitilecek. Ülkemizi terör zulmetinden geleceğin selametine çıkaracak olan ideal zeminlerin başında Medresetü'z-Zehra ve benzeri okullar gelmeli. Yakın zamanda Üstad'ın Van'daki Horhor Medresesi'nin de aslına uygun şekilde açıldığını biliyoruz. Zaman eskise de Risaleler ve Nur Reçeteleri nasıl gençleşiyorsa Üstad'ın eğitim alanındaki görüşleri, teklifleri ve dolayısıyla Medresetü'z-Zehra projesi de gençleşiyor, güncelliğini koruyor.Siyasi meseleleri çözmek için, siyasetin ötesinde referanslara ihtiyacımız var. Çıkar değil, değer merkezli bir bölge siyaseti, meselelerin uzun vadede çözümü için elzem.

Proje uygulansaydı Kürtçe bugün çok daha yetkin bir dil olurdu

Doç. Dr. Ahmet Yıldız (Siyaset bilimci): Kürtler arasında aşiretçiliğin yol

açtığı çatışma halinin ortadan kaldırılması, Kürtler özelinde insani güvenliğin inşası Bediüzzaman'ın örgün eğitim modeli olarak Medresetü'z-Zehra'ya atfettiği hedeflerdir. Böyle bir üniversite için ilk etapta öğretim üyesi kaynağının Kürtçeyi bilenlerden devşirilmesi, Kürtçenin öğretim dilleri arasında zikredilmesi, öğretmen yetiştirilmesi özel önem verdiği konular arasında. Ne yazık ki, Kürt milliyetçiliğinin PKK özelindeki görünümü, Kürtlerin ufkunu sadece Kürdi olana hapsetmiştir. Risale-i Nur eğRisale-itRisale-imRisale-ine Kürtler arasında var olan yoğun talep ve bunun cemaatRisale-i görünümlerinin ötesine geçerek Kürt halk kültürünün asli unsurlarından biri haline geldi.

Özel ve resmi eğitim kurumlarında özellikle fedakar öğretmenlerin çalışmaları Medresetü'z-Zehra manasını kamil olmasa da yaşatıyor. Bu proje Kürtçenin anadil olarak öğrenimi ve eğitim dili olarak kullanılmasına dönük modern dönemde ortaya çıkan en kurumsal yaklaşım. Uygulanma imkanı bulabilseydi, Kürtçe bugün çok daha yetkin ve kitlesel kullanıma sahip bir dil olur, milliyetçi politizasyonun araçsal malzemesi de olmazdı. Türk-Kürt-Arap kardeşliğinin Camia-i İslamiye esprisi içinde tesisi ve Alevi-Şii-Sünni kardeşliğinin Ehl-i Beyt muhabbeti ekseninde inşasında Risale metinleri önemli bir referans. Risale-i Nur dini, toplumsal ve siyasi fay hatlarının tamirinde önümüze uygulanabilir bir medeniyet ufku koyuyor. Medresetü'z-Zehra da bu ufkun en önemli tezahürlerinden biri.

105 yıl önce teklif edilen bu model bugün için de geçerli

Abdülkadir Menek (Yazar): Maarif probleminin halledilip eksikliğinin

giderilmesi için ciddi, gerçekçi, bölge insanlarının ihtiyaçlarına cevap verecek ve bölgenin sosyal yapısı ile uyum sağlayabilecek bir proje geliştirilmeliydi. İşte 'Medresetü'z-Zehra' projesi böyle bir arayış ve ihtiyaçtan doğdu. Said Nursi, Sultan Abdülhamid'e verdiği dilekçede, Medresetü'z-Zehra fikrini anlatmıştı. Üstad'ın bölgenin huzur ve saadeti için zaruri olarak telakki ettiği bu düşünceye, büyük badirelerle karşı karşıya olan ve sıkıntılarla boğuşan o zamanın yönetimi tarafından ne yazık ki, pek alaka gösterilmedi. Eğitim dili olarak Said Nursi, “Arabi vacip, Kürdi caiz, Türki lazım” diyerek Medresetü'z-Zehra'nın üç dilde eğitim yapacağını belirtir.

