• Sonuç bulunamadı

Osmanlı'dan Cumhuriyete Kastamonu basınında sivil toplum kuruluşları (1908-1928)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Osmanlı'dan Cumhuriyete Kastamonu basınında sivil toplum kuruluşları (1908-1928)"

Copied!
159
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH ANABİLİM DALI

YAKINÇAĞ TARİHİ BİLİM DALI

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E KASTAMONU

BASININDA SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

(1908-1928)

Sema İSLAMOĞLU

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN

Prof. Dr. Muhittin TUŞ

(2)
(3)
(4)

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E KASTAMONU BASININDA SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI (1908-1928)

Sema İSLAMOĞLU ÖZET

Türk toplumunda devlet ile vatandaşlar arasında bir köprü vazifesi gören sivil toplum kuruluşlarının (STK) doğuşu, II. Meşrutiyet dönemine dayanmaktadır. Türk tarihinde 1908 yılı, meşrutî monarşinin kurulduğu, hükümetin yalnızca halk tarafından seçilmiş bir meclise karşı sorumlu olduğu sivil-askerî bürokrasinin siyasî süreçten dışlanmaya çalışıldığı bir dönemin başlangıç noktası olması bakımından son derece önemli bir süreçtir. Bununla birlikte, temel hak ve özgürlüklerin, yazılı anayasal belgelerde yer verilmesi anlayışı, Batı’dakine benzer sivil toplum öğelerinin, tohumlarının atılması anlamına gelmiştir. Bu bağlamda, çıkartılan 16 Ağustos 1909 ‘Cemiyetler Kanunu’ cemiyet kurma hakkını daha yasal ve kolay hale getirmiştir. Bu durum, STK’ların daha geniş çevrelerce benimsenmesinde etkili olmuştur. Bunda İttihad ve Terakki yönetiminin etkisi büyüktür.

Bu çalışmada, 1908-1928 arası Kastamonu basınında STK’ların çalışmaları ve bulundukları döneme katkıları ve rolleri üzerinde durulmuştur. II. Meşrutiyet döneminde başlayan cemiyetleşme, halkı Millî Mücâdele ve Kuvâ-yı Millî’ye ruhuna hazırlamada etkili olmuş, halk arasında birlik, beraberlik duygularını güçlendirmiştir. Millî Mücâdeleyi yapan ruhun köklerini bu kuruluşlar oluşturmuş ve kamuoyunu çok önemli bir şekilde etkilemiştir. STK’lar Kastamonu vilâyetinin sosyal ve kültürel yapısına katkı sağladığı gibi şehirdeki aydın kitlenin de ön plana çıkmasına vesile olmuştur. ANAHTAR KELİMELER: Kastamonu, Sivil Toplum Kuruluşları, Cemiyet, Basın, Meşrutiyet, Millî Mücâdele

(5)

SUMMARY

Emergence of nongovernmental organizations (NGO), which function as bridges between the government and the citizens in the Turkish society, goes back to the 2nd Constitutionalist Period. The years between 1908 and 1909 have been extremely important years for Turkish history since they comprised a period when constitutional monarchy was established and the civil-military bureaucracy, according to which the government was responsible only against an assembly selected by the people, was tried to be excluded from political process. In addition to that, the understanding that suggests including basic rights and freedoms in constitutional documents meant sowing the seeds of civil society elements similar to the ones in the West. Concordantly, the

“Associations Law’ issued on August 16th 1909 legalized the right to found associations and made it easier. This situation contributed the the adoption of nongovernmental organizations by larger masses. Union and Progress Party Government had a big influence in this sense.

This study has focused on the works of NGOs within Kastamonu press between 1908 and 1928 and their roles and contributions to the period. Association movement that started in the 2nd Constitutionalist Period had affects while preparing the people for War of Independence and Sprit of National Forces and it strengthened solidarity and unity senses among the people. These associations established the roots of the spirit that fought in War of Independence and they significantly affected the public. NGOs did not only contribute to the social and cultural structure of Kastamonu province but also helped the intellectual people in the city to come into prominence.

KEYWORDS: Kastamonu, Nongovernmental Organizations, Association, Press, Constitutionalism, War of Independence

(6)

KISALTMALAR

age : Adı geçen eser

agm : Adı geçen makale

ATESE : Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi

BCA : Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi

BOA : Başbakanlık Osmanlı Arşivi

Çev. : Çeviren

DH-KMS : Dahiliye Kalem-i Mahsus

Haz. : Hazırlayan

İSH : İstiklâl Harbi

Nr. : Numara

STK : Sivil Toplum Kuruluşları

S. : Sayı

s. : Sayfa

vb. : ve benzeri

(7)

RESİMLER VE BELGELER

Resim 1:Donanma Cemiyeti Reisi Ziyaeddin Efendiye madalya verildiğini

göste-ren belge………..47

Resim2: Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Şeyh Ziya Efen-di………..78

Resim 3: Müdafaa-i Hukuk, Hilâl-i Ahmer ve Tayyare Cemiyetleri üyesi İzbelizâde Hafız Selma Hanım………...84

Resim 4: Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyesi kâtibi Saime [Ayoğlu]………..84

Resim 5: Kastamonu Gençler Kulübü Üyeleri………...89

Resim 6: İsmail Hakkı [Uzunçarşılı] ve Hüsnü [Açıksöz]………...104

(8)

ÖNSÖZ

Son yıllarda yerel tarih ile ilgili yapılan çalışmaların artması, bu alanda mevcut eksikliği ortadan kaldırması bakımından son derece önemlidir. Bu çerçevede bu çalışma da, bu eksikliği gidermek amacıyla hazırlanmıştır.

Araştırmada böyle bir konunun seçilmesinde iki temel sebep etkili olmuştur: İlki bir tarihî mekân olarak Cumhuriyet’in devr aldığı Anadolu şehirleri arasında Kastamonu’nun ayrı bir yerinin bulunması ve şehrin sivil toplum açısından son derece zengin bir zemine sahip olmasıdır. Kastamonu, mevkii itibarıyla I. Dünya Savaş’nın ve Millî Mücadele’nin başlatıldığı yerlerden uzak olmasına rağmen, neredeyse Kurtuluş Savaşı’nın tüm hazırlıklarının ve alt yapısının burada oluştuğunu söylesek, fazla abartmış sayılmayız. Ayrıca, buradaki mücadeleyi de herhangi bir devlet kurumu organize etmiş de değildir. İkincisi; Kastamonu’da var olan cemiyetlerin sosyo- kültürel, siyasî, eğitim vb. konulardaki faaliyetlerini, ne gibi yararlar sağladığını tespit ederek Kastamonu’nun tarihine ışık tutmaktır. Ayrıca, şehrin gerek meşrutiyet gerekse Millî Mücâdele dönemindeki tarihî misyonunu ortaya koymak da hedefler içerisindedir. Böylece, hem Kastamonu’daki aydın insanlar tespit edilmiş olacak hem de halkın siyasî ve sosyo-kültürel hayata olan ilgisi ölçülmüş olacaktır.

Bu bağlamda ele alınan konu, bir giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında, sivil toplum kuruluşlarının genel çerçevesi çizilmiş olup hipotez ve varsayımlar ortaya konulmuştur.

Birinci bölümde, sivil toplum kavramının teorik çerçevesi yani kavramsal ve tarihsel boyutu incelenmiştir. Daha sonra ise sivil toplum kavramının işlevleri, hukukî yapısına değinilmiş, Avrupa’daki ve Osmanlı devletindeki gelişim süreçleri değerlendirilmiştir.

İkinci bölümünde II. Meşrutiyet devri Osmanlı ülkesinde cemiyetlerin doğuşu ve Kastamonu’daki teşkilatlanışı ele alınmıştır. Bu cemiyetler, yapısına göre siyasî-sosyal vb. başlıklarla kronolojiye uygun olarak tasnif edildiği gibi benzer cemiyetler de birbiri ardına verilmiştir.

(9)

Son bölümünde ise, altı yüzyıl boyunca varlığını devam ettiren Osmanlının sona erdiğini belgeleyen Mondros Mütarekesi ile yeni bir devletin ve dönemin başladığını gösteren kesitten Harf İnkılabı’na kadar olan süreçte, kurulmuş olan cemiyetler ve üstlendikleri fonksiyonlar incelenmiş; Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yıllarının benzerlikleri ve farklılıkları ortaya konmuştur.

Bu araştırma süresi boyunca bana her konuda yol gösteren, destek olan ve beni eğiten çok değerli hocam Prof. Dr. Muhittin Tuş’a emeklerinden dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Daha sonra ise böyle bir konuyu seçmemde bana yol gösteren değerli hocam Yrd. Doç. Dr. Mustafa Eski’ye de yardım ve desteklerinden dolayı teşekkürlerimi sunarım.

