• Sonuç bulunamadı

BÖLGEDE BEDİÜZZAMAN BEDİÜZZAMAN SİİRTTE

Belgede Bediüzzaman ve Diyarbakır (sayfa 148-160)

evlerde, bütün mekanlarda, bütün insanların kalbinde barış çığlığı yankıla nacak Barış için hepimizin yapması gereken ve hepimizin yapabilecekleri var.

BÖLGEDE BEDİÜZZAMAN BEDİÜZZAMAN SİİRTTE

Bediüzzaman Bitlis'in Nurs köyünde 1876'da doğdu.- Bir gün rüyasında pergamberi gördü. Çok etkilendi, şevkle dinini öğrenmeye sarıldı. Bediüzzaman Bitlisten sonra Siirt'e geldi. - Siirtli Molla Fethullah Efendi, üstün becerisi karşısında ona Bediüzzaman (Zamanın Güzeli) demeye başladı. Onun bilgisini sorgulayan- lardan birisi de Siirt'teki ünlü Molla Fethullah Efendi'ydi. Said'in üstün becerisi karşısında hayran kalan hocası, Said'e 'Bediüzzaman' demeye başladı. Çünkü onu eski din âlimlerinden Bediüzzaman-ı Hemadani'ye benzetmişti. 'Bedii' kelimesinin 'güzellik ölçülerine uyan', 'gözü ve gönlü okşayan', 'beğenilen' ve 'estetik' gibi anlamları vardır. O halde Bediüzzaman; 'Zamanın güzeli', 'Dönemin harikası' demektir.

Tillo ve Zemzem'il-Hassa Hz. Bediüzzaman

Doğum tarihi 1765, Vefat tarihi ise 1852 yıllarıdır. Şeyh Mustafa Fani Hz.'nin kızıdır. Sultan Memduh Hz.'nin eşidir. Kendisine has divanı vardır. Yaşantısı ibadet ve zikir ile geçmiştir. Sultan Memduh Hz. Türbesi'nde metfundur. 1890 yılında Tillo'ya gelen Bediüzzaman, Kubbe-i Hasiye denilen bu kubbede tek başına kalarak Kamus-u Okyanus adlı lügatı babu's-sin'e kadar (1.155 sahife) ezberlemiştir. Bu arada kardeşi Mehmet'in getirdiği yemeğin tanelerini karıncalara verip, suyuna da ekmeğini batıra-

271. 10 Eylül 2013 www.diyarinsesi.org

272. Emre Aköz: “Bir rüya gördü değişti.” Sabah,12.12.2004. 273. http://www.siirt.gov.tr/ziyaretler.htm

rak yermiş. “Neden böyle yapıyorsun?” diyenlere Bediüzzaman: “Karıncaların içtimai hayatlarında m a l i k i y e t , ç a l ı ş k a n l ı k , y a r d ı m l a ş m a v e vazifeşinaslık var. Ben bunu gördüğüm için bunların Cumhuriyetçi oluşlarına mükafaaten kendilerine yardım etmek istiyorum.” diye cevap verir.

271

272

Bediüzzaman Şirvan'da bulunduğu sırada Siirt civarından birisi gelerek, "Aman efendim, Siirt'e bir çocuk gelmiş; kendisi ondört-onbeş yaşında, umum ulemayı ilzam etti. Şunu ilzam etmek için sizi davete geldim" der. Molla Said de şu davete icabet ederek Siirt'e gitmek için hazırlanır. Yola düşerler; iki saat gittikten sonra, o küçük hocanın evsaf ve kıyafetini sorar. O adam:

"Efendim, ismini bilmiyorum; fakat ilk gelişte derviş kıyafetinde olup omuzunda bir posteki vardı. Bilahare talebe kıyafetine girdi ve umum ulemayı ilzam etti."