Kürtçeyi mahalli dil, Arapçayı ilim ve iletişim dili, Türkçeyi de resmi ve siyasi dil olarak kabul eder.

(23)

Osmanlı'dan bize intikal eden bu coğrafyada, huzurun, beraberliğin ve kardeşliğin sırrı İslam'ın ruhuna uygun olarak tesis edilecek bir eğitim anlayışında saklıdır. Kürtler ve Türklerin birlik ve beraberliğinin temeli İslam'dır ve bunun kuvvetlendirilerek devam etmesi önemlidir. 105 yıl önce teklif edilen bu üniversite modelinin, mantık ve çerçevesi bugün için de geçerli. Bölge böyle bir üniversiteye entegre olmaya hazır. Bugün için ülkede hem Kürtler ve hem de Türkler açısından bir araya gelinebilecek en önemli referans Said Nursi'dir. Bundan sonra daha fazla kan ve zaman kaybetmeye kimsenin hakkı yok. Türkiye'de köklü ve temeli sağlam bir barışın ipuçları ve yörüngesi, Üstad Said Nursi'nin eserlerinde fazlasıyla var ve bunlara her zamankinden daha fazla önem vermeliyiz.

DİYARBAKIR'DA YADİGÂRLAR

Bu kategoride ele alınacak hususlar şu şekildedir:

a) Bediüzzaman hazretlerinin öğrencilerinin ve yakınlarının Diyarbakır'da ikameti veya merhumların mezarlarının Diyarbakır'da mevcudiyeti

b) Bediüzzaman'a ithafen yapılan çeşme,camii ve cadde isimleri c) Diyarbakır'da telif olunan eserler

Üstad Bediüzzaman hazretleri, "Üçüncü Mektub"un dördüncü kısmında, Diyarbakır'ın kazası Ergani'deki Vanlı Şehabeddin Efendiden bahsetmektedir. Şehabeddin Efendi, Abdülmecid Ünlükul'un eşi Rabia Hanımın kardeşidir. Şehabeddin Özer l893'de Van'ın Sabaniye Mahallesinde doğmuştu. Babası H.Mustafa, annesi ise Fidan'dı. Şeyh Gazail Baba diye bilinen babası, Gazail Camiinde medfundur ve türbesi ziyaretgâhtır. "Üçüncü Mektup"ta bahsi geçen Şehabeddin Efendi Diyarbakır Mardinkapı mezarlığında yatıyor. Nureddin, Şemseddin, Necmeddin ve Rabia isimli kardeşleri vardır. Fidan ve İhsan isminde iki çocuğu vardır. Kardeşi Rabia Hanım Abdülmecid Nursî ile evlendiği zaman, Bediüzzaman'la tanışmaları ve irtibatları olmuştu. Şehabeddin Özer şirpençe hastalığından rahatsızlanınca, Ergani'den Diyarbakır'a getirilişinin ikinci günü 3 Ağustos l943'te vefat etti. Diyarbakır Mardinkapı kabristanına defnedildi. Mezar Şeyh Muhammet türbesinden 5 m. soldadır.

24. 25.08.2013.Risale ajans

25. Baş ve ayak kısmı bazalt taşından yapılmıştırhttp://www.saidnursi.de/tr/yaz.php?index_id=58 Şehabeddin efendinin Kabri

24

(24)

Diyarbakır'da Vefa Eserleri:

Diyarbakırlılar Bediüzzaman'a vefalarını onun hatırasına yaptıkları hayrat ile de göstermektedir.

(25)

DİYARBAKIR'LI TALEBELERİ Şerif Nazlıcan

Şerif Nazlıcan Bingöllüdür, Suudi Arabistana yerleşmek istemektedir. Bediüzzaman hazretlerini ziyaret eder, fikrini alır. Bediüzzaman hazretleri, Şerif Nazlıcan'a, seni bir şartla kardeşliğe kabul ederim. Diyarbakır'a gideceksin, Mehmet Kayalar'a talebe olacaksın, o şartla seni kardeşliğe kabul ederim.

