• Sonuç bulunamadı

Statükoculuk'tan ''Çok Yönlü Dış Politika'ya'': ''Komşularla Sıfır Sorun'' değerlendirmesi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Statükoculuk'tan ''Çok Yönlü Dış Politika'ya'': ''Komşularla Sıfır Sorun'' değerlendirmesi"

Copied!
140
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ

SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ

ULUSLARARASI ĠLĠġKĠLER ANABĠLĠM DALI

STATÜKOCULUK’TAN “ÇOK YÖNLÜ DIġ POLĠTĠKA’YA”:

“KOMġULARLA SIFIR SORUN” DEĞERLENDĠRMESĠ

Kemal GÖKÇAY

Yüksek Lisans Tezi

DanıĢman

Doç. Dr. Murat ÇEMREK

(2)
(3)
(4)

Bu çalıĢma, Türkiye‟de son dönemde tartıĢma konusu olan dıĢ politikanın değiĢimi üzerinedir. Bu bağlamda Türk dıĢ politikası geleneği ve özellikle Ahmet Davutoğlu‟nun “KomĢularla Sıfır Sorun” politikası değerlendirilmiĢtir. 2002 yılında AK Partinin iktidar olması ve devam eden süreçte dıĢ politikada yaĢanan hareketlilik, 2009‟da Davutoğlu‟nun DıĢiĢleri Bakanı olması ile daha da yoğunluk kazanmıĢtır. Son dönemde „Arap Baharı‟ olarak adlandırılan halk hareketlerinin meydana gelmesi ve Türkiye‟nin komĢusu Suriye‟ye de sıçraması konu bağlamında önemli olayları da beraberinde getirmiĢtir. Uzun yıllar sınır komĢuları ile sorunlar yaĢayan Türkiye „KomĢularla Sıfır Sorun‟ yaklaĢımı ile kronikleĢmiĢ sorunlarını çözmeye uğraĢırken, bir anda ortaya çıkan ve geniĢ bir coğrafyayı etkileyen halk hareketleri, iyi iliĢkilerin yakalandığı Suriye ile yeniden „güvenlikçi‟ politikaların devreye sokulmasına neden olmuĢtur. Ortaya atıldığı yıllarda büyük bir heyecanı da beraberinde getiren bu politika son dönem geliĢmeleriyle birlikte tartıĢılır olmuĢtur. Yapılan eleĢtiriler genellikle bu politikanın baĢarısızlığı üzerinedir. Ancak dıĢ politikanın uzun yılları kapsayan bir uğraĢ olduğunu ve sürecin devam ettiğini de göz önünde bulundurursak, bu eleĢtirilerin aceleci olduğunu da görebiliriz. Atatürk‟ün „Yurtta Sulh Cihanda Sulh‟ sloganının yeniden okunması ve mikro düzeyde uygulaması olarak görülebilecek olan „KomĢularla Sıfır Sorun‟ her Ģeyden önce bir iyi niyet yaklaĢımı ve barıĢçıl çabaların ortaya konmasıdır.

Sadece bu tezde değil aynı zamanda lisans ve yüksek lisans hayatım boyunca ufuk açıcı değerlendirmeleri ve desteklerini esirgemeyen danıĢman hocam Doç. Dr. Murat ÇEMREK‟e, görüĢlerinden ve desteklerinden her zaman faydalandığım hocalarım Prof. Dr. Birol AKGÜN‟e, Yrd. Doç. Dr. Metin AKSOY‟a ve savunmamda yapıcı eleĢtirileriyle bana yol gösteren hocalarım Yrd. Doç. Dr. Nezir AKYEġĠLMEN ve Yrd. Doç. Dr. Arif Behiç ÖZCAN‟a teĢekkür ederim.

Her daim yanımda olan, verdiğim kararlarda desteklerini esirgemeyen aileme minnettarım.

(5)
(6)
(7)

BĠLĠMSEL ETĠK SAYFASI ... i

YÜKSEK LĠSANS TEZ KABUL FORMU ... ii

ÖNSÖZ ... iii

ÖZET ... iv

ABSTRACT ... v

ĠÇĠNDEKĠLER ... vi

GiriĢ ... 1

Türk DıĢ Politikasının Temel Ġlkeleri ... 5

Statükoculuk ... 5

Batıcılık ... 17

BĠRĠNCĠ BÖLÜM ... 10

1923-1945 Arası Dönem: Devletin Varlığını Koruma ve Sürdürme ... 10

1.1. Atatürk Dönemi Türk DıĢ Politikası ... 10

1.1.1. Türkiye – Ġngiltere ĠliĢkileri ... 10

1.1.2. Türkiye – Fransa ĠliĢkileri ... 15

1.1.3. Türkiye – Yunanistan ĠliĢkileri ... 17

1.1.3.1. Balkan Antantı ... 21

1.1.4. Türkiye – SSCB ĠliĢkileri ... 23

1.1.4.1. Montreux Boğazlar SözleĢmesi ... 26

1.1.5. Türkiye - Orta Doğu ĠliĢkileri ... 27

1.1.5.1. Sadabat Paktı... 29

1.2. 1939 – 1945 Arası Dönem: Denge Politikası ... 30

1.2.1. Türkiye‟nin Güvenlik ArayıĢı ... 31

1.2.2. Türkiye‟nin SavaĢ DıĢı Kalma Çabası ... 32

1.2.3. Türk – Alman Saldırmazlık Paktı ... 37

1.2.4. Mihver ve Müttefik Devletleri Ġle Türk Kromu Meselesi ... 40

1.2.5. ABD‟nin SavaĢa Katılması ve Türkiye‟nin Durumu ... 41

1.2.6. SavaĢın Sonu ve Türkiye ... 45

ĠKĠNCĠ BÖLÜM ... 47

2.1. Soğuk SavaĢ Dönemi: Güvenlik EndiĢesi ... 48

2.1.1. Ġki Kutuplu Dünya ve Türkiye ... 48

2.1.2. Türkiye – ABD ĠliĢkileri ... 50

2.1.2.1. Truman Doktrini ... 54

2.1.2.2. Marshall Planı ... 56

2.1.2.3. Türkiye‟nin NATO‟ya Girmesi ... 58

2.1.3 Türkiye – SSCB ĠliĢkileri ... 61

2.1.4. Türkiye – Batı Avrupa (AET/AB) ĠliĢkileri ... 65

2.1.5. Türkiye – Yunanistan ĠliĢkileri ... 70

2.1.5.1. Kıbrıs Sorunu ... 71

2.2. Soğuk SavaĢ Sonrası Çok Yönlü Politika Denemeleri ... 75

2.2.1. Türkiye – NATO/ABD ĠliĢkileri ve Geleceği ... 77

2.2.2. Türkiye – AB ĠliĢkileri ... 80

2.2.3. Türkiye – Rusya ĠliĢkileri ... 83

2.2.4. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu‟ya Ġlgi ... 86

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ... 91

Çok Yönlü DıĢ Politika ve KomĢularla Sıfır Sorun ... 91

3.1. AK Parti Ġktidarı ve DıĢ Politikada DeğiĢim ... 92

3.2. “KomĢularla Sıfır Sorun” YaklaĢımı ... 96

(8)

3.4.1. Yunanistan Örneği ... 105 3.4.2. Suriye Örneği ... 109 3.4.3. Ermenistan Örneği ... 113 SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME ... 118 KAYNAKÇA ... 124 ÖzgeçmiĢ ... 132

(9)

GiriĢ

Son dönemde, özellikle de 2002 sonrası dönemde, Türk dıĢ politikasında bir değiĢim/dönüĢüm olduğu ve bu değiĢim/dönüĢümün de çok yönlü dıĢ politika Ģeklinde olduğu genellikle kabul edilen ve sıklıkla dile getirilen bir durumdur. Ancak bu görüĢe karĢı çıkıldığı ve aslında Türk dıĢ politikasında bir değiĢimin olmadığı, genelde Batı, özelde ise ABD ile birlikte hareket edildiği ve bu birlikteliğin izin verdiği ölçüde farklılığın gerçekleĢebildiği; özgün, bağımsız ve statükodan farklı bir dıĢ politikanın gerçekleĢmediği görüĢünü savunanlar da bulunmaktadır. Bu karĢıt görüĢün var olmasıyla birlikte son dönemlerde bir değiĢimin olduğu görüĢü daha ağır basmaktadır. DıĢ politikanın çok uzun yılları kapsayan bir uğraĢ olması ve son dönem tartıĢmalarının çok güncel olması da beraberinde farklı görüĢleri getirmektedir. GeçmiĢ dönemlere ait dıĢ politika değerlendirmesi yapılırken daha net ve daha fazla insanın üzerinde uzlaĢıya varmıĢ olması, güncel politikalarda ise birbirine zıt görüĢlerin ortaya çıkması bu politikaların çok uzun yılları kapsayan uğraĢlar olmasından gelmektedir. Öyle ki, bugün üzerinde tartıĢılan ve her kesimin üzerinde farklı değerlendirmeler yaptığı konular, bundan 30-40 sene sonra daha net ifadelerle ve konsensüse varılmıĢ Ģekilde değerlendirilme imkânı bulacaktır.

21. yüzyılın henüz baĢlarında yeni Türk dıĢ politikasının nasıl olacağı, statükodan farklı, tek tip bir dıĢ politika yerine çok yönlü bir dıĢ politikanın yapılıp yapılamayacağı tartıĢmaları yaĢanırken hem değiĢen dünya konjonktürü hem de Türkiye‟nin değiĢen sosyal, ekonomik ve demokratik koĢulları bu farklılığı okumamızda etkili olmaktadır. Özellikle Soğuk SavaĢ‟ın sona ermesinin ardından Türkiye‟nin yarım asır boyunca hissettiği Sovyet tehdidinin ortadan kalkması bu değiĢimi görebilmeyi ve uygulama alanları bulmayı sağlamıĢtır. Cumhuriyetin kuruluĢunun 100. yıl dönümü olan 2023 yılına dair hedefler koyan, “merkez ülke Türkiye”, “komĢularla sıfır problem” ve “çok yönlü dıĢ politika” gibi statükodan farklı söylemlerin ve bu söylemler paralelinde uygulamaların yapılması/yapılmaya çalıĢılması geleneksel Türk dıĢ politikasından sapma olarak algılanmıĢtır. Bu durum hem içeride hem de dıĢarıda “Türkiye Batıdan kopuyor mu?”, “Türkiye eksen mi değiĢtiriyor?” gibi soruları da beraberinde getirmiĢtir. Bu değiĢimi gerektiren Ģartlara ve geleneksel Türk dıĢ politikasına bakmakta yarar vardır.

