• Sonuç bulunamadı

Gelir dağılımı ve yoksulluk ve Türkiye örneği (1994-2008)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Gelir dağılımı ve yoksulluk ve Türkiye örneği (1994-2008)"

Copied!
102
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

İKTİSAT ANABİLİM DALI

İKTİSAT BİLİM DALI

GELİR DAĞILIMI VE YOKSULLUK İLİŞKİSİ

VE

TÜRKİYE ÖRNEĞİ (1994–2008)

YÜKSEKLİSANS TEZİ

Danışman

Yrd. Doç. Dr.Zekeriya MIZIRAK

Hazırlayan

Hüseyin ÖZDAL

(2)

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ...i

BİRİNCİ BÖLÜM ...6

YOKSULLUĞUN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ VE İLGİLİ KAVRAMLAR...6

1.1. Yoksullukla İlgili Kavramlar ...6

1.1.1. Yoksulluk Sınırı...6

1.1.2. Mutlak Yoksulluk ...7

1.1.3. Göreli Yoksulluk...8

1.1.4. Objektif Yoksulluk-Subjektif Yoksulluk ...9

1.1.5. Gelir Yoksulluğu-İnsani Yoksulluk Kavramı ...10

1.2. Sosyolojik Tanımlamalar ...11

1.2.1. Yoksulluk Kültürü ...11

1.2.2. Sınıf Altı Yaklaşımı ...12

1.2.3. İlişkisel Yaklaşım ...13

1.3. Yeni Yoksulluk...14

1.3.1. Yoksulluğun Tarihsel Gelişimi ...14

1.3.2. Refah Rejimleri ve Yeni Yoksulluk...17

1.3.3. Küreselleşme ve Yeni Yoksulluk...18

1.3.4. Yapısal Uyum Programları ve Yoksulluk ...19

1.3.5. Çalışan Yoksullar...20

İKİNCİ BÖLÜM ...22

GELİR DAĞILIMI...22

2.1. Gelir Dağılımının Tanımı ...23

2.2. Gelir Dağılımı Türleri...25

2.2.1. Fonksiyonel Gelir Dağılımı ...25

2.2.2. Kişisel Gelir Dağılımı ...26

2.2.3. Bölgesel Gelir Dağılımı ...27

2.2.4. Sektörel Gelir Dağılımı...27

2.3. Gelir Dağılımı Eşitsizliğinin Ölçülmesi...28

2.3.1. Pareto Gelir Dağılımı Formülü ...29

2.3.2. Lorenz Eğrisi...30

2.3.3. Gini Katsayısı ...32

2.3.4. Yüzde Payları Analizi...33

2.3.5. Kuznets Katsayısı ...33

2.4. Gelir Dağılımını Belirleyen Faktörler...34

2.4.1. Üretim Faktörlerinin Dağılımı ve İşgücünün Hareketliliği...34

(3)

2.4.3. Politik Tercihler ...35

2.4.4. Servet Dağılımı ...35

2.4.5. Eğitim Düzeyi...36

2.4.6. Ülke Ekonomisindeki Değişiklikler ve Politikalar...37

2.5. Türkiye’de Gelir Dağılımı ...40

2.5.1. Türkiye’de Yapılan Gelir Dağılımı Araştırmaları...40

2.5.2. Fonksiyonel Gelir Dağılımına bakış. ...45

2.5.3 Kişisel Gelir Dağılımına Bakış. ...51

2.5.4 Sektörel Gelir Dağılımına Bakış...53

2.5.5.Bölgesel Gelir Dağılımına Bakış. ...58

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ...60

GELİR DAĞILIMI VE YOKSULLUK İLİŞKİSİ VE TÜRKİYE ÖRNEĞİ...60

3.1. Türkiye Ekonomisinde Gelişmeler ...60

3.1.1 Türkiye’de 1980 Öncesi...60

3.1.1. 1980–1989 Arası Dönem ...64

3.1.2. Türkiye 1989 ve Sonrası Gelişim...67

3.2. Gelir Dağılımını Bozan Faktörler ...73

3.3. Türkiye’de Yoksulluk ...74

3.3.1. Türkiye’de Yoksulluk Sebepleri ...80

3.3.2.Türkiye’nin Yoksullukla Mücadeleye Yaklaşımı ...82

SONUÇ...89

(4)

KISALTMALAR

AB : Avrupa Birliği

a.g.e : Adı Geçen Eser

a.g.m : Adı Geçen Makale

AGÜ : Az Gelişmiş Ülke

DİE : Devlet İstatistik Enstitüsü

DPT : Devlet Planlama Teşkilatı

DTÖ : Dünya Ticaret Örgütü

GSMH : Gayri Safi Milli Hasıla GSYİH : Gayri Safi Yurt İçi Hasıla

IMF : Uluslararası Para Fonu

UNDP : Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı

SHÇEK : Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu

SYDF : Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik

Fonu

s. : Sayfa

SRAP : Sosyal Riski Azaltma Projesi

TÜİK : Türkiye İstatistik Kurumu

WHO : Dünya Sağlık Örgütü

(5)

ÖNSÖZ

Bu çalışma gelir dağılımı eşitsizliği, yoksulluk ilişkisini ve aynı zamanda Türkiye örneğini de irdelemeyi amaçlamaktadır. Bölümler halinde önce Yoksulluk, Gelir Dağılımı eşitsizliği tanımları yapılmıştır. Gelir dağılımı eşitsizliğini etkileyen faktörler, Türkiye’de yapılan gelir dağılımı araştırmaları ve Yoksulluk ve Gelir dağılımı eşitsizliğinde Türkiye örneği ele alınmıştır.

Öncelikle belirtmek isterim ki çalışmanın oluşmasında bana yol gösteren ve çalışmamın her aşamasında verdiği gerek akademik gerekse manevi destek için danışman hocam Sayın Yrd. Doç. Dr. Zekeriya MIZIRAK’ a teşekkürü bir borç bilirim. Diğer bir teşekkür de çalışma sürecinde desteğini her zaman yanımda hissettiğim Eşim, Annem ve Babamadır.

(6)

GİRİŞ

Günümüzde, gelir dağılımındaki adaletsizliklerin giderilmesi, yoksulluğun azaltılması hayat standardının yükseltilmesi, toplumu oluşturan bireylerin yeterli ve istikrarlı bir gelir seviyesine ulaştırılması, yoksulluğun azaltılması devletlerin öncelikli hedefleri arasında gösterilebilir.

Dünyada yoksulluğun belli başlı bütün ölçütlere göre artış eğilimine girdiği ve önlem alınamaz ise daha da artacağı konusunda görüş birliği bulunmaktadır. Dünya Bankası, bu sayının 1990 yılında, 1980 yılına oranla 200 milyon artarak bir milyara, 2000 yılında ile bu artış eğilimini sürdürerek 1.2 milyara ulaştığını belirtmiştir.

Yoksulluk tahminlere göre, dünya nüfusunun önümüzdeki yıllarda önemli ölçüde artacağı, bunun da tamamına yakın bir kısmının (%97) AGÜ’den kaynaklanacak olması, yoksulluğa ilişkin kaygıları daha da arttırmaktadır. II. Dünya Savaşının ardından 1980’lere kadar bütün dünyada yaygın olan görüş, yoksullukla doğrudan mücadele amacını güden ve esas olarak bir sosyal güvenlik ağını öngören sosyal politikalar niteliğinde iken, “küreselleşme” döneminin bir ürünü olarak görülebilecek neo liberal politikalar, dolaylı olarak yoksulluğu azalttığı ileri sürülen, yoksulluğun önemli bir kaynağı olan işsizlik sorununu azaltmak ile iktisadi büyümeyi sağlayacak türden politikalardır.

Fırsat eşitliğinin tam olarak sağlanamaması ülkemizde gelir dağılımındaki adaletsizlik çıkmazını kötüleştirmektedir. Ülkemizde uygulanan gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermeye yönelik kamu politikaları, ne gariptirki, bir türlü amacına ulaşamamaktadır.

Servet farklılıkları azalma eğiliminden çok artmakta, alt gelir grubu ile üst gelir grubu arasındaki fark ulaşılması imkânsız rakamlara varabilmektedir.

Ülkemizde uygulanan kamu politikaları, gelir dağılımına yönelik etkileri bakımından yetersiz olsa da, elbette olumlu etkileri inkâr edilemeyecek boyuttadır.

(7)

Devletin kamu politikaları içerisinde elindeki en büyük silahlardan birisi maliye politikasıdır. Bu politika ekonominin her alanına rahatlıkla müdahale etme imkânı tanımaktadır. Vergi politikaları ile vatandaşın gelirinin devlete aktarılması veya harcama ve transfer politikalarıyla devletin elindeki kaynaklarını vatandaşına aktarması, bize devletin maliye politikası ile elinde müdahale araçları olduğunu göstermektedir.

Birinci bölümde yoksulluğun kavramsal çerçevesi ve ilgili kavramlar ele alınmıştır. İkinci bölümde gelir dağılımı incelenmiş Türkiye’de yapılan gelir dağılımı araştırmaları hakkında bilgi verilerek; Türkiye’deki gelir dağılımına çeşitli açılardan göz atılmıştır. . Üçüncü ve son bölümde ise gelir dağılımı ve yoksulluk ilişkisi Türkiye açısından ele alınmıştır.

(8)

BİRİNCİ BÖLÜM

YOKSULLUĞUN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ VE İLGİLİ KAVRAMLAR

1.1. Yoksullukla İlgili Kavramlar

Yoksulluğun nasıl tanımlanacağı ve hesaplanacağı konusunda değişik yaklaşımlar bulunmaktadır. Tanımlar, yoksullara bakış açısına göre, toplumdan topluma zaman içinde değişkenlik gösterebilmektedir. Yoksulluk araştırmalarının yakın bir geçmişe kadar iktisat ağırlıklı bakış açısı ile yapılmasının bir sonucu olarak, ekonomik göstergelerin ön plana çıktığı görülmektedir1.

Bazı yaklaşımlar ise, yoksulluk ile gelir eşitsizliği ilişkisine dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, yoksulluk, bir toplum ya da topluluğun üretmiş olduğu değerlerin azlığı ve çokluğu ile değil, o değerin topluluğu oluşturan bireyler arasındaki eşitsiz dağılımı halinde söz konusu edilmektedir. Bu da çoğu kez yoksulluk kavramının gelir dağılımının eşitsizliğiyle özdeş görülmesine neden olmaktadır2.

