• Sonuç bulunamadı

Soğuk SavaĢ‟ın sona ermesi sadece Türk dıĢ politikası açısından değil, tüm dünyada büyük değiĢikliklere neden olmuĢtur. Bu savaĢın galibi olan Batı ve lideri konumundaki Amerikalılar bile Soğuk SavaĢ‟ın bu kadar kısa sürede biteceğini beklemiyorlardı. Büyük bir sürprizle son bulan Soğuk SavaĢ dünyaya „yeni bir düzen‟ getirmiĢ ve dünyaca ünlü siyaset bilimciler, akademisyenler bu geliĢme üzerine çeĢitli makaleler kaleme almıĢlardır. Soğuk SavaĢ‟ın sonu denilince akla ilk gelen kiĢilerden biri de Francis Fukuyama olmuĢtur. Fukuyama, Batı ve Batılı değerlerin kazandığı bu savaĢ sonrasında „Tarihin Sonu‟nun geldiğini iddia eden bir makale kaleme almıĢtır. Burada tarihin sonundan kasıt elbette Soğuk SavaĢ‟ın ya da savaĢ sonrası dünya tarihinin sonra ermesi değildir. Ġnsanoğlunun ideolojik evriminin son noktasına ulaĢması ve beĢeri yönetim biçiminin son evresi olan Batılı liberal demokrasi evresinin evrenselleĢmesi anlamında tarihin sonuna tanık olmaktan söz edilmektedir (Fukuyama, 1999: 22).

Soğuk SavaĢ‟ın ardından kısa süreli Batı zaferi ile sonuçlanmıĢ bir heyecan yaĢanırken, çok geçmeden yeni sorunlar gündeme gelmiĢtir. Körfez Krizi, Balkanlarda ortaya çıkan krizler, Kafkaslarda Azeri-Ermeni gerginliği ve pek çok yerde aslında bir savaĢın bitmediği, çatıĢmaların Ģekil değiĢtirerek ve daha da artarak devam ettiği anlaĢılmıĢtır. Bu bakımdan tarihin sonu tezinin tartıĢmaları sürerken bu defa Samuel P. Huntington „Medeniyetler ÇatıĢması‟ tezini ortaya atmıĢ ve bundan sonra Soğuk SavaĢ sonrası küresel ölçekte yeni tartıĢma konusu bu olmuĢtur. Huntington‟a göre yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacaktır. BeĢeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hâkim mücadele kaynağı kültürel olacaktır. Milli devletler dünyadaki hadiselerin yine en güçlü aktörleri olacak ancak küresel politikaların asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecektir. Medeniyetlerin çatıĢması küresel politikaya hâkim olacak, medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin

muharebe alanlarını oluĢturacaktır (Huntingto, 2003: 22). Huntington dünya medeniyetini kabaca yedi ya da sekiz medeniyete ayırmakta ve bu medeniyetleri de esas olarak Hıristiyan ve Ġslam medeniyetlerinin çatıĢması Ģeklinde formüle etmektedir. Bugün hala tartıĢılmakta olan bu tez, ortaya atıldığı zaman Türkiye‟yi de etkilemekteydi. Çünkü Türkiye Soğuk SavaĢ boyunca Batı blok‟u içerisinde yer almıĢtır ancak Batılı bir medeniyet değildir. Nüfusunun yüzde doksanından fazlası Müslüman olan bir ülke, doğal olarak Hıristiyan-Ġslam çatıĢmasında, içinde bulunduğu sistemle çatıĢması anlamına gelmekteydi.

YaklaĢık yarım asır süren ve zaman zaman yumuĢayan, ancak zaman zaman da 3. Dünya SavaĢı‟na gidebilecek seviyelere ulaĢan iki kutuplu sistemde ABD/NATO/Batı blok‟u bu savaĢtan galibiyetle çıkmıĢtır. Bununla birlikte kısa süreli ve büyük bir heyecan yaĢanmıĢ ve Batı için tehdit ortadan kalkarken, bu blok içinde kendine yer edinen blok üyeleri ülkeler için sancılı bir dönem baĢlamıĢtır. Türkiye gibi dıĢ politikasını ve güvenlik politikalarını bir kutba bağlayan ülkeler diğerleriyle kıyaslandığında daha büyük sarsıntı geçirmiĢlerdir.