Mehmet Kayalar okuma salonu

Diyarbakırlılar sadece Bediüzzaman'a değil, talebesine de vefa örneği vermektedir.

Şerif Nazlıcanın Kabri, mardinkapının sonunda Namazgâhın arka tarafında, yolun sağındadır.

(26)

Hafız Teyze

Diyarbakır Saraykapı'da ikamet eden hafız teyze ama'dır.Çok yoksul ve yalnız olan teyze desteklerle hayatını sürdürmekteydi. Bu teyzenin ismini bir çok kimse bilmemekte ve sadece Hafız teyze demektedir.. (Mevlüde Akbudak) Bediüzzaman hazretlerini ziyaret eden bir gruba katılan (Dişçi Kadri Mermutlu grubu) hafız teyzeye Bediüzzaman hazretleri kerametle daha önce kimse ismini bildirmediği halde ismiyle hitap etmiştir. Hafız teyze Bediüzzaman hazretlerinin vefatı esnasında Şanlı Urfa'da bulunmuş, cenazeye katılmıştır. Kabri Yeniköy mezarlığında, caminin arka tarafın-dadır. Mezarını ziyaret edecek vefalı aranıyor.

Diyarbakırda yadigârlardan olarak; Bediüzzaman hazretlerinin bu bölgede telif ettiği eserler gelmektedir. Münazarat ve Muhakemat'ın ilk hâli bu bölgede yazıldı. İşaratül-İcaz Diyarbakır'da Cevdet Bey'in evinde tebyiz edildi. Türkiye'de Osmanlıca'dan Latince harflere geçiş Diyarbakır'da Bediüzzaman'ın izniyle yapıldı. “Ramazan, İktisat ve Şükür” risaleleri burada latinceye çevrildi.

İşaratül icazın temize çekilmesi Diyarbakır'da oldu.

Münazarat ve Muhakemet'ın ilk hali Diyarbakır'da yazıldı.

(27)

Nûr'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar İrfan Haspolatlı

1950'de Mehmet Kayalar Ağabey Diyarbakır'a geldikten sonra Üstad Hazretleri Ağabey'e, hanımına ve üç çocuğuna ayrı ayrı maaş bağlayıp her ay bir talebesi ile Diyarbakır'a yolluyordu.

Resim-1) Üstad'ın Mehmet Kayalara gönderdiği 1 gümüş lira iaşe parası Resim-2) Mehmet Kayalar'a üstadın iaşe için verdiği 1 gümüş lira ve nikel bir Türk lirası

Diyarbakır'da üstadın yadigârlarından biri olarak vefatına yakın yerleşmek üzere geldiği, ancak Urfa'da hastalığının şiddetlenmesi ve orada vefat etmesi üzerine ikametin nasip olmadığı ama onun için hazırlanmış olan bir evin ikinci katında üstada bir oda ayrıldığını anlatmıştı. Mehmet Kayalar'ın hizmet verdiği bir ev vardır.

(28)

Bediüzzamanı Ziyaret eden Diyarbakırlılar HALİL SIDKI ÖZTURAN

Fatih'teki Reşadiye Otelini bularak üst kata çıktım. Ben, 'Üstad Hazretlerine bir söyleyin' dedim. 'Bir Diyarbakırlı müştakınız var, sizinle görüşmek istiyor' deyin. Gitti, Üstada haber verdi. Üstadın beni beklediğini söyledi."Bunun üzerine hemen içeri girdim. Az sonra nur yüzlü, nurdan yapılmış bir zatla karşı karşıya gelmiştim. Somyasının üzerinde yatağında oturmuş, zayıf mahif bir nur âbidesi. Hemen ellerine sarıldım. Doya doya öptüm. Beni yanına oturttu. Nereli olduğumu sordu. 'Diyarbakırlıyım' dedim.

