• Sonuç bulunamadı

2.1.1. Ġki Kutuplu Dünya ve Türkiye

2. Dünya SavaĢ‟ının sona ermesiyle birlikte uluslararası siyasal sistemde ciddi değiĢimler meydana gelmiĢtir. SavaĢ‟ın iki galibi ABD ve SSCB savaĢ sonrası iki süper güç haline gelmiĢ ve yeni düzende iki rakip bloğun oluĢmasına neden olmuĢtur. Bu iki blok arasındaki iliĢkilerin „Soğuk SavaĢ‟ biçiminde cereyan etmesi, yeni uluslararası sistemin en belirleyici özelliği olmuĢtur. 1945 yılı içerisinde ABD, Ġngiltere ve SSCB arasında yapılan Yalta ve Postdam konferansları bu sistemin baĢlangıcını simgelemektedir. 1947 yılına kadar, baĢta Almanya‟nın geleceği konusu olmak üzere, Türkiye, Yunanistan sorunları ile Doğu ve Batı Avrupa ülkelerindeki hükümetlerinin oluĢmasında ABD ile SSCB arasında üstü örtülü bir kutuplaĢma baĢ göstermiĢtir. Ancak esas olarak Soğuk SavaĢ‟ın ortaya çıkması Truman Doktrini‟nin ilanı ile ortaya çıkmıĢtır. Truman Doktrini‟nin anlamı, savaĢ sonrasında Avrupa, Asya ve Afrika‟nın oluĢturduğu Eski Dünya‟daki güç dengesinde SSCB‟nin rakipsiz kalması üzerine bu boĢluğun ABD tarafından doldurulacağının ilanıdır (Sönmezoğlu, 2006: 16).

Ġki kutuplu bu yeni sisteme 3 açıdan bakmak mümkündür; siyasal, askeri ve ekonomik. Siyasal açıdan; savaĢ sonrasında, o zamana kadarki uluslararası örgütlerin

en evrenseli olan BirleĢmiĢ Milletler (BM) 1945‟te kurulmuĢtur. Ancak evrenselliği sadece Genel Kurul‟daydı. Veto sisteminin geçerli olduğu Güvenlik Konseyi büyük devletlerin o günkü dengesini yansıtırken, Genel Kurul‟daki ABD üstünlüğü de BirleĢmiĢ Milletlerin genel dengesini ABD lehine bozmaktaydı. Askeri açıdan; Avrupa‟da Nazi ve FaĢistleri yenen ABD ve SSCB olmuĢ ve doğal olarak bu iki güç etrafında kümelenmeler olmuĢtur. Ġki kutuplu bu sistem 1947‟den sonra somutlaĢarak 20 yıllık bir silahlanma (nükleer silah geliĢtirme) yarıĢına sahne olmuĢtur. Ekonomik açıdan bakıldığında ise; coğrafi bakımdan ve kapitalist ekonominin dünya çapında geçerli tek sistem olması bakımından, bir tarafın diğer tarafa çok daha fazla üstün olduğu iki kutuplu sistem, henüz savaĢ bitmeden ABD‟nin yaptığı bir giriĢimle ortaya çıktı. Bretton Woods6

konferansı düzenlenmiĢ ve ABD‟nin istediği sistem kabul edilmiĢtir (Oran, 2006: 481). Bu sistem ABD‟yi 1970‟lerin baĢına kadar uluslararası ekonominin tartıĢmasız lideri yapmıĢ, Petrol Krizinden sonra bu baĢatlığını tekrar 1980‟lerde ele almıĢtır.