Yoksulluğu genel olarak tanımlamak gerekirse; yoksulluk, bireyin yaşamını sürdürebilir kılması için gerekli olan şeylerden mahrum olması durumudur. Bir başka yönden yoksulluk; maddi nitelikteki mahrumiyetler nedeniyle asgari yaşam düzeyini sürdürecek gelirden yoksun bulunulmasıdır. Mutlak yoksulluk, göreli yoksulluk, insani yoksulluk, objektif ve subjektif yoksulluk gibi yoksulluğun farklı tanımları da vardır3.

1.1.1. Yoksulluk Sınırı

Yoksulluk sınırı, fert ya da hane halkının gıda ve gıda dışındaki temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ihtiyaç duyduğu tüketimin minimum maliyetini

1 Fikret Şenses, Küreselleşmenin Öteki Yüzü Yoksulluk, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 62

2 Devlet Planlama Teşkilatı, Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas

Komisyonu Raporu, Ankara 2001, s. 103

3 A.Emre Bilgili, Yoksulluk Algısı, İfadelendirilme Tarzı ve Tutumlar, Deniz Feneri Derneği, İstanbul 2003,

(9)

ifade etmektedir. Bu sınırın belirlenmesiyle ilgili pek çok yaklaşım bulunmaktadır. Yoksulluk düzeyi bakımından ülkelerarası veya aynı ülke içinde dönemler arası karşılaştırmalar yapılabilmesi, toplam nüfus içinde kimlerin yoksul olarak isimlendirileceğine karar verilmesini gerektirir. Bu kararın verilebilmesi için yoksulluk kavramı mutlak yoksulluk, göreli yoksulluk ve öznel yoksulluk gibi çeşitli yaklaşımlar aracılığıyla incelenir. Mutlak ve göreli yoksulluk arasındaki temel fark, yoksulluk çizgisinin belirlenmesi aşamasında ortaya çıkmaktadır. Mutlak yoksullukta, bireylerin yaşamlarını sürdürebilmek için gerek duyduğu minimum ihtiyaçlar üzerinden bu çizgi belirlenirken, göreli yoksullukta toplumun ortalama gelir düzeyi temel alınarak onun belli bir oranı yoksulluk çizgisini belirler.

Dünya Bankası yoksulluğu daha çok parasal gelir açısından tanımlamaktadır. O halde yoksul kelimesi, belirli bir gelir seviyesinin altında kalanlar için kullanılmaktadır. Klasik tanımıyla yoksulluk sınırı yoksul olarak sınıflandırılan bir kişinin altındaki hayat standardı seviyesidir4.

1.1.2. Mutlak Yoksulluk

Yoksulluğun en klâsik ve en belirgin tezahürü olan mutlak yoksulluk (açlık), fizyolojik olarak hayatta kalabilmenin asgarî bir sınırının olduğu varsayımına dayanmaktadır. Mutlak yoksulluk, insan haysiyetine yakışır bir şekilde temel ve zorunlu ihtiyaçların giderilememesi halidir5.

Yoksulluğun nasıl tanımlanması gerektiği kolayca yanıtlanabilecek bir soru değildir. Bu konuda genellikle iki farklı tanıma referans verilmektedir. Bunlardan birincisi mutlak yoksulluktur. İnsanın biyolojik olarak kendisini üretebilmesi için gerekli kaloriyi ve gerekli diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi oluşturamayan kişiler mutlak yoksul sayılmaktadırlar. Tanımın insanın biyolojik

4 TÜSİAD, Türkiye’de Bireysel Gelir Dağılımı Ve Yoksulluk:Avrupa Birliği İle Karşılaştırma, TÜSİAD

Yayınları, İstanbul 2000, s. 104

(10)

özelliklerini esas alarak yapılmış olması ona mutlaklık niteliği kazandırmaktadır.6 Yoksulluğun ölçülmesinde “gıda-enerji alımı yöntemi” ve “temel gereksinmeler maliyeti yöntemi” olarak iki farklı yöntem kullanılmaktadır. Her iki yöntemde de nüfusun temel gereksinmelerini karşılayabilmesi baz alınmaktadır. Bunlar günlük kalori gereksinimi ve temel gereksinmeleri kapsayan bir sepetten oluşmaktadır.

Mutlak yoksulluğun dünyanın her tarafında var olduğu açıktır, ancak bunun genel nüfusa oranlarında önemli farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Uluslararası yoksulluk sınırı, mutlak yoksulluk düzeyine giren nüfusu tahmin etmek için kullanılmakta ve genellikle ABD doları olarak ifade edilmektedir7.

1.1.3. Göreli Yoksulluk

Göreli yoksulluk, toplumun ortalama refah düzeyinin belli bir oranının altında bulunma durumunu ifade eder. Temel ihtiyaçlarını kısmen karşılamakla birlikte, eğitim, sağlık, altyapı, sosyo-kültürel katılım ve mesken kalitesi açısından yeterli bir durum göstermeyen, sosyal-refah yönünden gelişmiş toplumlarda vazgeçilmesi zor olan ve hayatın kalitesini artıran veya hayatı kolaylaştıran bazı nesnel ev eşyalarını (buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, telefon, bilgisayar vb.) temin edemeyen insanlar ve aileler ise ikinci derecede, yani görece yoksullar kategorisine girmektedir.

Göreli yoksulluğun mutlak yoksulluktan farkı bireyin, biyolojik olarak kendisini üretebilmesi için gerekli kaloriyi ve gerekli beslenmeyi gerçekleştirmesine rağmen toplumun kabul edilen en aşağı tüketim düzeyinin altında olmasıdır. “O toplumda kabul edilebilir en aşağı tüketim düzeyinin altında kalanlar göreli yoksul kabul edilmektedirler. Bu tüketim düzeyi mutlak yoksulluğun üzerindedir. Ama ne kadar üzerinde olduğu içinde yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyine göre farklılaşmak durumundadır. Bu bireyin biyolojik olarak değil sosyal olarak kendisini

6 Özcan Dağdemir, “Türkiye Ekonomisinde Yoksulluk Sorunu ve Yoksulluğun Analizi: 1987-1994”, H.Ü.

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 1, 1999, s. 26

7 A. Meral Uzun, “Yoksulluk Olgusu ve Dünya Bankası”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Sayı: 2, 2003,

(11)

üretebilmesi için gerekli tüketim düzeyinin saptanmasını gerektirmektedir”13. Dolayısıyla göreli yoksulluk yaklaşımı, yoksulluğun ölçülmesinde yoksulluğu oluşturan değişkenlerin sayılarını arttırarak ve sorunun öznel yanlarını görmek açısından faydalı olmaktadır8.

İşte bu değişimi yakalamak için özellikle 1960’lı yıllardan sonra yoksullukla ilgili farklı yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Yoksulluk yazını içinde bu çalışmaların en önemlilerden biri İngiltere’de Brian Abel Smith ve Peter Townsend adlı iki araştırmacı tarafından gerçekleştirilmiştir. Söz konusu çalışmanın önemi genel olarak yoksulluğun göreliliği üzerine vurgu yapmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Bu çalışmada, bireyler kendilerini idame ettirebilmek için sahip oldukları kaynaklara rağmen var olan pazarın genişlemesi ve döneme damgasını vuran dayanıklı tüketim mallarının satın alınmasında güçlüklerle karşılaşabildiklerini belirtmemişlerdir. Özellikle satın alınması ihtiyaç olan malların maliyeti farklı yıllar için değişebilmekte ve bu malların bir önceki dönemle aynı mallar olmayabileceği vurgusunu yapmışlar ve yoksulluğun oluşumunda demografik yapının toplumdaki yaşlı insan sayısının göreli artışı ve kronik olarak hasta olan orta yaşlı insan sayısının göreli artışı gibi tanımlamalarıyla yoksullukla bağlantılar kurmuşlardır.

Yukarıda belirtilen çalışma ve onu takip eden çalışmalar yoksulluk konusunda mutlak kavramı kadar göreliliği de öne çıkararak yoksulluk ölçümlerinin bu yaklaşıma doğru günümüze kadar gelen süreçte önem kazanmaya başlamasına neden olmuştur. Bir ülke ya da bölge içindeki en alt gelir grubunu belirlemek ya da tüketim harcamaları kısıtını tek başına kullanmanın gerçekçi olmayabileceği ortaya çıkmaya başlamıştır.9

1.1.4. Objektif Yoksulluk-Subjektif Yoksulluk

Yoksulluğun tanımlanmasında objektif yaklaşım (refah yaklaşımı) yoksulluğu neyin meydana getirdiği ve kişileri yoksulluktan kurtarmak için ne yapılması gerektiği konusunda daha önceden belirlenen (normatif) değerlendirmeleri

8 İlhan Tekeli, “Kent Yoksulluğu ve Modernitenin Bu Soruna Yaklaşım Seçenekleri Üzerine”, Tesev

Devlet Reformları Serisi, İstanbul 2000, s. 142

(12)

içerir. Subjektif yaklaşım ise yoksulluğun tanımlanmasında kişilerin tercihlerinden (fayda yaklaşımı) yararlanır. Kişilerin elde ettiği toplam faydanın hesaplanmasında karşılaşılan güçlükler nedeniyle iktisatçılar, geleneksel olarak, objektif yaklaşımı benimsemek eğilimindedirler. Bu yaklaşımı savunanlara göre bireyler her zaman kendileri için neyin en iyi olduğunu değerlendirme yeteneğine sahip değildir. Örneğin, yoksulluğun ölçümünde kullanılan hemen hemen tüm yöntemler objektif yaklaşımı benimseyerek asgari besin gereksinimi konusu üzerinde durmaktadır. Oysa kişiler tükettikleri yiyeceklerin miktarı ve türleri konusunda çok farklı değerlendirme ve tercihlere sahiptirler. Bazı kişiler yaşamlarını sürdürmek için gerekli olan yiyecek demetini tercih ederken diğerleri fiziki varlıklarını sürdürmeleri açısından önem taşımayan yiyecek demetini seçebilir. Bu nedenle yoksulluğun tanımlanmasını kişilerin ve hane halkının değerlendirmelerine bırakan subjektif yaklaşım yoksulluğun ölçülmesinde önemli problem ve karışıklıklara yol açabilmektedir.10

1.1.5. Gelir Yoksulluğu-İnsani Yoksulluk Kavramı

Gelir yoksulluğu (income poverty) yaşamı sürdürmek ya da asgari yaşam standardını karşılamak için kişi veya hane halkının ihtiyaç duyduğu temel gereksinimlerin karşılanabilmesi bakımından yeterli miktarda gelirin elde edilememesi durumu olarak tanımlanabilir. Gelir yoksulluğu hesaplamalarında genellikle asgari bir yaşam düzeyini sağlamak için gerekli gelir, yoksulluk sınırı olarak tanımlanmaktadır. Yoksulluk sınırının altında bir gelir/tüketim seviyesine sahip olan kişi veya hane halkı yoksul olarak adlandırılır.