Sema İSLAMOĞLU Konya 2011

(10)

İ

ÇİNDEKİLER

ÖZET ...I

SUMMARY ... II

KISALTMALAR... III

RESİMLER VE BELGELER ... IV

ÖNSÖZ ... V

GİRİŞ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ TEORİK ÇERÇEVESİ

A.SİVİLTOPLUMKAVRAMI ... 4

1. Sivil Toplum Kavramının Tarihsel ve Düşünsel Temelleri ... 5

2. Sivil Toplum – Devlet İlişkisi ... 7

B. SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI ... 9

1. Tarihî Gelişimi, Özellikleri ve İşlevleri ... 9

2. Hukukî Yapısı ve Türleri ... 10

C.TARİHSELBOYUT:OSMANLI’DADEVLET-SİVİLTOPLUMİLİŞKİSİ .. 12

1. Osmanlı Devlet Sistemi ve Toplum Yapısı ... 13

2. Sosyo-Ekonomik Düzen İçerisinde Lonca, Vakıf ve Tarikatlar ... 15

İ

KİNCİ BÖLÜM

CEMİYETLER VE KASTAMONU’DAKİ TEŞKİLATLANIŞI

A.MEŞRUTİYETDÖNEMİ(1876-1908) ... 19

1. II. Meşrutiyet Dönemi Türk Basını ... 21

2. Cemiyetler Kanunu (16 Ağustos 1909) ... 24

B.CEMİYETLEŞMESÜRECİNDEKASTAMONU... 26

(11)

1. Siyasî Kuruluşlar ... 28

a. İttihad ve Terakki Cemiyeti ... 28

b. Hürriyet ve İtilâf Fırkası ... 37

2. Sosyo-Kültürel ve Yardım Kuruluşları ... 40

a. Donanma-i Osmanî Muavenet-i Millîye Cemiyeti ... 40

b. Türk Derneği ... 48

c. Türk Gücü Derneği ... 50

d. Kastamonu Himâye-i Fukara Encümeni ... 56

e. Kastamonu Fukaraperver Cemiyeti ... 57

f. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti ... 57

g .Gazilere Yardım Cemiyeti ... 63

h. Müzaheret-i Millîye Cemiyeti ... 64

3. Meslekî Kuruluşlar ... 66

a. Hanımlar İş Yurdu Cemiyeti ... 66

b. Esnaf Cemiyetleri ... 68

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

I. DÜNYA SAVAŞIN’DAN HARF DEVRİMİ’NE KADAR

KASTAMONU’DA SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

A.I.DÜNYASAVAŞISONRASINDAGENELDURUM ... 70

B.MİLLÎMÜCADELEDÖNEMİNDEKASTAMONU ... 71

C.MİLLÎMÜCADELEVECUMHURİYETDÖNEMİKASTAMONUSİVİL TOPLUMKURULUŞLARI ... 73

1. Siyasî Kuruluşlar ... 73

a. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ... 73

2. Sosyo-Kültürel Yardım Kuruluşları ... 88

a. Kastamonu Gençler Kulübü ... 88

b. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti ... 92

c. Himâye-i Etfal Cemiyeti ... 102

d. İlim Derneği ... 103

(12)

f. Kastamonu Türk Ocağı ... 107

g. Tayyare Cemiyeti ... 111

h. Kastamonu İdman Yurdu ... 119

3. Meslekî Kuruluşlar ... 121

a. Çiftçiler Yurdu ... 121

b. Kadınları Çalıştırma Derneği ... 124

c. Muallimler Cemiyeti ... 125

d. İhtiyat Zabitleri Cemiyeti ... 133

4. Diğer Kuruluşlar ... 134

a. İçki ile Mücadele Cemiyeti ... 134

b. Himâye-i Ahlak Cemiyeti ... 135

c. Musikî Cemiyeti ... 135

SONUÇ ... 137

(13)

GİRİŞ

Sosyolojik bir terim olan sivil toplum, kendi kendini oluşturan, devletten özerk ve özel alan ile devlet arasında bulunan örgütlü bir yapılanmadır. Fakat bu kavrama tarihsel süreç içerisinde, farklı anlamlar yüklenmiştir. Sivil toplum başlangıçta, devlet ve siyasal toplumla eş anlamlı olarak kullanılmışken1, sonraki dönemlerde devlet aygıtından ayrı bir yapılanmayı ifade etmiştir. Bu çerçevede de sivil toplum kavramının düşünsel temelleri Aristo’ya kadar gitmektedir. Ancak XVIII. yy da ilk defa Hegel, devletin dışında bir yapı olduğunu vurgulayarak2 bugünkü çerçevesini çizmektedir. Aristo’dan Hegel’e kadar kavram, içeriği itibariyle çok farklı çizgilerde algılanmıştır. Yukarıda değinildiği üzere önceleri sivil toplum bir devletin parçası olarak tanımlanırken3 Hegel ile birlikte devlet otoritesinden ayrı düşünen bir eğilim ortaya çıkmıştır. Bu çağın sonlarına doğru ise, sivil toplum-devlet ayrılığı daha güçlü olarak savunulmaya başlanmıştır. Daha sonra da bu kavram, siyasî ve ekonomik toplumdan özerk olan kitleyi ifade etmiştir.

Batı Avrupa’da sivil toplum anlayışı, Fransız İhtilali ile birlikte kabul edilen ‘İnsan Hakları Bildirgesi’ ile gelişmeye başlamış4, Sanayi Devrimi ile birlikte ortaya çıkan işçi sınıfının talepleri çerçevesinde siyasî bir boyut kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nde ise, sivil toplumun doğuşu Batı’daki gibi bir seyir izlememiştir. Osmanlı toplumunda düşünce alanında dahi olsa, sivil toplum kavramı yönünde fikrî bir hazırlık safhası yaşanmamıştır. Güçlü bir merkezî yapıya sahip olan devlet de kendiliğinden böyle bir oluşuma olanak tanımamıştır. Özellikle Tanzimat dönemine kadar Osmanlı ülkesinde tam mânâsıyla bir sivil toplum kuruluşundan söz edilememektedir. Günümüzde birçok araştırmacı tarafından Osmanlıdaki lonca, vakıf ve tarikat gibi kurumlar sivil toplum içerisinde görülmezken, bir kısmı bu kurumları sivil toplum bağlamında, potansiyel ilk filizlenme olarak ele almıştır.

1 Osman Arslan, Kuramsal ve Tarihsel Aşamalarıyla Sivil Toplum ve Türkiye Gerçeği, İstanbul

2001, s.50-52 ; Erdoğan Tosun, Demokratikleşme Perspektifinden Devlet – Sivil Toplum İlişkisi, Bursa 2001, s.37-39.

2 Şerif Mardin, “Sivil Toplum”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleler, İstanbul 1990, s.14. 3 Aydın Gönel, Önde Gelen STK’lar, İstanbul 1998, s.1.

(14)

Tanzimat ve Meşrutiyet devirleri ise, sivil toplum insiyatifinin ilk dönemlere göre çok daha genişlediği, devletin varlığını ise daralttığı dönemler olmuştur. Özellikle de II. Meşrutiyet dönemi, bireysel hak ve özgürlüklerin arttığı, basının, dolayısıyla da derneklerin, kamuoyu üzerinde önemli etkiler bıraktığı bir süreç olmuştur.

“Osmanlıdan Cumhuriyet’e Kastamonu Basınında Sivil Toplum Kuruluşları (1908-1928)” isimli bu çalışmada, Osmanlının son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarını kapsayan süreç ele alınmış olup her iki dönemin sivil topluma ne gibi katkılar sağladığı, etkileri ve bugünün hangi temeller üzerine inşa edildiği konusu üzerinde durulmuştur. Araştırmanın yapılmasındaki en önemli sebep, devlet ile birey arasında aracı bir kurum olan sivil toplum fikrinin, asıl kaynağını halktan mı yoksa iktidardan mı aldığı konusudur ve bu çerçevede de Kastamonu örneğinden hareket edilerek bir sonuca varılmak istenmiştir. Sivil toplum, kaynağını nereden alır ve bir sivil toplum kuruluşu ne gibi fonksiyonlar üstlenir, devlete hangi yollarla bağlıdır veya hangi yollardan özerktir veyahutta sivil toplum hangi toplumları kapsar? Bu gibi sorulara cevap aranmış ve çalışma şu varsayımlar üzerine kurulmuştur:

 Örgütlü toplum hayatını başlatan II. Meşrutiyet dönemi sivil toplum kuruluşları, kaynağını iktidardan almıştır.

 İncelenen cemiyetlerde, daha sonraki süreçte de, aynı kişilerin yer aldığı görülmüştür. Bu durum, mevcut yapılanmada İttihad ve Terakki’nin varlığının devam ettiğini göstermektedir.

 Millî Mücâdele ve Cumhuriyet dönemi STK’ları oluşumunu tabandan almıştır.

 Cumhuriyet dönemi STK’ları Atatürk ilke ve inkılaplarının benimsetilmesinde önemli misyonlar üstlenmişlerdir.

Araştırma konusu ile ilgili Kastamonu basını, hatırat ve çeşitli inceleme eserleri tezimizin ana kaynağını teşkil etmektedir. Başbakanlık Osmanlı ve Cumhuriyet arşivleri ile Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi’nde (ATESE) çalışma yapılmışsa da fazla bir materyale ulaşılamamıştır. Bunun yanı sıra konuyla ilgili daha önce yapılmış çalışmalardan da yararlanılmıştır. Bu çerçevede yapılan en teferruatlı çalışma, Millî Mücadele’de Kastamonu isimli

(15)

eserdir. Fakat bu araştırma 1919-1923 arasını kapsamakta olup daha çok Millî Müâdelenin askerî safhasını içermektedir ve bu yönüyle bizim çalışmamızdan farklıdır. Konuyla ilgili yapılan diğer çalışmalar 20. Yüzyılda Kastamonu Kadınları, Kastamonu Basınında Millî Mücâdele’nin Yankıları, gibi mevcut araştırmalar da ortak payda Kastamonu olduğu için benzerlikler bulunmakla birlikte bütün itibariyle değerlendirildiğinde birbirinden farklı çalışmalar olduğu görülecektir. Çünkü bu araştırma zaman sınırlaması olarak II. Meşrutiyetten Harf İnkılabına kadar geçen süreyi kapsamıştır. Bu bakımdan da diğer çalışmalardan farklıdır ve bu dönemleri kapsayan bütün bir çalışma yoktur. Buna karşılık makale olarak bazı cemiyetler incelenmişse de Kastamonu Türk Derneği, Türk Gücü, Türk Ocağı, Kastamonu Donanma ve Hilâl-i Ahmer cemiyetleri üzerine bizim tespit edebildiğimiz bir çalışma mevcut değildir.

Netice itibariyle bu çalışma, yapılan diğer araştırmalardan farklı olup, konu sivil toplum-iktidar çizgisinde incelenmiş ve Kastamonu vilayetine katkıları ölçüsünde değerlendirilmiştir.