(10)

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken yürütülen dıĢ politikada uluslararası konjonktür kadar yeni kurulan devletin içinde bulunduğu koĢullar da birinci derecede belirleyici etken olmuĢtur. Asırlarca egemenliğini sürdüren bir imparatorluğun yıkıntıları üzerine kurulan ve son yıllarında Batılı güçler tarafından tamamen yok edilmek istenilen bir imparatorluk devletinin ve coğrafyasının üzerinde yeniden var olma mücadelesi veren Türkiye özgün ve her istediği politikayı yürütebilecek bir dıĢ politika alanına sahip değildi. Toprak bütünlüğünü, bağımsızlığını ve varlığının devamını, kurtuluĢ mücadelesi verdiği Batılı güçlerle iĢ birliği yaparak sürdürebileceğini düĢünen Türkiye, bu yönde politikalar izlemiĢ ve uzun yıllar dıĢ politikasını Ģekillendirmede “Batıcılık” ve “Statükoculuk” fikrini benimsemiĢtir. Bu politikaların bir sloganı olan „Yurtta Sulh Cihanda Sulh‟ söylemi ise bir anlamda 2002 sonrası dönemde mikro boyutta uygulama alanı bulmaya çalıĢarak “KomĢularla Sıfır Sorun” olarak yeniden formüle edilmiĢtir.

Bu çalıĢma geleneksel Türk dıĢ politikasındaki “Statükocu” yaklaĢımın son dönemlerde yerini aldığı ya da almaya çalıĢtığı “çok yönlü dıĢ politika” genelinde ve bunun bir uygulaması olan “KomĢularla Sıfır Sorun” özelinde bir değerlendirme Ģeklinde olacaktır. Öncelikle geleneksel Türk dıĢ politikasını dönemsel olarak ayırıp önemli dönüm noktaları irdelenecek ve son dönemdeki değiĢimin gerekçeleri ortaya konulmaya çalıĢılarak “KomĢularla Sıfır Sorun”da baĢlangıçta sağlanan baĢarı ve gelinen nokta ele alınacaktır. Bu bağlamda dıĢ politikanın uzun yılları kapsayan bir uğraĢ olması sebebiyle bu politikanın geleceğe dair artıları ve eksileri değerlendirilecektir.

Geleneksel Türk dıĢ politikasını dönemlere ayırmada; devletin kuruluĢundan 2. Dünya SavaĢı‟nın sonuna kadar olan süre – bu dönem de kendi içinde Atatürk dönemi ve Atatürk sonrası dönem diye ikiye ayrılabilir-, Soğuk SavaĢ dönemi ve sonrasında 1990‟lı yıllar –alternatifler arayıĢı da denilebilir- ve 2002 sonrası olarak sınıflandırmak mümkündür. Bu sınıflandırmalar içerisinde; birinci dönem olan kuruluĢtan Soğuk SavaĢa kadar olan sürede devlet inĢası ve devletin toprak bütünlüğünü koruma, varlığını sürdürme çabası ile yürütülen dıĢ politika ele alınırken kendi içinde Atatürk dönemi ve sonrası olarak ikiye ayrılarak incelenecektir. Atatürk‟ün ölümünün hemen akabinde yaklaĢan 2. Dünya SavaĢına

(11)

girmemek ve yeni bir maceraya atılmamak için dıĢ politikada izlenen “Denge Politikası” önemli bir dıĢ politika yapımı olarak okunabilir. Ġkinci dönem olan Soğuk SavaĢ dönemi ve hemen sonrasındaki alternatif arayıĢları incelenirken yine kendi içinde Soğuk SavaĢ ve sonrası Ģeklinde incelenecektir. Sovyet tehdidi ve Batıya duyulan ihtiyaç, ABD ile iĢbirliği, NATO‟ya girme çabaları ve Soğuk SavaĢ boyunca zaman zaman Batıya karĢı tepkisel politikalar incelenerek özde “Batıcılık” ve “Statükoculuk” politikaların sürdürüldüğü yıllar ele alınacaktır.

Alternatifler arayıĢı olarak da adlandırılabilecek olan Soğuk SavaĢ sonrası dönemde Sovyet tehdidinin ortadan kalkması ve Türkiye‟nin Batı güvenlik sistemi içindeki yeri konusunda kısa süreli sorgulamalar, Türkiye‟nin tek ilgi odağının “Batı” olduğu gibi tartıĢmalarla alternatif arayıĢlarına giriĢilmiĢtir. Bununla birlikte deneme yanılma diyebileceğimiz hamleler de yapılmıĢ ancak baĢarılı olunmamıĢtır. Bu bakımdan bugün Türk dıĢ politikasında statükodan farklı bir iĢleyiĢin olmadığı görüĢünü savunanların geçmiĢi referans göstermesi kendi içinde haklı bir dayanak olarak görülebilir.

Türk dış politikasında son dönemde görülen değişim işaretleri Türkiye‟nin Soğuk Savaş‟tan bu yana sahip olduğu geleneksel NATO-ABD-Batı merkezli dış politikasına bir alternatif değil, onunla dirsek teması ya da uzlaşma çerçevesinde gerçekleşmiştir. Türkiye‟nin AB‟ye tam üyelik, Yeni Osmanlıcılık ve İslam dünyasına yönelik aktif politikaları, geleneksel anlayıştan tam olarak bağımsız ve özerk değildir, 11 Eylül sonrası dönemde ortaya çıkan yeni şartlarda Türkiye‟nin özgün kimliğinden kaynaklanan konumu ile ABD‟nin yeni hegemonya ya da emperyal gücünün/çıkarlarının uyuşması sonucu gelişmiştir (Gözen, 2010: 32).

Gözen ve benzer görüĢleri savunanların iddia ettikleri, özgün bir değiĢimden ziyade müttefiki olduğu hegemonik gücün çizdiği doğrultuda kıvrımların olması ve fakat ana çizgiden bir sapmanın yaĢanmamasıdır. Ancak aynı değiĢimi farklı okumak da mümkündür; Türkiye NATO üyeliğinden dolayı ABD ve Batı‟nın müttefiki olmakla beraber gerektiğinde “hayır” diyebilmeye, özerk davranmaya baĢlamıĢtır. 1 Mart 2003 yılındaki tezkere ile Irak SavaĢında ABD‟ye hayır diyebilmiĢ, 2008 yılındaki Rusya Gürcistan SavaĢı sonrası ABD‟nin Karadeniz‟e donanma gönderme

(12)

isteği karĢısında Montrö AnlaĢmasını gerekçe göstererek hayır diyebilmiĢtir. 2010 yılında Ġran sorununda Brezilya ile birlikte giriĢimlerde bulunmuĢ, Ġran‟a yaptırımlarla ilgili BM Güvenlik Konseyi‟ndeki oylamada Türkiye yine hayır diyebilmiĢtir (Bal, 2010: 51).

Son dönem Türk dıĢ politikasının farklı Ģekillerde okunması yapılırken tam da bu noktada çok yönlü dıĢ politika ve “Batıcılık” ve “Statükoculuk” politikalarının devam edip etmediğini daha somut veriler ıĢığında değerlendirme imkânı sunan “KomĢularla Sıfır Sorun” politikasını ele almamız büyük önem taĢımaktadır. Neredeyse tüm komĢuları ile uzun yıllar sorunlar yaĢayan Türkiye, KomĢularla sıfır sorun tezini ortaya attığında konunun yeni oluĢu, Türkiye‟nin elinin geçmiĢe oranla daha güçlü olması, küreselleĢmenin daha hissedilir olması gibi nedenlerle bu politikanın oldukça baĢarılı olduğunu söyleyebiliriz. Büyük bir heyecanla çok hızlı geliĢmeler yaĢanmıĢ, baĢta Yunanistan ve Suriye olmak üzere Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmamıĢ anlaĢmalar yapılmıĢ, sosyal ve ekonomik iliĢkiler geliĢtirilmiĢtir. Davutoğlu‟nun bu politikadaki temel felsefesi olan toplumlararası iliĢkilerde karĢılıklı bağımlılık sağlanmaya çalıĢılmıĢtır.

Çok yönlü dıĢ politika yapımının bir aracı olarak görülen “KomĢularla Sıfır Problem” gelinen nokta itibariyle eleĢtirilere maruz kalmaktadır. Ancak Türkiye‟nin bir “iyi niyet” ortaya koyma hareketi olarak da görülebilecek bu politikanın sekteye uğramasında Türkiye kaynaklı bir geliĢme yaĢanmamıĢtır. Tunus‟ta baĢlayan yasemin devriminin Mısır, Libya ve diğer ülkelere sıçraması ile Arap Baharı olarak adlandırılan halk ayaklanmalarının bir sonucu olarak Suriye‟de de kendisini gösteren hareket; süreci çok büyük ölçüde ve olumsuz Ģekilde etkilemiĢtir. “savaĢın eĢiğine gelindi” söylemleri yeniden gün yüzüne çıkmaya baĢlamıĢtır ve hatta bu çalıĢmanın sonucuna gelindiğinde artık “savaĢın içindeyiz” durumu ortaya çıkabilecektir.

3500 yıllık insanlık tarihi göz önünde bulundurulduğunda savaĢsız geçen yılların toplamının 275 yıl ile sınırlı olduğu bilinmektedir. Bu yılların da birbirini izlemeyen yıllar (Dedeoğlu, 2007: 25) olduğu düĢünüldüğünde 8 sınır komĢu ülkesi bulunan Türkiye‟nin “KomĢularla Sıfır Sorun” bağlamında neler yaptığı, yapılması planlanan politikalar ve aslında bu politikanın gerçekte olup olamayacağı

(13)

tartıĢılacaktır. Kelimenin gerçek anlamıyla “sıfır sorun” sağlanabilir mi? yoksa bu bir ütopya mıdır? ya da Weberyan manada bir ideal tip midir? sorularına cevap bulmaya çalıĢılacaktır. Bununla birlikte Yunanistan, Suriye, Ermenistan baĢta olmak üzere komĢu ülkelerle olan iliĢkiler kronolojik olarak incelenecek ve bu politika çerçevesinde yapılanlarla gelinen nokta değerlendirilecektir.

Türk DıĢ Politikasının Temel Ġlkeleri

Statükoculuk

Kurulu düzen demek olan statüko (status quo) mevcut durumu bozmama politikasıdır. Statükoculuğun Türkiye uygulamasındaki anlamlarından ilki; mevcut sınırları koruma, bu sınırlardan memnun olma, sınırlarını değiĢtirmek istememe, bunun bir sonucu olarak da dıĢ azınlıklarla ilgili irredantizm1 politikası gütmeme anlamıdır (Oran, 2006: 46).

Statükoculuğun pek çok nedeni vardır: öncelikle KurtuluĢ SavaĢı sonrasında Türkiye tehdit edilmedikçe dıĢa dönecek gücü yoktu. Ġçerde rejimin ve devletin sağlamlaĢması gerekiyordu. Yaraları sarmak, Batıcı reformlar yapmak, ayrıca süregelen Kürt ayaklanmalarını2

bastırmak gerekiyordu.