Bunu dinlediğinde, kendisinden bahsettiğini ve bir sene evvelki kendi vukuatının şimdi civar köylerde şuyû bulduğunu anlayarak geriye döner, davete icabet etmez. Bilahare Siirt'e bağlı Tillo kasabasına gitti. Meşhur bir türbeye kapandı. Bediüzzaman Tarihçe-i Hayatının ve İhtiyarlar Lem'asının şehadetiyle, gençliğinde emsallerinin fevkinde olarak, Siirt'in Tillo kasabasında inzivaya girmişti. Orada, harika olarak, Kàmus-u Okyanus'u Babü's-Sin'e kadar hıfz etti. Tillo'da iken, bir gece Şeyh Abdülkàdir-i Geylanî Hazretlerini (k.s.) rüyasında görür. Geylanî Hazretleri (k.s.) kendisine hitaben: "Molla Said! Mîran aşîreti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz; yaptığı zulümden vazgeçerek, namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz."

Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşîretine doğru Tillo'dan hareket eder; doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde, Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın nazar-ı dikkatini celb edince, aşîret binbaşılarından Fettah Beyden kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir.

Hâlbuki Paşa ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz, bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti. Molla Said'e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben, "Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim" demesinden, Paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve

Molla Said'e ne için geldiğini tekrar sorar. Molla Said, "Sana söyledim ya, onun için geldim" der. Mustafa Paşa, çadırın direğinde asılı bulunan Said'in kılıncına işaret ederek, "Bu pis kılınçla mı?" Bediüzzaman, "Kılınç kesmez, el keser" cevabında bulunur. Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak, biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bediüzzaman'a: "Benim Cezîre'de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehrine atarım.”

Molla Said, "Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevap verince sizden birşey isterim ki; o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim" der. Bu

muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezîre'ye giderler. Yolda, Paşa katiyen Molla Said'le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkie gelince, yorgunluğundan, Molla Said orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz, etrafında bütün Cezîre âlimlerinin kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cezîre âlimleri, Molla Said'in şöhretini işittikleri için, mebhût ve hayran bir vaziyette, çaylarını bile unutarak, Molla Said'in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki âlimin çayını da içer; onlar fark edemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitaben: "Ben okumuş değilim; fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlûp olacağınızı şimdi anlıyorum. Zîra bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka, iki-üç bardak da sizin çayınızı içti." Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra, Molla Said bu âlimlere karşı, "Efendiler, bendeniz vadetmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh, suallerinize muntazırım" der. Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umûmuna cevap verdikten sonra, her nasılsa, Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde, karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak, "Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde, farkına varmadınız." diyerek, cevabını tashih eder. Hocalar dediler: "İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz."Sonra, o hocalardan bir kısmı Molla Said'den ders almaya gelirler. Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar.

Molla Said, alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfz etti ve okudu. Molla Fethullah, "Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir" diyerek hayrette kaldı. Bediüzzaman, orada iken Cem'ü'l-Cevami' kitabını, günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfz etti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelamı söyleyerek kitabın üzerine yazdı: Bu hal Siirt'te şuyû bulmuş ve Molla Fethullah ulemaya, "Bizim medreseye gàyet genç bir talebe geldi, her ne sual ettimse bilatevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım" diyerek, pekçok metheder. Bunun üzerine, ulema bir yerde toplanarak, Bediüzzaman'ı davet ederler. Bediüzzaman, intihab ettikleri bütün suallerine bilatereddüt cevap verirken, Molla Fethullah'ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören ulema, Bediüzzaman'ın harikulade bir genç olduğuna hükmedip, fazîletini takdir ve sena ettiler. Bu hal etrafta işitilir; ahali, kendisine veliyyullah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakarlar. Bu vaziyet, ikinci derecede bulunan birtakım âlim ve talebelerin rekabetlerini arttırdı. Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlûp edemedikleri Bediüzzaman'ı kavgã yoluyla iskat etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da, meseleden haberdar olan Siirt ahalisi, kendisini kurtarmak için gelmişler. Ahali nazarında büyük mevkii olduğu için, derhal muarızların ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de; Bediüzzaman, mesleklerine olan fevkalade muhabbetinden, muarızları bulunan talebe ve ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasını temin için, kendisi odadan çıkıp, muarızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine cahillerin karışmamasını müdafaa eder. Bu ihtilafı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye,