Ülkelerarası karşılaştırmalar için global bir yoksulluk sınırı tespit edilebilir. Ancak bu tip bir global yoksulluk sınırı ülke içinde söz konusu olan yoksulluğun analizi için yararlı değildir. Bu amaç için ülkenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulları yansıtan bir yoksulluk sınırı oluşturulabilir. Benzer bir şekilde, ülke içindeki farklı bölgelerde (kırsal alanlar-kentsel alanlar) mal ve hizmetlerin fiyatlarında ve bunlara erişimde farklılıklar varsa farklı yoksulluk sınırları oluşturulabilir. Yoksullar yalnızca gelir ve kaynaklardan mahrum kalmazlar; bunun

(13)

yanı sıra, fırsatlardan da yoksun kalırlar11.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından 1997 yılında yayınlanan İnsani Gelişme Raporu’nda geliştirilen insani yoksulluk kavramı insani gelişme ve insanca yaşam için parasal olanakların yanı sıra temel gereksinimlerin karşılanabilmesi için iktisadi, sosyal ve kültürel bazı olanaklara sahip olmanın da gerekli olduğu fikrine (capabilities approach) dayanır. Bu nedenle asgari gereksinimlerden daha fazla maddi refahın söz konusu olması gerektiğini ve yoksulluğun çok boyutlu bir kavram olduğunu dikkate alır. Aynı raporda insani yoksulluğu ölçmek için insani yoksulluk endeksi (The Human Poverty Index-HPI) geliştirilmiştir. İnsani yoksulluk endeksi yaşam süresinin kısalığı, temel eğitim hizmetlerinden mahrumiyet ve kamusal ve özel kaynaklara erişememe gibi insani gelişim açısından ortaya çıkan mahrumiyetleri, yoksulluğun boyutlarını ve insani gelişim dışında kalmış insanların oranını ölçmektedir.

1.2. Sosyolojik Tanımlamalar

Yoksulluğu kültürel tanımlamalarla açıklamaya çalışan yaklaşımlar da söz konusudur. Bu yaklaşımlarda kişisel özellikler ve davranışsal açılardan, şartlar da göz önünde bulundurularak yoksulluğa bakılmaya çalışılır. Yoksulluk konusundaki bu kültürel bakış açısı, asıl olarak yoksulluğun kronik hallerinin, toplumsal dışlanmanın ya da yoksullarla diğer insanlar ve kurumlar arasındaki ilişkilere dair kültürel ve sosyolojik açıklamalar getirmeye çalışarak yapılmıştır. Bu yaklaşım tek başına bir şey ifade etmese de yoksulluğa ve eşitsizliğe bakarken diğer faktörlerle birlikte değerlendirilmelidir. Çünkü yoksulluğun yalnızca yokluk anlamının ötesinde sosyal ve psikolojik yönlerini görmek açısından faydalı olabilmektedir.12

1.2.1. Yoksulluk Kültürü

Toplum içinde şekillenmiş yaşam düzeyleri kalıplarına ulaşamamış dolayısıyla mutlu olamayan insanların mahrumiyetlerini örgütlü bir biçimde dile

11 Coşkun Can Aktan ve İstiklal Yaşar Vural, Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Hak-İş Konfederasyonu,

İstanbul, 2002, s. 6

(14)

getirememeleri yoksulluk kültürü kavramıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Yoksulluk kültürü yaklaşımı temelleri Oscar Lewis’in 1960’lı yıllarda yaptığı araştırmalara dayanmaktadır. Lewis ‘ a göre yoksulluk kültürüne sahip olan insanlar taşraya ait ve yerel merkezli olarak yaşarlar. Bu insanlar sadece kendi konumlarından, kendi yerel pozisyonlarından ve kendi komşuluklarından haberdardırlar ve bakış açısına ve sınıf bilincine sahip değildirler ve yoksulluğu nesilden nesile aktarabilen bir yaklaşım içerisinde bulunmaktadırlar.

Lewis’a göre yoksulluk kültürü, para ekonomisi, sürekli yüksek işsizlik, düşük ücret vb. kavramlardan ortaya çıkar ve bu kültür toplumun değer ve amaçları doğrultusunda başarıya ulaşmalarının olanaksızlığını fark etmelerinin verdiği ümitsizlik duygusuyla başa çıkmalarındaki gücü temsil eder.

Bu kültüre sahip insanlar genel olarak orta sınıf insanlar gibi gözükürler ve orta sınıf değerlerine sahip çıkarlar fakat bu sınıfsal pozisyona ulaşma çabaları son derece kısıtlıdır. Yoksulluk kültürü yaklaşımı genel olarak yoksulların örgütlenememesi ve yoksulluğun sürekliliği üzerinde durur.

1.2.2. Sınıf Altı Yaklaşımı

Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde yoğunlaşan bu kavram farklı tariflere konu olmuştur. Yoksulluğu kültürel olarak tanımlayan bir kavramdır. “underclass” (sınıf altı) kavramı olarak ta geçmektedir. Teknolojinin gelişmesi, işsizliğin artması sonucu, işsiz kalanlar için üretilmiş olan bu kavram, zamanla davranışsal bir tanımlama halini almış ve anlamı değişmeye başlamıştır. Liberal ve muhafazakâr politikacılar ve bu görüşleri benimseyen araştırmacılar, sınıf altı kavramını suça eğilimli, çalışma isteği olmayan ve devletten aldığı yardımı hak etmeyen insanlar olarak görmektedirler. Sınıf altının genel olarak siyahî insanlardan oluşması bu kavramın ırkçı politikalara alet edilerek değişikliğe uğramasına sebep olmuştur.

Sınıf altı konusunda önemli çalışmaları olan Wilson (1987) ise sınıf altını oluşturan, kent merkezinde istihdam olanağından yoksun ya da marjinal işlerde çalışan düşük ücretli, yeterli eğitimden yoksun avantajsız konumda bulunan bu

(15)

insanların büyük bir kısmının, özellikle A.B.D.’nin kurulduğundan beri avantajsız konumda bırakılan siyahi insanlardan oluştuğunu kabul etse de, bu insanların durumları ile ilgili çözümlerin daha yapısal ve genel olarak yoksulluk ve yoksunluk ekseninde uygulanacak sosyal politikalarla sağlanabileceğini belirtmektedir.

Yoksulluğa sebep olarak cinsel ayrımcılığını görenler de vardır. Kadınlara yönelik işgücü pazarlarında sosyal, kültürel engellerin olması ve aynı işi yapan erkekten daha düşük ücretle çalıştırılmaları ve kız çocuklarına özellikle erkek çocuklarına göre beşeri sermaye yatırımlarından daha düşük seviyelerde pay ayrılması ve genel olarak emek, hukuk, yerel ilişkiler ve politik alandaki cinsel işbölümünün yoksulluğu oluşturan temel nedenler olarak görülmektedir.13

1.2.3. İlişkisel Yaklaşım

İlişkisel yaklaşımlar, yoksul insanların kendi aralarındaki ve yoksullarla toplumun geri kalanı arasındaki toplumsal ilişkileri konu almaktadır. Toplumdaki aktörler arasındaki ilişkiler yüz yüze ilişkilerden çok daha dolaylı ilişkileri içerir ve bu ilişkilerin kalitesi ise aslında yakınlık ya da uzaklık, karşılıklılık, duygudaşlık, kimlik ve güven vb. kavramlar etrafında nitelendirilerek farklılaşmaktadır.

Yoksulluğu anlama yönünde, yoksulluğu bir tür ihtiyaçlar eksikliği sorunu olarak görmekten öte konuya toplumsal ilişkiler açısından bakmaya çalışarak ilişkisel yaklaşımlara öncülük ettiğini söyleyebileceğimiz Simmel’e göre, yoksul insanlar ve toplumsal bütünlük arasındaki ilişkiye iki farklı açıdan bakılabilir. Bunlardan birincisi toplumun geri kalanını uygun bütünlük olarak nitelendirip yoksulu dışarıda bırakır. Diğer bakış ise yoksul insanlarla toplumun geri kalanı arasındaki ilişkinin hepsinin daha yüksek bir bütünlük düzeyi oluşturduğunu farz eder ve bu durumda sonuç olarak yoksul bütünlüğün içerisinde kalır.

Simmel her toplumsal sınıfın tipik farklı ihtiyaçları olabileceğinden ve bu ihtiyaçları tatmin edememe durumunun yoksulluk anlamına gelebileceğini fakat bulunduğu sınıftan daha düşük düzeyde bir sınıfta bulunan bir kişinin yoksul olmayabileceğini vurgulamaktadır.. Simmel’e göre yoksul, “yardım alan ya da

(16)

ihtiyacı olmadığı halde almak zorunda olandır yani yoksul, topluluğun ona karşı olan davranışına göre belirlenir ve böylece yoksul belirgin toplumsal rolünü oynar”. Kısacası topluluk tarafından yoksulluk kişisel olarak kabullenilir14.

1.3. Yeni Yoksulluk

Sanayi Devrimi sonrasında ortaya çıkan yeni üretim ve tüketim kalıplarıyla birlikte gelişen bir yoksulluk kavramıdır.

Önceki dönemlerde beklentiler, sistemlerin bütünleştirici özelliklerinin galip geleceği yönündeydi. Ekonomik dinamikler zaman içinde insanlara iş bulacak, istihdam olanakları toplumsal bütünleşmeye ve hâkim kültürlerin oluşturduğu bir yaşam şeklinde olacaktı. Bu süreçlerde aksamalar olması halinde devreye devlet müdahalesi girecek ve sosyal politikalar ile toplumsal bütünleşmenin gerçekleşmesi sağlanacaktı. Fakat 1980’lerden buyana küreselleşme ve neo-liberal politikalarla birlikte ekonominin, istihdam koşullarının getirdiği yeni oluşum ve kültürel dinamikler ile yoksulluk da değişti.