Ġkinci olarak dıĢarıda bir Sovyet gerçeği vardı ve Türk azınlıklar en fazla SSCB‟nin sınırları içinde bulunmaktaydı. Ġttihat ve Terakki liderlerinin Osmanlı Ġmparatorluğunu batıran Pantürkizm politikalarının hemen ardından kurulan yeni Türk devletinin sadece Sovyetler açısından değil, genel politikası açısından da irredantizm politikasından uzak durdu. Özellikle Atatürk‟ün etkisi çok önemli oldu. Hitler ve Mussolini‟nin aksine Atatürk nerede duracağını biliyordu ve Nazilik ile faĢistliğin hezimetle sona erdiği bir noktada Kemalizm‟in amaçlarına ulaĢarak devam etmesinin baĢlıca nedeni buydu (Oran, 2006: 47). Atatürk‟ün amacı fetihler yapmak değil, ulus-devleti güçlendirmekti. Ancak Türk dıĢ politikasında revizyonist

1

İrrendantizm, bir devletin, kendi sınırlarına bitişik soydaşlarının yaşadığı yerleri kendi ülke topraklarına katma politikasıdır.

2 Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan ancak İngiltere ile anlaşılamayan Musul sorununda da Türkiye’yi hamle yapmaktan alı koyan bu ayaklanmalar olmuştur.

(14)

hareketlerde de bulunuldu; öncelikle KurtuluĢ SavaĢının kendisi baĢlı baĢına bir revizyonizmdi. Lozan Boğazlar SözleĢmesi 1936 yılında Montrö‟yle değiĢtirildi ve 1939 yılında da Hatay Türkiye topraklarına katılarak Lozan sınırları geniĢletildi. Ayrıca sınır dıĢına da çeĢitli müdahaleler yapıldı: 1950-1953 yıllarında Türkiye Kore‟ye asker gönderdi, 1974 yılında Kıbrıs‟a çıkarma yapıldı, 1980 ve 1990‟larda Kuzey Irak harekâtını yürüttü, 1993 yılında Somali, 1994 yılında Bosna, 1999 yılında Kosova, 2001 yılında Makedonya, 2002 yılında Afganistan müdahalelerine asker gönderdi (Oran, 2006: 48). Elbette ki bu revizyonist hareketlerde uluslararası hukuk ve kurallar gözetilerek yapılmıĢtır.

Türk dıĢ politikasındaki statükocu uygulamanın bir baĢka anlamı; kurulu düzen içinde dengeleri sağlamak ve/veya sürdürmek olmuĢtur. Bu durum iki farklı türden denge uygulamasına yol açmıĢtır. Birincisi; Batıcı politikaya rağmen Türkiye, jeostratejik konumunun gereği, Batı ile onun karĢısındakiler arasında her zaman denge kurmaya çalıĢmıĢtır. Ġkincisi ise; yine jeostratejik konumundan dolayı Batı‟yı oluĢturan değerler arasında da bu dengeyi sağlamaya uğraĢtı (Oran, 2006: 49). Türkiye her iki denge unsurunu da konjonktüre göre baĢarılı Ģekilde kullanmıĢtır. Özelikle de Atatürk döneminde ve 2. Dünya SavaĢı‟nda Batıya karĢı SSCB‟den bu anlamda yararlanılmıĢtır. Soğuk SavaĢ döneminde ise SSCB‟nin kendisi Türkiye için önemli bir tehdit unsuru haline gelmesine rağmen bu dönemde de SSCB‟nin denge unsuru olarak kullanılmasını zaman zaman görebiliriz.

Statükocu Türk dıĢ politikasının ana unsurları; devletçilik, milliyetçilik, ülkesellik, egemenlik ve askeri gücün her Ģeyden önemli olduğu inancıdır. Güvenlik; refah ve ilerlemeyi sağlamanın ve sürdürmenin ön Ģartı olarak görülmüĢ, devletin mümkün olan en büyük askeri güce, toprağa ve atanmıĢ bürokratlara sahip olması öncelikli görülmüĢtür. Böylece, dıĢ politika yapıcıları baĢta yakın bölgemizde ve genel olarak da dünyada meydana gelen değiĢim ve farklılaĢmaları, tehdit unsuru olarak görmüĢler, karĢılaĢılan sorunları da bu açıdan değerlendirmiĢlerdir. Bu bağlamda Irak‟ta federasyon kurmayı amaçlayan Kürtlerin, Irak‟ı bölmeyi amaçladıkları ve sonunda Türkiye‟nin de bölünmesine yol açabileceği Ģüphesi ile tepki gösterilmiĢtir. Yine Irak‟ın yeni bir düzene doğru değiĢim sürecinde atılan adımlar Türk dıĢ politikasının statükocu felsefesi tarafından “düĢmanca tutum”

(15)

olarak algılanmıĢtır (Gözen, 2006: 3). Görüldüğü gibi Statükoculuk Türk dıĢ politikasının uzun yıllar ana çizgisi olmuĢ ve bu çizgi etrafında politikalar yürütülmüĢtür.

Batıcılık

Osmanlının son yüzyılına kadar gerilere giden Batıcılık, yıkılmakta olan Ġmparatorluğun durumuna çare bulmak amacıyla Batı‟dan bazı kurumların ve yöntemlerin alınmasının çözüm olarak düĢünülmeye ve uygulanmaya baĢlanmasıdır (Bal, 2010: 40). Cumhuriyetin kurulması ile Batıcılık, Türk devletinin resmi ideolojisinin bir parçası haline gelmiĢtir. “Bir cumhuriyet olarak Türkiye‟nin izlediği dıĢ politikanın hiç değiĢmeyen temel bir özelliği vardır: Batıya yönelik olması” (Sander, 2006: 71). BatılılaĢma, Türk devletinin ve toplumunun çağdaĢ Batı standartlarını ve değerlerini elde etme çabası olarak özetlenebilir. Atatürk‟ün “muasır medeniyet seviyesine ulaĢmak” Ģeklinde ortaya koyduğu batılılaĢma hedefi ve ideali iki önemli nedene dayanmaktadır: Birincisi, Türk toplumunun „modernleĢme isteği‟. 19. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa ve Amerika BirleĢik Devletleri‟nde kaydedilen ekonomik, sosyal, askeri, siyasi geliĢme ve büyümenin Türk toplumu için cazip bir hedef haline gelmesidir. Ġkincisi ise, uluslararası sistemdeki güç dengesinin yarattığı „zorunluluktur‟. Osmanlı Ġmparatorluğu 19. yüzyıldan baĢlayarak ve giderek artan bir Ģekilde Avrupa‟ya bağımlı hale gelmiĢtir. Önce askeri alanda, daha sonra ise ekonomik, mali, ticari, sosyal, kültürel ve siyasi alanda Batı sistemine bağımlı hale gelmiĢtir. Türkiye Cumhuriyeti‟nin kurulması, bu süreçteki en son aĢamayı, yani siyasi anlamda BatılılaĢma aĢamasına varılmasını göstermektedir (Gözen, 2009: 47). Batıya/Batılı güçlere karĢı kurtuluĢ mücadelesi veren Türkiye‟nin “Batıcılık”ı dıĢ politikasının temel ilkeleri arasına koyması bir ironi gibi görünebilmektedir. Fakat Batı: altyapısı açısından kapitalizmi; üstyapısı açısından da, iman yerine rasyonelliği (insan aklını) üstün sayan bir uygarlık biçimidir. Esasında Batı, bir coğrafi alan değildir (Oran, 2006: 49). “Türkiye KurtuluĢ SavaĢı‟nı, Batı Medeniyetine değil, Batılı güçlere karĢı verdi. Batıcılık, dıĢ politikanın belirlenmesinde de belirleyici olma özelliğini Cumhuriyetin baĢından günümüze

(16)

kadar devam ettirmektedir.” (Bal, 2010: 41). Türkiye‟nin pek çok Batılı oluĢuma girmesi ve girmeye çalıĢması –AB‟ye üyelik çabası da- bu ilke gereğidir.

BatılılaĢma kavramı bağlamında, Türk dıĢ politika yapımcıları ve karar vericileri, uzun yıllar Ġslam ülkeleriyle, özellikle de Ortadoğu devletleriyle mesafeli olmuĢlar, bu coğrafyaya karĢı çekingen bir tavır takınmıĢlar ve Türkiye‟yi bu bölgelerin politikalarından uzak tutmaya çalıĢmıĢlardır (Efegil, 2010: 105). 28 ġubat Darbesi de 70 yıldan fazla bir süredir devam eden bu ilke gereği olarak, askeri ve bürokratik kesimler tarafından, daha fazla Ġslami ve muhafazakâr bir hükümet olan dönemin hükümeti ile bu kurumlar arasında sürtüĢmeye neden olmuĢtur.

Atatürk‟ün, muhasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkılması yönünde hedefe koyduğu Batıcılık bir fikir olarak Türk dıĢ politikasının temel dinamiklerinden olmaya devam etmiĢtir. Ancak 2. Dünya SavaĢı sonrasında Batı ve Batıcılığın karĢısında yer alan Sovyetler Birliği Türk dıĢ politikası karar vericileri için düşman

öteki haline gelinceye kadar kelimenin tam anlamıyla stratejik ortak‟tı. Türk dıĢ

politika yapıcıları bu konuda ideolojik değil, oldukça pragmatik bir tavırla örnek iliĢki içinde olduğu Sovyetler Birliği ile olan toprak anlaĢmazlıklarını kendi dinamikleri ile çözmek yerine, arkasına daha güçlü Batı desteğini alarak çözme yoluna gitmiĢtir. 2. Dünya SavaĢı sonrasında kurulan “yeni dünya”da Türkiye‟nin temel dıĢ tehdidi Sovyetler Birliği olunca, Truman doktrini ile baĢlayan ve Marshall yardımları ile devam eden Batı desteğinden yararlanan Türkiye‟nin, artık bir parçası olmayı varlık sebebi saydığı Batı dünyasına demir atması gerekiyordu (Aksoy ve Çemrek, 2010: 152).

2. Dünya SavaĢı sonrasında baĢta NATO olmak üzere, kurulan uluslararası kuruluĢlara üye olarak kendini güvende hissettiği Batı dünyasının bir parçası haline gelen Türkiye, Sovyetler Birliği ile uzun sınırları gereği “özgür dünyanın sınır karakolu” haline gelmiĢtir. Bu rol Türkiye‟ye Soğuk SavaĢ boyunca avantajlar ve dezavantajlar sağlamıĢtır. Bu rolü kabullenerek BatılılaĢan Türkiye, baĢta güvenlik olmak üzere diğer beklentilerini de güvence altına almaya çalıĢmıĢtır. Üstlenilen bu rolün dezavantajı ise Türkiye Sovyetler Birliği iĢgaline muhatap olabilecek en büyük potansiyel ülke haline gelmiĢtir (Aksoy ve Çemrek, 2010: 153). Böyle bir

(17)

dezavantajının bulunmasına rağmen Türkiye‟nin çok fazla seçeneğinin olmaması bu riski almasına neden olmuĢtur. Yeni kurulan Türk devletinin içinde bulunduğu koĢullar Türkiye‟yi böylesi bir tercihe zorlarken bu durumun artılarının daha fazla olacağı düĢüncesi ağır basmaktaydı kuĢkusuz.