"Hazret-i Üstad, 'Ben Diyarbakırlıları çok severim, Cemil Paşalarda çok kalmıştım. Evladım ben şimdi çok rahatsızım. Beni ziyaret etmek isteyenler Risale-i

Nur'ları okusunlar. Risale-i Nur'ların her satırı, bir Said'dir' dedi. Bu esnada elindeki bir bardakla süt içiyordu. Bardakta biraz süt vardı, kalan sütü bana verdi, benim içmemi söyledi. Ben de verdiği sütü içtim. Fazla rahatsız etmek istemediğimi söyleyerek hemen müsaade istedim. Tekrar mübarek ellerini öperek ayrıldım.

"Dışarda Nur talebeleri bana yedi-sekiz tane Nur Risalelerinden verdiler. Ben artık Nur Üstaddan Nur Risalelerini alarak vatanıma, Diyarbakır'a bir kuş hafifliğinde uçarcasına döndüm."

Diyarbakır'lı Hattat HÂMİT AYTAÇ

"Tevafuklu Kur'ân Şaheserdir"

Diyarbakır, yakın tarihimizde ilim, fikir ve sanat sahasında çeşitli

kıymetler yetiştirmiş olan bir vatan burcudur. Bu kıymetlere Süleyman

Nazif'ten sonra hat üstadı Hâmit Aytaç da katıldı. Hâmid Aytaç diğerlerinden

farklı olarak İslâm âlemi, hattâ dünya çapında bir şöhrete sahip oldu.

Memleketimizde ve İslâm dünyasının çeşitli beldelerinde Hattat Hâmid Aytaç Hocanın talebeleri bulunmaktadır. Nice evlerde, ellerde, arşivlerde ve kolleksiyon-larda Hâmid Aytaç'ın yüzlerce şâheseri vardır.

Bediüzzaman'ın Barla'da iken talebelerine yazdırdığı tevafuklu Kur'ân-ı Kerîm'i Hâmid Hoca, o güzel kalemiyle eşsiz bir şâheser olarak asrımıza hediye etmiştir.

Hâmid Hoca l9ll yıllarında İstanbul'da bulunan Bediüzzaman'la görüştü ve tanıştı. Bediüzzaman'la Beyazıt Camiindeki bir vaazını müteakip tanışan Hâmid Hocaya Bediüzzaman yakın alâka göstermiş. Daha sonra Çemberlitaş'ta yapılan bir toplantıda yine görüşürler. Bu toplantıda Hâmid Hoca Bediüzzaman'ın hazırlamış olduğu bir hitabeyi okur. Bu görüşmelerin güzel âhenk ve tevafuku, yıllar sonra başka bir şekilde tezahür etti. Bediüzzaman'ın tesbit edip keşfettiği tevafuklu Kur'ân-ı Kerîmi şâheser bir şekilde yazmak, Hâmid-i Âmidî'ye, Diyarbakır'ın bu usta sanatkârına nasip olmuştur.

26. http://www.menba.org 27. http://www.menba.org

26

(29)

İSMAİL YILDIZ

Diyarbakır'ın Hani kazasına bağlı Ceviz köyünde doğdu. Eski eğitmenler-dendir

“İlk ziyaretim"

"1952 senesinin sonunda Üstad'ın İstanbul'da olduğunu öğrendim. Mektubat'taki ziyaretçiler kısmını okuyarak, Üstad'ı Kur'ân'ın bu asırda bir tercümanı olarak yalnız Allah rızası için ziyaretine gittim. Aldığım tarif üzere Üstad'ı kolaylıkla buldum. Zübeyir Gündüzalp, İstanbul Çarşamba'da beni Üstad'a takdim etti. Üstad Diyarbakır'daki hizmetleri sordu. Yarım saat kadar yanında kaldım. Başında bir sarık, boynunda bir atkı vardı. Üstad'a bir müddet yanında kalmayı arzuladığımı söyledim. Üstad yarım saatlik bir görüşmeden sonra mükerreren yanlarında kalmayı arzu ettiğimi ifade etmeme rağmen 'Memleketinize gidin orada hizmet edersiniz. Bu görüşmemizi 4 senelik hizmete mukabil kabul ettim' buyurdular. Üstad'ı bir pederin oğluna şefkatinden daha şefkatli olarak gördüm. Ona kavuşmak lezzeti dünyevî hiçbir lezzetle mukayese edilmez.