Soğuk SavaĢ döneminde uluslararası sistemin evrimi açısından nükleer silahlara iliĢkin geliĢmeler çok büyük öneme sahiptir. Soğuk SavaĢ‟ın ilk yılları itibariyle ABD‟nin nükleer silahlar açısından belirgin bir üstünlüğü vardı. 1949‟a kadar ABD nükleer güç (yani atom bombası) açısından bu silahlara sahip olmayan Sovyetler Birliğine kıyasla mutlak bir üstünlüğe sahipti. Ancak 1949‟da Sovyetler Birliği‟nin de ilk atom bombasını yapmasıyla durum değiĢmiĢ, iki güç arasında denge kurulmuĢtu. Takip eden yıllarda da durum farklı olmamıĢtır. 1952 yılında atom bombasına kıyasla tahrip gücü çok daha yüksek olan hidrojen bombasını üreten ABD, Sovyetler Birliği karĢısında bir adım öne geçmiĢtir. YaklaĢık 1 yıl sonra Sovyetler Birliği‟nin de hidrojen bombasına sahip olması ABD‟nin nükleer üstünlük dönemini sona erdirmiĢtir (Sönmezoğlu, 2006: 16). 1954-1957 yılları arasında bu defa ABD‟nin stratejik üstünlüğü ön plana çıkmaktadır. Uzun menzilli araçların olmadığı bir dönemde SSCB‟nin etrafına bu ülkeyi vurabilecek kısa ve orta menzilli füzeler yerleĢtirme imkânı bulan ABD stratejik açıdan üstünlüğe ulaĢmıĢtır. Ancak 1957 yılında SSCB‟nin “Sputnik”i uzaya fırlatarak ABD‟yi doğrudan vurabilecek

6 Bretton Woods sistemi detaylı bilgi için bakınız: Baskın Oran, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaş’ından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar. İletişim Yayınları, Cilt 1, ss: 480 (Breeton Woods Kutusu)

uzun menzilli füzelere sahip olması ABD üstünlüğünü yeniden kırmıĢtır (Sönmezoğlu, 2006: 17).

Ġki süper güç arasında değiĢen güç dengesi uluslararası sistemi de değiĢtirmiĢtir. Bu değiĢim bir uyarıcı olarak sistemde yer alan ülkelerin dıĢ politikalarına da yansımıĢtır. Bu dönemde Türkiye‟nin dıĢ politikasının yeniden düzenlenmesinde bu sistem birincil rol oynamıĢtır. Türk dıĢ politikası üzerinde uluslararası sistemden gelen en önemli uyarı Sovyetler Birliği‟nin savaĢ sırasında ve özellikle de savaĢ sonrasında Türkiye‟ye yönelik olarak izlediği politika olmuĢtur. Ġki ülke arasında KurtuluĢ SavaĢı dönemi ile baĢlayan iyi iliĢkiler dönemi son bulmuĢ, Boğazlara ve Doğu Anadolu‟daki bazı topraklara iliĢkin Sovyet taleplerine karĢı direnmekle beraber Türkiye kendisini önemli ölçüde bir tehdit altında hissetmeye baĢlamıĢtır. Türkiye‟ye göre bu dönemdeki en önemli mesele ABD ve SSCB‟nin baĢrol oyuncuları olduğu iki kutuplu sistemdi. Türkiye‟nin geçmiĢle kıyaslandığında, özellikle 2. Dünya SavaĢı‟nda baĢarılı bir Ģekilde yürüttüğü „olaylara karıĢmama‟ politikasını seçmek için çok fazla Ģansı yoktu. Ġki Soğuk SavaĢ ülkesi arasında güç dengesinden faydalanarak Soğuk SavaĢ‟ın dıĢında kalamıyordu. Zira tarafsız kalması durumunda kendini koruyacak yeterli ekonomik ve askeri güçten yoksundu. Bu bakımdan Sovyet tehdidine karĢı bir an önce Batı ittifakında kendine yer bulması gerekiyordu. Nükleer bir savaĢ çıkma tehlikesi ve beraberinde taĢıdığı riskler, Türkiye‟nin müttefik bulmasını daha da zorunlu kılıyordu (Hale, 2003: 110).

2.1.2. Türkiye – ABD ĠliĢkileri

1945‟ten itibaren Türk dıĢ politikasına egemen olan Soğuk SavaĢ güdülenmesi, Amerikan hegemonik sisteminin içinde gönüllü olarak yer almayı temel bir gereklilik haline getirmiĢtir. KarĢılıklı yarar iliĢkisi olarak tanımlanan bu yer alıĢta Türkiye sürekli olarak kendi varlığının ABD‟nin çıkarları açısından önemini vurgulama ihtiyacı hissetmiĢtir. 2. Dünya SavaĢı‟ndan sonra, ABD‟nin artık bir süper güç haline gelmesi ile Türkiye de ABD‟nin küresel stratejisi içinde daha kesin çizgilerle yer almaya baĢlamıĢtır. Türkiye bu dönemde ABD‟nin SSCB‟yi çevreleme politikasında kilit bir rol üstlenerek, 1947 yılında Truman Doktrini ve sonrasında Marshall yardımı