Yeni kurulmuĢ Türkiye‟yi Batı tarzında, laik bir devlet olarak inĢa etmek isteyen Kemalist ideoloji sahipleri, Batı taraftarıydı, ancak milli güvenlik açısından gerekli görülmediği müddetçe bu, Batılı devletlerle uluslararası bir ittifak kurmalarına sebep olamazdı. DıĢ politika belirlenirken her zaman olduğu gibi, güç politikası ideolojiden daha önemliydi (Hale, 2003: 65). Hem Batılı güçlere karĢı kurtuluĢ mücadelesi vermek hem de Batılı olmaya çalıĢmak arasındaki dengeyi korumak, esasında Türkiye‟nin Batıya karĢı çekingenliğinden kaynaklanmıĢtır. Çünkü Sevr giriĢimine karĢı bir baĢkaldırı olan Anadolu hareketi, kurduğu cumhuriyeti Sevr‟in mimarı olan Batılı güçlere karĢı bir güvensizlik duygusu üzerine inĢa etmiĢtir. En Batıcı olanlarda bile Batı‟dan korkma vardı ve BatılılaĢmanın kendisi bile Batıya karĢı bir “savunma” giriĢimiydi aslında (Dağı, 2001: 114). KurtuluĢ ve kuruluĢ yıllarında devletin dıĢ politikasının belirlenmesinde bu güvenlik kaygıları hâkim iken ve buna uygun politikalar yürütülürken özellikle Batıcılık konusunda batıdan duyulan korku yerini Batı standartlarında geliĢmeye bırakmıĢtır. BatılılaĢmanın getirdiği değiĢim, modernleĢmeyle oluĢan yeni toplumsal, siyasal ve ekonomik dinamikler, BatılılaĢmayı bir „kontrol mekanizması‟ olarak nitelemek yerine onu mantıksal sonuna kadar götürme isteğiyle karĢımıza çıkmakta ve BatılılaĢma hedefi toplumsallaĢırken, BatılılaĢmanın nihai olarak liberal ve demokratik bir siyasal/toplumsal modeli hedeflediği de görülmektedir (Dağı, 2001: 131).

(18)

BĠRĠNCĠ BÖLÜM

1923-1945 Arası Dönem: Devletin Varlığını Koruma ve Sürdürme

Türk dıĢ politikasının temel ilkelerini incelerken “Batıcılık” ve “Statükoculuk” prensiplerini cumhuriyetten yüz yıl daha gerilerden baĢlatmak mümkündür. Zira Osmanlının gerilemeye baĢladığı dönemlerden itibaren bu politikalara kurtarıcı gözüyle bakılmıĢ ve kurtuluĢ mücadelesinin ardından cumhuriyet döneminde de aynı doğrultuda politikalar sürdürülmüĢtür. Ancak bir baĢlangıç noktası alarak konuya bakacak olursak; cumhuriyet tarihinin dıĢ politikası inceleneceği için bu baĢlangıç 1923 yılından itibaren ele alınmaktadır. 1923 ve devamında seyreden dıĢ politika ile son dönemde yaĢanan çok yönlü dıĢ politika ve konunun bağlamında komĢu ülkelerle geliĢtirilen iliĢkiler ve bu iliĢkilerde geçmiĢle kıyaslandığında değiĢimi gösteren iĢaretler ele alınacağı için cumhuriyetin kuruluĢu baĢlangıç noktası olarak değerlendirilecektir.

1.1. Atatürk Dönemi Türk DıĢ Politikası 1.1.1. Türkiye – Ġngiltere ĠliĢkileri

Bu dönem Türkiye – Ġngiltere iliĢkileri gergin baĢlamıĢ, Ġngiltere büyükelçiliğini Ankara‟ya taĢıma konusunda isteksiz davranmıĢ, büyükelçiliğin Ankara‟ya taĢınması ancak Musul sorununun Ġngilizlerin istediği doğrultuda çözüme kavuĢturulmasından sonra gerçekleĢmiĢtir (Uzgel ve Kürkçüoğlu, 2006: 258). 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan BarıĢ AntlaĢmasının imzalanmasının ardından Atatürk‟ün ve dolayısıyla Büyük Millet Meclisi‟nin savunduğu dıĢ politika ilkelerinin temelini de oluĢturan Misak-ı Milli sınırları bir iki konu dıĢında çözüme kavuĢturulmuĢtu. Çözüme kavuĢturulamayan ancak Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan ve doğrudan Ġngiltere ile ilgili olan en önemli sorun ise Musul sorunu olmuĢtur. Lozan‟da Musul sorunu çözülmemiĢ ve Türkiye ile Ġngiltere arasında tartıĢmalara neden olmuĢtur. Ġki ülke de farklı görüĢler ve tezler öne sürmüĢtür (Dilan, 1998: 28).

(19)

Türkiye‟nin Musul konusundaki görüĢlerini Ġsmet PaĢa savunmuĢ ve bölgenin etnografik, hukuksal, tarihsel, ekonomik, siyasal, askeri ve stratejik noktaları üzerinde durmuĢtur. Bölge nüfusunun yaklaĢık 500.000 olduğu ve bu sayının da 250.000‟den fazlasının Kürtlerden, yaklaĢık 150.000 kadarının da Türklerden oluĢtuğu ve dolayısıyla Musul‟un çoğunluğunu Türklerle Kürtlerin oluĢturduğu ileri sürülmüĢtür. Kürtlerin de Turan ırkından geldiği ve Ġngilizlerin iddialarının aksine Türklerle Kürtlerin bir arada yaĢamak istedikleri iddia edilmiĢ, TBMM hükümetinin de Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümeti olduğu görüĢü ortaya konularak Meclisteki Kürtlerin Musul‟un ayrılmasını istemedikleri belirtilmiĢtir (Uzgel ve Kürkçüoğlu, 2006: 260). Sorun etnografik açıdan değerlendirildiğinde Musul‟da bulunan Arapların sayıca azınlıkta oldukları ve dolayısıyla Musul‟un Irak‟a bağıĢlanmasının doğru olamayacağı görüĢü savunulmuĢtur.

Hukuksal olarak değerlendirildiğinde ise; Musul ateĢkesten sonra iĢgal edilmiĢ ve bu durum Wilson ilkelerinin yanı sıra uluslararası hukuka da aykırıydı. Bu hukuksuzluğa rağmen görüĢmelerle bir sonuca varmak isteyen Türkiye bölgede çoğunlukta bulunan halka güvenerek plebisit yapılmasını isterken Ġngiliz tarafı bölge halkının “cahil” olduğunu öne sürerek bu fikre karĢı çıkmıĢtır. Ġngiltere‟nin bu fikre karĢı çıkması Türk tezinin haklılığını ortaya koymakta ve esasında konunun Milletler Cemiyetine götürülemeyecek kadar açık olduğunu da anlatmaktaydı (Dilan, 1998: 31). Tarihsel olarak bakıldığında 11. yüzyıldan beri aralıksız bir Ģekilde Türklere ait olan Musul‟un coğrafi olarak da Anadolu‟nun bir parçası olduğu savunulmuĢtur. Güneydoğu Anadolu‟nun pek çok yerinde ulaĢım, askeri ve stratejik açıdan Türkiye için önemliydi ve Ġngilizlerin gözünde, Bağdat‟ın güvenliği için Musul‟un önemi neyse Türkiye‟nin gözünde de Ġstanbul‟un güvenliği için aynı öneme sahipti. Türkiye zaten komĢularına saldırı amacı güden bir politika izlememekteydi (Uzgel ve Kürkçüoğlu, 2006: 261).

Musul sorununda Ġngilizlerin tezine bakıldığında; etnik yapı olarak Türk verilerinin aksine rakamlar ortaya koymaktaydılar: Kürtlerin 450.000, Türklerin ise 66.000 nüfusa sahip olduğunu ileri sürmekte ve Lozan Konferansı boyunca da Türklerle Kürtlerin aynı kökenden gelmediklerini ve farklı özelliklere sahip olduklarını savunmuĢlardır. Ġngiltere DıĢiĢleri Bakanı Lord Curzon tarafından

(20)

Lozan‟da ileri sürülen en önemli görüĢlerden biri ise; Ġngiltere‟nin Ekim 1922 yılında Irak‟la yapmıĢ olduğu anlaĢmaya göre Irak‟tan hiçbir toprak vermemeyi yükümlendiğidir. Bundan dolayı, Musul Türkiye‟ye bırakılırsa, Ġngiltere bu anlaĢmaya aykırı davranmıĢ olacağını ileri sürmüĢtür. Bunun yanı sıra Ġngiltere Musul‟u Türkiye alırsa sınırın Bağdat‟a 60 mil kadar yaklaĢacağını ve bu durumun da Irak için bir tehdit olacağını gerekçe göstererek sorunu bir “sınır” sorunu olarak göstermiĢ ve ekonomik, toplumsal boyutunu geri plana atmaya çalıĢmıĢtır. Bu yüzden Türkiye konferans boyunca Ġngilizlerin tezini çürütmek için Misak-ı Milli sınırları dıĢındaki topraklar üzerinde herhangi bir talebinin olmadığını sürekli vurgulamıĢtır (Uzgel ve Kürkçüoğlu, 2006: 261).

Ġngiltere‟nin uzlaĢmaya yanaĢmayan tutumu ve Türkiye‟nin barıĢın yapılmasına engel olmamak için Musul sorununu bir yıl içinde Ġngiltere‟yle çözülmesine razı olması sebebiyle Musul sorunu konferans gündeminden çıkmıĢ ve Lozan AntlaĢmasının 3/2. Maddesine göre çözüm aranacağı sonucuna varılmıĢtır. Lozan AntlaĢmasının 3/2. Maddesi;

“Türkiye ile Irak arasındaki sınır bu anlaĢmanın yürürlüğe girmesinden baĢlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile Ġngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülecek süre içinde iki hükümet arasında bir anlaĢmaya varılamazsa, anlaĢmazlık Milletler Cemiyeti Meclisine götürülecektir. Sınır çizgisi konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve Ġngiliz hükümetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların Ģimdiki durumunda herhangi bir değiĢiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da baĢka bir harekette bulunmamayı karĢılıklı olarak yükümlenirler.” (Aktaran: Uzgel ve Kürkçüoğlu, 2006: 262).

Dünya siyasi tarihine “Ġngiliz diplomasisi” olarak geçen Ġngiltere‟nin dıĢ politika kabiliyeti aylar süren Lozan görüĢmelerinde Musul sorununu bir sonuca bağlamamıĢ ve hatta bir çözüm bulmaktan ziyade meselenin çözülmemesini isteyerek konuyu Milletler Cemiyetine götürmek istemiĢ ve götürmüĢtür. Ġngiltere‟nin Milletler Cemiyeti içerisindeki gücünü ve etkinliğini bilen Türkiye ise sorunun Lozan görüĢmelerinde çözüme kavuĢturulmasını istemiĢ ancak baĢarılı olamamıĢtır. Aylar süren Lozan görüĢmelerinde bir sonuca varılamaması sorunu

(21)

Milletler Cemiyetine taĢımıĢ, bununla birlikte Milletler Cemiyetine giden süreçte de görüĢmeler devam edecek ancak bir sonuca varılamayacaktır.