Soğuk SavaĢ boyunca Batı‟ya eklemlenmeye çalıĢan Türkiye‟nin bu çabaları SSCB‟ye karĢı politikalardaki özel konumu nedeniyle desteklenmiĢ ve bu sayede Türkiye Batı savunma ve siyasi sistemi içinde eĢit bir üye olarak yerini alabilmiĢtir. Ancak Soğuk SavaĢ‟ın sona ermesi ilk anda Türkiye‟nin önemini azaltmıĢ, Batı‟nın ve Avrupa‟nın ilgisini Doğu ve Orta Avrupa ülkelerine çevirmiĢtir. Bununla birlikte „yeni dünya düzeni‟nde düĢman ilan edilen tüm geliĢmelerin kaynağı olarak Ortadoğu ve Ġslam dünyası gösterilmiĢtir. Bu bakımdan Soğuk SavaĢ‟ın sona ermesiyle birlikte, Avrupa Topluluğunun Türkiye‟nin tam üyelik baĢvurusuna olumlu yanıt vermemesi, Türkiye‟deki ayrılıkçı hareketin Avrupa‟dan destek görmesi ve ABD‟nin bu dönemde yeteri kadar destek vermemiĢ olması Türkiye‟de ciddi bir paniğe neden olmuĢtur (Laçiner, 2009: 622). Soğuk SavaĢ sonrası yeni ve büyük bir tehdit olarak Türkiye‟nin karĢısında durmaktaydı. Özellikle batı güvenlik sistemi olan NATO üyeliği konusunda artık Türkiye‟ye bir ihtiyaç duyulmayabileceği tartıĢmaları, Türkiye‟nin öteden beri en büyük endiĢesi olan güvenlik tehdidini bir kez daha ve yeni bir boyutla ortaya çıkarmaktaydı. Dönemin BaĢbakanı olan Süleyman Demirel bu yeni durumdaki endiĢesini Ģöyle

özetlemekteydi; Türkiye bir anda kendini istikrarsızlıklar, belirsizlikler ve çatıĢmalarla çevrili bulmuĢtu. Kaosun hâkim olduğu kritik bölgelere yakınlığıyla, güvenliğine yönelik yeni tehlikelere açık bir devlet haline dönüĢmüĢtü (Uslu, 2006: 16).

Soğuk SavaĢ‟ın bitmesiyle yeni güvenlik endiĢesine kapılan Türkiye‟de bu durumu tersinden okuyan ve bu „karamsar ortam‟da geliĢmeleri olumlu gören kiĢilerde bulunmaktaydı. Bunlardan birisi ve en önemlisi de CumhurbaĢkanı Turgut Özal‟dı. Yeni dünya sistemi ve yeni medeniyet anlayıĢı içinde Soğuk SavaĢ‟ın sona ermesinin Türkiye‟ye tehdit kadar fırsatlar da getireceğini iddia eden Özal, özellikle Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk dünyasının Türkiye‟nin „yalnızlığına‟ son vereceğini söylemiĢtir. Türkiye üzerindeki Sovyet tehdidi azalırken, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte Türkiye son üç yüz yıldır sürekli olarak tehdit algıladığı Ruslarla komĢu olmaktan da kurtulmuĢ oluyordu. Bunun yanı sıra, dağılma süreci içinde ekonomik yapısı da bozulan Rusya Türk iĢadamları için yeni bir Pazar da oluĢturabilirdi. Turgut Özal Rusya ve eski SSCB cumhuriyetlerine geziler düzenlerken yanında geniĢ bir iĢadamı kafilesiyle gitmiĢ ve siyasi konulardan çok ticari ve kültürel konuları ön plana çıkarmıĢtır. 1990‟larda Rusya‟nın Türkiye‟nin en önemli ticari ortaklarından biri olması da bu çabaların bir sonucudur (Laçiner, 2009: 623).