“İkinci ziyaretim"

"İkinci ziyaretim; bir kaç ay sonra, Üstad Emirdağ'da iken oldu. İki katlı bir binada kalıyordu. Üstad merdivenlerin yarısına kadar indi. 'Sizinle daha evvel görüşmüştük' dedi. Görüşmemiz 10-15 dakika kadar sürdü. Derslerden ve hizmetlerden sordu, anlattım. Risale-i Nur elhamdülillah ehl-i insafa kendini kabul ettirdi. Hatta bizim kazada bir tek muhalif kalmadı.

ABDURRAHMAN YARGIN

"Ben Said Nursî'yim"

"Antalya'nın Gözene nahiyesinde askerdim. Askerliğimi Jandarma olarak yapıyorum.

"Burdurlu Mehmet Onbaşı birgün bana, 'Burada senin hemşehrin derin bir hoca var, sen onu tanıyor musun?' diye sordu. Ben de tanımadığımı söyledim. Daha

evvel köydeyken, Said-i Kürdî diye duymuştum.

“Birgün Karacaören köyüne vazifeli olarak gitmiştik. Yağmurlu havada ıslanıp hasta oldum, yatsı namazını zorla kıldım. 'Ya Şeyh Abdülkadir-i Geylanî diye medet isteyip, çok yalvardım. O gece rüyamda birisi arkadan gözlerimi tuttu. Sanki vücudum elektirik tedavisi oluyordu.

"O arkadan gözlerimi tutan zat, 'Sen kimi çağırıyorsun?' diye sordu. Ben de, Şeyh Abdülkadir Geylanî Hazretlerini çağırdığımı söyledim. O zaman o zat, 'Ben buradayım' deyince 'Siz kimsiniz?' diye sordum. Kendisini tanımadığımı ifade ettim. O zat ise heybetle 'Ben Said Nursi'yim' dedi. Bu esnada aniden uyandım. Hiç mi hiç hastalığım kalmamıştı. Sanki tedavi olmuştum. Bu rüyadan sonra Said Nursî kalbimi, gönlümü fethetmişti.

“Üstadı ziyaretim”

"Yine Burdurlu Mehmet Onbaşıdan, Üstad Bediüzzaman'ın Isparta'da olduğunu da öğrenmiştim.

28

(30)

29. http://menba.org

“İlk fırsatta Üstadın ziyaretine varmak istiyordum.

"Üç jandarma arkadaş ve bir minübüs sivil insan vardı. Bir an evvel Üstadı ziyaret edebilmek için 'Masraflar bana ait' demiştim. Şoför mevzuyu duyunca, 'Siz mademki Üstada gidiyorsunuz, o halde ben sizden ücret almam, masraflar bana ait' dedi. 'Sizi trene yetiştireceğim' dedi ve çabucak yetiştirdi.

"Üstadın evine iki yol gidiyordu. Burada duran iki polis 'Yasak' diye bırakmıyordu. Bu polislere çok yalvardım, 'Ben jandarmayım, sizin bir yardımcınızım' dedim. 'Burada hemşehrim bir hoca var, onu ziyaret edip dualarını alacağım' deyince polislerden biri gideceğim yolu bana gösterdi.

"Az sonra Üstadın avlusundaydım. Orada Zübeyir Gündüzalp Ağabey vardı. 'Niçin geldiniz?' diye sordu. Ben de, 'Biz askeriz, Seyda hemşehrimizdir, onu ziyarete geldim' dedim. Az sonra müsaade ettiler. Üstadla uzun uzun konuşacağımı zannediyordum. Ellerini öperek diz çöküp oturdum. Çok ter içinde kalmıştım. Çok hoş bir feyzin içine girmiştim. O feyizli ânı tarif etmem mümkün değildir. Heyecandan Üstada bakamıyordum. Sanki manevi bir dünyaya girmiştim. Ne bakabiliyor, ne de konuşabiliyordum.