(16)

BİRİNCİ BÖLÜM

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ TEORİK

ÇERÇEVESİ

A. SİVİL TOPLUM KAVRAMI

Sivil toplum, batı toplumlarının gelişim süreci içinde doğan ve toplumun sivil niteliğini vurgulayan sosyolojik bir kavramdır. Latince ‘civilis’ kelimesinden türeyen, ‘sivil’ sözcüğü asker sınıfından olmayan, üniforma giymemiş kimseyi5 tanımlarken, etimolojik olarak da uygarlık (civilization) kavramından türetilmiştir. Böylece uygarlık ile sivil sözcükleri arasında yakın bir ilişki olduğu görülür. Sivil ve sivilleştirme sözcüklerinin ortak kökeni olan Latince ‘civilis’ sözcüğü, yurttaşa, hayatına, haklarına ilişkin bütünü ifade eder.6 Bu konuda Şerif Mardin, ‘sivil’ kavramının, şehir hayatının beraberinde getirdiği hakları ve yükümlülükleri kapsadığını belirtirken, terimin ‘şehirli’ yani ‘medeni’ olanla ilgili olduğunu; karşıtının da ‘gayr-ı medenilik’ olduğunu söylemiştir.7

Gönüllü ve kendiliğinden örgütlenmiş olan sivil toplum, devletten özerk bir şekilde var olan sosyal yaşam alanı olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamda, John Keane’nin de açıkladığı gibi, sivil toplum “devletin dışında, devlet tarafından planlanıp kurulmamış, devlet denetiminde olmayan toplumu veya toplumları” kapsamaktadır8. Daha basit bir anlatımla sivil toplum, gönüllü örgütlenmeler çerçevesinde, kendi özel kapasitelerinin elverdiği ve gerektirdiği biçimde bir araya gelen toplumsal ilişkilerdir.9 Yani bireylerin gönüllü birlikteliğini, devlet aygıtından ayrık bir yapılanmayı içermektedir.

5 Mete Tunçay, “Sivil Toplum Kuruluşları ile İlgili Kavramlar”, Tanzimat’tan Günümüze

İstan-bul’da Sivil Toplum Kuruluşları, İstanbul 1998, s.8.

6 Cemal Bali Akal, Sivil Toplumun Tanrısı, 2. Baskı, İstanbul 1995, s.34.

7 Şerif Mardin, “Sivil Toplum”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleler, İstanbul 1990, s.9-10. 8 John Keane, Despotizm ve Demokrasi: Sivil Toplum ve Devlet, Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar,

çev. Levent Köker, İstanbul 1993, s.48.

9 Ozan Erözden, “STK’lar ve Hukuki Çerçevede Yenilik Talepleri Üzerine Notlar” Merhaba Sivil

(17)

Sivil toplum ilk bakışta, belli ve düzenli bir yapıya sahip örgütlü toplumu10 ifade ettiği söylenebilir. Başka bir deyişle, toplumun devlet kurumları dışında kendi kendini yönlendirmesini, bireylerin devletten izin almadan toplumsal ilişkiler ve etkinlikler gerçekleştirebilmesini içermektedir11. Bu kavram, her ne kadar Aristo’ya kadar uzanan bir geçmişe sahipse de, bugünkü anlamıyla, batıda sanayi toplumu sonrası başlayan, toplumsal ve siyasal arayışların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Batı dünyasının Rönesans’tan sonra yaşadığı gelişmeler ve değişmeler yeni bir siyasal toplum arayışını doğurmuş, bu gelişmelerin sonucu olarak da ulus devletler ile birlikte daha katılımcı ve özgürlükçü bir siyasal yaşam tartışılmaya başlanmıştır.12

Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere sivil toplum, pek çok düşünür ve araştırmacı tarafından farklı şekillerde açıklanmış ve yorumlanmıştır. Bu, daha çok sivil toplum kavramının tarih içerisinde geçirdiği değişimden kaynaklanmaktadır. Bu anlamda, kavramın en genel geçer tanımı bireylerin gönüllü birlikteliğine dayalı, devletten ayrı bir şekilde örgütlenmiş toplumu ifade etmesidir.

1. Sivil Toplum Kavramının Tarihsel ve Düşünsel Temelleri

Sivil toplum kavramının düşünsel temelleri hususunda hemen hemen bütün siyaset filozofları görüş belirtmiştir. Aristo ve Çiçero’dan Hobbes, Locke, Rousseau, Ferguson, Paine, Hegel, Marx, Gramsci, Durkheim, Weber’e kadar uzanan bir silsile mevcuttur13.

Sivil toplum tarihini, daha öncede bahsettiğimiz üzere, Aristo’ya (MÖ.384– 322) kadar geriye götürmek mümkündür14. Ancak bu dönemde, bugünkü mânâda bir sivil-siyasî ayrımından bahsedilmemiş; bu kavram yöneten ve yönetilenlerin bir arada olduğu toplum olarak açıklanmıştır. Aristo’ya göre, uygarlığın son aşaması devlettir. O, devleti her şeyden üstün görmüş; bu anlamda bireyin devletin bir

10 S.Hayri Bolay, “Sivil Toplum ve Mânâsı”, Yeni Türkiye, XVIII/ 3, Ankara 1997, s.7–8.

11 Ali Yaşar Sarıbay, “Türkiye’de Demokrasi ve Sivil Toplum”, Küreselleşme, Sivil Toplum ve

İslam Türkiye Üzerine Yansımalar, Ankara 1998, s.89-90.

12 Arslan, age, s.50-52. 13 Tosun, age, s.29-30. 14 Aynı yer.

(18)

parçası olduğunu söylemiştir15. Birey olmadan devletin, devlet olmadan da bireyin varlığının anlamsız olduğunu ortaya koymuştur. Aristo, bir kişinin mutlak eşitlik ve özgürlüğe ancak devlet çatısı altında sahip olacağını, devletin bu güvenceyi sağlayan tek kurum olduğunu belirtmiştir16. O, devlete karşı ya da ondan ayrı bir sivil toplum tanımı yapmamıştır. Buna rağmen, öncü düşünür sayılmasının en büyük nedeni bugünkü kent yaşamına yakın bir toplumsal birliktelik öngörmesinden dolayıdır17. Çünkü sivil toplum kavramının temelinde birlikte yaşama ideali de vardır. Dolayısıyla da Aristo’nun devletinde (polis) sivil toplum çok önemlidir; ancak siyasî toplumdan farklı bir alan olarak tasavvur dahi edilmemektedir.

Aristo’dan sonra T. Hobbes, J. Locke ve J.J. Rousseau da sivil toplum kavramını aynı çizgide ancak, siyasî otoriteyi daha çok ortaya çıkaran bir alan olarak kullanmışlar, devleti sivil toplumdan üstün saymışlardır.18 Buna rağmen 18. yy.a kadar tam bir siyasî-sivil toplum ayrımı yoktur. Kavrama, ancak 1750’lerden sonra tamamen farklı bir anlam yüklenmiştir. Bu, kavram olarak ilk kez 1767’de Adam Ferguson tarafından Sivil Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme adlı eserde kullanılmıştır. Onu, Pain ve Hegel izlemiştir. Devlete karşı sivil toplum teması Tom Paine’de vardır ve ilk kez onun eserinde sivil toplum, merkez haline gelmiştir. Hegel ise sivil-siyasî ayrımını ilk kullanan düşünürdür ve bu konuda aslında o, bir milattır.

15 Arslan age, s.39; Tosun, age, s.30-31. 16 Tosun, age, s.31-32.

17 Aynı yer.

18 Ömer Çaha, “1980 Sonrası Türkiye’sinde Sivil Toplum Arayışları”, Yeni Türkiye, XVIII/3,

An-kara 1997, s.29; Arslan, age, s.40-43; Tosun, age, s.33-35. Hobbes, Locke, ve Rousseau devlet toplum ilişkisini “Sosyal Sözleşme” teorisiyle açıklamıştır. Bu düşünürlere göre sözleşme ön-cesinde, bireylerin kendi aralarındaki ve siyasal otoriteyle olan ilişkilerini düzenleyen normlar hukuka dayanmaktaydı. Bireyler arasındaki sözleşmeden sonra, sivil toplum yani başka bir de-yişle medeni toplum oluşturuldu. Sivil toplum yani medeni toplum; ilişkilerin hukuksal norm-lara göre işlediği, siyasal alanı ifade etmektedir. Hobbes’e (1588–1679) göre devlet ve toplum eş anlamlıdır ve dinî kurumlarda dahil olmak üzere tüm sivil toplum unsurları devletin çatısı altında toplanmaktadır. Rousseau da, Hobbes gibi mutlakıyetçi bir yapıya yönelmiş; hukuk üs-tünlüğünü savunmuştur. Kısacası Hobbes ve Rousseau’da (1712–1778) sivil toplum, medeni topluma tekabül etmektedir. Diğer sözleşmeci düşünür J.Locke (1632-1704) ise, Hobbes ve Rousseau’nun düşüncelerinden biraz sıyrılarak sivil toplumu despotların hükümdarlığına karşı bir görüş olarak öne sürmüştür. O, devletin sözleşmeyle verilen alanlar haricinde birey üzerin-de etkisinin olmadığını söylemiştir. Neticeüzerin-de Locke, üzerin-devleti yapay bir kurum haline indirgemiş ve toplum-devlet ayrılığının kalıcı tohumlarını ekmiştir. Fakat o da sivil toplumu siyasal top-lumla özdeş mânâda kullanmıştır. Ona göre sadece yönetenler ve yönetilenler vardır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İlyas Doğan, Özgürlükçü ve Totaliter Düşünce Geleneğinde Sivil Toplum, İs-tanbul 2002, s.69; Arslan, age, s.41-43; Çaha, agm, s.28-29.