ile ABD‟nin hegemonik sistemi içinde yer almayı bir politik uygulamaya dönüĢtürmüĢtür (Bostanoğlu, 2008: 361). 1950‟lili yıllar Türk-Amerikan iliĢkilerinin yoğun yaĢandığı yıllar olmuĢtur. Amerika, Türk dıĢ politikasının en önemli, hatta tek dayanağı haline gelmiĢtir. Osmanlı döneminden beri Türklerin Avrupa ile yürüttüğü iliĢkiler de Amerika ile geliĢen iliĢkilerin arasında erimiĢtir. Bu dönemde, ABD ile Kore SavaĢı‟na katılan Türkiye bu gerekçe ile 1952 yılında NATO‟ya üye olmuĢtur. Esasında Soğuk SavaĢ‟ın varlığı Türkiye‟nin dıĢ iliĢkilerinde belirleyici faktör olurken, Batı güvenlik sistemi içinde yer almak için yalnızca NATO‟ya üye olmasını sağlamakla kalmadı, Türkiye‟nin kültürü ve siyasal rejiminin daha belirgin Ģekilde Batı‟ya yönelmesini sağladı (Karpat, 2012: 162). Soğuk SavaĢ döneminde en önemli mesele SSCB karĢısında güvenliğin sağlanmasıydı. Batı blok‟u içinde yer almıĢ olmak bu tehdit karĢısında Türkiye‟yi biraz daha güvenli hale getirmiĢtir.

Türkiye ABD iliĢkileri, Türkiye‟nin ABD‟den aldığı yardımlar üzerinden kurulmuĢtur demek yanlıĢ olmayacaktır. Türkiye bu dönemde stratejik konumu ve Ġngiltere‟nin üzerinde durduğu gibi Ortadoğu için çok önemli kilit noktası ve Sovyet yayılmacılığına karĢı önemli bir konumdaydı. Bu bakımdan ABD/NATO tarafından çevrelenecek olan Sovyet rejiminin yayılmasını engellemek için Türkiye‟nin kazanılması büyük öneme sahipti. 2. Dünya SavaĢı‟nın son dönemleri ve savaĢ sonrasını kapsayan süre içerisinde Batılı Müttefikleri tarafından bir süre önem verilmeyen Türkiye, Soğuk SavaĢ koĢullarının gerektirdiği politikalar sebebiyle yeniden Batılı Müttefiklerinin desteğini görecektir. Bu destek, bu aĢamadan sonra ABD özelinde devam etmiĢtir.

Türk-Amerikan iliĢkileri iki kutuplu yeni dünya düzeninin oluĢmaya baĢladığı dönemde geliĢmeye baĢlamıĢ ve Türkiye‟nin Washington Büyükelçisi Münir Ertegün‟ün cenazesinin Amerika‟nın en büyük zırhlılarından biri olan Missouri ile Türkiye‟ye yollanması iliĢkileri daha da geliĢtirmiĢtir (Erhan, 2006: 524). Bu aynı zamanda ABD‟nin SSCB‟ye gönderdiği bir mesaj niteliğindeydi. Zira henüz savaĢ bitmeden Boğazlar üzerinde Sovyet istekleri baĢ göstermiĢ ve savaĢ sonrasında da SSCB‟nin üzerinde ısrarla durduğu önemli bir melse haline gelmiĢtir. ABD ve Ġngiltere de Sovyet taleplerine itiraz etmemiĢ, bu durumda Türkiye‟yi büyük endiĢeye sokmuĢtur. Ancak kısa süre sonra konjonktürün değiĢmesi ile ABD Sovyet

taleplerine karĢı çıkmıĢ ve Boğazlar rejiminde hem Amerikan çıkarları ve uluslararası geçerliliği olabilecek hem de Türkiye‟nin egemenliğine zarar vermeyecek Ģekilde düzenlenmesinden yana olmuĢtur. Türk Büyükelçisinin ABD zırhlısıyla Türkiye‟ye getirilmesi ve Boğazda demir atması Trük-Amerikan iliĢkilerini geliĢtirmesinin yanında SSCB‟ye de Boğazların statüsünün ABD isteği dıĢında değiĢtirilmeyeceğini göstermesi bakımından önemlidir.