2.2.1. Türkiye-NATO/ ABD ĠliĢkileri ve Geleceği

Türkiye‟nin de üyesi olduğu Batı güvenlik sisteminin galibiyetiyle sonuçlanan Soğuk SavaĢ sonrası kısa süreli bocalama döneminden sonra öncelikle NATO‟nun geleceği tartıĢılır olmuĢtur. Soğuk SavaĢ‟ın son bulmasıyla birlikte artık NATO‟ya ihtiyaç olmadığı görüĢleri de bulunmaktaydı, geliĢen yeni olaylar karĢısında NATO‟nun yeniden düzenlenerek varlığını devam ettirmesi gerektiği görüĢü de.

Ġki kutuplu sistem sona ermiĢ ancak Ortadoğu, Kuzey Afrika gibi coğrafyalarda yeni tehdit alanları ortaya çıkmıĢ, bunun yanı sıra Balkanlar ve Kafkasya gibi bölgeler ise ciddi istikrarsızlıklara neden olmaya baĢlamıĢtır. Bu bakımdan NATO‟nun 1990‟da Londra, 1991‟de Roma ve 1994‟te Brüksel zirve

toplantılarında ortaya konulan yeni görüĢlerde NATO‟nun askeri stratejilerinin gözden geçirileceği belirtiliyordu. Batı dünyasının güvenliği için Merkezi Avrupa dıĢında gündeme gelen bölgeler dikkate alındığında Türkiye‟nin birincil konumu oldukça belirginleĢiyordu. Bundan böyle Türkiye NATO‟ya yönelik tehditler bakımından bir „kanat‟ ülke değil, „cephe‟ ülkesi konumuna geçiyordu. NATO‟nun yeni tehdit algılaması çerçevesindeki muhtemel tehdit kaynakları büyük ölçüde Türkiye‟yi kuĢatan coğrafyalarda ortaya çıkacaktı (Sönmezoğlu, 2006: 498). NATO içindeki yeri konusunda belirsizliklerin ortadan kalkması ve NATO içindeki üyeliği devam eden Türkiye‟nin bu dönemde de en önemli stratejik ortağı ABD olmuĢtur. Soğuk SavaĢ süresinde de -özellikle ekonomik yardımların azalması ve Johnson Mektubu olaylarında- krizlerin yaĢanmasına rağmen Soğuk SavaĢ sonrasında da ABD-Türkiye iliĢkileri Türk dıĢ politikasının en önemli halkalarından birini oluĢturmuĢtur.

1990„dan sonra değiĢen koĢullar Türkiye‟nin ABD ile iliĢkilerinde yeni bir dönemi baĢlatmıĢtır. SSCB tehdit olmaktan çıkmıĢ, iki blok arasında küresel bir savaĢ ihtimali ortadan kalkmıĢtır. Bununla birlikte ABD değiĢik ülkelerde konuĢlandırmıĢ olduğu askeri personeli azaltarak bazı üsleri kapatacağını ve askeri harcamalarını kısacağını açıklamıĢtır. Artık ABD‟nin küresel taahhütlerde bulunmayacağının anlaĢılması ve Türkiye‟nin stratejik öneminin azalacağı, dolayısıyla da ABD‟den alacağı ekonomik ve askeri yardım ve destekten de yoksun kalacağı gibi endiĢeler olmuĢtur (Alantar, 1998: 228). Ancak NATO‟nun alan dıĢı müdahalesi Körfez Krizinde kendini göstermiĢ ve Türkiye‟nin savunulması da bu bağlamda tartıĢma konusu olmuĢtur. Körfez Krizi‟nde Türkiye, BirleĢmiĢ Milletlerin ambargo ve ekonomik yaptırım kararının hemen ardından ambargoya tam olarak katıldığını açıklamıĢ ve boru hattının kapatılması dâhil tüm kararları uygulamaya baĢlamıĢtır. Kimyasal, biyolojik ve nükleer silahların yaratabileceği tehdidi yanı baĢında hisseden Türkiye, Almanya‟daki NATO çevik kuvvetinin ülke topraklarında yerleĢtirilmesini istemiĢ, bu da büyük tartıĢmaların ardından gerçekleĢebilmiĢtir. Bu krizden sonra NATO‟nun ilgileneceği güvenlik sorunları arasında etnik/dini çatıĢmalar, terör, kitle imha silahlarının yaygınlaĢması gibi konular da yer almaktaydı. Bu yeni anlayıĢa göre güvenlik yerel değil, genel bir olguydu ve bunun