274. Tarihçe-i Hayat, Sayfa 35. Emirdağ Lahikası, Sayfa 442.

“Beni öldürünüz; ilmin haysiyetini muhafaza ediniz!" diyerek yüzünü çevirmiş ise de hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihayet, ihtilaf bertaraf edilmiştir. Sürt mutasarrıfı, kendisini muhafaza etmek üzere yanına çağırdığı ve o talebeleri nefyedeceği haberini tebliğ etmeye gönderdiği jandarmaya karşı Bediüzzaman, "Biz talebeyiz, birbirimizle döğüşürüz, barışırız. Binaenaleyh, mesleğimiz haricinde bulunan birisinin bize karışması muvafık olmadığından gelemeyeceğim ve hata da benimdir" cevabında bulunarak, jandarmaları reddetmiştir. Bu esnada on beş, on altı yaşlarında bulunuyordu. Lakin, kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metîndi. "Said'i- Meşhur" lakabıyla yad ediliyordu Siirt'te, kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını îlan etti Cemü'l-Cevaminin tamamını bir haftada ezberine aldı.

Molla Abdullah'ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt'e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendinin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Said'e, "Geçen sene Süyûtî okuyordunuz, bu sene Molla Cami'yi mi okuyorsunuz?" Bediüzzaman: "Evet Cami' yi bitirdim."

Molla Fethullah, hangi kitabı sordu ise, "Bitirdim" cevabını alınca tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı; taaccüp etti ve dedi: "Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?" Bediüzzaman, "İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakîkati ketmedebilir, fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakîkat-i mahzdan başka birşey söyleyemez. Emrederseniz, söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz," der.

Molla Fethullah hangi kitaptan sordu ise, cevabını güzelce verir. Bunun üzerine, bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Said'in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başladı. Molla Fethullah, `Pekâlâ, zekâda harikasınız; fakat hıfzınız nasıldır Makàmat-ı Harîriye'den birkaç satırını iki defa okumakla hıfz edebilir misiniz?" diyerek kitabı uzatır.

Efsane Kent Tillo

Siirt'ten bahsedip de Tillo'dan bahsetmemek olmaz. Siirt'e 9 km. mesafedeki Aydınlar (Tillo), hiç şüphesiz sadece Siirt'in değil, tüm Güneydoğu'nun hatta Anadolu'nun efsane beldelerindendir. Hani Siirt'e “Evliyalar Diyarı Siirt” deniyor ya, bu unvan daha çok Tillo münasebeti ile bu şehre verilmiş olsa gerek. Bundan yaklaşık 920 yıl önce Şam'dan ve Bağdat'tan gelerek yüksekçe bir tepeye Hz. Ömer'in torunları Farukiler ile Hz. Abbas'ın torunları Abbasilerin Anadolu'yu İslamlaştırmak için yerleştikleri beldedir Tillo. Asırlardır bu iki aile arasındaki tatlı rekabeti bugün bile sahip oldukları medreseler ve postnişinlik ile gözlemleyebilirsiniz.

Marifetname müellifi İbrahim Hakkı Hazretlerini, Erzurum'dan Tillo'ya çeken güç, bugün hâlâ pek çok genci, Tillo'daki medreselerde, eski usulde Arapça sarf ve Nahv tedris etmeye çekmekte. Sadece 2 bin 500 kişinin yaşadığı Tillo'dan geçtiğimiz dönemde Parlamento'da tam beş milletvekilinin bulunmuş olması bir tesadüf değildi. Zira Tillo, tarih boyunca bir kültür ve medeniyet bölgesi olma özelliğini ve baskın kültürünü bugün de sürdürmeye devam ediyor. Tillo, İbrahim Hakkı Hazretleri ve