CumhurbaĢkanı Ġnönü, Amerikan zırhlısının Türkiye‟ye geliĢiyle ilgili olarak yabancı basına verdiği bir demeçte; “Amerikan donanmasına mensup gemiler bize ne

kadar yakın bulunursa, o kadar iyi olur” diyerek ziyaretten duymuĢ olduğu

memnuniyeti dile getirmiĢtir (Aktaran: Erol, 2009: 351). Yine Türkiye‟nin NATO üyeliği ve batı güvenlik sistemi içerisinde yer almasının önemini vurgulamak adına dönemin CumhurbaĢkanı Celal Bayar 1952 yılında Meclisin açılıĢ konuĢmasında dıĢ politika ile ilgili söylemiĢ olduğu; “Türk dış politikası esas itibariyle kolektif

güvenlik sistemine dayanır. Şükranlarımı belirtirim ki Hükümetin gayretleri sonucunda Kuzey Atlantik Asamblesine dahil olunmuştur ki bu organizasyon kollaktif güvenlik biriminin en mükemmelidir, SHAPE‟yi de eklemiş ve komuta merkezi İzmir‟de kurulmuştur.” (Aktaran: Göktepe, 2009: 373) sözleri yine Amerika‟ya

verilen önemi ve duyulan ihtiyacı net bir biçimde ortaya koymaktadır. Görüldüğü gibi, 2. Dünya SavaĢı sonrasında gerek tek parti iktidarı döneminde gerekse çok partili hayata geçildiği Demokrat Parti döneminde ABD merkezli bir dıĢ politika izlenmiĢtir.

Atatürk ve Ġnönü dönemlerinde devletin en temel hedefinin Batı/Batıcılık olduğu bilinmesine rağmen Demokrat Parti döneminde muhalefetten gelen en yoğun eleĢtiriler Batıdan fazla Batıcı olduğu yönünde olmuĢtur. Gerçektende ABD ile iliĢkilerin ilk dönemlerine bakıldığında Sovyet tehdidine karĢı ABD ile olan iliĢkilerin yoğunluğu Amerikan yardımlarından daha fazla yararlanabilmek içindir. Bunda da baĢarılı olunduğu söylenebilir. Bunun sonucu olarak da Türkiye‟nin gerek siyasi/askeri gerekse ekonomik açıdan sıkı bir biçimde ABD‟ye bağlandığı, ABD etkisi altında kaldığı söylenebilir (Sönmezoğlu, 2006: 18).

1960‟lara kadar ekonomik yardım ağırlıklı olan Türk-Amerikan iliĢkileri 1960‟la birlikte, özellikle Küba kriziyle ABD-SSCB arasındaki gerginliğin yoğun olduğu bir dönemde, Sovyetlerin Sputnik‟i uzaya fırlatmasının ardında ABD orta menzilli Jüpiter füzelerini NATO ülkelerinden bazılarına yerleĢtirmeye baĢlamıĢtır. Türkiye Sovyet saldırılarına karĢı, bu füzelerin yerleĢtirilmesini gönüllü olarak kabul etmiĢ ancak bu durum caydırıcılıktan çok Sovyetleri tahrik eden bir durum haline gelmiĢtir. Bununla birlikte baĢta Kıbrıs olmak üzere, Türkiye‟de HaĢhaĢ ekiminin yasaklanması ve sonrasında ABD‟ye rağmen ekimine izin verilmesi, Johnson mektubu gibi geliĢmeler 1980‟lere gelinirken ABD ile iliĢkilerde kırılmalara neden olmuĢ ancak Türkiye‟nin Batı bloğundan kopmasına neden olmamıĢtır. Bu geliĢmeler Türkiye‟yi NATO‟dan çıkartmamıĢ ve SSCB‟ye katılmasına neden olmamıĢtır (Göktepe, 2009:417). Ancak Batıya tepkisel olarak değerlendirilebilecek bir politikayla Sovyetlerle yakın iliĢkiler kurulmuĢtur.