Yeni yoksulluk kavramının “toplumsal bütünleşme ihtimalini büyük çapta ortadan kaldıran koşulların bir ürünü”15 şeklinde, toplumsal dışlanma riski içeren, kenarda kalan, özellikle ekonomik ilişkiler yönünden sistemle bütünleşmesi giderek zorlaşan bir tabakayı vurguladığı söylenebilir. Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu-Çocuk Yoksulluğu Çalışma Grubu da yeni yoksulluğu, “sosyal güvenceden yoksun bireylerin, ekonomik, sosyal ve kültürel kaynaklara ulaşamaması ve toplum ile bağlarını gitgide yitirmesi sorunu” olarak tarif etmektedir. Yeni şartların oluşturduğu bu yeni yoksullukta, yoksulluğun biçimleri ve görünür özellikleri de farklılaşmaktadır.

1.3.1. Yoksulluğun Tarihsel Gelişimi

Sanayi Devrimi sonrası Kıta Avrupa’sında filizlenen endüstriyel kapitalizmin gelişimi esnasında üretim sistemlerinde iki büyük dönüşüm oluşmuştur. Bu

14 Alev Özkazanç, “Refah Devletinden Yeni Sağa”, Mürekkep Dergisi, Sayı: 7, Ankara 1997, s. 7

15 Ayşe Buğra-Çağlar Keyder, Yeni Yoksulluk ve Türkiye’nin Değişen Refah Rejimi, Birleşmiş Milletler

(17)

dönüşümler sonucunda farklı ekonomik, siyasal ve toplumsal bileşelenleri olan iki dönem ortaya çıkmıştır Savaş sonrası Fordist dönem ve Küreselleşmeye giden Post-Fordist dönem.

Fordist dönem olarak adlandırılan bu yeni üretim sisteminin ismi 1914 yılında mekanik montaj bandını ilk defa fabrikasında kullanıma sokan Henry Ford’la anılmaktadır. Bu üretim sistemi salt mikro-ekonomik yönden incelendiğinde, standart malların üretimine yönelik özel bir teknik ve iş bölümünü kapsayan bir üretim şekliydi. Yarı kalifiye ve uzman işçi kullanan bu üretim sistemi, -montaj bantları gibi- özel mekanik sistemler ve makineler kullanarak ölçek ekonomisi prensibiyle kitlesel üretim yapmaktaydı. Fordizm’in ilk sistematik kullanımı ABD’de, II. dünya Savaşı sırasında büyük sıçrama kaydeden silah ve savunma sanayiinde gerçekleşmiş ve bu üretim sisteminden yüksek verim sağlanmıştır.

Yapısı gereği ‘ulusalcı’ olan Fordizm’in popülaritesi Savaş sonrası şartlarda Avrupa’da da yükselmişti. O dönemin uluslararası koşulları böyle bir yaygınlaşmaya uygundu. Savaşlar Avrupa ülkelerinin ekonomik altyapısını çökertmiş ve yeniden yapılanmaya olanak verecek ekonomik kalkınma hamleleri ve korumacı ekonomik politikaları kaçınılmaz kılmıştı ve bütün bunlara ilaveten sosyal politikalar yönünden farklı bir bakış açısı ortaya atan Keynesyen ekonomi modelinin etkinliği giderek artıyordu.

Bu dönemin en önemli özelliği devletin sınıflar arasındaki hakemlik görevi görmesidir. Keynesyen ekonominin uygulamaya konulması ile birlikte söz konusu dönem içinde devlet bürokrasisi ile işçi ve işveren sendikaları tarafından örgütlenen korporatist bir uzlaşma meydana gelmiş ve bu uzlaşmanın arka planını Fordizm oluşturmaya başlamıştır16.

Fordizm sosyal sistem (düzenleme biçimi) olarak ise, “ücretlerde geniş kapsamlı bir pazarlığa, işten çıkarmalarda katı kurallara, düzenli olarak, geçim endekslerine ve genel üretkenliğe bağlı olarak ücretlerin artışına imkân vermiştir. Fordizm’in birinci kısmı Taylorist bölünme etrafında yapılandırılan emek

(18)

organizasyonudur. Önemli ikinci bir nokta ise ‘popüler tüketimdeki büyüme ve bundan dolayı verimli amaçlara uygun çıkış yollarını kapsayan birikim rejimidir’ ve bu rejim üçüncü önemli noktayı yani’ çalışanların ve ücretlilerin bu modele uygunluğunu destekleyen düzenleme biçimlerini belirlemektedir. Özellikle gelişmiş ülkelerde yaygınlık kazanan bu uygulamaların merkezinde kapsamlı sosyal politikalar yer almaktaydı. İşsizlik yardımları, sosyal konut uygulamaları, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetlerinin sağlanması gibi dolaylı gelirlerin bu alanlarda alt gelir grupları yönünden meydana getirilen eşitsizlikleri önemli ölçüde hafifleten bir görevi bulunmaktaydı.17

Aslında Refah Devleti tarımsal ya da köye özgü işlerde çalışarak mülksüzleşen proletaryayla, bir iş sözleşmesine girme isteği bulunan etkin proletaryayı birbirine bağlamayı başarmıştır. Kapitalizm, bu dönemde ortaya koyduğu işbölümü ve işin organizasyonundaki gelişmeyle gerçek anlamda üretimi arttırmış ve alt sınıfların bir önceki dönem aldıkları payın bir hayli üzerine çekerek onların da görece refah seviyelerini yükseltmeyi başarmıştır.

Fakat 1960’li yıllarla birlikte kitlesel üretime yönelik Fordist model birçok açıdan çok maliyetli olmaya başlamıştı. Üretici tarafından bakılırsa ki bunlar tekelci bir ortamda ön plana çıkmış büyük firmalardı, sendikal hareketlerle güçlenen isçi baskısı, monoton üretim sürecinde düşen kalite, standart malların tüketiminde yaşanan doygunluk (kitlesel talebin azalması), emek maliyetleri çok düşük olan Üçüncü Dünya ülkeleriyle zorlaşan rekabet ortamı gibi faktörler verimliliği ve bununla birlikte karlılığı düşürmüştü.

Fordist modelin maliyetli olmaya başlamasından sonra ücret artışları ile verimlilik artışları arasında paralellik bozulmaya, verimlilik düşmeye, enflasyon ve işsizlik oranları artmaya başladı. Avrupa genelinde, temel olarak tüketimin düşmesi dolayısıyla genel talebin azalması sonucu ekonomilerin büyüme hızında göreceli olarak düşüş yaşanmaya başladı. Refah döneminde oturtulmuş sosyal hizmetlerin karşılanması bütçelere büyük yük getirmeye ve ekonomiler üzerinde enflasyonist bir

17 Anthony Giddens, Sağ ve Solun Ötesinde Radikal Politikaların Geleceği, (Çev.: Müge Sözen, Sabir

(19)

baskı yaratmaya başladı. 60’larin ortalarında başlayan bu enflasyonist baskılara, 70’li yıllarda meydana gelen petrol krizlerinin etkisi de eklendi.

Dünyada içine girilen ekonomik bunalımla birlikte Bretton Woods anlaşması çökmüş doların devalüasyonu ve serbest kur politikası oluşturulmaya başlanmıştır. Krizden çıkış çabaları içinde öncelikle neo-liberal ekonomik politikalar ve onun getirdiği deregülasyon uygulamaya konulmuştur. Post- fordizm olarak da adlandırılan yeni bir birikim rejimi ile birlikte esnek üretim sistemine geçilmiştir. PostFordizm için itici güç teşkil edebilecek 3 önemli noktanın altını çizmek gerekirse bunlar; yeni teknolojilerin yükselişi, uluslararasılaşma, fordizmden Post-fordizme kayan paradigmadır.18

1.3.2. Refah Rejimleri ve Yeni Yoksulluk

Bu dönemin en belirgin özelliğini yoksulluğun sistem dışı bir yoksulluk olarak meydana gelmesidir. Daha önceki dönemde ‘sistem içinde bir şekilde yer tutabilmiş ama reel ücretlerin düşmesiyle yoksullaşanlarla, günümüzde yaşadığı toplumun oluşturduğu sistem içinde sosyal, siyasal ve ekonomik olarak dışlanan ve hiçbir şekilde mücadele gücü kalmayan bireylerin’ oluşturduğu sistem içi yoksulluk önemli bir farklılık oluşturmaktadır.

Kapitalizmin kır-kent arasında kurduğu işbölümüyle kırdan koparak kentlere gelen kitlelerin kent içinde düzensiz işlerde istihdam edilmesi sonucu ve sanayinin her daim yedek sanayi ordusu olan ve eğitim konut gibi kentsel olanaklardan yoksunluğu nedeniyle işçi sınıfının çalışan kesimlerine göre daha ağır bir yoksulluk içinde yaşamakta olanlardan çok, günümüz için, daha geniş toplumsal kesimleri içeren, yeni yoksulluk kavramından bahsedilebilir.

Yeni yoksulluk geçmişte evsizlik ve yoksulluk, toplumsal ve mesleki hareketlilik ve sosyal devlet programları yoluyla bastırılmaktaydı. Sürekli/güvenceli işlerin azalması, parçalanmış (istikrarsız) işgücü piyasasının giderek kalıcılaşması ile nitelenen Post-Fordist ekonomi ve istihdam rejimi, yoksulluk tuzağından kaçan,

18 Necmi Erdoğan, Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri, Wald

(20)

eğitimsiz ve herhangi bir mesleki beceriye sahip olmayan büyük bir nüfus kesiminin yaşam standardını düşürmektedir.19

Yeni dönemin getirdiği taleplerden en önemlileri, mesleki yapıda giderek artan profesyonelleşme ve farklılaşma, aile yapısında tek ebeveynli Hane halkı sayısındaki artış vb. gibi değişimler, emeğin sermaye için yükselen maliyeti ve demografik anlamda artan yaşlı nüfus sorunudur ki bütün bu sebepler refah devletinin var olan sosyal korumayla ilgili kapasitesi ile artan ihtiyaçlar arasında bir bağlantısızlık ve dengesizliğin göstergesiydi.

1.3.3. Küreselleşme ve Yeni Yoksulluk

Ulusal olan Fordizm çerçevesinde yapılanan Keynesçi iktisat politikalarının başarısız olması sonucunda, uluslararasıcı neo-liberal iktisat kuramı gündeme geldi. Akılcı olan bireyin kendi çıkarlarını piyasa şartlarında maksimize etmesi temeline dayanan bu sistem küreselleşmeye giden sürecin temelini meydana getirdi.