275. Tarihçe-i Hayat, s. 34 276. Tarihçe-i Hayat, s. 33

275

277. Davut G. Benli - Vefanın ve umudun gizemli şehri AksiyonSayı: 432 - 17.03.2003 278. Ali Bulaç: Tillo, Zaman

onun müstesna hocası İsmail Fakirullah'ın yanısıra, Sultan Memduh, Şeyh Mücahid, Şeyh Muhammed Tarmili, Zemzeme Hassa Hatun gibi pek çok tasavvuf büyüğünü bağrında barındırır. Bu özelliği ile Siirtliler ile Tillolular arasındaki gizli çekişmeyi de Siirt'te kolayca gözlemleyebilirsiniz. Arapların çok düşkün oldukları asaletleri, Tilloluların Siirt yerlilerine hor bakmalarını, Siirtlilerin de Tilloluları köylülükle, kendi tabirleri ile “Rıstaki” olarak tanımlamaları bu çekişmeyi aslında siyasi boyutlara taşıyor.

Bir mekânın önemini havasından anlamanız mümkün. Teneffüs ettiğiniz havasında yüzlerce yılın derin etkileri var. Birdenbire sayısız hatıra ve tarihî olay canlanır. Tillo böyle bir yer. Daha girişinden itibaren sanki zaman tünelinde yolculuğuna çıkmış olursunuz. Modern dünyayı çok gerilerde bıraktığınızı düşünürsünüz. Sadece bindiğiniz araba bu dünyaya ait. Sizi manevi bir atmosfer sarar. Mezarlar, türbeler, camiler, medreseler, yıkık duvarlar. Her biri başka bir zamanın şahitleri. Orada yaşayan insanların üzerinde tarihin manevi, huzur verici derinliği var. Son derece saygılı yürürler. Birbirlerine karşı tutumları bugüne ait olmayan bir medeniyetin izlerini taşıyor. Rivayetlere göre Tillo'da 12 bin veli ve İslam bilgininin kabri bulunuyor. Tabiinden de burada gömülü olanlar var. Öyle olmakla beraber bunlar kutsalın sis perdesi altında, ama sanki Tillo'yu ziyaret edenleri gözetliyormuş gibi duruyorlar. Tillo deyince akla büyük bilgin ve sufi Şeyh İsmail Fakirullah gelir. Ve tabii Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri. Tillo'yu gezerken insanların birbirine "nesep" değil "sebep" zemininde nasıl büyük ve derin bir bağlılık duyduklarını hayranlıkla temaşa ettim. Hocası ve mürşidi Şeyh İsmail Fakirullah'a duyduğu o büyük bağlılık, Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya olağanüstü işler yaptırmaya sevk etmiş. Hocasının gömülü bulunduğu mezara 2.800 kuş uçuşu, yani 3 km uzaklıktaki yüksek bir dağdan güneş ışığı getirtmeyi düşünmüş. Mezarın üstüne bir kule inşa etmiş, kulede öylesine ilginç, daha doğrusu ince hesaba dayalı bir pencere açmış ki, güneş o dağdan pencereye vuruyor ve oradan da hocasının yattığı mezarın tam başucuna iniyor. Tabii restorasyon sırasında bu ince hesaplar göz önüne alınmadığı için sistem bozulmuş, ama bir tür maketi olduğu gibi duruyor. Üzerinde meridyen ve paralellerin yer aldığı yerküre, mevsimleri, burçları ve önemli yıldızları gösteren gökküre, güneşin yüksekliğini, namaz vakitlerini, kıble yönünü bulmakta kullanılan Rubu'l- Müceyyeb, yıldızların yerlerini bulmada kullanılan Rubu'l-Mukantarat, gezegenlerin, yıldızların yerlerini ve yüksekliklerini bulmada kullanılan usturlablar, bugünkü bilgilere son derece yakın, ama kutupları eksen alarak çizilen dünya haritası bir dehanın neler yapabileceğinin somut göstergeleri. İbrahim Hakkı'nın şu sözü ilginç: "Gezegenler ve yıldızlar arasındaki durumu Tillo'nun sokakları kadar iyi tanırım." Eliyle yaptığı bir kürede Tillo'nun varlık içindeki yerini noktasal olarak göstermiş. Olağanüstü bir şey bu. Büyük bir bilgin ve sufinin astronomi, matematik, geometri, kimya ve coğrafya alanında ortaya koyduğu harikalar geleneksel İslam bilgi ve kültür mirasının bir devamı. Fakat ne yazık ki, bir dönem sonra bu gelenek radikal bir kesintiye uğramış, bunun sonunda da bir tereddi ve çöküş baş göstermiş.