Türk-Amerikan iliĢkilerinin geliĢtiği 2. Dünya SavaĢı sonrasında iliĢkilerin artarak devam ettiği yıllarda Soğuk SavaĢ koĢullarının etkisi birincil derecede önemlidir. Ancak iliĢkilerin krizlerle devam ettiği dönemler, özellikle 1960‟ların ikinci yarısından itibaren, yine Soğuk SavaĢ koĢullarının etkisi belirleyici olmuĢtur. Silah teknolojisindeki geliĢmeler iliĢkilere verilen önemi de değiĢtirmiĢtir. Hem ABD‟nin hem de SSCB‟nin orta menzilli füzelere sahip olduğu 1957 öncesi dönemde Türkiye‟nin stratejik önemi daha ön plandayken her iki süper gücün de birbirlerini doğrudan vurabilecekleri silahları geliĢtirmeleri orta menzilli füzelerin, dolayısıyla da Türkiye‟nin ABD nezdinde önemini azaltmıĢtır (Sönmezoğlu, 2006: 212). Diğer yandan gerek Kıbrıs sorununda Johnson mektubuyla ortaya koyulan sert tepki, gerekse haĢhaĢ üretimine üzün verilmesinin ardında gösterilen tepkilerde bu stratejik değiĢikliğin önemi büyüktür.

1980‟deki 12 Eylül Askeri darbesine kadar Türk-Amerikan iliĢkileri zaman zaman kırılganlık göstermiĢ ancak darbe sonrasında iktidara gelen Özal ile birlikte diplomatik ve özellikle ticari iliĢkilerde ciddi atılımlar yapılmıĢtır. Gerçektende Özal dönemine kadar iliĢkiler ve sürtüĢmeler çoğunlukla güvenlik sorunlarında yoğunlaĢmıĢtır. Ekonomik ve askeri yardımlar, sorunların Amerikan hegemonik stratejisi doğrultusunda, Nye‟ın “emredici güç” (command power) kavramında

belirttiği gibi, diğer devletlerin bazı davranıĢlarını değiĢtirmek için zaman zaman teĢvikler ve tehditler ile uygulanan klasik “havuç ve sopa” politikasının öğeleri olarak kullanılmıĢtır. “Yardım değil, ticaret” sloganıyla bu dönemin Ģartlarında ticari engellerin ve kotaların kaldırılmasını isteyen Turgut Özal, Türkiye-ABD ekonomik iliĢkilerinde (o zamana kadar ABD yardımları Ģeklindeki ticari iliĢkilerin yerine) yeni bir zihniyetin oluĢması isteğinin ifade etmiĢtir. Türkiye iç pazarının dıĢarıya taĢabilecek yapısal yeterliliğe kavuĢtuğu düĢüncesiyle Türk ekonomisini dıĢa açma çabalarıyla, dıĢ politikaya, ekonomik amaçların gerçekleĢtirilmesi için bir araç olarak yaklaĢmaya çalıĢmıĢ. Bu bağlamda ABD ile ekonomik iliĢkiler ve ticaret salt yardım boyutundan çıkarak sermaye hareketleri ve ikili ticaret hacmi artmıĢ, ihracat ve ithalatta eskiye oranla bir patlama yaĢanmıĢ, ABD kökenli çok uluslu Ģirketlerin Türkiye‟deki faaliyetlerinde de artıĢ olmuĢtur (Bostanoğlu, 2008: 400).

2.1.2.1. Truman Doktrini

Sovyetler Birliği‟nin Boğazlar üzerindeki istekleri reddedilmesine rağmen, Türkiye üzerindeki baskıları devam etmiĢ ve savaĢın sona ermesine rağmen askerlerini dağıtmamıĢtır. Bu durum Türkiye için büyük bir tehdit demekti. Türkiye savaĢ sırasında Ġngiltere ve ABD‟den aldığı yardımları savaĢ sonunda Ġngiliz desteğiyle sürdürmüĢtür. Ancak 2. Dünya SavaĢ‟ının yıkıntılarını toparlayacak olan Ġngiltere bu yardımlara daha fazla devam edebilecek güçte değildi. Bununla birlikte kurulan yeni dünya düzeni içinde Yunanistan ile birlikte Türkiye‟nin öneminin de farkında olan Ġngiltere, özellikle Ortadoğu ve Ortadoğu‟da yayılacak Sovyet tehlikesinin farkındaydı. Bu bakımdan Ġngiltere‟nin tezi; „Yunanistan‟ın

kaybedilmesi demek Türkiye‟nin kaybedilmesi demek; Türkiye‟nin kaybedilmesi de Ortadoğu‟nun kaybedilmesi demek‟ Ģeklindeydi.