(19)

O, aynı zamanda sivil ile siyasî arasında bir ayrım olduğunu düşünen ilk kişidir19. Hegel, devlet sivil toplum ikiliğini hem bir karşıtlık hem de karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde açıklamıştır. Ancak Hegel de devleti daha üstün saymış20 ve devleti sivil toplum karşısında korumuştur

XVIII. yy. ikinci yarısı ve XIX. yy, uç teorilerin güç kazanmaya başladığı dönemler olmuştur. Bu dönem Avrupa’da devrimler dönemi olduğu için düşünürler buna tepki göstermişlerdir. En önemli temsilcileri Edmund Burke, Johann Gottlieb Fichte ve George Willhem Friedrich Hegel’dir21. Bir kısım düşünür bireyciliğe ve özgürlüğe olumlu bakmaz ve sivil toplumun varlığını dahi kabul etmezken, aynı oranda liberaller de hak, birey ve özgürlüğe vurgu yapmışlardır22.

Görüldüğü gibi tarihsel süreç içinde birçok düşünür sivil toplum kavramını ele alarak, üzerinde çok farklı görüşler ileri sürerek kavramın gelişmesini sağlamışlardır. Böylece sivil toplumun devlet karşısındaki konumu güçlenmiştir.

2. Sivil Toplum – Devlet İlişkisi

Sivil toplumun en önemli özelliklerinden birisi, devlet ve devlet otoritesinin dışında ekonomik ve toplumsal alanı niteleyen, kendi ilke ve kurallarına göre işleyen, kendi kendini düzenleyen özerk bir alan olmasıdır.23 Ancak bu ifadeden sivil toplumun devletten tamamen bağımsız olduğu anlamına gelmez; hukukun üstünlüğü prensibine bağlı, hukukî değerleri olan bir toplum modelini içerir. Başka bir deyişle, bulunduğu devletin üyesi olan, onun yasalarına uyan, diğer üyelerine

19 Olcay Karakuş, Avrupa Birliği Uyum Sürecinde Türkiye’deki Sivil Toplum Kuruluşları,

Ya-yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta 2006, s.12; Arslan, age, s.50-52; Tosun, age, s.37-39.

20 Karakuş, age, s.14.

21 Edmund Burke’e (1729-1791) muhafazakâr düşüncenin kurucusu ve en önemli temsilcisidir.

Fransız Devrimi Hakkında Düşünceler adlı kitabı ile devrime tepkilerini dile getirmiş; aynı

zamanda toplumsal sözleşme kuramcılarını da eleştirmiştir. Johann Gottlieb Fichte (1762-1814) ise Alman milliyetçisidir. Büyük Alman Devleti’ni idealize eder; aynı zamanda Fransız devrimine o da tepkilidir. O, devlet-sivil toplum ilişkisini özgürlük kavramını merkez alarak açıklamaktadır. Devletin bireylerin özgürlüğünü korumak için var olduğunu savunmuştur. Bil-gi için bkz. Arslan, age, s.51.

22 Kean, age, s.61.

23 Aytekin Yılmaz, “Sivil Toplum Demokrasi ve Türkiye”, Yeni Türkiye, XVIII/ 3 Ankara 1997,

(20)

zarar vermeyen ve bir yükümlülüğü olan toplum demektir24. Dolayısıyla sivil toplum-devlet ilişkisi, bu kavramın temel öğesidir.

Diğer taraftan, devletin tarihsel kökeni arandığında kesin bir cevap bulunamamaktadır. Devlet, ilk olarak hangi insan topluluğunda, ne zaman, nerede ve nasıl orta çıkmıştır? Bu çözümü imkânsız bir sorudur. Fakat devletin ortaya çıkmasına ve gelişmesine sebep olan nedenleri de açıklamak mümkündür. Bunlardan ilki, toplum içerisinde ‘genel çıkarı’ temsil eden bir otoriteye duyulan ihtiyaçtır.25 Elias Canetti, Kitle ve İktidar adlı eserinde insanların yaşamsal ihtiyaçları sebebiyle bir araya geldiğini, bunun da kitleyi yani toplumu oluşturduğunu ve işte tam bu noktada da kitlelerin bir arada tutulması için bir iktidara (devlete) ihtiyaç olduğunu söylemiştir.26 Yani devlet, toplum nizamını ve genel çıkarı sağlamak için kurulan bir organdır.

Bu durumda, sivil toplumun devlet dışı bir alan olduğu kabul edilmektedir. Ancak bundan, devlet-sivil toplum zıtlaşması anlaşılmamalıdır. Çünkü sivil toplumun devletten kopuk olması düşünülemez. Sivil toplum, devlete yasa ve gelenekler yoluyla bağlıdır. Devlet ise, sivil toplum kuruluşlarının ve onların üyesi olan vatandaşların özgürlüklerini güvence altına aldığı gibi, onların eğitim ve çalışma özgürlüklerini kurabilecekleri ortamlar da oluşturmuştur.27

Dolayısıyla sivil toplum, devlet ile birey arasında aracı bir kurumdur; bu bağlamda da bağımsız ve özerk olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, sivil toplum devlet iktidarına karşı dikkatli ama saygılıdır. Bu özelliğiyle devletle bir bağa sahiptir fakat bu onu iktidarı ele geçirme amacına yöneltmez.

24 Sedat Azaklı, “Devlet-Sivil Toplum Türkiye” Yeni Türkiye, XVIII/ 3, Ankara 1997, s.224-225. 25 John Locke, Sivil Toplum ve Devlet, çev. Serdar Taşçı, Hale Akman, İstanbul 2002, s.99-100;

Tosun, age, s.70; Arslan, age, s.64-65. Devlete ilişkin bir çok düşünür çeşitli teoriler üretmiştir. Platon’un “ideal devleti”, Aristo’nun “mümkün devlet”i A. Thomas’ın tanrının iradesi doğrul-tusundaki “gerçek devlet”i, J. Bodin’in “mutlak devlet”i, Hegel’in “evrensel devleti” ve mo-dern devlet teorileri bunlar hep insanların daha mutlu, huzurlu ve düzenli yaşamasını sağlayan zihinsel çabalar sonucu doğmuştur. Bkz. Tosun, age, s.71.

26 Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, İstanbul 1998, s.77-78.

27 Mücahit Avcı, Yönetişim Çerçevesinde Sivil Toplum Kuruluşlarının Değişen Rolü ve Sivil

Toplum Kuruluşları Üzerine Bir İnceleme Isparta İli Örneği, Yayınlanmamış Yüksek

(21)

B. SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

Sivil toplum, devlet dışı alana işaret ettiğine göre, cemiyetteki sivil toplum kuruluşları için buraya bakmamız gerekir. O halde, devlet örgütlenmesi dışında belirli amaçları gerçekleştirmek, belirli konularda kamuoyunu aydınlatmak veya yönlendirmek için çalışan ve gönüllülük esasıyla hareket eden kuruluşlara ‘Sivil Toplum Kuruluşları’ (STK) denilmektedir.28 Zaman içerisinde ‘hükümet dışı kuruluşlar’, ‘üçüncü sektör kuruluşları’, ‘gönüllü kuruluşlar’ gibi değişik isimlerle de ifade edilmiştir.29

STK’lar, günümüzde toplum yararına çalışan, demokrasinin gelişimine katkıda bulunan, kâr amacı gütmeyen, devletten ayrı hareket edebilen, siyasal idareyi ve yönetimi kamuoyu oluşturmak suretiyle etkileyebilen bir örgütlenme türüdür.

1. Tarihî Gelişimi, Özellikleri ve İşlevleri

Sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkışı ve yükselişi toplumsal değişim süreciyle yakından ilgilidir. Bu değişim süreci aydınlanma ve ardından gelişen sanayi toplumuna bağlanmaktadır. Bu gelişmeler kısaca eşitsizliklerin ve bireyselleşmenin ortaya çıkması, ailenin küçülmesi ve geleneksel yapısını kaybetmesi, sosyal bütünleşmeye ihtiyacın artması şeklinde özetlenebilmektedir30.

Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinden sonra sivil toplum dünya siyasetini etkilemeye başlamıştır. 1789 İhtilali’nde kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi, sivil toplum ile devlet arasında, konuşma, düşünme, inanç özgürlüğü ve mülk edinme hakkının, birey için vazgeçilmez olduğunu onaylayan bir belgedir. XIX. yüzyılın ilk yarısında meydana gelen gelişmeler, konuya çağdaş anlamda toplumsal sınıfın oluşması ve bu oluşuma paralel olarak siyasal otoritenin paylaşımı ya da ele geçirilmesi mücadelesinin eklenmesini sağlamıştır.31 28 Arslan, age, s.118. 29 Gönel, age, s.1. 30 Aynı yer. 31 Onbaşı, age, s.14-15.

(22)

STK’ların genel özelliklerine bakıldığında; kâr amacı gütmemesi, gönüllülük esasına dayanması, bürokratik olmayan esnek bir yapıya sahip olması, karar ve uygulamalarda katılımcı bir yaklaşım benimsemesi şeklinde ifade edilebilir.32 Bu özelliklerinin yanı sıra STK’lar, sosyal yaşamda birçok önemli işleve sahiptir. Bunları da şu şekilde özetlemek mümkündür33:

STK’lar, demokrasinin gelişmesine katkıda bulunur; bireylerin ortak amaç ve hedefleri doğrultusunda, siyasî iradeyi ve yönetimi karar alma sürecinde kamuoyu oluşturmak suretiyle etkilerler.

STK’lar, bir yandan devletin eylemlerinin sivil toplum tarafından denetlenmesine olanak sağlamak diğer yandan da toplumu devlet karşısında bireyi korumak gibi bir misyona sahiptir.

STK’lar kamuoyu oluşturarak bireylerin taleplerini dile getirmeleri için uygun ortam oluştururlar. Aynı zamanda çoğulcu toplum yapısını geliştirerek, egemen aktörlere karşı dengeleri sağlayan bir unsurdur.

STK’lar ayrıca, bireylerin siyasî kültürlerini geliştirir, bireylere yönetim deneyimi de kazandırırlar.