277

İbrahim Hakkı Hazretleri

1703 (H.1115) senesinde Erzurum'un Hasankale kasabasında doğdu. Anadolu'da yaşayan büyük veli ve âlimlerdendir. İbrâhim Hakkı hazretleri, 1763 (H.1177) senesinde hâtıralara bağlılığı ve vefâ duygusunun çokluğundan, hocasının memleketi olan Tillo'ya gitti. İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunu Fâtıma Hâtunla evlendi. Orada kaldı. Talebe yetiştirmeye burada da devâm eden İbrâhim Hakkı bir sene sonra hacca gitti. Dönüşünde tekrar talebe okutmaya devâm etti. İbrâhim Hakkı hazretleri, zaman zaman Tillo'da, "Cebel-i Ra'sil Kuvâ" ismindeki tepeye çıkardı. Talebelerine de; "Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır." derdi. Bu tepeye bir musallâ taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhireti ve hesâbı düşünürdü. Yine bir gün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd'du. Onlara; "Sübhânallah! Hepinizin adı da Mahmûd. Herbiriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allah'ın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sâhib olup; "Memduh" lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe ilim öğrenmeye gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp herkesin hidâyete kavuşmasına vesîle olacaktır." buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; "Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam." diye temennî ettiler. Bir müddet sonra içlerinden ikisi ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd'a; "Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı, ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme." buyurdu.1778 (H.1192) senesinde ömrünün sonlarına yaklaşan İbrâhim Hakkı, vasiyetnâmesini yazdı. Sık sık hastalanması sebebiyle bizzat kendisi kitap yazmak için uğraşamıyordu. Ancak yazdırmak sûretiyle kalan ömrünü bereketlendirmek istiyordu. Bu sebeple oğullarının kâtib olarak yardım etmelerini istedi. Kendisi söyleyip oğulları yazdılar. Nihâyet 1781 (H.1195) târihinde bir Perşembe günü vefât etti. Tillo'da, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin kabrine komşu olacak şekilde defnedildi. Ölümü için de; "Hudâyı bilmeye ancak cihâne geldi sultânım." mısraı târih olarak düşürüldü. Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap yazmakla geçiren İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtında, iki oğlu ve iki kızı vardı. Oğulları, İsmâil Fehim ve Muhammed Şâkir'dir. Babasının neslinin devâmını Muhammed Şâkir sağladı. Kızları Şemsî Âişe ile Hanîfe Hâtun'dur. İbrâhim Hakkı hazretleri, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimlerin yanında, aklî ilimlerle de uğraşmış, canlılar hakkında çeşitli teoriler ileri süren Fransız doktoru Lemarck, İngiliz Ch. Darvin, Hollandalı Hugo de Vries gibi batılı ilim adamlarından çok önce, canlılar hakkında, en basitinden en mükemmeli olan insana kadar düzgün bir tekâmül bulunduğunu yazmıştır. Bu konuyu ele alırken, bu tekâmülde arada görülen belli noktaları, husûsî özellikleri ve her birinin hudutlarını tesbit etmiş, hepsinin ayrı ayrı cinsler olduğunu ayrıca belirtmiştir. O sâdece biyoloji ilmi ile değil; fizikten kimyâya, matematikten astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle uğraşmış, bir ilim ve mârifet hazînesi olan Mârifetnâme'sinde, bütün bunlara yer vermiştir. Mevâlîdi, yâni canlı cansız bütün varlıkların yaradılış sırrını bilmek ve irfânı tahsîl etmek, onda pek açık olarak görülmektedir. Hayâtında hiçbir zaman okumayı ve okutmayı elden bırakmayan İbrâhim Hakkı hazretleri, ideal insan tipi olarak, ârif insanı göstermiştir. Kendisi de bu ölçü içinde kalmıştır. Ona göre, ârif; gönülle ve akılla bilendir. Fakat gönülle bilmek ârifin yegâne husûsiyetidir. Bu yüzdendir ki o, gönüle, eserlerinde