Ġngiltere‟nin savaĢ sonrasında büyük bir ekonomik buhrana düĢmesi nedeniyle Mart 1947‟de Ġngiliz yardımlarının kesileceğini ABD‟ye bildirmiĢtir. Ġngiltere hükümetine göre Yunanistan ve Türkiye‟nin ekonomik kalkınmasını sağlamak ve askeri gücünü çoğaltma görevi ABD‟ye düĢmekteydi (Gönlübol ve Ülman, 1996: 213). Bu gerekçe ile ABD‟ye birer muhtıra veren Ġngiltere, bu yardımların Amerikan

yardımları Ģeklinde devam etmesi için çaba harcamıĢtır. Türkiye Batı desteğine ihtiyaç duymakla birlikte aslında o günün Ģartlarında önemli sayılacak bir miktarda altın stok‟u bulunmaktaydı ancak Sovyetler Birliği ile giriĢilebilecek bir çatıĢmayı düĢünerek bu stoklarını kullanmak istemiyordu. Ayrıca o yıllarda ABD, birçok ülke için olduğu kadar Türkiye içinde en büyük ekonomik cazibe kaynağıydı (Sönmezoğlu, 2006: 37).

Truman Doktrini Türkiye açısından bir ihtiyaç olması kadar ABD için de bir gerekliliktir. Bu doktrin bir yandan özgür ve demokratik ülkelerin dolaylı ya da dolaysız saldırılar ile silahlı azınlıklardan kaynaklanan tehditlere ve dıĢ baskılara karĢı korunmalarını öngörmekte, diğer yandan da SSCB‟nin çevrelenmesini amaçlamaktaydı (Bostanoğlu, 2008: 266). Ġngiltere‟nin yardımları keseceğini belirtmesi üzerine Amerika BaĢkanının dıĢ politika danıĢmanı George F. Kennan yaptığı önerisinde Yakın ve Orta Doğu‟dan Ġngiltere‟nin çekilmesiyle doğacak olan boĢluğu doldurmayı ve Ġngiltere‟nin sorumluluğunu almayı teklif ediyordu. Sonradan Truman Doktrini olarak anılacak olan 12 Mart 1947‟deki BaĢkan Truman‟ın Kongre konuĢmasında, Kongrenin Yunanistan ve Türkiye‟ye öngörülen yardım programını onaylamasını istiyordu. Aksi takdirde bu devletlerin demokratik Batı için birer kayıp olacağını söyleyen Amerikan baĢkanı, Yunanistan ve Türkiye için toplam 400 milyon dolarlık ekonomik yardımın yanı sıra, askeri ve sivil danıĢmanların bu ülkelere giderek askeri gücünün arttırılmasın talep ediyordu (Bağcı, 2001: 7).

Truman Doktrinin Türkiye‟ye yapılacak olan yardımı ön gören 12 Temmuz 1947 tarihli “Türkiye‟ye yapılacak yardım hakkında anlaĢma” imzalanmıĢtır. Bu yardım gereği Amerikalı bir heyet Türkiye‟ye gelerek yapılacak yardım ve kullanımına iliĢkin Türk yetkililerle incelemelerde bulunmuĢlardır. Bu incelemeler sonucunda yardımın kullanım Ģekli ve denetimi üzerinde anlaĢılmasının ardından Türk yetkilileri yardımı kabul etmiĢlerdir.

Truman Doktrini Türk dıĢ politikası açısında devrim niteliğinde değiĢikliğe yol açıyordu. Yardım Türkiye‟de büyük bir sevinçle karĢılanmıĢ ve Türkiye-ABD iliĢkilerinin geliĢmesine, Sovyet isteklerinin geri çevrilmesine yardımcı bir unsur olarak görülmüĢtür. Türk ordusunda modernizasyonu sağlamak için yapılan 100