Fordizm’den Post-Fordizm’e geçiş süreci gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarını da yeniden şekillendirmişti. Yerli piyasalarda çeşitlilik arz eden mallara yönelik artan talep sonucunda orta ve küçük ölçekli firmalar artmaya başladı. Hizmet sektöründe büyük bir patlama yaşandı. Standart malların azalan tüketimi, büyük firmaları mallara kitlesel talebin olduğu yeni uluslararası pazarlara yöneltti. “Çokuluslu Keynescilik” olarak adlandırılan bu strateji ile büyük firmalar faaliyetlerini az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin yerel gruplarla kurdukları ortaklıklar aracılığıyla dünyaya yayıldılar.20

İş organizasyonlarının farklılaştırılması ve esnek üretim ve yönetim tekniklerinin uygulanmaya başlanması ile işverenlerin üretimdeki inisiyatifleri artarak emek piyasası koşulları işçi aleyhine gelişti. Gelişmiş ülke firmalarının az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin piyasalarına girişi, bu ülkelerdeki “ucuz emeğe” ulaşılması için yeni imkânlar oluşturdu. Bu sayede gelişmiş dünya

19 Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 67

20 Sevilay Kaygalak, “Yeni Kentsel Yoksulluk, Göç ve Yoksulluğun Mekansal Yoğunlaşması: Mersin Demirtaş

(21)

ülkelerinin şirketleri çokuluslu hale dönüştüler. Sermaye yapılarını genişleterek ülke ekonomilerinin de gelişmesine katkıda bulundular.

Mevcut piyasaları ürün farklılaştırmayla genişletmek ya da mevcut pazar içinde derinleşmek, üretimin maliyetlerini olabildiğince düşürmek, yeni teknolojiler ve esnek üretim organizasyonlarıyla üretkenliği arttırmak ve emek maliyetlerinin ve kontrolünün kolay olduğu coğrafyalara doğru üretimi kaydırmak, çalışanların sosyal haklarını ve kamusal hizmetleri ve sosyal politikaları kısıntıya uğratıp “refah devleti” anlayışından vazgeçilmesi, bu yeni dönemin en önemli politikaları olmuştur.

Küreselleşme olarak tanımlanan bu süreç, esnek üretim organizasyonlarının yol açtığı gelir dağılımı eşitsizliği nedeniyle, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki makasın gittikçe daha da açılmasına sebep olmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler IMF ve Dünya Bankası tarafından uygulanan yapısal uyum programlarıyla giderek artan gelir farklılığının önüne geçip dışa açık piyasa ekonomisine uyum sağlamaya çalışmaktadır. Ancak, küreselleşme sürecindeki gelir eşitsizliği giderek kaygı verici boyutlara ulaşmıştır.21

1.3.4. Yapısal Uyum Programları ve Yoksulluk

Dünya ekonomisinde azgelişmiş ülkelere yönelik ‘yapısal uyum politikaları’ etrafında şekillenen makro ekonomik düzenlemeler, yoksulluğun şiddetini daha da arttırmıştır. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kurumları tarafından dayatılan ‘yapısal uyum programları’ temel olarak bütçe açığını küçük tutarak enflasyonu kontrol etmek ve ödemeler dengesi sorununun önüne geçip gerçekçi bir döviz kuru amaçladığı iddiasıyla yola çıkmaktadır. Fakat önerdiği politikalar temel olarak kamunun küçültülmesine ve ücretlerin küresel düşüşüne sebep olmaktadır.

Tek tek gelişmekte olan ülkelerdeki ulusal ücret düzeyleri tek başına ulusal emek piyasasının yapısına değil, aynı zamanda rakip ucuz emek merkezlerinde geçerli olan ücret düzeyine göre oluşmaktadır. Dolayısıyla emek maliyetlerinin düzeyi, farklı ülkelerdeki yedek işçi ordularının oluşturduğu bir küresel ucuz emek

21 Fuat Ercan, Küreselleşme Sürecindeki Yerellikler: Homojenleşme ve Farklılaşma/Güç ve Eşitsizlik

(22)

rezervinin varlığı tarafından oluşturulur. Nitekim bu programlar azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki üretim yapısını ve işgücü piyasalarını köklü bir biçimde etkilemiş ve bu ülkelerde işsizlik oranlarında artış, reel ücretlerde ciddi düşüşler ve bunun sonucunda yoksulluğun artışı gözlenmeye başlamıştır. Yoksulluk açısından en olumsuz sonuçlar, istihdam ve reel ücretlerin birlikte düştüğü durumlardır.

Yapısal uyum programları az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler tarafından kabul edilip uygulamaya konulmadığında bu ülkelerin borçlanmaları söz konusu olamamakta ve bu programlar asıl olarak eğitim, sağlık, barınma gibi temel kamusal ihtiyaçların giderilmesindeki görevi devletin elinden alıp bunları piyasanın denetimine bırakmayı hedeflediği gözlenmekte ve bütün bu politikalar, ülkemizde dâhil olmak üzere söz konusu ülkelerde refah devletine özgü politikalar ve hizmetlerin daha doğmaya başlamadan ölmesine neden olmaktadır.22

1.3.5. Çalışan Yoksullar

Eski tipik üretim faaliyetlerinin yerlerini yeni finansal ve hizmet sektörlerine bırakması, şehirlerde ve kentsel alanlarda istihdam merkezli yeni bir tür eşitsizlik ve yoksulluk olgusu yani çalışan yoksulları görünür kılmıştır. 19. yüzyıl öncesinde yoksul ile çalışan neredeyse eş anlamlı olarak algılanmaktaydı. Yani hayatını çalışarak kazanmak zorunda kalan, çalışmazsa açlıktan ölecek durumda olan insan yoksul kabul ediliyordu. Bu yoksulun tanımı gibiydi. 19. yüzyılda, özellikle liberal düşünürler, bu kavramı neredeyse yasaklanmasını ister bir hale getirdiler. Eğer bir insan çalışıyorsa yoksul değildir, çalışmayla yoksulluk birbiriyle eşleşen kavramlar olamaz deniyordu Çünkü gözle görünen işler insanların yoksulluk sınırının üstünde yaşamalarına imkân veren işlerdi. Bugün çevremize göz attığımızda bu durumun epeyce değiştiğini görüyoruz. Fakat asgari ücretle çalışmayan, yani formel emek piyasasının dışında çalışan insanlar için çalışmak yoksulluktan kurtulma yolu olarak görünmüyor, çalışan yoksullar burada bol miktarda bulunuyor.

Çalışan yoksulların sayısının giderek artması, geçmiş dönemde yoksulların sayısının azalmasında önemli katkıları olan çalışma etiğinin öneminin azalmasını da

22 Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, (Çev.: Neşenur Domaniç), Çiviyazıları Yayınları,

(23)

beraberinde getirmiştir. Çalışan yoksullar olgusunun sadece az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde değil gelişmiş ülkelerde de artan bir biçimde yaygınlaşması salt istihdam yaratma hedefi taşıyan yoksulluğa karşı mücadele politikalarının yeterliliğinin nedenli ve etkin olduğunu göstermektedir.23

Bugün artık özellikle gelişmiş ülkeler için “yoksulluk eşittir tüketememe ya da tüketici olarak yetersizlik” tanımlamalarının gerçek olduğundan söz edilebilir.

Gerek kronik yoksulların ve gerekse de çalışan yoksulların düşüncesindeki zenginliği ve refahı sağlamanın başlıca önemi, tüketim tercihi alanlarının geniş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum yeni yoksulluğun, toplumsal kaybın yeni biçimini, kolektif olarak tüketilmeye başlanan yeni mallardan yoksunluk olarak görülmesini oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerin küreselleşme ile artan yoksulluk sorunu, neo-liberal ekonomik politikalar ve tam istihdam anlayışından vazgeçilmesi ve kamusal yatırımların azaltılması süreçleriyle beraber sadece maddi yoksunlukla baş etmeye çalışan değil aynı zamanda sosyal dışlanma sorunuyla da yüz yüze kalan çalışan kitlenin sayısında artış sağlamıştır. Gelişmiş ülkelerde sosyal yardım ödeneklerinden vazgeçilmesi ve bunun yerine daha ayıklayıcı sosyal güvenlik sistemlerinin konulması ve Bauman’ın belirttiği gibi bir önceki dönemde refah devletinin ‘iyi nitelikli eğitim, yeterli sağlık hizmeti ve yeterli konut ve yoksullara dair politikalardan vazgeçmeye başlama emeğin yeniden metalaştırılmasını sağlamada büyük işlevler görüyordu. Bugün artık “sosyal vatandaşlık” yerini tüketim anlamında müşteri konumuna dönüşen kitlelere bırakmış ve Esping-Andersen’ın vurguladığı gibi gelir koruma ve aktif sosyal yatırımla ilgili stratejilerin eksikliği yoksullaşmış post-endüstriyel bir proletaryanın ortaya çıkmasına neden olmuştur24.

23 Ahmet İnsel, “İki Yoksulluk Tanımı Ve Bir Öneri”, Toplum ve Bilim, Sayı: 89, 2002, s. 69

24 Zygmunt Bauman, Çalışma Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, (Çev.: Ümit Öktem), Sarmal Yayınları, İstanbul

(24)

İKİNCİ BÖLÜM GELİR DAĞILIMI

Bir ülkede sosyal barışın sağlanması ve korunması toplumsal amaçların en önemlilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu amacın gerçekleştirilmesi ise önemli ölçüde gelir dağılımının adil olmasına ve asgari gelir düzeyinin belli bir seviyenin altına düşmemesine bağlıdır. Adil gelir dağılımı, subjektif olarak değerlendirilebilen bir kavram olması nedeniyle tanımlanmasında güçlüklerle karşılaşılmaktadır.

Gelir grupları arasında büyük farkların olmadığı dağılım, adil gelir dağılımını olarak tanımlanabilir. Sosyal barışın sağlanması adil gelir dağılımını zorunlu kılmaktadır. Ancak gelir dağılımında adaletin sağlanması kendiliğinden gerçekleşemeyeceği için gelir dağılımına devlet müdahalesi sosyal devletin bir gereği olarak kabul edilmektedir.