19 Mayıs 1924 tarihinde Ġstanbul‟da toplanan Haliç Konferansında Türkiye; Süleymaniye, Kerkük ve Musul Ģehirlerinin Türkiye‟ye bırakıldığı bir sınır karĢılığında buradaki petrollerden Ġngiltere‟ye ortaklık önermiĢtir. Ġngiltere ise, Musul‟dan baĢka Nasturiler için Hakkâri‟yi de istemiĢtir. Ancak Ġngiltere Türkiye‟nin bunu kabul etmeyeceğini bilmesine rağmen meseleyi Milletler Cemiyetine götürmek için bir diplomasi taktiği denemiĢtir (Uzgel ve Kürkçüoğlu, 2006: 263). Lozan görüĢmelerinde olduğu gibi Lozan sonrası görüĢmelerde de hem Türkiye hem de Ġngiltere kendi tezlerini savunmaya devam etmiĢ ve bir netice elde edilememiĢtir. Lozan‟da belirtilen süre içinde bir sonuca ulaĢılamaması konuyu Milletler Cemiyetine götürmüĢtür. MC Meclisinde Türkiye plebisitte ısrar ederken Ġngiltere göstermiĢ olduğu gerekçelerle buna karĢı çıkmıĢ ve sonuçta bağımsız bir komisyon kurularak bölgede incelemeler baĢlamıĢtır. Komisyonun vermiĢ olduğu karar Türkiye‟nin de endiĢelendiği gibi Ġngiltere lehine bir sonuç doğurmuĢtur. Bu kararın alınmasında en önemli sebeplerden biri; Türkiye bu örgüte üye değilken, Ġngiltere Milletler Cemiyetinin en güçlü üyesiydi. Türkiye bu karara itirazlar etse de sonuçta Milletler Cemiyeti kararını kabul etmek zorunda kalmıĢtır.

Türkiye‟nin Milletler Cemiyeti kararını kabul etmesinin en önemli nedeni, Ġtalya‟nın Yunanistan‟la birlikte Trakya ve batıdan Türkiye‟ye saldıracağı söylentileri ve bu durumun yol açtığı endiĢeydi. Türkiye Musul‟u almak için savaĢa girecek olsa bu durumda iki cephede birden savaĢmak zorunda kalabilirdi. Bu da Türkiye‟yi yeniden büyük bir kaosun içine sokacak ve belki de önceki kazanımlarını yok edebilecekti. Böyle bir ortamda Türkiye, Milletler Cemiyeti kararından bir gün sonra Sovyetler Birliği ile bir Dostluk ve Tarafsızlık AntlaĢması imzalamıĢtır (Dilan, 1998: 49). Bir tepki niteliğinde olan bu antlaĢma Sovyetler Birliği ile ittifak anlaĢması niteliğinde değildi, iki ülkenin destek arama çabasından ibaretti. Sorun, her ne kadar Türkiye‟nin istediği doğrultuda olmasa da, bir çözüme kavuĢmuĢtu. Ancak Türkiye ile Ġngiltere arasındaki iliĢkiler 1930‟lara kadar geliĢememiĢtir. 1929 yılında bir Ġngiliz deniz filosunun Ġstanbul‟u ziyaret etmesi ve filo komutanıyla birlikte Ġngiliz Elçisi‟nin Ankara‟da Atatürk‟ü ziyaret etmesi iliĢkilerde bir yumuĢamayı

(22)

sağlamıĢtır (Çufalı, 2009: 241). Bu yumuĢama ve uluslararası ortam 1930‟lar boyunca iliĢkilerin geliĢtirilmesini sağlamıĢtır.

Birinci Dünya SavaĢı sonunda Osmanlının ardılı olarak yenilgiye uğrayan devletlerden biri olan Türkiye kurtuluĢ mücadelesi döneminde Milletler Cemiyeti dıĢında kalmıĢtı. Musul meselesinde özellikle Ġngiltere ve Fransa‟nın kontrolünde bulunan cemiyetten Ģüphe duyuluyordu. 1930‟lara kadar aynı görüĢte olan Sovyetler Birliği ile kurulan iliĢkiler de bunu göstermekteydi. 1930‟lara kadar bu düĢüncede olan Türkiye, Batı ile iliĢkilerini geliĢtirmek için cemiyete üye olması gerektiği düĢüncesiyle 1932 yılında Milletler Cemiyetine katılma kararı almıĢtır. 1925 yılında Sovyetler Birliği ile yapılan anlaĢma 1929 Protokolü‟yle tarafların birbirlerinin onayı olmadan üçüncü taraflara herhangi bir taahhütte bulunmayacağını kabul ediyordu. Bundan dolayı Türkiye cemiyete katılım daveti aldığında Sovyet Rusya‟sının tepkisini almamaya özen göstermiĢ ve Milletler Cemiyetine üyeliğinin Sovyetler Birliği ile olan iliĢkilerini bozmasına izin vermeyeceğini bildirmiĢtir (Hale, 2003: 52). Sovyetler Birliğinden yana bir endiĢe duymamak için rızasını gözeten Türkiye, 1934 yılında Sovyetler Birliğinin de Milletler Cemiyetine üyeliğiyle rahatlamıĢtır.

Türkiye ile Ġngiltere arasındaki yakınlaĢma 1930‟lardan itibaren daha da artmaya baĢlamıĢ ve bu yakınlaĢma ekonomik alanda olduğu kadar siyasal yakınlaĢma ve ittifak iliĢkisi Ģeklinde gerçekleĢmiĢtir. 1936 yılında Montrö Konferansı sırasında Ġngiltere Türkiye‟nin tezlerine belli oranda destek vermiĢ ve Türkiye de boğazların silahsızlandırılması hakkını elde ettiğinde bunun ihalesini Ġngiliz firmalarına vermeyi tercih etmiĢtir (Uzgel ve Kürkçüoğlu, 2006: 273). Yine 1936 yılında Ġngiltere Kralı‟nın Türkiye ziyareti ve bir yıl sonrasında da Ġsmet Ġnönü‟nün Londra ziyareti iliĢkileri geliĢtiren adımlar olmuĢtur. YaklaĢan savaĢ tehlikesine karĢılık Türkiye Ġngiltere‟yle 23 Haziran 1939 tarihinde bir bildiri imzalayarak savaĢın Akdeniz‟e yayılması durumunda taraflar arasında fiili iĢbirliği yapılacağı bildirilmiĢ oluyordu (Çufalı, 2009: 242).

Türkiye, Ġngiltere ile olan iliĢkilere önem vermiĢ ancak Musul sorunu, baĢta Ġngiltere olmak üzere Batılı ülkelerle olan iliĢkilerini sıkıntıya sokmuĢtur. Ġlk baĢlarda Misak-ı Milli‟den taviz vermek istemeyen ve Milletler Cemiyeti kararını

(23)

tanımadığını bildiren Türkiye, Almanya ve Ġtalya tehlikesinin yaklaĢmakta olduğunu görerek Ġngiltere ile iliĢkilerinin gergin olmasını istememiĢtir. Devam eden süreçte de iliĢkilerini geliĢtirerek yaklaĢan savaĢ öncesi ittifak oluĢturma giriĢimlerine özen göstermiĢtir.

1.1.2. Türkiye – Fransa ĠliĢkileri

Türkiye Fransa iliĢkileri KurtuluĢ SavaĢı ile baĢlatılan yeni Türk devletinin tanınmasını sağlaması açısından önem taĢımaktadır, çünkü Fransa, Ankara hükümetini tanıyan (anlaĢma imzalayan) ilk Batılı devlettir. Ancak Milli Mücadele sonrasında Lozan görüĢmeleriyle birlikte pürüzler çıkmaya baĢlamıĢtır. Ġki ülke arasındaki en önemli sorunlar da birkaç noktada toplanmaktaydı: en önemli sorun Fransa mandası altındaki Suriye‟nin geleceği ve buna bağlı olarak da Hatay Sancağı sorunu. Ġkinci önemli mesele Osmanlıdan kalan borçlar sorunuydu. Üçüncü önemli sorun ise kapitülasyonlardı. Lozan görüĢmelerinde Ġngiltere yanlısı tavır sergileyen Fransa bir yandan Alman tehdidine karĢı Türkiye ile iliĢkileri koparmak istemezken diğer yandan Türkiye de benzer ittifak arayıĢları içindeydi.

Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan Hatay, Milli Mücadele sırasında Ankara hükümeti ile Fransa arasında imzalanan bir itilaf anlaĢmasıyla Suriye sınırının kesin olarak belirlenememesi sonucu ortaya çıkan bir sorundu. 1921 yılında imzalanan bu anlaĢmanın 7. maddesinde; “Ġskenderun bölgesi için özel bir yönetim rejimi kurulacaktır. Bu bölgenin Türk soyundan gelen halkı, kültürlerinin geliĢmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacaktır. Türk dili orada resmi bir niteliğe sahip olacaktır.” (Aktaran: Dilan, 1998: 137). AnlaĢmanın bu maddesiyle birlikte Hatay Sancağı Fransa mandasında kalmıĢtır. Aynı anlaĢmanın 8. maddesinde ise, anlaĢmanın imzalanmasından bir ay sonra tarafların oluĢturduğu bir komisyon sınırı belirlemek için çalıĢmalara baĢlayacaktı. Ancak bu komisyon 4 yıl sonra oluĢturulabilmiĢse de bir sonuca ulaĢılamamıĢtır (Uzgel, 2006: 278). Lozan görüĢmelerinde, Türkiye ile Fransa arasında imzalanan 1921 Ankara anlaĢmasına dair farklı görüĢler ileri sürülmüĢtür: Fransa anlaĢmanın yerel bir anlaĢma olduğunu ve Suriye‟nin mandası olması hasebiyle Fransız parlamentosunda onaylanmadığını, anlaĢmanın sadece sınırı

(24)

çizen 8. Maddesini gündeme getirerek Hatay‟ı Türk sınırlarına katmamak için uğraĢ vermiĢtir. Türkiye ise, sadece 8. maddenin konuĢulmasının anlaĢmanın özünü yok edeceği ve Sancağa iliĢkin özel yönetim gücünü zayıflatacağı için karĢı çıkmıĢtır. Sonuçta Hatay sorunu, 1921 yılında çizilen Türkiye-Suriye sınırı ve Hatay‟a tanınan özel yönetim hakkı ile Lozan‟da onaylanmıĢtır (Fırat ve Kürkçüoğlu, 2006: 280). Lozan sonrasında Hatay‟ın Türkiye‟ye katıldığı 1939 yılına kadar Fransa ile bu meselede pürüzler çıkmıĢ ancak Hatay‟ın durumuna iliĢkin görüĢmelerin yaĢandığı dönem Avrupa açısından da çok önemliydi, çünkü Ġtalya ve özellikle Almanya‟nın tehlike oluĢturması BaĢta Ġngiltere olmak üzere diğer Batılı devletleri endiĢelendiriyordu. Böyle bir ortamda Türkiye‟yi ittifakın dıĢında tutmak istemeyen Ġngiltere, Fransa‟nın yumuĢamıĢında etkili olmuĢtur.