"Üstad bana memleketimi sordu. Diyarbakırlı olduğumu söyledim. Bana dualar etti. Derin bir haz, coşkun bir feyiz içine dalmıştım. Büyük bir kutbun huzurundaydım. Bu ulvî huzurda ne kadar kaldım, bilemiyorum. Sonra Üstad, 'Trene yetişin' dedi. Bu yüksek huzurdan huzur içinde, selâmlar vererek, ulvî bir şekilde ayrıldım. Üstad, Zübeyir Gündüzalp Ağabeye söylemiş. O da bize bir risale verdi.

NİYAZİ TEKİN

"Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğim tarihi pek hatırlamıyorum. Zannederim 1956'larda olsa gerek. Sonbahar aylarında Diyarbakır'dan Isparta'ya geldim. Boyacı Rüştü Çakın Efendiyi buldum. O da beni başka bir zata gönderdi. Onu da buldum, ona kendimi tanıttım. Üstadımızı ziyaret için geldiğimi söyledim. Beni güler yüzle karşıladı ve içeri aldı, bu arada bana çay ikram ettii. Çaylar tazelendi, o esnada sohbete daldık.

“Tahminen bir saat oldu olmadı bilemem, bu esnada birisi geldi, 'Kardaşım Üstad seni istiyor' dedi ve gitti. On beş dakika sonra geldi. O zaman pek ziyaretçi kabul etmiyormuş, ama yine bana tebessümle 'Ziyaretin kabul oldu' dedi. Nasıl ziyaret edebileceğimi bana tarif etti.

"Beraberce gittik, ahşap bir eve girdik. Zübeyir Gündüzalp Ağabey bizi buyur etti. Hazret-i Üstadın yüce huzuruna girdik. Üstad bir divan üzerinde oturuyordu, evrad okuyordu. Oturmamızı işaret buyurdular. Diz çökerek oturduk. Az sonra evradı bitirerek, kitabı kapattı ve bana dönerek:

'Hoş geldiniz' dedi. O anda eline kapanarak öptüm, beni iki tarafımdan öptü. Nereden geldiğimi sordu.

'Diyarbakır'dan' dedim. Sevinerek Diyarbakır'a ait bazı şeyler sordu. Tekrar ne zaman döneceğimi sordu.

(31)

Bana erken dönmemi tavsiye etti. O zaman Sözler yeni harflerle ilk defa basılıyordu. Eskişehir'e ve Ankara'ya uğramamı, Atıf Ural'ı görmemi söyledi. Sözler'le Lem'alar'ın basım işinin geciktiğini, merak ettiğini söyledi. Hazır kitap varsa alıp Diyarbakır'a götürmemi söyledi.

"Bana Antalya'nın Demokrat İleri gazetesini gösterdi. Bunda neşredilmiş Risale-i Nurlar vardı. Bana bir İleri gazetesi verdi;

“Diyarbakır'a götür, Mehmet Kayalar'a ver, bunu okusunlar, bu İleri gazetesine abone olsunlar' dedi.

"Hazret-i Üstadın huzurundan, büyük bir mânevî sevinç ve huzur içinde ayrıldım. Bir gece Isparta'da otelde kaldım.

"Sözler ve Lem'alar'ı getirdim. Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'a aynen Üstadımızın tavsiyelerini söyledim. Kitapları ve İleri gazetesini verdim, o da beni cemaate göstererek Üstadımızı ziyaretten geldiğimi anlattı."

YAŞAR GÖKÇEK

1921'de Diyarbakır'ın Ergani kazasında doğan Gökçek, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü mezunudur. Merhum Abdülmecid Nursî'nin (Ünlükul) çok yakın ve candan bir aile dostudur. Kendileri Cizreli Seyda Hazretlerinin bir talebesidir.

"Isparta'da bulunan Üstadı ziyarete karar verdim.