Gelir dağılımı, devletin belirleyerek uyguladığı gerçekçi ekonomi ve maliye politikaları ile oluşturulur. Yani devlet, gelir dağılımındaki adaletsizliği, uyguladığı ekonomi, vergi, bütçe ve harcama politikaları ile en aza indirmeye ya da eşitlik sağlamaya çalışır ve bununla ilgili etkin ve tutarlı önlemleri alır.

Milli gelirin sürekli artırılması ve bu gelirin bireyler, bölgeler ve sektörler arasında adil dağılımı, o ülke toplumunun gelecekle ilgili beklentilerinin, alınacak kararlardaki etkinliğinin, gelişmişlik düzeyinin, toplumun sosyal ve idari yapısının, ülkenin yaşadığı veya yaşayacağı sosyal, siyasal ve ekonomik sorunların boyutlarının bir göstergesidir. Çünkü ülke milli gelirinin dağılımındaki oluşan, oluşacak dengesizlik, ülkenin yakın gelecekte karşılaşabileceği birçok istikrarsızlığın da habercisidir.

Gelir dağılımı araştırmalarının başlıca ve en önemli amaçlarından birisi; siyasi otoritenin uygulamakta olduğu sosyal politikanın amaçları ile sonuçları arasında karşılaştırmaya imkân vermesidir. Bu araştırmanın sonuçları, uygulanacak politikaların daha etkin olması için yol gösterici olmaktadır. Genellikle her ülke, gelir dağılımında adaleti sağlamak için ilk olarak dolaysız vergiler aracılığı ile piyasaya

(25)

müdahale etme gereği duyar. İkinci müdahalede ise bu vergilerin bir kısmı karşılıksız gelir transferi şeklinde bireyler arasında yeniden dağıtılarak gerçekleştirilir.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve yoksulluk ülkemizin ve daha birçok ülkenin karşılaştığı en ciddi sorunların başında gelmektedir. Dünyada 1980’lerde başlayan değişim sürecinde gelir dağılımı sorunu sıradan bir sorun olmaktan çıkmış ve politik ve sosyal bir sorun olarak araştırılmaya ve incelenmeye başlanmıştır.

Türkiye’de de gelir dağılımı adaletsizliği son 15–20 yıllık dönemde sıkça tartışılan bir konu olmuştur. Özellikle 1980’li yıllarda uygulanan ve halen sürdürülmeye devam edilen ekonomik ve sosyal politikalar var olan olumsuzlukları ve yoksulluğu daha da belirgin hale getirmiştir. Kişi başı gelir düzeyinin düşük olduğu bir ekonomik yapıda gelir dağılımının da bozuk olması bölgesel yoksulluk sorununu da beraberinde getirmektedir.

Türkiye ekonomisinde liberal uygulamaların başladığı 1980’li yıllardan itibaren ekonominin küresel iktisadi hayatla bütünleşme süreci, zengin ve fakir arasındaki gelir uçurumunu daha da büyütmüştür. Bu yıllarda izlenen makroekonomik politikalar, büyüme, istihdam ve dış ticaret konularında genel olarak başarılı bir grafik çizerken, yüksek enflasyon ve gelir dağılımı konusunda oldukça başarısız bir görüntü meydana getirmiştir.25.

2.1. Gelir Dağılımının Tanımı

Her ekonomik faaliyetin ilk amacı, gelir yaratan mal ve hizmetler ortaya koymak, üretmektir. Elde edilen gelir düzeyi, sosyal refahın belirlenmesi yönünden en iyi ölçütü oluşturmaktadır. Sosyal refah düzeyinin ne yönde değiştiğinin belirlenmesi için, milli gelirin nasıl dağıldığı ve bu dağılımın yıllara göre nasıl değiştiğinin bilinmesi gerekli ve önemlidir. Bireyleri makro ekonomik açıdan birinci derecede ilgilendiren konu, ülkenin milli gelirinden kendilerine ne kadar pay düşeceğidir.

(26)

Gelir dağılımı, belirli bir dönemde, genelde bir yıl yılda ülke içerisinde üretilen mal ve hizmetlerin toplamı olan milli gelirin, kişiler ya da üretimde görev alan üretim faktörleri arasındaki dağılımını ifade etmektedir. Gelir dağılımını incelemenin amacı, gelir farklılaşmalarını neden ve sonuçları ile ortaya koymak ve bu farklılıkları açıklamaya çalışmaktır. Bu sonuçların ortaya konulması, ekonomik ve sosyal olarak gelir dağılımının, ülke ekonomisine etkileri açısından gereklidir. Gelir paylaşımının nasıl olduğu, bir ülkenin ekonomik refaha ulaşmasının göstergesi olması açısından iktisat teorisi için önemlidir. Gelir eşitsizliği, bir ülkedeki gelir dağılımının o ülkedeki bireyler tarafından eşit ve adil olarak bölüşülmediğinin ispatıdır.26.

Gelir dağılımı politikaları ülkede gelir elde eden kişilere tek yönlü olarak eşit bir gelir sağlamak anlamını taşımamaktadır. Gelişmiş ülkelerde bu politikalar, gelişme hızındaki devamlılığın bir ölçütü olmanın yanında gelişmekte olan ülkelerde ise bir kalkınma stratejisi olarak ele alınmaktadır.

Özellikle gelişmekte olan ülkeler için bu politikalar, başta tasarruf, yatırım, tüketim harcamaları ile devlet ve özel kesimin kalkınma hızı, sanayileşme, tam ve verimli istihdam, tarım kesiminin verimliliği, kentleşme ve göç sorunları, eğitimin üretici hale getirilerek yaygınlaştırılması, ücret ve fiyat artışlarının düzenli bir biçimde yürütülmesi gibi çok yönlü ekonomik ve sosyal konularla iç içedir.27.

Hane halkının tüketim ve tasarruf eğilimleri ve satın aldıkları mal ve hizmetler gelirle bağlantılı olarak değişeceği için, gelir dağılımı bir ülkede tüketim, tasarruf hacmi ve bileşimini etkiler. Bu nedenle, tasarruf hacmi ve yatırım miktarının tahmininde kişi başı gelirle beraber gelir dağılımı da dikkate alınması önemlidir.

26 İsmail Türk, Maliye Politikası, Turhan Kitabevi, Ankara 2001, s. 31 27 Hüseyin Şahin, Türkiye Ekonomisi, Ezgi Kitabevi, Bursa 2000, s. 449

(27)

Gelir dağılımı politikalarıyla gerçekleştirilmek istenen amaç, düşük gelirli grupların gelirini artırarak sosyal gruplar arasındaki dengenin sağlanıp ekonomik gelişmeyi hızlandırıp ve ekonomik kalkınmayı sağlayacak stratejilere yön vermektir28.

2.2. Gelir Dağılımı Türleri

Ekonomi tarihinde gelir dağılımını ölçmek amacıyla çeşitli yöntemlere başvurulmuştur. Başlangıçta ücret, kira ve rant arasındaki farkların dikkate alındığı fonksiyonel gelir dağılımı üzerine istatistiksel çalışmalar yapılmış, ancak daha sonraları Pareto ile birlikte kişisel gelir dağılımı dikkate alınması önem kazanmıştır.

Gelir dağılımı, bir ülkede yaratılan toplam gelirin toplumun farklı kesimleri arasındaki dağılımını temsil eden temel bir kıstastır. Gelir dağılımı, belirli bir dö-nemdeki toplam gelirin elde edilmesine katkıda bulunanların bu gelirden almış oldukları paylara denmektedir. Gelir dağılımının amacı, ekonomide gelir farklılıkların ortaya çıkardığı ekonomik ve sosyal sonuçları ortaya koymaktadır.

Gelir dağılımı kişiler, sosyal gruplar, faktör sahipleri, sektörler açısından incelendiği için çeşitli gelir dağılımı türleri ortaya çıkmıştır. Bunlar fonksiyonel, kişisel, bölgesel ve sektörel gelir dağılımıdır29.

2.2.1. Fonksiyonel Gelir Dağılımı

Milli gelirin üretime katılan üretim faktörleri arasında ve iktisadi faaliyet kolları arasında dağılımına gelirin fonksiyonel dağılımı denir. Bu gelir dağılımı yönteminde, milli gelirin emek geliri, sermaye geliri, kira ve rant gelirleri olarak nasıl bölüşüldüğü ve bu bölüşümde hangi faktörlerin etkin olduğu ele alınmaktadır.

Fonksiyonel gelir dağılımı, gelirin emek ve emek dışı gelirler arasında bölüşümü şeklinde tanımlandığında gelirin üretim faktörleri ve sosyo-ekonomik gruplar arasında paylaşımı göz önünde tutulmaktadır. Gelirin emek ve mülk sahipleri

28 İsmail Karaman, “Dünya’da ve Türkiye’de Gelir Dağılımı”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı: 6, 1995,

s. 155

(28)

arasında paylaşımının yanı sıra emek geliri, ücret, maaş ve yüksek yönetici geliri gibi alt bileşenlerine; mülk gelirleri ise kâr, rant geliri gibi kendi alt bileşenlerine ayrılarak faktör payları konusunda daha ayrıntılı inceleme yapmaya imkân sağlamaktadır.30.

Milli gelirin sosyal sınıflar arasındaki dağılımını açıklamak için kullanılabilecek en uygun dağılım tanımlaması fonksiyonel gelir dağılımıdır. Ancak, fonksiyonel dağılım ile çeşitli sosyal tabakaların milli gelirden aldıkları paylar sadece ana hatları ile belirtilebilir. Çünkü sosyal tabakalaşma fonksiyonel dağılımın dörtlü sınıflandırmasının kapsamına giremeyecek kadar karmaşıktır. Fonksiyonel dağılımda, küçük çiftçi ile büyük çiftçi, büyük tüccar ile küçük tüccar arasında ya da tarım işçisi ile sanayi işçisi arasında fark bulunmamaktadır. Aynı şekilde, çok büyük bir holdingin koordinatörlüğünü yapan bir kişi fonksiyonel dağılıma göre ücretli sınıftan olması gerekirken, sosyolojik olarak işçi sınıfından değildir31.