sağlanabilmesinde de iĢbirliğinin önemi büyüktü (Sönmezoğlu, 2006: 499). Bu bakımdan Türkiye-ABD iliĢkileri büyük öneme sahipti. Körfez Krizi sırasında ve sonrasında Türkiye‟nin gösterdiği önemli iĢbirliği nedeni ile ABD‟nin Türkiye‟ye yönelik yardımı geçici olarak artmıĢtır. Ancak ilerleyen yıllarda bu yardımın azalması ve yapılan yardımların Ģarta bağlanması –özellikle de terörle mücadele, Kürt sorunu, insan hakları ihlali- gibi nedenlerle iliĢkilerde bir durgunluk görülmektedir. Ancak yine de Amerikalı stratejist ve yönetimde etkili olan uzmanların özellikle de Zbigniew Brzezinski, Graham Fuller, Lan Lesser ve Paul Hanze gibi uzmanların yeni dönemde Türkiye‟nin önemine vurgu yapmaları ABD yönetiminin bu konuya eğilmesini sağlamıĢtır (Uzgel, 2006: 251).

SSCB‟nin çöküĢünün ardından, yeni ortaya çıkan devletlerle iliĢkilerini geliĢtirerek, Türkiye‟nin bu bölgelerdeki boĢluğu doldurma isteği baĢarısızlıkla sonuçlanmıĢtır. Soğuk SavaĢ boyunca hissettiği tehdidin ortadan kalkması ile „Adriyatik‟ten Çin Seddi‟ne Türk dünyası‟ sloganının kullanılarak giriĢildiği çabalar, baĢta ekonomik olmak üzere siyasal ve teknik alt yapı yetersizlikleri nedeniyle istenilen neticeyi vermemiĢtir. 1996 yılında Türkiye‟de iktidara gelen Refah-Yol hükümetinin BaĢbakanı Erbakan‟ın ABD‟nin “kötüler” listesindeki bazı ülkelerle yakın temaslarda bulunması ise ikili iliĢkilerde olumsuz bir etki yaratmıĢtır. Ancak 28 ġubat süreciyle iliĢkilerdeki bu durgunluğu yeniden değiĢtirmiĢtir.

Soğuk SavaĢ‟ın ardından giriĢilen hamlelerde baĢarı alınamayacağı anlaĢılınca ABD ile iliĢkiler daha da önem kazanmıĢtır. Tam da bu noktada ABD ile stratejik ortaklık önem kazanmıĢtır. ABD‟nin Orta Asya ve Kafkasya‟da Türkiye‟yi desteklemesi, ABD‟nin önem verdiği değerlerin bu coğrafyaya yayılmasını kolaylaĢtıracağı gibi, ABD açısından hayati çıkarlarının bulunduğu bölgelere müttefik iliĢkisi sayesinde ulaĢımı ve etkisi daha kolay olabilecektir (Alantar, 1998: 236). ABD ile iliĢkilerde köklü değiĢiklikler olmamıĢ ancak alternatif denemelerinde istenilen baĢarıya ulaĢılamaması ABD ile iliĢkileri, özellikle de güvenlik açısından, zorunlu kılmıĢtır.

Soğuk SavaĢ sonrası yaĢanan geliĢmelerin Türk dıĢ politikasına en önemli katkısı, iki kutuplu sistemde izlemiĢ olduğu tek merkezli ve tek yönlü politikanın