"Ertesi gün, Isparta'dan geçen bir İzmir otobüsü ile yola çıktım. Isparta'da Üstad Hazretlerinin kaldığı evi buldum. Büyük bir heyecan içersinde kapıyı çaldım. Allah'tan beni Üstadla görüşmeye muvaffak kılmasını yalvararak bekledim. Güzel ve şahsiyetli bir yüze sahip bir kişi kapıyı açtı ve beni içeri aldı. Üstad Hazretlerinin odasına girdik. Kendileri Şark usulü ber sedirde o mükemmel kıyafetiyle oturuyorlardı. Etrafında iki veya üç kişi vardı. Ellerini öpmek istedim öptürmediler, yüzümü gözümü ellerine, cübbesine ve dizlerine sürdüm. O anın yüksek heyecan ve sevincinden ağlamamak için kendimi zor tutuyor ve o ana kadar duymadığım büyük bir huzurla, mübarek yüzünü seyrediyordum. Nereli olduğumu, kimliğimi, ne iş yaptığımı, şimdi nereden geldiğimi sordular. Konya'dan geldiğimi öğrenince de;

“Abdülmecid'i gördün mü? Nasıllar?' diye sordular. Kendileriyle bir gün evvel görüştüğümü ve mesajını arzettim. Herkese ve hassaten Saadet'e duâ buyurdular. Ergani ve Diyarbakır'dan tanıdığı bazı kişileri sordular. Tanıdıklarım hakkında kendilerine bilgiler arzettim.

MEHMED EMİN ER

1335'te Diyarbakır- Çermik ilçesinin Kilo köyünde dünyaya geldi.

1954 tarihinde üstadı ziyaret için İsparta'ya gittim.. Bana nerelisin diye sordu. Diyarbakırlıyım dedim. Birçok kişiyi ve Mehmet Kayaları sordu. Sonra Zübeyir'e hitaben 'bir minder getir' dedi. Minderi getirdi hemen yanına sermesini işaret etti ve bana, “otur” dedi… Seni on beş gün kadar misafir etmek isterdim, fakat üzerimizde tarassudatlar vardır. Ben seni talebelerimden kabu ettim. Hemen memlekete avdet et. Paran yoksa sana vereyim. Benim param vardır dedim. Mübarek elini öptüm. O da faziletinden fakirin elini öptü. Gözyaşlarımı dökerek ayrıldım. Saatime baktım. Gördüm ki, Üstadla mülakatımız tam 45 dakika olmuş.

30. http://menba.org

31. N.Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı., 4/4185.

30

(32)

ABDÜLKADİR EKİNCİ

1948-1949 yıllarında pederim Çermik'te Kur'an kursu hocasıydı. Babam, arada sırada bize, “Üzülmeyin, merak etmeyin şafak atmış, güneş doğacak.” diye karanlık günlerin gerilerde kaldığını ve İslami hizmetlerin inkişafını müjdeliyordu… Risale-i Nurları okumazdan önce kendimi çok bigi sahibi bir hoca zannediyordum. Ama Nur risalelerini okuyunca, o eski bilgilerim çok sönük kaldı…

‘Nihayet bu arzu ve iştiyak içinde İsparta'ya geldim. Üstadın elini öptüm. Bana niçin geldiğini sordu. Ben cevaben:'Niçin geldiğimi bilmiyorum. Kendimi size teslime geldim. Bir sapan taşı gibiyim, nereye atarsan oraya gideceğim.'Bana 'Yemen'de Risale-i Nur'a hizmet edeceksin, haydi git” deseniz, derhal Yemen'e giderim, dedim. Bu cevabım Üstadımızın hoşuna gitmişti. Çok memnun oldu. Yanımda bulunan ağabeylere;

“Bakın şarkta böyle fedakârlar var” dedi. Bulunduğum yerde hizmet etmemi istedi.

ASAF GÖRDÜK

1934'te Diyarbakır'ın Eğil beldesinde doğdu. Öğretmen arkadaşım İrfan Haspolatlı ile birlikte Diyarbakırdan trenle ayrıldık. O sıralarda İsparta ilinde olduğunu öğrendiğimiz Bediüzzaman hazretlerini ziyaret etmeyi amaçlıyorduk… Üstad Diyarbakırdaki Mehmet Kayaları sordu. Aslolan beni ziyaret etmek değildir. Kur'an tefsiri açıklaması mahiyetinde olan Nur risalelerini okuyunuz' dedi.