Neticede, sözü edilen bu kuruluşlar sorunlara, esnek yapılarından dolayı, çok daha işlevsel çözümler geliştirebilirler; projeler üretip bunlara gerekli kaynakları temin edebilirler. Özellikle eğitim, sosyal refah ve istihdam konularında hükümet politikalarına paralel ya da alternatif sorumluluklar alabilmektedirler.

2. Hukukî Yapısı ve Türleri

Toplum içerisinde idarenin bir parçası olmayan STK’ları bir çok devlet, çeşitli şekillerde vesayet ve denetim altına almıştır. Bu denetim çoğu kez doğrudan olmaktadır.

STK’lar genellikle kendi insiyatifleri doğrultusunda kurulmuşsa da bazı durumlarda devletin doğrudan müdahalesi de söz konusudur. Bu bağlamda, bazı meslek kuruluşları ve kimi kooperatif birlikleri yasayla kurulmakta ve üyelik

32 Arslan, age, s.123; Avcı, age, s.29.

(23)

zorunlu tutulmaktadır. Böylece çıkarılan yasayla devletin doğrudan denetiminin yanı sıra kimi durumlarda görevli kıldığı kurumlar eliyle dolaylı denetimi de sağladığı görülmektedir. 34 Bu sebeple kamu hukukuna tabi bu meslek kuruluşlarında, bu denetim, doğrudan olmaktadır.35.

Sivil toplum kuruluşu niteliğinde olan örgütlenme biçimleri beş kategoride ele alınmaktadır. Bunlar, cemaatler, dernekler, sendikalar, vakıflar ve meslekî örgütlenmelerdir. Meslekî örgütlenmeler de kendi içerisinde, ticaret ve sanayi odaları, esnaf örgütleri, barolar, mühendis ve mimar odaları, ziraat odaları ve basın odaları şeklinde ayrılmaktadır.36 Bunlar içerinde özellikle dernekler, vakıflar ve sendikalar hem yapısal hem de işlevsel yönden önemli bir yere sahiptir.

Dernek terimi bugünkü kullanımında, cemiyet veya kulüp mânâsına gelmekte olup ortaya çıkışı sanayi toplumu ile birlikte gerçekleşmiştir. Sanayileşme ekonomik gelişmeyi, bu da beraberinde iş bölümünü getirmiştir. Sonucunda ise yatay ve dikey hareketlilik artmış; çoğunluğun kentlerde oturduğu karmaşık bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Bu ortam, çıkarları ve düşünceleri birbirinden çok farklı gurupları kendi görüşlerini açıklayabilecekleri örgütlenmelere yöneltmiştir. İşte bunlardan biri de kazanç paylaşma amacı gütmeyen kişilerin oluşturduğu derneklerdir. Kültür, hayır ve dayanışma kuruluşları olarak da bilinen dernekler aracılığıyla birey, tek başına gerçekleştiremeyeceği ideali uzun vadede gerçekleştirmek için örgütlenme ihtiyacı hissetmiştir37.

Dernek kurma ve bunlara üye olma bireyin için temel bir haktır. Demokratik sistemlerde bu hak, bir kamu özgürlüğü sayılmakta ve kural olarak anayasada bireyin vazgeçilmez hakları arasında yer almaktadır.38

34 Aynı yer. 35 Gönel, age, s.3. 36 Arslan, age, s.173.

37 Sefa Usta, Avrupa Birliği’ne Giriş Sürecinde Sivil Toplum Kuruluşları Sivil Toplum,

De-mokrasi ve Güven, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Konya 2006, s.46-47; Ahmet Yücekök, “19. Yüzyıl Osmanlı Toplumundan Günü-müz Türkiye’sine Sivil Toplum Kuruluşları ve Siyaset Sosyolojisi İlişkileri”, Tanzimat’tan

Günümüze İstanbul’da Sivil Toplum Kuruluşları, İstanbul 1998, s.6-7; Gönel, age, s.4-5.

(24)

Sanayi Devrimiyle birlikte oluşan kötü çalışma şartları, işçilerin sermaye sahipleri tarafından sömürülmeleri, bu kesimin bilinçlenmesine ve kendi haklarını savunmalarına yol açmıştır. Bu da sendikaların oluşmasına neden olmuştur39. Bu kuruluşlar, üyelerinin hak ve çıkarları için hareket eden ve bunları genişletmeye çalışan örgütlerdir. Çoğunlukla çalışma koşulları düzeyinde çıkan temel sorunları çözme amacı taşırken, diğer yandan sosyal ve politik alanlarda da faaliyet göstermektedir.40

Doğu ve batıdaki en eski kurum türü olan vakıflara baktığımızda ise; burada bir malın belirli bir amaç için tahsisinin söz konusu olduğunu görmekteyiz. Dernek ve vakıf arasında belirgin bir fark vardır. Çünkü dernekler kişilerin oluşturdukları topluluklar iken, vakıflar malların bir araya getirdiği topluluklardır. Dernekler bir tüzük ile kurulabildikleri halde, vakıflar resmî bir senet ya da ölüme bağlı olarak bir vasiyetname ile kurulmaktadır.41 Hayır, yardımlaşama, dayanışma gibi düşüncelerle kurulan vakıflar, bulundukları ülkelerin eğitimine, kültürüne, ekonomisine, sosyal ve siyasal hayatlarına büyük katkılar sağlamaktadırlar.

Netice itibariyle bir hayli etkin konumda olan sivil toplum kuruluşları; türü ne olursa olsun, devlet ve vatandaşlar arasında köprü vazifesi gören, toplumun istek ve düşüncelerini iktidara ileten kuruluşlardır.

C.TARİHSEL BOYUT: OSMANLI’DA DEVLET-SİVİL

TOPLUM İLİŞKİSİ

Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet-sivil toplum ilişkisinin toplumsal ve tarihsel arka planına eğilebilmek, bunların etkilerini belirleyebilmek için Osmanlı’daki devlet sistemi, sosyo-ekonomik yapısı nasıldır? Bu hususun öncelikle ele alınması konunun anlaşılması için faydalı olacaktır.

39 İbrahim Yıldırım, Demokrasi ve Sivil Toplum, İstanbul 2004, s.136; Gönel, age, s.6. 40 Usta, age, s.48-49.

(25)

1. Osmanlı Devlet Sistemi ve Toplum Yapısı

Osmanlı Devleti, bugün anladığımız mânâda bir devlet olmayıp, patrimonyal42 bir hanedan devletidir. İmparatorluk, çeşitli toplulukların bir arada yaşadıkları bir yönetimdir ve en önemli özelliği, güçlü merkeziyetçilik anlayışıdır. Devletin asıl kaygısı vergi olduğu için, hükümdar egemenliği altındaki topluluklara fazla müdahale etmemiş ve onları serbest bırakmıştır.43 Yani devlet, otoritesini tanıyan herkese kucak açmış; onları inanç, düşünce vb. konularda özgür bırakmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin belli başlı görevleri, dışarıya karşı savunma, iç güvenlik ve kişiler arasındaki anlaşmazlıklarda adaleti sağlamaktır. Devlet bu üç görevinin dışında sağlık, eğitim gibi alanları da kişi ve guruplara terk etmiştir. Bu anlamda vakıflar Osmanlı sistemi içerisinde çok önemli bir işleve sahiptir. Bunun yanı sıra devlet idaresinin ana prensibi, reayanın refahını sağlamaktır. Devlet özellikle bilinçli bir şekilde reayayı koruma politikası gütmüştür. Çünkü servet yaratan esas kaynak tarımdı ve nüfusun büyük bir bölümü de tarımla uğraşmaktaydı. Yani devlet köylüyü korumakla aslında kendi kaynaklarını güvence altına almış oluyordu. Temel mesele “Ben köylüyü korursam devlet zengin olur; devlet zengin olursa benim kudretim devam eder”44 şeklindeki denklemi gerçekleştirmektir

Osmanlı’nın dinî politikasına bakıldığında ise İslam, devletin resmî dini görünse de, sünni İslam’a aykırı guruplar da tanınarak, onlara devlet içinde bir statü verilmiştir. Bu durumda Osmanlıda kişinin hangi dini benimsediğinden ziyade devlete bağlılığı ön planda olmuştur. O halde devlet nedir? H. İnalcık, bu soruya hazine-iktidar-hazine şeklinde cevap vermiştir45. Yani, siyasî güç malî gücün, o da siyasî gücün artmasında bir araç idi ve sistem bu şekilde işliyordu. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı Devlet sisteminin en önemli özellikleri arasında vergi konusu gösterilmiştir. Devlet, siyasî hâkimiyetini artırmada bunu bir araç olarak görmüş; zaman içerisinde de bu tutumunu devam ettirmiştir.

42 Monarşi esasıyla yönetilen devletlerde iktidarın babadan oğla geçtiği yönetim şeklidir. 43 Karakuş, age, s.58.

44 İnalcık, agm, s.78. 45 Aynı eser, s.74-75.

(26)

Osmanlı Devleti’nde toplum ise, muhtelif din, mezhep ve ırklara mensup guruplardan müteşekkildi ve toplum ırk esasına göre değil, düşünce ve inanç temeline göre teşkilatlanmıştır. Devlet yönetiminde hâkim unsur olan Türklerden başka, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Romenler, Slavlar, Araplar gibi çok çeşitli unsurlardan oluşmaktaydı.46 Son derece karmaşık olan bu yapı, hâkim olunan coğrafyanın demografik özelliğinden kaynaklanıyordu.