2.2.2. Kişisel Gelir Dağılımı

Kişisel gelir dağılımı, bir ülkedeki milli gelirin o ülkede yaşayan bireyler tarafından paylaşımı sonucu elde ettikleri geliri ifade eder. Yani kişilerin bireysel bazda milli gelirden paylarına düşen miktardan ibarettir. Kişisel gelir dağılımı, ücret farklılıklarının yanında kişilerin sahip oldukları üretim faktörlerinin gelirlerine de bağlıdır. Bu gelir dağılımında toplumu oluşturan fertlerin farklı gelir grupları arasında yer almaları ve belirli bir süre içinde elde ettikleri gelirin toplam gelirdeki payları incelenmektedir.

Kişisel gelir dağılımı analizinde ülke nüfusu genellikle beş eşit parçaya bölünür ve her bir parça nüfusun % 20’sini temsil eder. Bu yöntemde hane halkının toplumun zengin fakir olarak hangi kesimini temsil ettiği belli değildir. Yani sermaye sahibi, işçi, memur, çiftçi, sanatkâr gibi toplumun her kesiminden bireyler aynı dilimde yer alabilir.32.

30 Hüseyin Karakayalı, Makro Ekonomi, Emek Matbaası, Manisa 2002, s. 71

31 Yaşar Uysal, “Bölüşüm İlişkileri ve Bu İlişkilerin Düzenlenmesinde Etkili Olacak İktisat Politikalarının

Değerlendirilmesi-Türkiye Örneği”, DEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2, 1999, s. 7

(29)

2.2.3. Bölgesel Gelir Dağılımı

Ekonomiler, farklı ekonomik, sosyal ve demografik özelliklere sahip üretim bölgelerinden oluşmaktadır. Ülke ekonomisi tarıma dayalı bir yapıya sahipse bölgeler arası iklim farklılıkları üretim üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olacaktır. Aynı durum sanayi ve ticarete dayalı bir yapı için de geçerlidir. Bu durumda milli gelir bölgeler arasında eşit dağılmamakta, değişik koşullara göre milli gelirden aldıkları paylar farklılık göstermektedir. Bölgesel gelir dağılımı, ülkenin farklı bölgelerinde yaşayan insanların milli gelirden ne kadar pay aldıklarını gösteren bir gelir dağılımı türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelir dağılımı, bir ülkenin gelişmiş ve az gelişmiş bölgeleri arasındaki farklılaşmayı belirtmekte kullanılan araçlardan biri olmaktadır. İktisaden kalkınmış ekonomilerde bölgeler arası kişi başı düşen gelirlerin farkı az, az gelişmiş ekonomilerde ise bu fark giderek artmaktadır33.

Bir ülkede gelirin ne kadar adaletli dağıtıldığının ölçümü yapılırken bölgeler arasındaki gelişmişlik farkına da önem verilmelisi gereklidir. Bu amaçla gelir dağılımı araştırmalarında bölgesel gelir dağılımına ilişkin veriler toplanmakta ve bu veriler analiz edilmektedir.

Bölgeler arasındaki sosyo-ekonomik dengesizliklerin sebebi, bölgeler arasında tarım, sanayi, ticaret, hizmet, haberleşme, ulaştırma, sağlık, eğitim, demografik ve sosyal göstergelerin farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Tüm bu sebepler bölgeler arasında gelir dağılımının da farklılaşmasına neden olmaktadır34.

2.2.4. Sektörel Gelir Dağılımı

Üretim sektörlerinin milli gelir içerisindeki payını incelemek için kullanılan bu yöntemde, tarım, sanayi ve hizmet sektörünün milli gelirden aldığı payı, uzun dönemdeki değişimleri, devletin hangi sektöre milli gelirden daha çok pay ayırdığını görmek mümkündür. Bu dağılım aynı zamanda milli gelirin kamu ve özel sektör arasındaki dağılımını gösterdiği için devletin ekonomiye müdahale derecesi ve

33 Coşkun Can Aktan, Türkiye’de Gelir Dağılımında Adaletsizlik Sorunu, Yoksullukla Mücadele Stratejileri,

Hak-İş Federasyonu Yayını, Ankara 2002, s. 16

34 Rıdvan Karluk, Türkiye Ekonomisi Tarihsel Gelişim, Yapısal ve Toplumsal Değişim, Beta

(30)

ekonomik sistemin yapısı hakkında da bilgi verir.

İktisaden kalkınmış ekonomilerde milli gelir içerisinde tarım kesiminin payı düşük, az gelişmiş ekonomilerde ise bu pay yüksektir. İktisadi kalkınma sıralamasında tarım sektöründen sonra sanayi sektörü ve daha sonra da hizmet sektörü gelişmiştir35.

Ülkelerin izlemiş oldukları kalkınma stratejileri istihdamın sektörel dağılımını ve sektörlerin milli gelir içindeki paylarını önemli ölçüde etkilemektedir. Devletin, sektörel kalkınmaya yönelik fiyat mekanizması, teşvikler, sübvansiyonlar ve teşviklerle doğrudan veya dolaylı olarak yaptığı müdahaleler, sektörel bölüşüm ve gelir bölüşümü açısından önemli bir yere sahiptir. Bu şekilde sektörel ve bölgesel tercihe bağlı olarak kamusal kaynak transferi de gerçekleşmektedir. Sonuçta sektörel ve bölgesel dağılımda olduğu kadar fonksiyonel gelir dağılımında da değişimler olabilmektedir.36

2.3. Gelir Dağılımı Eşitsizliğinin Ölçülmesi

Gelir eşitsizliği, belirli bir orandaki nüfus diliminin ulusal gelirden aldığı payın, diğer nüfus dilimlerinin aldıkları paylarla karşılaştırılarak yorumlanmasıdır. Gelir payları arasındaki farkın yüksek olması gelir dağılımı eşitsizliğinin yüksek olduğunu gösterir. Gelir dağılımı konusunda üzerinde önemle durulması gereken nokta bu eşitsizliğin nasıl ölçüleceğidir.

Ülkelerdeki gelir dağılımı eşitsizliği genellikle gelirin oluşumu sürecinde meydana gelmektedir. Bu eşitsizliğin ortaya çıkmasında servet dağılımındaki eşitsizlik, faktör fiyatlarındaki dengesizlik, eğitim ve fırsat eşitsizliği büyük birer etkendirler. Yapısal ve sosyo-ekonomik etkenlere bağlı olarak toplumun büyük çoğunluğunun yeterli servete sahip olamaması sahip olduğu üretim faktörlerinden de yeterli geliri elde edememe sorununu ortaya çıkarmaktadır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde devletin vergileme, kamu harcamaları ve kamu borçlanması gibi geliri

35 Yakup Kepenek ve Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2000, s. 82

36 Yeşim Kuştepeli ve Umut Halaç, “Türkiye’de Genel Gelir Dağılımının Analizi ve İyileştirilmesi”, Dokuz

(31)

yeniden dağıtıcı politika uygulamalarının geliri düşük olan gruplar lehine çevirememesi, genellikle yeterli sermayeleri olmayan ve emekleri ile geçimlerini sağlamak zorunda olan geniş kitlelerin verimli olmayan istihdama yönelmelerine sebebiyet vermektedir.37.

Gelir dağılımı eşitsizliği pek çok siyasal ve sosyal sorunlara yol açabileceğinden gelirin mümkün olabildiğince adaletli dağılımının sağlanması yönünde çaba harcanması ve bu dağılımın zaman içinde gelişiminin izlenerek belirlenmesi gerekmektedir.37

Ekonomi tarihinde gelir dağılımını ölçmeye yarayan çeşitli ölçütler geliştirilmiştir. Başlangıçta ücret, kira ve kârlar arasındaki farklılıkların incelendiği fonksiyonel gelir dağılımı kullanılmasına karşın, Pareto ile birlikte gelirin ölçek dağılımı üzerinde yoğunlaşılmıştır. Eşitsizlik yöntemlerini açıklamak amacıyla tarihsel sıralamaya göre öncelikle Pareto gelir dağılımı ölçütü, Lorenz eğrisi ve Gini katsayısının tanımı yapılacak ve daha sonra diğer eşitsizlik ölçüm yöntemleri olan yüzde payları analizi ve Kuznet Katsayısı’ndan bahsedilecektir.

2.3.1. Pareto Gelir Dağılımı Formülü

Pareto zamana ve mekâna bağlı olmaksızın, bütün çağlarda ve ekonomilerde gelir dağılımını tanımlayan eğrilerde üst gelir grubuna sahip olan dilimlerin eğimlerinin birbirinin aynı olduğunu ifade eden doğrusal olmayan bir model önermiştir.38

Pareto’ya göre, ulusal gelirin aileler arasında bölüşümü, hemen her toplumda piramit benzeri bir dağılım gösterir. Piramidin tepesinde, o toplumun en yüksek gelir seviyesine ulaşmış birkaç aile; piramidin tabanına doğru inildikçe, yani daha düşük gelir seviyelerine geldikçe genişleyen gruplar ve nihayet en düşük gelir grubunda, yani piramidin tabanında, en yüksek sayıda aile bulunmaktadır. Pareto, bireysel kapasitelerdeki farklılıklar nedeniyle gelirin, kişiler arasında eşit bir biçimde dağılmayacağını öne sürmüştür. Bu bir yasa niteliğindedir ve değişmezliğe sahiptir.

37 Erdoğan Alkin, “Türkiye’de Gelir Dağılımı”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı: 6, 1995, s. 142

38 Erkan Işığıçok, “Kişisel Gelir Dağılımındaki Eşitsizliği Belirlemede Kullanılan İstatistiksel

(32)

2.3.2. Lorenz Eğrisi

Gelir dağılımını bir diyagramla gösterilmesi amacıyla Amerikalı istatistikçi Max Lorenz tarafından geliştirilen bu eğride, kişiler gelirlerinin büyüklüğüne göre küçükten büyüğe doğru sıralanır. Lorenz eğrisinde sıralanmış kişi veya hane halkı nüfus oranı ve kişilerin elde ettikleri gelir birikimi karşılıklı olarak gösterilmektedir. Şekilde gösterilen tam eşitlik doğrusuna göre kişilerin nüfus içindeki payı ile gelirden aldıkları pay eşittir. Gerçekte eşitsizlik söz konusu olduğu için üst gelir grupları gelirden nüfus içindeki paylarından fazlasını, alt gelir grupları da az olan kısmını almaktadır. Bu nedenle Lorenz eğrisi tam eşitlik doğrusunun altında yer alan bir eğridir. Tam eşitlik doğrusundan uzaklaştıkça dengesizlik artacaktır. Lorenz eğrisi bir kişinin tüm gelire sahip olması durumunda önce yatay eksene sonra dikey eksene paralel uzanmaktadır.39

Lorenz eğrisi ülkedeki toplam gelirin, yüzde olarak ne kadarını kaç kişinin aldığını, yani gelirin ne şekilde paylaşıldığını göstermektedir. Kişilerin aynı gelire sahip olması durumunda Lorenz eğrisi mutlak eşitlik doğrusu (45°‘lik doğru) ile çakışacaktır. Hiçbir ekonomide mutlak eşitliğin gerçekleşemeyeceği göz önüne alınırsa, Lorenz eğrisi her zaman mutlak eşitlik doğrusunun altında yer alacaktır. Bu durumda alt gelir gruplarının oransal olarak daha düşük gelir düzeyine sahip oldukları anlaşılır ve yoksulların bulunduğu bölge olan sol alt köşeden, zenginlerin bulunduğu bölge olan sağ üst köşeye doğru eğri üzerinde hareket edildiğinde, eğimin azalmadığı görülür.