1936‟da Lübnan ve Suriye‟ye bağımsızlığını vereceğini açıklayan Fransa, Türkiye‟nin Hatay sorununu yeniden gündeme getirmesine neden olmuĢtur. Aynı bağımsızlığın Hatay‟a da verilmesini isteyen Türkiye, Fransa‟nın olumsuz cevabıyla karĢılaĢınca konu Milletler Cemiyetine gitmiĢ ve Milletler Cemiyetinin çalıĢmaları sonucu Türkiye ile Fransa arasında 26 Ocak 1937 tarihinde bir anlaĢmaya varılmıĢtır. Bu anlaĢmaya göre Hatay iç iĢlerinde tam bağımsız, Suriye ile gümrük birliğinde olan, anayasası ve statüsü olan ayrı bir yönetim olacaktı. Ancak dıĢ iĢlerinde bazı Ģartlar altında Suriye‟ye bağlı olacaktı. Milletler Cemiyeti de 27 Ocak 1937 tarihinde bu prensipleri kabul etmiĢ, 40 üyeli Sancak Meclisinin çoğunluğunu da Türkler oluĢturmuĢtur. Bundan sonrası Türkiye‟ye katılım sürecini hızlandırdı ve 2 Eylül 1938 tarihindeki ilk toplantısında Meclisin tüm üyeleri Türkçe yemin ederek bu devlete Hatay adını verdiler. YaklaĢık 1 yıl sonra son toplantısını 29 Haziran 1939 tarihinde yapan Meclis, Türkiye‟ye katılma kararı almıĢ ve Hatay Türkiye sınırları içinde yer almıĢtır (Çufalı, 2009: 246). Bu süreçte uluslararası ortam Türkiye lehine geliĢmiĢ ve stratejik açıdan Türkiye, elinin güçlü olduğu bu durumu iyi değerlendirerek kararlılık göstermiĢtir. Bu da beraberinde, savaĢa gerek kalmadan Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan bir bölgeyi yeniden ülke sınırlarına katmasını sağlamıĢtır.

Türkiye ile Fransa arasındaki çözülemeyen bir diğer önemli sorun da Osmanlıdan kalan borçlardı. Osmanlı Devletinin vermiĢ olduğu kapitülasyonlardan

(25)

en fazla yararlanan ülke Fransa‟ydı. Bu nedenle borçların tasnifi en çok Fransa‟yı ilgilendiriyordu. 1 Aralık 1928 tarihli Osmanlı Borçları anlaĢmasını TBMM kabul etmiĢ ancak 1929 yılındaki dünya ekonomik bunalımı sebebiyle bu borçların ödenmesinin yeniden düzenlenmesi gündeme gelmiĢtir. GörüĢmeler sonucunda Nisan 1933‟te Paris‟te yeni bir anlaĢma imzalanmıĢ ve borçların ödenmesi yeni koĢullara bağlanarak sorun çözülmüĢtür (Dilan, 1998: 70). Duyun-u umumiye borçları da 25 Mayıs 1954 tarihinde son taksitinin ödenmesiyle tamamen bitmiĢtir (Uzgel, 2006: 279).

Fransa ile yaĢanan bir baĢka sorun da Türkiye‟deki Fransız okulları sorunuydu. Türkiye, yabancı okullarda okutulan Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türkçe olarak ve Türk öğretmenler tarafından okutulmasını istemiĢ ve bu yönde bir yönetmelik çıkarmıĢtır. Ancak yabancı okulların bu yönetmeliği uygulamak istememesi okullarla Milli Eğitim arasında soruna neden olmuĢtur. Fransa ve Papalık konuya müdahale etmek istemiĢlerse de Türkiye‟nin tepkisiyle karĢılaĢmıĢlardır. Fransa bu konuda çok ısrarcı olmayınca sorun kapanmıĢtır (Çufalı, 2009: 246). Ġngiltere ile giriĢilen iliĢkilerde Musul‟un kaybedilip, Fransa ile gerçekleĢtirilen iliĢkilerin daha kazançlı olmasındaki en önemli neden; Musul meselesinde KurtuluĢ SavaĢından yeni çıkılmıĢ ve karĢısında çok güçlü bir kazanan devletin, Ġngiltere‟nin olması. Fransa ile olan iliĢkilerde ise kendisini biraz daha toparlayan ve daha güçlü durabilen bir Türkiye‟nin olması ve bununla birlikte özellikle uluslararası ortamın Türkiye lehine iĢlemesi olmuĢtur. Avrupa‟da tehlike seslerinin yükseldiği bir dönemde Türkiye gibi bir müttefiki kaybetmek istemeyen Ġngiltere‟nin Fransa‟ya uyguladığı baskı da bu kazanımların sağlanmasında büyük etkiye sahiptir.

1.1.3. Türkiye – Yunanistan ĠliĢkileri

KurtuluĢ Mücadelesinde Batı desteğini arkasına alan Yunanistan‟a karĢı kazanılan baĢarı, yeni kurulan Türkiye‟yi masada daha güçlü kılmaya baĢlamıĢtır. Ulusal KurtuluĢun baĢarıya ulaĢmasının ardından Lozan görüĢmelerinde Yunanistan ile yaĢanan sorunlar; Sınır ve toprak sorunu, tazminat sorunu ve nüfus mübadelesiyle patrikhane sorunu etrafında ĢekillenmiĢtir. Anadolu‟da KurtuluĢ Mücadelesini

(26)

Yunanlılara karĢı veren Türkiye, daha sonraki on yıllarca sürecek dıĢ politikasını Yunanistan‟ı takip etmek üzerine kurmuĢtur. 1960 darbesinin idam ettiği, dönemin DıĢiĢleri Bakanı olan Fatin RüĢtü Zorlu‟nun “Yunanistan bir havuza atlasa biz de atlarız, velev ki havuz boĢ olsun” (Aktaran: Bal, 2010: 44) sözleri bu politikayı yansıtan çarpıcı bir örnektir. Bu bakımdan Türk-Yunan iliĢkilerinin her dönemi oldukça önemlidir ve son dönem yaĢanan dıĢ politikadaki değiĢimi anlamak için de incelenmesi son derece önemli ve elzemdir.

Türkiye-Yunanistan sınırının Lozan‟daki görüĢmelerinde Türkiye; Doğu Trakya sınırı olarak Karadeniz‟den Meriç ırmağının denize döküldüğü noktaya kadar olan yerleri yani Balkan SavaĢları sonrasında Osmanlı ile Bulgaristan arasında imzalanan 1913 Ġstanbul AnlaĢmasıyla çizilen sınırı kabul etmiĢtir. Bu sınıra göre, Meriç‟in batısında yer alan Edirne-Ġstanbul demiryolunun Kuleliburgaz-Mustafa PaĢa kısmıyla Karaağaç Türkiye‟ye kalıyordu. Batı Trakya‟da ise plebisite gidilmeliydi. Müttefikler tarafından desteklenen Yunanistan ise; Trakya‟da sınırın Meriç olmasını söylerken, Batı Trakya konusunda Türkiye‟nin herhangi bir söz hakkının olmadığını belirtmiĢtir. Türkiye Batı Trakya sınırını 1913‟e göre kabul ettiremeyeceğini anlayınca Trakya sınırını silahsızlaĢtırmak koĢuluyla kabul etti (Fırat, 2006: 327).

Adalar konusunda ise Türkiye, karasuları içinde kalan ve kıyıya çok yakın olan adaların hem coğrafi ve güvenlik açısından hem de hukuksal açıdan Türkiye‟ye bırakılmasını isterken, büyük adalar konusunda ise; Ġmroz ve Bozcaada‟nın 1914‟te Türkiye‟ye bırakıldığını ve bunun tartıĢılmaya gerek olmadığını savunmuĢtur. Semadirek adasını da Türk kıyılarına yakınlığı nedeniyle isterken, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarının Yunanistan‟a bırakılmasını ise kabul etmemekteydi (Fırat, 2006: 327). Türkiye adalar konusunda güvenliğini ön planda tutmakta ve Yunanistan‟ı destekleyen Batılı devletlerle iliĢkilerinde de güvenliğinden duyduğu endiĢeyle hareket etmekteydi. Türkiye, adaların Yunanistan‟a bırakılmasını emperyalist emellerini gerçekleĢtirmek için kullanacağını ve savaĢta da bunun görüldüğünü ileri sürmüĢtür. Yunanistan ise, adaların çoğunluğunda Yunanlıların yaĢadığını ve savaĢ sırasında adaların kullanılmadığını, Yunanistan‟dan Ġzmir‟e doğrudan asker çıkardığını ve bu adaların Türkiye için bir tehdit oluĢturmadığını ileri

(27)

sürmüĢtür. Sonuçta Lozan görüĢmelerinde Ġmroz ve Bozcaada Türkiye‟ye bırakılırken, bu adaları silahsızlandırmak yerine buradaki Müslüman olmayan halk mübadele dıĢında bırakılmakta ve bu adalar için 30 Ocak 1923 tarihli mübadele sözleĢmesince kazanılan hakların dıĢında özel bir yönetim de öngörülmekteydi. Bununla birlikte bu iki ada Limni ve Semadirek‟le birlikte Lozan Boğazlar sözleĢmesinin 4. maddesiyle silahsızlandırılacaktı. Ancak bu durum Ġmroz ve Bozcaada için 1936‟da Montrö Boğazlar sözleĢmesiyle sona erecektir (Fırat, 2006: 232). Egedeki adalar Türkiye ile Yunanistan arasında hep gerginliklere neden olmuĢ, adaların Türkiye‟ye yakın oluĢu cumhuriyet boyunca güvenlik endiĢesine neden olurken karasuları uzunluğu da hep tartıĢılır durmuĢtur.

Lozan‟la birlikte Türk-Yunan iliĢkilerinin en önemli sorunlarından birisi de nüfus mübadelesi ve patrikhane sorunuydu. Türkiye açısından, yeni kurulan Türk ulus devletinin oluĢumu için baĢta Ġstanbul‟dan olmak üzere Rumların göçü gerekliydi. Yunanistan açısından ise, mübadele büyük ekonomik sorunları da beraberinde getirecek demekti. Zaten Trakya ve Anadolu‟dan çekilirken yaklaĢık 1 milyon Rum göç etmiĢ ve bu sayı bile Yunanistan için büyük ekonomik ve toplumsal (Ġstanbul‟daki zengin Rum halkının Yunanistan‟a göç etmesi oradaki sosyal düzene de zarar verecekti) sorunlara yok açarken aynı zamanda bu, Megali İdea düĢüncesinin de ortadan kalkması anlamına gelecekti. Bu da beraberinde cemaatsiz kalacak olan patrikhaneyi de iĢlevsiz ve gereksiz kılacaktı.