artık sorgulanır hale gelmesi olmuĢtur. ABD ile iĢbirliği iki ülkenin ancak çıkarlarının örtüĢmesiyle devam edebileceği ve birinden birinin –büyük devlet olması hasebiyle ABD‟nin- çıkarlarına uymayan bir durumda diğer devletin kurban edilebileceği ya da ihmal edilebileceğinin görülmesi üzerine alternatif arayıĢına giriĢilmiĢtir. Güvenlik endiĢesinin bitmemesi ve ABD‟ye duyulan ihtiyacın da biliniyor olması, bu dönemde de ABD ile iliĢkileri krize sokmamak üzerine kurulmuĢ ancak yalnızca Batı hedefinin artık geçerli olamayacağı da anlaĢılmıĢtır. Bu bakımdan Sovyetlerin çöküĢü ile ortaya çıkan boĢlukta, baĢta Türk soydaĢlarının ağırlıklı olduğu bölgeler ilgi odağı haline gelmiĢtir. Ancak ekonomik gücün yetersizliği bir yana, zayıf koalisyon hükümetleri de alternatif politikalar üretilmemesinde etkili olmuĢtur.

2.2.2. Türkiye-AB ĠliĢkileri

Berlin Duvarı‟nın yıkılması ve Sovyetler Birliği‟nin dağılmasıyla birlikte dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Avrupa‟da da siyasal, ekonomik ve güvenlik alanlarında önemli değiĢiklikler meydana gelmiĢtir. Avrupa‟ya doğudan gelen tehdidin ortadan kalkması, yeni dönemde Türkiye‟nin Batı nezdindeki stratejik önemini tartıĢma konusu yapmıĢtır. Türkiye ilk baĢvurusundan itibaren tam üyelik için uğraĢırken, Avrupa‟daki bu yeni ve beklenmedik geliĢme, 1950‟lerin baĢından beri en büyük atılımını gerçekleĢtirerek 1993‟deki Maastricht AntlaĢmasıyla Avrupa bütünleĢmesi fikrine her zamankinden daha çok yaklaĢılarak „Avrupa Birliği‟ adını almıĢ ve siyasal birliğe doğru ilerlemeye baĢlanmıĢtır.

1990‟lı yıllardaki geliĢmeler Türkiye-AB iliĢkilerini de derinden etkilemiĢtir. Öncelikle orta ve doğu Avrupa‟daki eski sosyalist ülkeler bir yandan Batı tipi parlamenter demokrasiyi benimsemelerken diğer yandan da Pazar ekonomisine geçiĢ için önemli adımlar atmıĢlardır. Doğu Avrupa‟da yaĢanan bu dönüĢüm, bu ülkeleri de içine alacak Ģekilde birleĢmiĢ bir Avrupa oluĢturma imkânını sağlamıĢtır. Avrupa içinde de bu ülkelerin siyasal, ekonomik ve güvenlik boyutlarının yanı sıra kültürel ve tarihsel olarak da önem taĢıdıkları ve Avrupa bütünleĢmesi içinde yer almaları gerektiği fikri benimsenmiĢtir. Bu bağlamda 1960‟lardaki AT ideolojik ve tarihsel

konuları ön planda tutmayarak, ekonomik iliĢkilere ağırlık verirken, birliğe (AB) dönüĢülmesiyle birlikte Türkiye‟nin Avrupa idealine ve Avrupa kimliğine ait olup olmadığı, Avrupa‟nın sınırlarının Türkiye‟yi de kapsayıp kapsamadığı tartıĢmaları derinlik kazanmıĢtır (Baykal ve Arat, 2005: 327).

1990 sonrası Avrupa Birliği‟nin yapısında da önemli değiĢiklikler yaĢandı. En önemli geliĢmeler de öncelikle AT Maastricht AntlaĢması ile AB düzeyine geldi ve 1993 yılında Kopenhag Kriterleriyle yeni üyelik kriterleri belirlenmiĢ oldu. Orta ve doğu Avrupa ülkelerinin AB‟ye üyeliğine dönük olan bu kriterler kaçınılmaz olarak Türkiye‟yi de etkilemiĢtir. Kopenhag Kriterleriyle birlikte artık AB 1980‟lere kadar olduğu gibi ekonomik/ticari bir topluluk değil, aynı zamanda siyasi, askeri ve güvenli alanlarında birlik oluĢturarak dünya politikasında da rol almaya çalıĢan bir aktör olmaya çalıĢmıĢtır (Gözen, 2009: 392). Bu yeni kriterler siyasi, ekonomik ve hukuki alanları kapsamaktadır. Siyasi kriterler demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hukuk devleti vs. konularını içine almakta ve dolayısıyla da Türkiye‟deki özellikle 12 Eylül dönemi sonrasındaki uygulamalarla bu konuların ihlal edilmesi Türkiye‟yi birlik karĢısında zor duruma sokmuĢtur. Bununla birlikte birlik üyesi olan Yunanistan‟a karĢı Ege ve Kıbrıs konularında da sorunların çözüme kavuĢturulamaması Türkiye‟nin önündeki önemli engellerden olmuĢtur.