Toplum, mutlak egemen, patrimonyal bir hükümdara bağımlı iki büyük zümreden meydana geliyordu: Sultanın otoritesini temsil eden askerî sınıf ve üretimle uğraşan, vergi veren reaya idi. Reaya sınıfı bir kamu görevi üstlenmezdi, buna karşılık vergi ödemekle yükümlü tutulurdu.47

Klasik Osmanlı sisteminin temel kaygısı, vergi kaynaklarını korumak, hatta daha da artırmak olduğundan, devlet öteki meselelerle fazla ilgilenmemiş; eğitim-öğretim, bayındırlık işleri ve benzeri sosyal faaliyetleri genellikle vakıflar aracılığıyla yerine getirilmiştir. Siyasî otoriteyi temsil edenler, Osmanlı yönetimine giren gayrimüslim gurupları ve onların kurumlarını olduğu gibi muhafaza etmiş; bunların iç işlerine müdahale etmemiştir.48

Klasik Osmanlı siteminde, çeşitli üreten sınıflarla devleti temsil eden birimler arasında teması sağlayan bir aracı kurum bulunmaktaydı. Reaya zümresi içinde yer alan her gurup, yerleşim birimi, etnik ya da dinî cemaat, kendi temsilcisini, belirleyebiliyordu. Örneğin metropoller bir araya gelerek patriğini seçebiliyordu. Padişah da ona berat verdiği zaman, o resmen gayrimüslim cemaatle devlet arasında aracı, yani o cemaatin temsilcisi sayılıyordu. Çeşitli guruplar arasından seçilmiş olan bu kişiler, devlet ile cemaatler arasında iletişimi sağlama fonksiyonunu yerine getirmekle yükümlüydü.49 Aynı şekilde esnaf da kendi üyeleri arasından bir temsilci seçer; o temsilci, siyasal otorite ile vergi ve diğer düzenlemeleri görüşerek karara bağlardı. Osmanlı Devleti, aşiretleri küçük cemaatlere ayırmış ve bunların başına bir kethüda tayin etmiştir. Hiçbir tanımlaması

46 Bahaddin Yediyıldız, “Klasik Dönem Osmanlı Toplumuna Genel Bir Bakış” Türkler, X, Ankara

2002, s.189-190.

47 Cihan, agm, s.293. 48 İnalcık, agm, s.78-79. 49 Aynı yer.

(27)

olmayanlar için de aracı kurum olarak âyânı tespit etmiştir. Bu anlamda Osmanlı Devleti şemsiye bir devlettir. Bu şemsiyenin altında müstakil grup olarak teşkilatlanmış ve temsilcilerini belirlemiş farklı sivil topluluklara yer verilmiştir. Bütün istediği onlardan gelir sağlamak olduğu için, bu grupların kendi iç denetimlerini kendilerinin yaptıkları, temsilcilerini kendilerinin seçtikleri sivil bir idareye sahip bu gurupları onaylamış, muhatap kabul etmiş ve her zaman desteklemiştir.50 Diğer taraftan devlet, kendi otoritesine karşı gelindiği zaman kendi çıkar ve gayesi için her türlü etnik, dinî cemaat ve gurupları bertaraf etmekte tereddüt de göstermemiştir.

Neticede devlet, imparatorluk sınırları dâhilinde yaşayan herkese belirli haklar vermesini bildiği gibi, kendi bekâsını tehdit edecek vaziyet aldığında ise tanıdığı hakları almasını da bilmiştir.

2. Sosyo-Ekonomik Düzen İçerisinde Lonca, Vakıf ve Tarikatlar

Batı Avrupa’da sivil toplumun gelişiminde belirleyici unsurların başında, kentlerdeki sosyo-ekonomik örgütlenmenin değişime uğraması gelmektedir. Bu bağlamda, Osmanlı Devleti’ndeki modernleşme öncesi, esnafların örgütlenme biçimine, bunların devlet karşısında özek bir alan oluşturup oluşturmadığına, gönüllük esasına dayalı olması itibariyle sivil toplumla doğrudan ilişkili olan Osmanlı vakıf sistemine ve son olarak da zaman zaman merkezî otorite karşısında tehdit unsuru olan ve toplumsal muhalefeti doğuran tarikatlara bu kısımda değinilecektir.

Lonca, esnafın toplanıp işlerini görüştükleri yeri ifade etmektedir. Anadolu’da üretim ve pazarlama ortaklığını teşvik edici kurumlar olarak ortaya çıkmıştır. Dükkan sahipleri, tacirler, esnaflar, zanaatkarların oluşturdukları loncalar köken itibariyle Selçuklu Devleti’ndeki Ahî teşkilatına dayanmaktadır. XVI. yy da ahîlik geleneği ile bütünleşen loncalarda Müslüman ve Hıristiyan esnaftan seçilenler, kethüda ve yiğitbaşılarının idaresi altında, meclis kurarak işlerini görüşürlerdi. Vergi toplamakla, üretimin standartlara uygunluğunu ve fiyatları

(28)

denetlemekle yükümlü olan loncalar, devletle Anadolu esnafı ve zanaatçısı arasında devleti temsil eden idarî bir görev üstlenmiştir.51

Her sanat zümresi küçük guruplar halinde çalışırken bir takım kural ve kaidelere uymak zorundaydı. Bir esnaf için iki şey çok önemliydi: Birincisi, kendine gerekli olan hammaddenin temin edilmesi, diğeri ise ürettikleri mal ve hizmetin belirli kurallar içerinde satılmasıydı.52 Burada, Osmanlı toplumundaki loncalar ile Avrupa’dakiler arasında farklılık olduğu görülmektedir. Batıda meslek örgütleri, hammadde ve üretilen mal fiyatını belirleme yetkisine sahip iken; Osmanlı sisteminde, hammadde merkezî otorite tarafından sağlanmakta ve esnafa belirli fiyat karşılığında dağıtılmaktaydı.53 Yani loncalar üzerinde, devlet denetimi söz konusuydu. Ancak Osmanlı’daki bu uygulamanın en genel sebebi, devletin ihtiyaçtan fazla mal stokunu ve karaborsacılık yapılmasını önlemek istemesinden ileri gelmektedir.

Osmanlı toplumunda loncalar Avrupa’da kapitalist öncesi kapalı ekonomik ortamda görülenlerle büyük benzerlik göstermiştir. Bu yapının kırılması, Avrupa’da gelişen burjuvazi tarafından başarılmıştır. Osmanlı ekonomisinde ise, bu kırılma kendiliğinden sistemin çökmesi şeklinde cereyan etmiştir54. Neticede Osmanlı toplumunda devletin her alandaki belirleyiciliği loncaların gelişmesine ve bireysel eğilimlerin filizlenmesine imkân tanımamıştır.

Vakıflar ise, çok sayıda sosyal fonksiyonu üstlenmiş, bulundukları ülkenin eğitimine, kültürüne, ekonomisine büyük katkı sağlayan, ayrıca sivil toplum geleneğini de yansıtan kurumlar olarak değerlendirilmektedir. Toprakların imar edilmesinden, açların, yoksulların doyurulması ve giydirilmesine kadar her alanda faaliyet gösteren oluşumlardır.55 Bir toplumun içtimaî bünyesinin sağlamlılığı, o toplumda tabakalaşmanın üst kesiminde yer alanların iyi yönlendirilmesine ve alt kesimde yer alanların da iyi gözetilmesine bağlıdır.56 İşte vakıflar, bu anlamda

51 İnalcık, agm, s.80. 52 Cihan, agm, s.299. 53 Tosun, age, s.96. 54 Cihan, agm, s.300.

55 Hikmet Özdemir, “Vakıflar ve Sivil Toplum”, Yeni Türkiye, XVIII/ 3, Ankara 1997, s.309. 56 Nazif Öztürk, “Osmanlı Dönemi’nde Vakıflar” Türkler, X, Ankara 2002, s.440.

(29)

yöneticiye bu imkânı sağlayan yapılardır. Diğer taraftan, Osmanlı Devleti’nde sosyal yardımlar genel itibariyle vakıflar aracılığıyla yapılmış; toplum hayatına çok geniş ölçüde katkıda bulunmuştur. Vakıf kurumu gönüllülük esasına dayandığı için araştırmacılar tarafından sivil toplum bağlamında değerlendirilmiştir.

Osmanlı toplumsal siteminde merkezî otoritenin kontrol etmekte en çok zorlandığı örgütlenmelerin başında tarikatlar gelmektedir. Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde Anadolu’da en yaygın olanları Mevleviye, Rıfaiye, Halvetiye ve Bektaşi tarikatlarıydı. Fakat asıl Osmanlı sosyal yapısına biçim veren kaynağı, Yeseviye tarikatı oluşturmaktadır57.

Osmanlı toplumunda merkezî otorite karşısında yer alan güçlerden biri de, tasavvuf kurumlarıydı. Tarikatların bünyesinde oluşan tasavvuf akımları, salt dinî içerikli felsefi düşüncenin yaygınlık kazandığı sosyal alanlar olarak düşünülmemelidir. Onlar aynı zamanda hem Selçuklu hem de Osmanlı siyasal otoritesi hakkında spekülasyon üreten merkezler olmuştur.58 Padişahlar tarikatlarla zaman zaman aykırı düşmüşlerse de bunlardan yararlanmasını bilmişlerdir. Kuruluş dönemlerinde Osmanlının büyümesine ve güçlenmesine olan etkisi çok fazladır.

Dinî ve sosyal olarak, tarikatların rolü toplumsal yaşam içerisinde belirgin hale gelmiştir. Tarikat dinî motivasyonu ağır basan bir kurum ve sosyal örgütlenme olarak kabul edilebileceği gibi, Müslüman toplumlarda ortaya çıkan sosyal bir hareketin ihtiyaçlarına, ideallerine, tercüman olan bir organizasyon olarak da ele alınabilir. Tarikatlar belirli bir sosyal sisteme tercüman olduğu, onun ihtiyaçlarını aksettirdiği için kent merkezlerinde, kırsal alanlarda ve hatta göçebe guruplar arasında farklılıklar gösterebilmiştir. Bu farklılıklar özellikle Türkmen guruplarını, yörükleri devlete karşı sivil protestoya kadar götürmüştür.59

Sonuç itibariyle gerek lonca ve vakıf, gerekse tarikatlar Osmanlı sosyo-ekonomik düzen içerisinde önemli bir yer işgal ederken; diğer yandan da sivil

57 Zafer Erginli, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Türk Dervişlerinin İzleri” Türkler, IX, Ankara

2002, s.108; İnalcık, agm, s.81.