Türk heyeti Lozan‟a giderken mübadeleyi önemli konulardan biri saymıĢ ancak Türk tarafı mübadele konusunu henüz açmamıĢken ve bu meseleyi ortaya atmanın sıkıntısını yaĢarken hiç beklenmedik bir Ģekilde Müttefiklerin desteğiyle konu ortaya atılmıĢ ve Rıza Nur‟un deyimiyle “gökten düĢmüĢ minkudret” olmuĢtu (Aktaran: Fırat, 2006: 330). Lozan görüĢmelerinde mübadeleye iliĢkin çok zorluk yaĢanmasa da uygulamada sorunlar çıktı ve iki ülke arasında büyük gerginliklere yol açtı. GörüĢmelerde alınan bir kararla komisyon kurulacaktı. Ekim 1923 tarihinde kurulan komisyon çalıĢmalarına baĢladı ve bir yıl içerisinde de mübadele büyük ölçüde gerçekleĢtirildi. Ancak mübadeleden hariç tutulanların tespiti ve mübadeleden kaynaklanan sosyal problemler Türkiye ve Yunanistan arasında sürtüĢmelere ve hatta savaĢ söylentilerine kadar ilerledi (Arı, 2000: 18). Mübadeleden doğan sorunların

(28)

tam olarak çözüme kavuĢturulamaması beraberinde Patrikhane sorununu da getirmiĢtir. 1924 sonlarına doğru patrikliğe atanan Konstantin‟in mübadeleye tabi birisi olması sebebiyle Türkiye, Konstantin‟i sınır dıĢı etmiĢtir. Ancak Yunanistan, Konstantin‟in patrikliğe bağlı biri olması gerekçesiyle mübadeleye tabi olmaması gerektiğini savunmuĢ ancak bir sonuca varılamamıĢtır. Konstantin‟in 19 Mayıs 1925 tarihinde istifa etmesi ve yerine Vasil Georgaides‟in seçilmesiyle konu kapanmıĢtır (Çufalı, 2009: 247). Patrikhane sorunu 1925 yılında çözüme kavuĢturulsa da 1930‟lara kadar Yunanistan‟la gerginlikler devam edecektir. Bunun sebebi de mübadeleden doğan sorunlardı.

Mali sorunlar iki ülke arasında uzun süreli sorunlara yol açmamıĢtır. Yunanistan ve Müttefikler savaĢ tazminatı konusunda iki ülkenin karĢılıklı olarak bu taleplerden vazgeçmesini önerirken Türkiye ise, kendisinin Yunanistan‟a herhangi bir tahribat yapmadığını ancak Yunanistan‟ın Türkiye‟ye yapmıĢ olduğu tahribat ortadayken bunların tanzim edilmesi gerektiğini söylemiĢtir. Aslında Türkiye Yunanistan‟ın mali durumunu ve bu tazminatı ödeyemeyeceğini biliyordu ve bunu fırsata çevirerek tazminat olarak Karaağacın Türkiye‟ye verilmesini talep etmiĢtir. Ġçinde bulunduğu mali zorlukları da göz önünde bulunduran Yunanistan yeni bir savaĢı göze alamamıĢ ve bu teklifi kabul etmek zorunda kalmıĢtır (Fırat, 2006: 335). Lozan görüĢmelerinde Türkiye‟nin belki de hiç beklemediği kadar kolaylıkla çözülen sorun tazminat sorunuydu. Ancak diğer sorunlar, özellikle de mübadele sorunu, 1930‟lara kadar iliĢkilerin kötü gitmesine yol açarken 1928 yılından itibaren iyi iliĢkiler geliĢtirilmeye baĢlanmıĢtır.

1928 yılıyla birlikte önce diplomatik temsilcilikler aracılığıyla iliĢkiler geliĢtirilmiĢ, 1930 yılından itibaren de antlaĢmalarla devam etmiĢtir. Dostluk ve iyi iliĢkilerin kurulabilmesi için nüfus mübadelesinden kaynaklanan sorunların çözüme kavuĢturulması gerektiğinden, bu sorunların kesin çözümünü öngören sözleĢme 10 Haziran 1930‟da Ankara‟da imzalandı. Ġmzalanan bu sözleĢme ile iki ülke arasındaki siyasal, ekonomik ve hukuksal sorunlar çözülünce hızlı bir yakınlaĢma süreci baĢlamıĢtır. 27 Ekim – 1 Kasım tarihleri arasında Yunan BaĢbakanı Türkiye‟yi ziyaret etmiĢ, oldukça sıcak geçen Ankara ziyaretinde 3 anlaĢma imzalanmıĢtır. Bu ziyaret sırasında Yunan BaĢbakanının patrikhaneyi ziyaret etmesi ve Türk

(29)

hükümetinin de buna itiraz etmemesi dolaylı yoldan Patrikhane sorununu da çözmüĢtür (Fırat, 2006: 347). Türkiye ile Yunanistan arasındaki geliĢmelerin esasında en önemli gerekçesi; öncelikle Ġtalya‟nın Akdeniz bölgesinde Türkiye ve Yunanistan‟ın da dâhil olduğu bir dostluk ve ittifak sistemi kurma çabası ve hem Atatürk‟ün hem de Yunan BaĢbakan Venizelos‟un bu iliĢkilerin geliĢtirilmesindeki göstermiĢ oldukları çabalardır (Gönlübol ve Sar, 1996: 66). 10 yıl öncesine kadar ulusal bir savaĢ veren iki ülkenin bu denli dostluk kurması, baĢta Ġtalya ve Almanya‟nın revizyonist politikaları olmak üzere her iki toplumun da savaĢlardan yorgun düĢmesi ve tahrip olmasına bağlıdır. YaĢanan ağır savaĢlar iki ülkeyi de ekonomik ve sosyal olarak derinden etkilemiĢ, kalkınmanın da ancak barıĢçıl politikalarla olabileceği düĢüncesiyle, yöneticilerin kiĢisel çabalarıyla iyi iliĢkiler kurulmuĢtur.

1.1.3.1. Balkan Antantı

Lozan AnlaĢması sonrasında Balkan devletleriyle iliĢkilerini geliĢtirmek isteyen Türkiye, çeĢitli anlaĢmalar yapmıĢtır. Arnavutluk‟la 15 Aralık 1923‟te, Bulgaristan‟la 18 Ekim 1925‟te, Yugoslavya‟yla 28 Ekim 1925‟te BarıĢ ve Dostluk AnlaĢmaları imzalanmıĢtır (Dilan, 1998: 87). Bu andlaĢmaların hepsi Ankara‟da imzalanmıĢtır. Türkiye Balkan ülkeleriyle -Yunanistan dıĢında- çok ciddi sorunlar yaĢamamıĢtır. Ancak Avrupa‟daki revizyonist hareketler açısından bu coğrafya oldukça kritikti ve burada yaĢanabilecek bir savaĢ Türkiye‟yi de derinden etkileyecek ve toprak bütünlüğünü tehdit edebilecekti.

Türkiye‟nin Balkan Devletleriyle yapmıĢ olduğu ikili anlaĢmalar kendisi açısından iliĢkilerini düzenlerken, Balkan devletleri için de, Balkan SavaĢları‟ndan arta kalan uyuĢmazlıkları halletme amacındaydı ve bu bağlamda Balkan Devletleri de kendi aralarında ikili anlaĢmalar yapmıĢlardır (Gönlübol ve Sar, 1996: 99). 1930‟lara kadar yapılan anlaĢmalar Balkan Antantı için bir zemin oluĢtururken, diğer yandan da Avrupa‟daki revizyonist – anti revizyonist gruplaĢmalar, Locarno ve Küçük Antant anlaĢmaları Balkan ülkelerini de bir gruplaĢmaya itmiĢtir. Bunların yanı sıra 1929 yılında Atina‟da yapılan Evrensel BarıĢ Kongresi‟nde Balkanlarda bir

(30)

birliğin kurulmasının teklif edilmesi, 5 Ekim 1930 yılında Atina‟da ilk toplantının gerçekleĢtirilmesini sağlamıĢtır. Birlik oluĢturmaya yönelik ilk toplantıya; Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya katılmıĢtır. Takip eden toplantılar sırasıyla; 1931 yılında Ġstanbul‟da, 1932 yılında BükreĢ‟te ve sonuncusu da 1933 yılında Selanik‟te yapılmıĢtır. Ancak Bulgaristan‟ın revizyonist politika taraftarı olması ve Yugoslavya ve Romanya‟nın da Küçük Antant‟ın üyeleri olmaları bu toplantılarda istenilen birliği sağlayamamıĢtır. Bulgaristan ise tüm ısrarlara ve çabalara rağmen Antant‟ın dıĢında kalmıĢ ve Türkiye ve Yunanistan‟ın çabalarıyla 9 ġubat 1934 tarihinde Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Balkan Antantı imzalanmıĢtır (Çufalı, 2009: 250). Bu antlaĢma esas olarak üç maddeden oluĢmaktaydı: birincisi, antlaĢmayı imzalayan dört ülke (Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya) bütün balkan sınırlarının güvenliğini karĢılıklı olarak üstlenirler. Ġkincisi, herhangi bir tehdit durumunda alınacak tedbir konusunda birbirlerine danıĢırlar. Paktı imzalamamıĢ herhangi bir Balkan devletine karĢı birbirine önceden haber vermeden siyasi hiçbir harekette bulunamazlar. Taraflardan birinin oluru olmaksızın diğer herhangi bir Balkan ülkesine karĢı siyasi hiçbir yükümlülük altına giremezler. Üçüncüsü, bu antlaĢma imzalanmasıyla birlikte yürürlüğe girer ve her Balkan devletine açıktır (Dilan, 1998: 92).

AntlaĢmanın maddelerinden de anlaĢılabileceği gibi Balkan Antantı, üye devletlerin sınırlarını korumak amacıyla bu coğrafyadaki revizyonist devletlere karĢı alınmıĢ bir tedbirdi. Balkan coğrafyasında revizyonist politika izleyen devlet de Bulgaristan olmuĢtur. Balkanlar üzerinde hiçbir iddiası bulunmayan Türkiye‟nin Balkan Antantı‟ndan beklentisi ise, Avrupa‟daki anti-revizyonist bloka yönelen bir devlet olduğu için bu paktı Balkan Devletleri dıĢından gelebilecek tehlikelere karĢı bir engel olarak görüyordu.

Türkiye adına bu dönemdeki en büyük tehlike Ġtalya olmuĢtur. Özellikle de

Ġtalya‟nın Akdeniz üzerindeki düĢünceleri Türkiye‟yi çok yakından

ilgilendirmekteydi. Bu bakımdan Türkiye‟nin bu pakta verdiği önem büyüktü. Örneğin, Atatürk‟ün 1 Kasım 1934 tarihinde Meclis açılıĢ konuĢmasında dıĢ politikadan bahsederken Balkan Antantı üzerinde durmuĢ ve “ Balkan AntlaĢması, Balkan Devletlerinin, birbirinin varlıklarına özel saygı beslenilmesini göz önünde

(31)

tutan mutlu bir belgedir. Bunun, sınırların korunmasında, gerçek bir değeri olduğu besbellidir” demiĢtir (Aktaran: Gönlübol ve Sar, 1996: 104). En önemli özelliği ve kuruluĢ amacı sınırların muhafaza edilmesi olan Balkan Antantı‟nın Türkiye‟ye siyasi anlamda katkısı da olmuĢtur. 1936 yılında Montrö Boğazlar Konferansında Boğazların rejimini düzenlerken Balkan Antantı üyeleri birlikte hareket etmiĢler ve Türkiye‟nin tezlerine blok halde destek verilmiĢtir. Ancak Avrupa‟daki geliĢmeler, baĢta Ġtalya ve Almanya‟nın yayılmacı politikaları ve bu politikaların Balkanlara etkisi, bu paktın ömrünün kısa süreli olmasına neden olmuĢtur. Üye devletler son toplantısını 1940 yılında Belgrat‟ta yapmıĢlardır (Çufalı, :2009: 251).