Soğuk SavaĢ sonrası yeni Ģekil alan Avrupa, 1990‟lar boyunca Türkiye‟nin üyeliğine karĢı çıkmanın ötesinde Türkiye‟yi konu edinmekten bile kaçınmıĢtır. Temmuz 1997‟deki AB‟nin GeniĢleme Deklarasyonu‟nda Türkiye‟nin adı dahi geçmemiĢtir. Aralık 1997‟deki AB zirvesinde de Kıbrıs AB üyeliği görüĢmeleri yapılacak ülkeler arasında sayılırken, Türkiye yine dıĢarıda tutulmuĢtur (Uslu, 2006: 118). Sovyetler Birliği‟nin çöküĢünün ardından, bu coğrafyayı da geniĢleme alanı içine alan AB bu ülkelere gerek üyeliğe hazırlama gerekse bu yönde yapılan ekonomik yardımlar, 1963‟den beri örgüt üyeliği için örgüt üyeleriyle siyasi kader birliği yapan Türkiye‟nin önüne geçmekteydi (Sönmezoğlu, 2006: 514).

Bu dönem yaĢanan olumsuzluklara rağmen atılan önemli adımlarda olmuĢtur. 1 Ocak 1996 tarihinde Türkiye ile AB arasında yapılan Gümrük Birliği anlaĢması yürürlüğe girmiĢtir. Bu anlaĢmayla malların serbest dolaĢımı ve ticaret politikaları,

tarımsal ürünler, gümrükler, yasaların uyumunun sağlanması gibi baĢlıklar altındaki düzenlemeler ile süreç iĢlemeye baĢlamıĢtır. Gümrük Birliği mevcut haliyle, özellikle de Türkiye‟yi karar alma mekanizmasının dıĢında tutan, alınmasında söz sahibi olamadığı kararları uygulamak zorunda kalmıĢtır. Hatta sadece AB‟ye yönelik olmayan, aynı zamanda Ortak Gümrük Tarifeleri gibi ortak politikalar nedeniyle üçüncü ülkelerle iliĢkilerini de buna göre uyumlaĢtırmak ve AB‟nin üçüncü ülkelerle, özellikle ticari alanda yaptığı anlaĢmaları da kabul etmek zorunda kalan bir „sui generis‟ entegrasyon modeli koymuĢtur ortaya. Bu haliyle de Türkiye‟nin lehine olacak çok fazla hüküm taĢımamaktaydı (ÇalıĢ, 2001: 277).

Gümrük Birliği‟nin ardından Türkiye-AB iliĢkileri yeni bir döneme girdi. Türkiye‟nin Gümrük Birliği‟ne bakıĢı ve bu anlaĢmadan sonra beklentisi; ekonomik entegrasyon alanında sağlanan bu önemli adımla iliĢkilerin hızla tam üyelik hedefine doğru ilerlemesiydi. AB tarafının bakıĢı ise; Türkiye ile ticaretini geniĢletip yoğunlaĢtırma ve Türkiye‟nin Avrupa yönelimini devam ettirmesine destek olmuĢ izlenimi vermektir (Baykal ve Arat, 2005: 341). Özellikle Soğuk SavaĢ sonrası dönemde daha da belirginleĢen AB tutumu; Türkiye‟ye tam üyelik yerine Gümrük Birliğinin desteklediği bir ortaklıktı.