39 Mustafa Sönmez, Gelir Uçurumu Türkiye’de Gelirin Adaletsiz Bölüşümü, Om Yayınevi, İstanbul 2001, s.

(33)

Tablo 1: Lorenz Eğrisi %AİLE GELİRİ

%AİLE

Kaynak:M.Kalenderoğlu.,Kamu Maliyesi Bütçe ve Borçlanma.

Şekil 1’de görülen (OB) doğrusu üzerinde yer alan her noktada nüfus yüzdesi ile bu nüfusa karşılık gelen gelir yüzdesi birbirine eşittir. Milli gelirin bütün kişilere eşit bir şekilde dağıtıldığı, yani kişi veya hane halklarının nüfus içindeki yüzde paylarının gelirden aldıkları yüzde paylara eşit olduğu bu noktalardan oluşan ve her bir eksende 45°‘lik açı yapan OB doğrusu ‘mutlak eşitlik eğrisi’ olarak adlandırılmaktadır. OAB eğrisi ise milli gelirin en yüksek düzeyde eşitsiz bir şekilde dağıldığını ifade eder. OB ile OAB arasında kalan tüm eğriler Lorenz eğrisi olarak isimlendirilmekte ve milli gelirin dağılımı bakımından söz konusu olabilecek diğer gelir dağılım olasılıklarını göstermektedir.40 Bu eğriler mutlak eşitlik eğrisine yaklaştıkça milli gelirin dağılımındaki eşitsizlik azalırken bu eğriler OAB eğrisine doğru yaklaştıkça eşitsizlik artacaktır.

Gelir dağılımında adaletsizliğin olması durumunda nüfusun en az gelire sahip %10’u toplam gelirin %10’undan daha azını alırken nüfusun en yüksek gelirli %10’u toplam gelirin %10’undan fazlasını alacaktır. Bu nedenle fiili gelir dağılımını gösteren Lorenz eğrisi daima mutlak eşitlik eğrisinin altında yer almaktadır.

(34)

Lorenz Eğrisinden aynı ülke içinde farklı zamanlardaki gelir dağılımlarındaki adaletsizliği yada farklı ülkelerin gelir dağılımlarındaki farkları karşılaştırmak için yararlanılabilir. İki farklı gelir dağılımı karşılaştırıldığında birinci dağılımın Lorenz eğrisi, dağılımın her noktasında diğer dağılımın Lorenz Eğrisine göre OB doğrusuna daha yakın ise ilk dağılımın daha adaletli bir dağılım olduğunu gösterir.

2.3.3. Gini Katsayısı

Ülkeler arasında karşılaştırma yapmak ve de bir ülkenin gelir dağılımındaki dengesizliğinin zaman içindeki seyrini izlemek için İtalyan iktisatçı Corrado Gini tarafından geliştirilen bu katsayı 0 ile 1 arasında çıkan ondalık bir değerdir. Bu katsayı, mutlak eşitlik doğrusu ile Lorenz eğrisi arasında kalan alanın, mutlak eşitlik doğrusu altında kalan üçgenin alanına oranıdır. Gini katsayısının değeri, gelir düzeyinin büyüklüğüne değil farklı gelir düzeyleri arasında kalan kişilerin sayısına bağlı olarak değişmektedir.

Bir ülkede gelir dağılımındaki adaletsizlik ne kadar fazlaysa Gini katsayısı o kadar büyük olacaktır. Lorenz eğrisi 45°'lik doğruyla gösterilen tam eşitlik doğrusundan uzaklaştıkça gelir dağılımında eşitsizlik artar. Bir ülkedeki eşitsizlik ne kadar fazla ise Gini katsayısı o kadar büyük olacaktır. Gini katsayısının sıfıra yaklaşması ülkedeki gelir dağılımı adaletsizliğinin azaldığının göstergesidir41.

Gini Katsayısı bir Lorenz Eğrisi ölçütüdür ve 0 ila 1 arasında değer alır. Katsayının 1’e yaklaşması gelir dağılımı adaletsizliğinin arttığını, 0’a yaklaşması azaldığını gösterir. Gini toplanma oranı herkesin eşit gelir elde etmesi durumunda sıfır, gelirlerin tek bir kişinin veya grubun elinde toplanması durumunda ise bir değerini alır. Gelir dağılımındaki adaletsizliği ölçmede en çok kullanılan bu katsayı her düzeydeki zenginden yoksullara yapılan transferlere karşı duyarlı olabilmektedir.

Gelir grupları arasındaki gelir transferleri Gini Katsayısını etkileyecektir. Objektif bir istatistikî ölçüt olmasına rağmen üst ve alt gelir düzeyindeki yığılmaları dikkate almamakta, bu nedenle yığılmanın alt gelir gruplarında yoğun olduğu

41 Mehmet E. Palamut, Mehmet Yüce, “Türkiye’de 1980-2000 Döneminde Gerçekleşen Gelir Dağılımının

(35)

gelişmekte olan ülkeler ile yığılmanın orta kesimlerde daha yoğun olduğu gelişmiş ülkelerin Gini Katsayılarının karşılaştırılması halinde sonuçlar dikkatli yorumlanmalıdır.

2.3.4. Yüzde Payları Analizi

Yüzde payları analizi, kişisel gelir dağılımını ölçmede kullanılan, eşitsizlik ölçütleri içinde diğerlerine göre en açık olan yöntemdir. Kişisel gelir dağılımını ölçmede kullanılan bu yöntemde haneler % 1’lik 100, % 5’lik 20, % 10’luk 10, % 20’lik 5 gruba ayrılarak her grubun milli gelirden aldığı pay kıyaslanmaktadır. Hane gelirlerine ait yüzde paylarının hesaplanması için toplam kullanılabilir gelirler küçükten büyüğe doğru sıralanır ve yüzde pay analizi yapılacak sayıda grup olarak ayrılır. Her yüzde gruba düşen kullanılabilir gelir toplam kullanılabilir gelire bölünerek gelire ilişkin yüzde paylar elde edilir. Bu analiz yönteminde gelirin eşit dağılımı için her grubun gelirden aldığı pay ile nüfustan aldığı payın eşit olması gerekmektedir.

2.3.5. Kuznets Katsayısı

Sektörel dengesizliklerin, toplam üretimin sektörel yüzde dağılımı ile işgücünün sektörel yüzde dağılımına dayanarak açıklandığı bu katsayı Kuznet tarafından geliştirilmiştir. “Sektörel üretim ve sektörel işgücü arasındaki farkların mutlak değerlerinin, her sektörün işgücündeki payı ile ağırlandırarak toplamı, sektörel ortalama ürünler arasındaki eşitsizliğin bir ölçüsü olarak kullanılmaktadır.

Kuznet katsayısı Gini katsayısı gibi sektörlere göre sınıflandırılmış bir Lorenz eğrisi ölçüsüdür. İki sektörlü bir ekonomiye uygulanan bu katsayı 0 ile 1 arasında bir değer almaktadır. Sektörel ortalamanın ülke ortalamasına eşit olduğu durumda Kuznet katsayısı sıfıra eşit olacaktır. Eğer toplam çıktı tek bir sektör tarafından üretiliyor ve bu sektörün istihdam içerisindeki payı önemsiz derecede küçük ise katsayının değeri 1 olacaktır. Kuznet katsayısı şu formülle hesaplanmaktadır.

K=Yi [(Xi / Yi) - 1]

Şekil

Tablo 1: Lorenz Eğrisi                                               %AİLE GELİRİ
Tablo 2 61 : Türkiye’de Yapılmış Mevcut Gelir Dağılımı Araştırmaları Sonuçları
Tablo 3:Gelirin Fonksiyonel Dağılımı
Tablo 5 : Yüzde 20'lik grupların gelirden aldığı paylar, 2004–2005
+3

Referanslar

Benzer Belgeler

Buna göre; fonksiyonel gelir dağılımı, sektörel gelir dağılımına bağlı olarak belirlenmekte, ekonomik faaliyetlerin sektörel bazda coğrafi dağılımı bölgesel

Bu tez çalışmasında, klasik Anahtarlamalı Relüktans Motorlarda (ARM) ve sargı yapısı değiştirilerek elde edilen, aynı boyutlara sahip Karşıt Kuplajlı

Eğer bir ülkede gelirin toplumu oluşturan bireyler arasındaki dağılımı ile ilgileniliyorsa kişisel; çeşitli sosyal grupların milli gelir içindeki payıyla

Kişisel gelir dağılımında bireylerin veya tüketici birimlerin belirli bir süre boyunca elde ettikleri gelir miktarları göz önünde tutulduğundan, kişisel

Brucea ve ark.(13) yaptıkları KSD takılı olan hastalarda ağrı yönetimi isimli araştırmada cerrahi işlem öncesi yaşanan yüksek anksiyetenin işlem sonrası

Ayrıca Çalık ve Güngör (2004)’ de bir uygulama olarak kesikli düzgün da˘ gılım- daki sıra istatistiklerin örnek maksimumunun beklenen de˘ gerini, örnek boyutu n = 15’

Türk Tarih Kurumu taraf~ndan yay~nlanan bu tercüme, Giri~~ (s. IX-X1)eten sonra, Ioannes Kommenos'un imparatorluk Devri (s.. Manuel Komnenos devri ise 7 kitaptan

Case 2: At 14th week of gestation have been detected an alloantibody anti-M with indirect antiglobulin test titer 1:8 rising at 32nd week in 1:16.. Gave birth at 39th week in a male