58 Cihan, agm, s.300-301. 59 İnalcık, agm, s.83.

(30)

toplum ruhunu barındırmaları itibariyle özel bir statüye sahip olduğunu söyleyebiliriz.

(31)

İKİNCİ BÖLÜM

CEMİYETLER VE KASTAMONU’DAKİ

TEŞKİLATLANIŞI

A. MEŞRUTİYET DÖNEMİ (1876-1908)

Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında askerî ve siyasî üstünlüğünü kaybetmesi üzerine batılılaşma, yenileşme ve çağdaşlaşma gibi kavramlar Osmanlı siyasî hayatında yeni bir dönemi başlatmıştır. XVIII. yüzyıldan itibaren, başlangıçta askerî alanda gerçekleştirilen yenilikler daha sonra diğer alanlara da yayılmıştır.

Tanzimat Fermanı’yla başlayan bu değişim hareketi, Batı’nın askerî ve siyasî üstünlüğüne ulaşma düşüncesinden kaynaklanıyorsa da bunda dış baskıların etkisi yadsınamaz. Avrupa’da XIX. yüzyılda gelişen eşitlik, özgürlük gibi kavramların Osmanlı ülkesine girmesi, Avrupa devletlerinin tahrikleriyle imparatorluğu parçalanmaya doğru itmiştir60. Osmanlı Devleti’nin etnik temellere dayalı iç sorunlarını görüşmek üzere 23 Aralık 1876’da İstanbul’da uluslararası bir (Tersane) konferansın düzenlenmesi, Osmanlı üzerindeki dış baskının boyutunu anlayabilmek bakımından önemlidir. Bu çerçevede Osmanlı yönetimi, gayrimüslimlere tanınacak hak ve özgürlüklerin, Osmanlı ülkesinde sükûneti sağlayacağını düşünmüş61; bu bağlamda 23 Aralık 1876 tarihinde Kanun-ı Esâsî ilan edilerek kişi hak ve hürriyeti ilk defa yazılı bir anayasada garanti altına alınmıştır.

1876 yılında çeşitli zorluklarla açılmış olan meclis, II. Abdülhamit’in iç ve dış politikada tek başına söz sahibi olmak istemesi ve mevcut şartlar, Osmanlı-Rus Savaşı ve çeşitli gerekçeler ile kısa bir süre sonra kapatılmıştır62. Bundan sonra ise, 1908 yılına kadar geçen dönemde II. Abdülhamid’in mutlakıyetçi yönetimi başlamıştır; bu süreçte kendisine bağlı ve jurnal vermeyi teşvik eden bir hafiye

60 Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev. Sedat Cem Karadeli, İstanbul 2006, s. 61;

En-ver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, Ankara 1977, s.332-333.

61 Bülent Tanör, “Anaysal Gelişmelere Toplu Bir Bakış”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye

Ansiklopedisi, I, İstanbul 1982, s.19.

(32)

sistemi, özel mahkemeler, tutuklama ve sürgünlerle muhalif hareketleri susturmaya çalışmıştır. Bu durum, Yeni Osmanlılar’ın başlatmış olduğu hürriyetçi mücadelenin63 tekrar canlanmasına zemin hazırlamıştır. Söz konusu muhalefet hareketinin doğuşu, 1889 yılında64, Askerî Tıbbiye’de ‘İttihad-ı Osmanî’ adı altında gerçekleşmiştir65. Bu hareket daha sonra, 1894’te ‘İttihad ve Terakki Cemiyeti’ adını almıştır. Aynı yıl, cemiyet üyelerinin bir kısmı da Avrupa’ya geçmiştir.

Genç Türkler’in66 yurt dışında yaptıkları faaliyetlerin İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 yılına kadarki yirmi yıllık oluşma sürecine büyük etkisi olmuştur67. Genç Türkler, yurtdışında çeşitli adlar taşıyan örgütler kurmuş, türlü yayın organları ile bazen birbiri ile çatışmış, bazen de uzlaşmıştır.68 Genç Türklerin yurt içinde örgütlenmesini hızlandıran faktör Makedonya Meselesi olmuştur.69 Dış baskılar nedeniyle Avrupa’da elde kalan son Osmanlı topraklarında ıslahat yapılmadığı bahanesiyle elden çıkacağını anlayan subaylar, anayasayı tekrar yürürlüğe koymak için muhalefet etmişler ve bu olay II. Meşrutiyetin ilanını sağlamıştır.

Türk tarihinde 1908 yılı, meşrutî monarşinin kurulduğu, hükümetin yalnızca halk tarafından seçilmiş bir meclise karşı sorumlu olduğu ve mutlakıyetçi monarşiye hizmet eden sivil-askerî bürokrasinin gücünün siyasal süreçten dışlanmaya

63 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihad ve Terakki, Ankara 1998, s.25-26.

64 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul 1995, s. 9.

65 E.E. Ramasaur, Jön Türkler ve 1908 İhtilali, çev. Nuran Yavuz, İstanbul 2007, s.31; Tarık Zafer

Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, I, İstanbul 1984, s.51-52; Ahmet Eycil, “Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti”, Türkler, XIII, Yeni Türkiye yay., İstanbul 2002, s.228. Cemiyetin ku-ruluşunda mason teşkilatı ve İtalyan birliğini sağlamak amacıyla kurulan Carbonari Teşkilatı da etkili olmuştur. Cemiyetin kurucularından İbrahim Temo [Birindis] Napoliye giderek bura-da mason loncasını ziyaret etmiş ve burabura-dan aldığı bilgiler neticesinde cemiyeti örgütlediği kaynaklarda yer almıştır. Geniş bilgi için bkz. Ramsaur, age, s.32; Eycil, agm, s.228-229.

66 II. Meşrutiyeti biçimlendiren felsefi birikimi Jön Türkler oluşturmuştur. Siyasal ve toplumsal

ör-gütlenme konusunda, Jön Türklerin düşüncelerine egemen olan unsurlardan ilki pozitivist ve akılcılıktır. Onu anayasal meşruiyet ve halkçılık izlemektedir. Toplumu ilerletmek ve devleti kurtarmak için batı bilim ve teknolojisini örnek alan, batı bilim ve teknolojisinin oluşumunda temel teşkil eden, eğitimli elitin toplumu aydınlatmasını öngörmektedir. Jön Türk düşüncesi için bkz. Tanör, a.g.m, s.23; Cihan, agm, s.310.

67 A. Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve İttihad ve Terakki, İstanbul 1948, s.89-108.

68 Ramsaur, age, s.70-72; Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri 1895-1908, İstanbul 1990. 69 Karal, age, s.146.

(33)

çalışıldığı bir dönemin başlangıç noktası olması bakımından son derece önemlidir.70 Diğer taraftan II. Meşrutiyet ile gelen bu süreç, Türk tarihinde eğitim üzerine yazı yazılan ve eğitim sorunlarıyla en çok ilgilenilen bir dönemi başlatmıştır. Kızlar için ilk üniversite açılmış ve lise düzeyinde okullar yaygınlaştırılmış;71 medreselerin mekteplerle uyumunu sağlamak için matematik ve fen dersleri arttırılmıştır.72 Bunun yanı sıra kişi hak ve özgürlükleri alanında: sansür, sürgün ve kanunun saptadığı nedenler dışında tutuklanma ve cezalandırma usulleri kaldırılmış, toplanma, dernek kurma hakkı tanınmıştır. Dönemin en önemli STK’larından birisi olan İttihad ve Terakki Cemiyeti basını etkili bir biçimde kullanmış, özellikle de bu vasıtayla topluma hakim olmak istemiştir; kısacası, bu hürriyet ortamını kendi yaratmıştır. Aynı oranda STK’larını da kendi iktidarını pekiştirmek için araç olarak görmüş ve teşvik etmiştir.

Bu çerçevede, asıl konumuz olan Kastamonu basınıyla bağlantılı, Osmanlıda basın nasıl ortaya çıkmış, iktidar güçleri basını hangi biçimde kullanmışlar? Gibi soruların öncelikle ele alınması, daha sonra da, STK’ların temelini teşkil eden kurumlaşmanın hukukî alt yapısının nasıl oluşturulduğunu, başka bir ifadeyle, dernek kurma hürriyetini sağlayan ‘1909 Cemiyetler Kanunu’nun nasıl ortaya çıktığını ve ne gibi hakların verildiğini ele almak gerekecektir.

1. II. Meşrutiyet Dönemi Türk Basını

Osmanlıda basın, diğer ülkelerde olduğu gibi siyasal, sosyal ve ekonomik olaylar karşısında halk kitlesini aydınlatmak, kamuoyunu etkilemek yolunda, toplumca duyulan isteklerden doğmamıştır. Hükümetin yaptığı işleri halka duyurmak amacıyla, özel buyrukla ortaya çıkmış, ancak zamanla halkı aydınlatmak ve kamuoyunu etkilemek niteliğini kazanmıştır. Bu bağlamda, 1 Kasım 1831’de hükümet tarafından çıkarılan ilk resmî gazete Takvim-i Vekâyi’dir73. İlk sayısı

70 İhsan Burak Birecikli, “Meşrutiyetin Yüzüncü Yılı Üzerine Bir İnceleme”, Akademik bakış, II/

3, Ankara 2008, s.218.

71 M. Serhat Yılmaz, Kastamonu Basınında Köroğlu Gazetesi (1908-1918), Yayınlanmamış

Yük-sek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara 1997, s.66-67.