Askerlik kuramda Emirdağ çıkmıştı İstediğim yer çıkmıştı. Arkadaşım Emirdağ'ın Bediüzzaman Said Nursi'yi misafir ettiğini söyledi. Üstadı ziyarete gittiğimde 'Gel,gel kardeşim ,seni beklyordum dedi. Ellerini defalaraca öptüm,öptüm..O esnada hıçkırıklarla ağladığımı unutamamam.Daha önce söylemediğim halde Bak kardeşim sen istedin,sen geldin demesi kerametidir..Bizim soyumuz Diyarbakır'ın Eğil ilçesi beylerinden gelir.Onlarda Paygamber Efendimiz (s.a.s) amcası Hz. Abbasın soyundan gelmektedir. Bediüzzaman Peygamber soyundanddır.'Asaf kardeşim Abbası aşairindendir ve benim amcazademdir demesi ancak ve ancak bu asrın müceddididinin bir kerametidir.

SELAHATTİN KAPLAN

1926 senesinde Diyarbakır'ın Bismil ilçesinde doğan Selahattin Kaplan Nizip, Kırıkhan, Düzce, Ergani, Çermikte müftülük yaptı. Diyarbakır'a yerleşti. 'Fatır-ı Zülcelal'e asrımızın müceddit ve mutasarrfını göstermesini niyaz ettim. Âlem-i mânada gördüm kÂlem-i, DÂlem-iyarbakır'ın Urfa kapısına yakın MelÂlem-ik Ahmed camÂlem-iÂlem-i'nÂlem-in civarında Üstad Bediüzzaman.. Miftahü'l-İman'ı bana verdi. Hemen uyandım Namazdan sonra Diyarbakır'dan bir arkadaş çıkageldi ve rüyada bana verilen kitabın aynısını verdi. Ve o gün emekli Yüzbaşı Mehmet Kayalar, Üstadın eserlerini ders vermekle neşrettiğini ifade etti. Burada, Üstad'ın manevi tasarrufuyla intişar edip beni de halka-i tedrisine almayı buyurduğuna kanaat getirdim, Allah'a şükrettim.

Bediüzzaman'ı ziyaret aşkıyla yola çıktım…Üstad; “Hoş geldin kardeşim.. Seni talebelerim içine kabul ettim, dua ve kazançlarıma dâhil ettim” dedi.

32. N.Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı., 4/191. 33. N.Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.,17.baskı.,6/127. 34. N. Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.,17.baskı., 5/287.

32

33

Referanslar

Benzer Belgeler

TRC2 Bölgesi 2014-2023 Bölge Planı; hazır- lanan mevcut durum raporu, yapılan analizler, katılımcı süreçlerle Bölge aktörlerinden elde edilen sorun önceliklendirme,

Bu gelime ekseni Gelime ekseni kapsamnda üç amaç belirlenmitir; ile zengin doal kaynaklara ve kültürel mirasa, yüksek tarmsal üretime, tarma dayal sanayi ve turizm potansiyeline

durumunun kötü olması, herniye olan barsak anslarında obstüksiyonu aklımıza getirdi. Bu nedenle Ba’lu grafiler yerine yapılan toraks BT inceleme de, direkt

• Meşruti monarşi, soya dayalı olarak başa geçen devlet başkanının yetkilerinin meclisle sınırlandırıldığı monarşi biçimidir.. Bu devlet biçiminde,

• 0 Ekim 1965 tarihinde yapılan seçimlerde toplam 450 milletvekilliğinden Adalet Partisi %52,9 oy oranıyla 240 milletvekilliği, Cumhuriyet Halk Partisi %28,7 oy oranıyla

• Bu değişimlere rağmen, Türkiye’de aile yapısı genel olarak analiz edildiğinde ataerkil aile yapısının hâkim olduğu, ailede erkeğin belirleyiciliğinin

• Tarım toplumlarında, nüfusun büyük bölümünün yaşadığı köylerde dine dayalı eğitim yaygındır ve eğitimde, dinî kuralların öğretilmesi öne

dolayısıyla küreselleşme dediğimiz olguyu, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel boyutları ile bir bütün olarak olanaklı kılan ve sermayenin