Türkiye‟nin içinden kaynaklı siyasi ve hukuki olumsuzlukların yanı sıra AB içinden de engellemelerin yapıldığı bu dönem de özellikle Yunanistan zaten devam eden Kıbrıs ve Ege sorunlarına bir de 1996 baĢlarında ortaya çıkan Kardak Krizini ekliyordu. Bu geliĢmelerin ardından Yunanistan Türkiye-AB iliĢkilerinin her her aĢamasında vetosunu kullanarak donmasını sağalamaya çalıĢmıĢtır (Baykal ve Arat, 2005: 343). Bu dönem geliĢmelerinin de etkisi ve AB‟nin tutumuna da dayanarak Türkiye‟nin içinde de AB‟ye bakıĢta karamsarlık hâkim olmuĢtur. Ancak kötü gidiĢe hem AB ülkelerinden hem de Türkiye içinde özellikle sivil toplum aktörleri ve 1999‟daki Bülent Ecevit‟in koalisyon hükümetinin giriĢimleriyle dur denilebilmiĢtir. Yapılan karĢılıklı çabalar sonucunda BaĢbakan Ecevit 11 Aralık 1999‟daki Helsinki‟de yapılacak olan AB Konseyi toplantısına katılma davetini kabul ederek Türkiye-AB arasındaki siyasi iliĢkilerin yeniden baĢlamasını sağlamıĢtır. 1999‟daki Helsinki zirvesi, Türkiye‟nin AB‟ye tam üye olmak için aday ülke olduğunu ilan

etmiĢ ve iki yıllık gecikme ile Türkiye‟yi listesine yeniden koymuĢtur (Gözen, 2009: 395). Bu geliĢmeyle birlikte Türkiye AB ile müzakere hakkına sahip olmuĢtur. Ancak bu hemen ve çabuk gerçekleĢecek bir durum olmayacak, Kopenhag Kriterlerinin tam olarak yerine getirilmesi sonucu mümkün olabilecekti.

2.2.3. Türkiye-Rusya ĠliĢkileri

Sovyetler Birliği‟nin dağılması, yaklaĢık yarım asırlık uluslararası sistemin dayandığı temellerin değiĢmesine de neden olmuĢtur. Bu yeni uluslararası ortam sadece eski Sovyet cumhuriyetlerini değil, tüm dünya devletlerinin dıĢ politika yaklaĢımlarını ve güvenlik politikalarını yeniden düzenlemelerini gerektirmiĢtir. Türkiye de Sovyet sonrası yeni ortamda dıĢ politikası en çok etkilenen ülkelerin baĢında gelmektedir. Özellikle Sovyet sonrası Türkî cumhuriyetlere ilgisinin artması ve Rusya Federasyonu‟nun bu bölgeleri kendi nüfuz alanı olarak sürdürme isteği, Türk-Rus iliĢkilerini yeniden gözden geçirmeye zorlamıĢtır (Tunçer, 1998: 446). 1990‟larda Türk-Rus iliĢkilerinde görülen birçok sorun Soğuk SavaĢ sonrası uluslararası düzeni biçimlendiren yeni küresel dinamiklerden bazılarının birer yansımasıdır. KüreselleĢme, gücün merkezden çevreye doğru kayması, bölgesel çatıĢmaların artması, demokrasi ve insan haklarını yayma amacı olan Batı‟nın eğilimi ve enerji ihtiyacına artan uluslararası talep, Türk-Rus iliĢkilerini etkileyen bazı geliĢmeler olmuĢtur (Bozkurt, 2010: 704).

SSCB‟nin aksine Rusya Federasyonu‟na Batı‟nın bakıĢı da olumluydu, çünkü Batı‟yla uyumlu politikalar sürdürmek isteyen bir Rusya vardı. Aslında çöküĢün ardından toparlanmak ve güç kazanmak için bekleyiĢ olarak da değerlendirilebilir bir durumdur bu. Çünkü Sovyetler Birliği‟nin çökmesinden çok fazla bir zaman geçmeden 1994 yılında sadece Türkiye‟ye değil, bütün dünyaya SSCB‟den kopan parçaların kendi yaĢamsal çıkar alanı içinde olduğunu ilan etmekteydi (Tellal, 2005: 543). Yakın çevresinde denetimi elinde tutmaya çalıĢan Rusya Federasyonu,

Benzer Belgeler