1.1.4. Türkiye – SSCB ĠliĢkileri

Türk-Rus iliĢkisi yüzlerce yıllık bir tarihe sahiptir. Bu iliĢkilerin asırları kapsamasının en önemli nedeni; Rusların, geniĢlemesinin büyük bir bölümünü Osmanlı Ġmparatorluğu ve Türk soyundan gelen insanların yaĢadığı coğrafyalara doğru kaydırmasındandır. Bir diğer önemli neden ise, kuzeyinde hüküm süren iklim Ģartlarının elveriĢsizliği nedeniyle, sıcak denizlere inmek ve bu bağlamda Türk Boğazlarında denetleyici bir konum elde etmektir (Bozkurt, 2010: 700). Bu sebeplerden dolayıdır ki, Türklerdeki Rus algısı hep “ezeli düĢman” olarak belirmiĢtir. Ruslar da bu algıyı yüzyıllarca boĢa çıkarmamıĢtır. Çarlık Rusya‟sının yıkılması sürecinde bile Geçici Hükümet Rusya‟nın Ġstanbul ve Boğazlar üzerinde hak iddia edeceğini söylemiĢtir. Her ne kadar bu dönemde Petrograd3

Sovyet‟i hiçbir ilhak ve tazminat ya da böylesi bir yayılmacı isteklerinin olmadığını açıklasa da bu; Rusların Boğazlar ve Akdeniz konusundaki düĢüncelerini her zaman koruduğunu göstermektedir (Best vd. 2008: 31).

Ġki ülke arasındaki iliĢkilerin iyileĢme gösterdiği dönem sadece Türkiye ve SSCB‟yi ilgilendiren bir dönem değildi. Avrupa merkezli olmasına rağmen tüm dünyayı etkileyen büyük bir savaĢ yeni bitmiĢti ve savaĢtan arta kalan sorunlar devam etmekteydi. Bu dönemde SSCB devrim sonrası dıĢ politikasını diğer devletler

3 Petrograt (St.Petersburg): Çarlık Rusya’nın yıkılması sürecinde Çar rejiminin yerine Geçici Hükümet’le birlikte ikili bir otoritenin 2. Kanadını oluşturmaktadır.

(32)

tarafından tanınma olarak belirlerken, Türkiye de KurtuluĢ Mücadelesi vermiĢ ve baĢarılı olmuĢtur. Bununla birlikte benzer bir durum Türkiye için de geçerliydi, çünkü Türkiye bir yandan kurtuluĢ mücadelesi verirken diğer yandan da diplomasi mücadelesiyle yeni kurulan Türk devletinin tanınmasına ağırlık veriyordu. Böyle bir ortamda, her iki ülkenin de kader seyri aynı olmuĢ, Çarlık ve Osmanlı Ġmparatorlukları yıkılarak, Türkiye Cumhuriyeti ve SSCB kurulmuĢtur. Bu dönemde rekabetçilik yerini dayanıĢma ve iĢbirliğine bırakmıĢtır (Bozkurt, 2010: 701). ĠĢbirliğine giden sebeplerin baĢında iki ülke için de geçerli olan “düĢmanımın düĢmanı dostumdur” ilkesi olmuĢtur. TBMM Hükümeti ile Sovyetler arasındaki siyasi iliĢkiler 3 Haziran 1920 tarihinde kurulmuĢtur. Moskova‟ya giden TBMM heyetlerinin yaptığı görüĢmeler sonucunda 16 Mart 1921‟de “Dostluk ve KardeĢlik AntlaĢması” imzalanmıĢtır (Tellal, 2006: 165). Sovyetlerle iyi iliĢkilerin kurulması, KurtuluĢ Mücadelesi veren Türk devletinin yüzyıllarca tehdit unsuru olarak gördüğü bir devletten gelecek saldırıyı önlemek ve mücadelesinde baĢarıya ulaĢması açısından önemlidir.

Lozan‟da Misak-ı Milli‟den taviz vermeye zorlanan Türkiye, Batıya tepki olarak da SSCB ile iliĢkilerini geliĢtirmiĢtir. 16 Aralık 1925 tarihinde Musul sorununun Türkiye aleyhinde sonuçlanması, bir gün sonrasında 17 Aralık 1925‟de SSCB ile “Dostluk ve Tarafsızlık AntlaĢması”nın imzalanmasını sağlamıĢtır. Lozan sonrasında Batı ile sorunlarını tamamen çözemeyen Türkiye, SSCB‟yi bir destek merkezi olarak görmüĢtür. SSCB açısından bakıldığında da benzer bir durum söz konusuydu; 1 Aralık 1925 tarihinde imzalanan Locarno düzenlemesiyle Almanya‟nın batı sınırları güvence altına alınırken, doğu sınırları için bir önlem alınmamıĢtı (Tellal, 2006: 315). Bu durum SSCB‟yi endiĢeye sevk etmiĢtir. Her ne kadar Batılı devletler SSCB‟yi tanımaya baĢlamıĢlarsa da Locarno düzenlemesiyle kendi aralarındaki iliĢkileri düzenlerken Sovyetleri dıĢlamıĢlardır.

1925‟teki Dostluk ve Tarafsızlık AntlaĢması; taraf olan devletlerden birine üçüncü bir devlet ya da birkaç devlet tarafından askeri bir hareket düzenlenmesi durumunda diğer devletin tarafsızlığını korumasını öngörüyordu. Bunun yanı sıra, taraflar diğeri aleyhine olan ittifaklara veya anlaĢmalara katılmayacak, diğerlerine karĢı her türlü tecavüzden kaçınacaktı. 3 yıl geçerli olacak olan bu antlaĢma üçüncü

(33)

yılın sonundan 6 ay önce taraflardan birinin iptal etmemesi durumunda 1 yıl daha uzatılmıĢ sayılacaktı (Çufalı, 2009: 243). Nitekim antlaĢma bu 4 yılı tamamlamıĢ ve 1929 yılında bir protokolle 2 yıl daha uzatılmıĢtır. 1931 yılında ise 10 yıl süreyle bir kez daha uzatılmıĢtır.

Türkiye, baĢka siyasi iliĢkilerini kurarken ya da geliĢtirirken Sovyetlerle yapmıĢ olduğu bu antlaĢmayı göz önünde bulundurarak; gerek rızasını almaya çalıĢması gerekse kuracağı iliĢkilerde Sovyet rızası için değiĢiklikler istemesi, bu dönemde SSCB‟ye ne denli önem verdiğini göstermektedir(Tellal, 2006: 318).

1925 AntlaĢması ile Türk-Rus iliĢkileri siyasi alanda geliĢirken ekonomik alanda geliĢmeye ihtiyaç duyan Türkiye‟nin Sovyetlerle ticari iliĢkileri istenilen düzeyde değildi. 1925‟teki antlaĢmadan sonra 11 Mart 1927 tarihinde iki ülke arasında ticari iliĢkileri düzenlemek ve geliĢtirmek için “Ticaret ve Seyrisefain AnlaĢması” imzalanmıĢtır. Ancak Sovyet Hükümetinin Türk ihracatçılarına çıkardığı güçlüklerden dolayı ticaret hacmi istenilen düzeyde olmamıĢtır. Bu engelleme çalıĢmaları da Türk Hükümetinin protestolarına neden olmuĢtur (Gönlübol ve Sar, 1996: 79). Ticari iliĢkilerin istenilen seviyelerde olmaması bu dönemde siyasi iliĢkileri çok fazla etkilememiĢ ve 1923‟ten 1930‟ların ortalarına kadar (Montrö Boğazlar sözleĢmesine kadar) siyasi iliĢkiler oldukça iyi düzeyde geliĢmiĢtir. 1930‟larla birlikte iliĢkilerdeki “denge” ya da “bağımlılık” yerini “iĢbirliğine” bırakmıĢtır. Bu dönemde üst düzeyde karĢılıklı ziyaretler yapılmıĢ; 1932 yılında Ġsmet PaĢa Moskova‟ya gitmiĢ, Cumhuriyetin 10. kuruluĢ yıldönümü kutlamalarında da SSCB Savunma Deniz Kuvvetleri Komiseri ve beraberindeki heyet Türkiye‟yi ziyaret etmiĢtir. Ancak 1936 yılıyla birlikte iliĢkilerde soğukluk baĢlamıĢtır. Türkiye Boğazlar rejiminde düzenleme istemekteydi. SSCB de boğazlar rejiminin yeniden ele alınması ve kendi adına daha fazla söz sahibi olması gerektiğine inanıyor ve bu yönde talepleri oluyordu. Böylece 10 yıldan fazla süren yakınlaĢma, iĢbirliği ve iyi iliĢkilerin yerini soğukluk ve ilerleyen yıllarda da büyük tehdit alacaktır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Geniş anlamda vergi mükellefi olan kişiler ve Almanya’da şubesi olan dar anlamda vergi mükellefi olan yabancı işletme sahipleri, her takvim yılı için gelir

Geniş anlamda vergi yükümlüsü olan kişiler ve Almanya’da şubesi olan dar anlamda vergi yükümlüsü olan yabancı işletme sahipleri, her takvim yılı için

Geniş anlamda vergi mükellefi olan kişiler ve Almanya’da şubesi olan dar anlamda vergi mükellefi olan yabancı işletme sahipleri, her takvim yılı için gelir

Weil ihr nicht mit der Türkei gemeinsam agiert, verlängert sich die Lebensdauer des Assad-Regimes." Wir hingegen sagen: "Die politische Linie der

ZEIT ONLINE: Neulich haben Sie auf einer Konferenz in Berlin in Bezug auf die AKP und die PKK gesagt: 'Weder sind die einen demokratisch, noch die anderen.' Wird ihr

Dabei hatte der türkische Ministerpräsident Tayyip Erdogan erst Mitte Juli noch für einen Paukenschlag gesorgt, als er während eines Besuchs im türkischen Teil von Zypern

Allerdings muss man auch sagen, dass Erdogan nur gesagt hat, es kann in privaten Schulen Kurdisch unterrichtet werden und eben nicht in staatlichen Schulen, und da fehlt noch ein

Bilet, bagaj ve gümrük işlemlerinin ardından saat 19.40'da THY'nin TK1676 seferi ile Köln'den İstanbul'a hareket.. Bilet, bagaj ve gümrük işlemlerinin ardından saat 08.40'da