milyon dolarlık yardımın „astarı yüzünden pahalı‟ hale gelmiĢtir. Amerikan askeri yardımı çerçevesinde Türk ordusuna verilen malzemenin bakımı ve yedek parça ihtiyaçlarının ABD‟den sağlanabilmesini gerektiriyordu. Bu bakımın yapılabilmesi için bütçeden yılda yaklaĢık 145 milyon dolar ayrılması gerekiyordu. Bu da savaĢ sonrasında Türkiye‟nin elinde bulunan döviz rezervinin kısa sürede erimesine neden olmuĢtur. Ġlerleyen yıllarda dıĢa bağımlılık artarken geleneksel bazı dıĢ politika tercihlerinin de Amerikan tercihleri yönünde değiĢtirilmesine yol açmıĢtır. Ġsrail‟in tanınması, 1949‟daki Asya Devletleri Kongresinde „Asyalı değil Avrupalı bir devlet olduğu‟ gerekçesiyle katılamaması ve 1955‟teki Bağlantısızlar Hareketinin ortaya çıktığı Bandung Konferansındaki tutumlar bunun birer örneğidir (Erhan, 2006: 537).

2.1.2.2. Marshall Planı

Truman Doktrinin kapsayıcılığı Yunanistan ve Türkiye özelinde bir yardım iken Marshall Planı Avrupa‟nın yeniden imarı için çıkarılan bir programdı. 2. Dünya SavaĢı sonrasından Yunanistan ve Türkiye gibi tüm Avrupa da ekonomik olarak çökmüĢ durumdaydı. Soğuk SavaĢ‟ın belirtileriyle birlikte ABD ve SSCB arasında gittikçe artan bir çekiĢme olmuĢtur. SavaĢtan sonra Avrupa‟da en büyük güç haline gelen Sovyetler Birliği baĢta Doğu Avrupa olmak üzere çevresindeki ülkeleri kendi nüfuzuna katmak istiyordu. Bunu yaparken de ekonomiden ziyade ideolojik olarak yapmak istiyordu. Ancak ideolojisini yayabilmek için de ekonomik araçlar en belirleyici etkendi. ABD ise Avrupa‟daki bu Sovyet tehlikesini yok etmek ve harap olmuĢ Avrupa devletlerini toparlamak için Avrupa‟ya ekonomik yardımı öngören bir plan yapmıĢtır.

Amerika‟nın yapacağı bu yardımlar Sovyet tehlikesinin önlenmesi için olduğu kadar Amerika ekonomisi içinde gerekliydi. Alım gücü sıfırlanan Avrupa, ABD üretimini ve ekonomisini de olumsuz etkilemekteydi. Amerikan mallarının alıcı bulabilmesi için, öncelikli olarak Avrupa‟nın ekonomik olarak kalkınması gerekiyordu (Erhan, 2006: 538). Bu gerekçelerle Amerikan dıĢiĢleri bakanı General Marshall, Avrupalı devletlerin kendi aralarında bir toplantı yaparak ekonomik kalkınmaları için ortak birer rapor hazırlamalarını ve bu rapor sonucunda da

Amerika‟nın üstüne düĢeni yapacağını belirtmiĢtir. Bunun üzerine Ġngiltere ve Fransa‟nın öncülüğü ile Paris‟te 16 Avrupa devletinin katıldığı bir toplantı yapılmıĢtır. Bu toplantıya Türkiye de katılmıĢ ve sonuç raporunda kendi iktisadi kalkınma programını gerçekleĢtirmek için 615 milyon dolar tutarında bir dıĢ yardıma ihtiyaç duyduğunu bildirmiĢtir (Gönlübol ve Ülman, 1996: 220). Türkiye‟nin bu raporu Amerikalı uzmanlar tarafından dikkate alınmamıĢ ve Türkiye‟nin bu plana dâhil edilmesine karĢı çıkmıĢlardır. Amerikalı uzmanların bu karardaki gerekçeleri; Marshall Planı‟nın savaĢtan yıkık çıkmıĢ Avrupa devletlerinin ekonomik kalkınmasını gerçekleĢtirmek için yapıldığıydı. Türkiye ise savaĢtan yıkık çıkmıĢ bir ülke değil, hatta savaĢa katılmamıĢ bir ülkeydi. Aynı zamanda Türkiye‟nin mevcut rezervlerinin de orta vadede Türkiye‟ye yeteceği kanaati hâkimdi.

Amerikalı uzmanların bu kararı Türkiye‟de büyük bir endiĢe ve kaygıyla karĢılanmıĢ ve bugün ekonomik olarak yalnız bırakılan Türkiye‟nin yarın da siyasi

Benzer Belgeler