büyük yer vermiştir. Gönül, sevgilinin mekânıdır. Aşk sâyesinde bu sevgi vardır. Bu yollarda hikmet (fen ve sanat) vardır. Mevâlîd (varlıkların sırrını anlama) bu yolla olmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse İbrâhim Hakkı; gönül sâhibi olan, fen ve sanata yer veren büyük bir âlim, hakka rızâ gösteren bir velîdir. Eserlerinin ismine ve mahlasına bakınca, bütün bunların hepsi görülür. Dîvânının adı İlâhînâme' dir. Bu ismi boşuna koymamıştır. Hakîkaten hepsi ilâhîdir. Mârifetnâme ise ârifîn kitabı demektir.

Şeyh Mahmud Zokaydi ve Bediüzzaman Hazretleri

1877 tarihinde Siirt'in halenze köyünde doğar.40 a yakın eser telif eden Molla Halil es-Siirdi'nin torunudur. Soyu Diyarbakır-Mardin arasında meşhur bir ziyaretgâh olan Sultan Şey Musa ez-Zuli tarikiyle Hz. Ömer'e ulaşır.1992 yılında vefat eder. Siirtte Zokaytta defnedilir. Rus savaşlarında büyük kahramanlık gösteren Zokaydi 1. dünya savaşı sonrası kıtlıklarda büyük yardımlarda bulunur. Bediüzzaman gibi kendisi de sürgüne gönderilmiştir. Bediüzzamanla Zokaydi arasında ahiret kardeşliği peyda olmuş, Bediüzzaman ona iltifatlar yağdırmış, hatta bir defasında 'onun kadar güzel Kur'an okuyan birine rastlamadığını ifade eder.

Bediüzzaman sürgünler esnasında Zokaydi'ye yazdığı mektupta 'Ben şeyh Diyauddin hazretin vefatından dolayı gayet müteesirrim. O ay, siz halifeler yıldızsınız. Ay yok olduğu zaman yıldızlarla ihtida olunur. Bediüzzaman'ın Şeyh Fudayl Zokaydi'ye gönderdiği mektup Zokaydi, Bediüzzaman'a kendisini göstermek istediğini bilirden bir mektup yazar. Bu mektubunda, Şeyh Abdulkahhar'ın torunu ve Şeyh Mahmud Zokaydi'nin oğlu olduğunu, 5 kardeşiyle beraber Zokayd'da talebelere ders verdiklerini yazar. Ancak şeyh Fudayl mektubunda kaç talebeleri olduğunu belirtmemiş olmasına rağmen, Üstad'ın bunu 70 olarak doğru bilmesini, onun kerameti olarak yorumlamış ve bu şekilde anlatmıştır. Bediüzzaman, o vakitler yaşlı ve hastadır. Mektubu bile yazacak takatta olmadığından bu cevabi mektubu, talebesi Abdulmuhsin Ziya'ya yazdırır. Bediüzzaman Said Nursi, şeyh Fudayl Zokaydi'nin mektubuna karşılık yazdığı mektubu, Latin harfleriyle aynen veriyoruz:

'Bismihi Subhanehu Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve barekatuhu ebeden daimen Aziz, sıddik kardeşim. Evvela binler selam ve hürmetler ederiz. Saniyen; Üstadımız hastadır, senin mektubunu okudu fakat cevabı kendi yazamıyor. Hem sana hem de beşkardeşine ve oradaki yetmiş talebelere çok selam ve dua ediyor ve

Belgede Bediüzzaman ve Diyarbakır (sayfa 148-160)