72 Aynı yer.

(34)

devlet büyüklerine, elçiliklere, ulemaya ve taşradaki eşrafa gönderilen Takvim-i Vekâyi’ye II. Mahmut büyük bir önem vermiştir. 1860 yılına kadar düzensiz fasıllarla yayınını sürdüren bu gazete, 1879’da kapatılmış ve bu zamana kadar bir nevi resmi gazete hüviyeti taşımıştır. Osmanlı Devleti’nde 1840 yılında Türkçe yayınlanan ikinci gazete, William Churchill adlı bir tüccar tarafından çıkarılan Ceride-i Havadis’dir. Bu gazetenin basın tarihindeki önemi, özel çaba ve sermaye ile çıkarılan ilk gazete olmasıdır.74 Bunun yanı sıra, Osmanlı ülkesinde XIX.yy.dan itibaren batılı anlamda düzenli yayın yapan yabancı gazetelerin75 çıkmaya başladığını görmekteyiz. Bu meyanda, Osmanlı ülkesinde ilk kez batılı anlamda gazete çıkarma girişimi Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi Agâh Efendi tarafından Tercüman-ı Ahvâl ile başlamıştır. Bu gazeteyi 1862 yılında Şinasi’nin çıkardığı Tasvir-i Efkâr izlemiş; bu gazetelerle birlikte hem özgürlük lehinde hem de hükümet politikalarını eleştiren haberler yapılmaya başlanmıştır76. Bu durumun devlette uyandırdığı kaygı basını kontrol altına alma yoluna itmiş ve bu çerçevede 25 Kasım 1864’te ‘Matbuat Nizamnamesi’ yayınlanmıştır.

Sultan Abdülaziz tarafından ilan edilen bu nizamname ile, hangi dilde olursa olsun siyasete ve yönetime yönelik yayın yapmak isteyenlerin önceden izin alması gerekmektedir. İç güveliği, asayişi bozacak suçlardan birinin oluşmasına olanak veren gazetecinin, suç ortağı sayılıp yargılanacağı, aynı zamanda saltanata, ulusal ahlaka aykırı yazı yazanların da takibata uğrayacağı belirtilmiştir.77 Netice itibariyle gazete çıkarmak isteyenlerin izne tâbi tutulmasını öngören bu nizamname ile basın özgürlüğüne yönelik ilk kısıtlamalar getirilmiştir. 27 Mart 1867 tarihinde, yukarıdakine ek olarak, bu nizamnamenin yetersiz kalması gerekçesiyle, hükümete

74 Haz. Orhan Koloğlu, Kemalist Anadolu Basını, Ankara 1995, s. 7-9; Koloğlu, agm, s.75. 75 Osmanlı ülkesinde ilk süreli yayın Fransızlar tarafından başlatılmıştır. 1850 yılına gelindiğinde

ise, İstanbul ve diğer vilayetlerde gayrimüslimlerin çıkardığı gazete sayısı on beşe ulaşmıştır. Bkz. Nurşen Mazıcı, “1930’a Kadar Basının Durumu ve 1931 Matbuat Kanunu”, Ankara

Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk yolu Dergisi, V/18, Ankara 1998,

s.132.

76 Mazıcı, agm, s.132-133; Koloğlu, agm, s.77. 77 Mazıcı, agm, s.133; Koloğlu, agm, s.79.

(35)

gerektiği takdirde gazete kapatma yetkisini veren yeni bir kararname daha çıkartılmıştır.78

Tanzimat döneminden meşrutiyet dönemine gelindiğinde basın hayatı, 1876 Anayasası’nın 120. maddesinde “Matbuat kanun dairesinde serbesttir” şeklinde tekrar düzenlenmişse de II. Abdülhamid’in baskıcı yönetimi basın hürriyetine büyük bir darbe vurmuştur. Hatta bu dönemde, Avrupa’dan gelen kitap ve dergiler bile incelemeye alınmış, mizah ve karikatür dergilerinin yayınları yasaklanmıştır. Parlamenter rejimi destekleyen, başta Mithat Paşa olmak üzere, pek çok gazeteci sürgüne gönderilmiştir.79 İstibdat döneminin tüm baskılarına karşılık basın alanında yine de bir ilerlemenin yaşandığı görülmüştür. II. Meşrutiyetin ilanından sonra ise, önce kontrolü eline geçiren İttihat ve Terakki, basın örgütlenmelerinin artmasını ve her düşünce akımının kendine ait bir gazete çıkarmasını hem desteklemiş, teşvik etmiş; hem de kendisi bundan olabildiğince yararlanmıştır. Bu şekilde çok geniş bir hürriyet ortamı oluşmuş ve 31 Mart vakasına kadarbu durum devam etmiştir. Ancak bu tarihten sonra İttihat ve Terakki politika değiştirmiş, özgürlük ortamını sınırlandırma yoluna gitmiştir. Basın haklarını düzenlemek için 28 Nisan 1909 tarihinde İttihat ve Terakki mensuplarınca meclise bir kanun tasarısı sunulmuş ve 37 maddeden oluşan ‘1909 Matbuat Kanunu’ yürürlüğe konulmuştur. Bu yasa ile artık gazete çıkarmak için hükümetten izin almak yerine yalnızca bildirim şartı getirilmiştir. Bunun yanı sıra suç işlemeye yönelik, ahlaka uymayan resim ve yazılara yine yasak konmuştur.80 Bu kanunun yürürlüğe girmesinin ardından, yaklaşık sekiz ay süren özgürlük ortamı tekrar ortadan kalkmış ve Bâb-ı âli baskınından sonra sansür daha da ağırlaştırıcı bir hal almıştır. Basın özgürlüğü, İttihat ve Terakki’nin iktidara sahip olmasıyla ters orantılı olarak azalmıştır. Ancak, iktidara geldikten sonra da basını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaya çalışmıştır. Özetle basın yoluyla topluma hakim olmak isteyen İttihad ve Terakki, bu politakısını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı her zaman bilmiştir.

78 Mazıcı, agm, s.134.

79 Tarık Zafer Tunaya, “Osmanlı Basını ve Kanun-ı Esasi”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye

Ansiklopedisi., I, İstanbul 1985, s.73-74; Mazıcı, agm, s.135.

(36)

2. Cemiyetler Kanunu (16 Ağustos 1909)

I. ve II. Meşrutiyet sonrası, geleneksel Osmanlı devlet-toplum ilişkisinde yeni yapıların ortaya çıkması, sadece sivil toplumun değil, sivil topluma katkı sağlayan basın ve eğitim kurumlarının da muhalefet olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur. özellikle II. Meşrutiyet’in ilanı ve anayasanın yeniden yürürlüğe girmesiyle, gizli ve siyasal örgütlenmeler bu dönemde daha yoğun bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, 23 Temmuz 1908 tarihinden itibaren, yaklaşık 5 aylık bir zaman dilimi içerisinde 78 yeni dernek kurulmuştur. Tarık Zafer Tuna’ya, bu dönemin siyasî partilerden çok, dernekler ortamı olduğunu dile getirmiştir.81 Dernekleşmedeki bu artışın sebebi, 16 Ağustos 1909 tarihinde, Fransız dernekler kanunundan esinlenerek hazırlanan ‘Cemiyetler Kanunu’dur ve bu yasa ile artık dernekler hukukî bir çerçeve ve meşruiyet kazanmıştır. Aynı zamanda daha önce kurulmuş olan birçok gizli, ihtilâlcı ve çeteci komiteler de hukukî kimlik kazanmış, ancak gerçek siyasal hedeflerini, görünürde, meşru amaçlı cemiyetler ardında gizleme olanağına kavuşmuşlardır.

Meclis-i Mebusân’da yapılan uzun müzakereler sonucu 16 Ağustos 1909 günü çıkartılan Cemiyetler Kanunu’na göre genel olarak şu esaslar getirilmişti: Dernek kurmak için artık izin almak gerekmiyordu fakat kurulduktan sonra bildirim şartı vardı ve ancak gizli cemiyet kurmak yasaktı.82 Kuruluş aşamasında; eğer kurulan cemiyetin idare merkezi İstanbul’da ise Dâhiliye Nezareti’ne, taşrada ise yörenin en büyük mülkî amirine, cemiyetin unvanını, amacını, idare merkezini, yöneticilerinin isim, meslek ve ikametgâhlarını içeren bir beyanname verilecek, karşılığında bir ilmühaber alınacaktı. Ayrıca beyannameye, cemiyetin resmî mührüyle tasdik edilmiş iki adet nizamname eklenecekti. Nizamnamede, idare heyetinde ya da ikametgâhlarda yapılacak herhangi bir değişiklik derhal hükümete bildirilecekti. Cemiyetler Kanununa göre, dernek kurma hakkı iki bakımdan sınırlandırılmıştı: İlk sınırlama, derneklerin amaçları ve nitelikleriyle ilgilidir. Kanunları, umumi adabı, devletin bütünlüğünü, hükümetin değiştirilmesini, Osmanlı

81 Tunaya, Siyasî Partiler, s.367.

82 Zehra Arslan, “Ağustos 1909 Tarihli Cemiyetler Kanunu Üzerine Meclis-i Mebusan’da Yapılan

Müzakereler ve Cemiyetlerin Yapılanmasında İttihad ve Terakki Örneği”, Uluslararası Sosyal

Referanslar

Benzer Belgeler

Siyasal toplum karşısında, insan hak ve özgürlüklerini savunmak gibi çok önemli bir çaba içinde olduğu için sivil toplum, birçok siyaset bilimci ve

In the fuzzy rule-based maintenance system created for BRT vehicles by (Erdoğan 2018), 75 rules have been created for different levels of inputs and a DSS has been established on

Karayağızca, fakat nuranî şimali, üç haftalık tıraş kadar sakallı, haram­ larca adı (Şirin Hafız) a çıkmışlar­ dandı.... Halbuki zavallıcığın o

İstiyor  olmak

[r]

[r]

İnsan kaynakları yönetimi, insan gücünden en etkili şekilde yararlanmayı hedefleyen ve bu hedef yönünde, uygun işe uygun çalışanın alınması, onların eğitimi,

Çalışmamız sonucunda cinsiyetler arası ve sağ ve sol taraflar arası beyin hacimlerinin istatistiksel olarak anlamlı olmadığı, beyaz cevherin erkeklerde fazla