• Sonuç bulunamadı

tıklayınız.

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "tıklayınız."

Copied!
424
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

EĞİTİM VE BİLİM EMEKÇİLERİ SENDİKASI

EĞİTİM SEN

ÇALIŞMA RAPORU

2011 - 2014

9

9

19 - 23 MAYIS 2014

.

GENEL

KURUL

9

(2)

EĞİTİM VE BİLİM EMEKÇİLERİ SENDİKASI

Adres

Telefon

Faks

E-posta

Web

Dizgi / Tasarım

Baskı / Matbaa

Tarih

:

:

:

:

:

:

:

:

Cinnah Caddesi Aziziye Mahallesi Willy Brand Sokak No:13

Çankaya - ANKARA

0312 439 01 14(pbx)

0312 439 01 18

bilgi@egitimsen.org.tr

www.egitimsen.org.tr

Gülüzar Ünver

Hermes Tanıtım Ofset Baskı Hizmetleri Kağıtçılık Ltd. Şti.

Nisan 2014

Büyük Sanayi 1. Cadde No: 105 İskitler / Ankara

Tel: 0312. 384 34 32

(3)

9

9

9

GENEL KURUL GÜNDEMİ

1- Yoklama, Açılış, 2- Divan Oluşumu, 3- Saygı Duruşu,

4- Sinevizyon Gösterimi, 5- Genel Başkanın Konuşması,

6- Konukların Tanıtımı ve Konuşması,

7- Komisyonların oluşturulması (tüzük değişikliği, önerge), 8- Tüzük Değişikliği Önergelerinin Görüşülmesi,

9- Çalışma Raporu, Mali Rapor, Denetleme Kurulu ve Disiplin Kurulu Raporlarının Okunması, Görüşülmesi ve Aklanması,

10- Tahmini Bütçenin Okunması ve Onaylanması, 11- Genel Kurulda Alınacak Kararların Görüşülmesi,

12- Yürütme, Denetleme ve Disiplin Kurulu Asıl ve Yedek Adayları ile KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu) Üst Kurul Delege Adaylarının Belirlenmesi,

13- Seçimler,

14- Dilek ve Temenniler, 15- Kapanış.

(4)

9

9

.

GENEL

KURUL

9

OLA

ĞAN

GENEL MERKEZ KURULLARI

MERKEZ YÜRÜTME KURULU

MERKEZ DENETLEME KURULU

MERKEZ DİSİPLİN KURULU

Ünsal Yıldız

Mehmet Bozgeyik

Abdullah Karahan

Mustafa Ecevit

Betül Korkut

Ali Paşa Şanlı

Sakine Esen Yılmaz

Mahmut Sümbül

Recep Fidan

İlhan Yiğit

Fahrettin Eşgünoğlu

Mehmet Sarı

Zülfer Çalış

Sema Koçak

Rahime Demir

Merkez Denetleme Kurulu Başkanı

Merkez Denetleme Kurulu Başkan Yardımcısı

Merkez Denetleme Kurulu Raportörü

Üye

Üye

Merkez Disiplin Kurulu Başkanı

Üye

Üye

:

:

:

:

:

:

:

:

Genel Başkan

Genel Sekreter

Merkez Mali Sekreter

Merkez Örgütlenme Sekreteri

Merkez Eğitim Sekreteri

Merkez Basın Yayın Sekreteri

Merkez Kadın Sekreteri

:

:

:

:

:

:

:

(5)

9

9

9

8. DÖNEM GENEL MECLİS ÜYELERİ

ADANA KAMURAN KARACA

ADIYAMAN HEDİYE KILINÇ

AFYON ÖMER AKYILDIZ

AĞRI RIDVAN AYDIN

AMASYA CUMHUR KOCA

ANKARA 1 DOĞAN KAYA

ANKARA 2 DENGİZ SÖNMEZ

ANKARA 3 HÜSEYİN KAYA

ANKARA 4 MUSTAFA İLKYAZ

ANKARA 5 ŞADİYE CAN GÜL

ANTALYA NURETTİN SÖNMEZ

ARTVİN KÖKSAL GÜMÜŞ

AYDIN ERTUĞRUL TEBERCİ

BALIKESİR SUAT KILIÇ

BARTIN FİRUZAN ÖZEN

BATMAN BÜLENT HATUN

BİNGÖL METİN KILIÇ

BİTLİS SAVAŞ ÜLKÜ

BOLU DURSUN YENİN

BURSA HASAN ÖZAYDIN

ÇANAKKALE TELAT KOÇ

ÇORUM MEHMET ÖZTÜRK

DENİZLİ ALİ ŞİMŞEK

DİYARBAKIR KASIM BİRTEK

EDİRNE AYHAN FIRTINA

ELAZIĞ MEHMET HALİT ATEŞ

ERZİNCAN KEMAL IRMAK

ESKİŞEHİR ENDER PERVANE

GAZİANTEP ÖMER FARUK KOÇ

GEBZE GÜNGÖR İRDEM

GİRESUN HAYRİ ŞENEL

HAKKARİ YUSUF DEMİR

HATAY AYHAN ERKAL

İSKENDERUN COŞKUN SELÇUK

İSTANBUL 1 BARIŞ ULUOCAK

İSTANBUL 2 HAMDİ ÇALIK

İSTANBUL 3 HÜSEYİN TOSU

İSTANBUL 4 ARZU ERDOĞAN

İSTANBUL 5 MEHMET AYDOĞAN

İSTANBUL 6 İSMET AKÇA

İSTANBUL 7 EMİN EKİNCİ

İSTANBUL 8 MUSTAFA TURGUT

İZMİR 1 ABDULLAH TUNALI İZMİR 2 MUSTAFA BEYAZBAL İZMİR 3 KIYASETTİN YASA İZMİR 4 İSMAİL AKYOL İZMİR 5 ÖZCAN ÇETİN İZMİR 6 DURAN SINACI

K.MARAŞ HÜSEYİN KOLUMAN

KARABÜK AYŞEGÜL SARI TERZİ

KARS ÇETİN KOÇYİĞİT

KAYSERİ U.SEDAT ÜNSAL

KIRIKKALE YÜKSEL ŞAHİN

KIRKLARELİ S.SEYFİ MERİÇ

KIRŞEHİR ÖZDEMİR BEYHAN

KOCAELİ VEYSEL KAPLAN

KONYA CEBRAİL BEKTAŞ

MALATYA ALİ EKBER BAYTEMUR

MANİSA REMZİ ŞİRİN

MARDİN MEHMET CAN YILDIZ

MERSİN REMZİ ÇİFTÇİ

MUĞLA HULUSİ KALAYCI

MUŞ NECMİ EROL

ORDU AHMET SÜNGÜ

SAKARYA KAZIM BİBİNOĞLU

SAMSUN METİN EROL

SİİRT SÜLEYMAN BEŞTAŞ

(6)

9

9

.

GENEL

KURUL

9

OLA

ĞAN

SİVAS BARIŞ TATAR

ŞANLIURFA HASAN KILIÇOĞLU

ŞIRNAK SERHAT UĞUR

TARSUS YASEMİN YÜCEL

TEKİRDAĞ ERDAL KORKMAZ

TOKAT ORHAN GÖKÇEK

TRABZON MUHAMMET İKİNCİ

TUNCELİ HASAN ÖLGÜN

UŞAK DENİZ ERTUNÇ

VAN SELAMİ ÖZYAŞAR

ZONGULDAK MEHMET DALGIÇ

AKSARAY ŞEVKET KÖKSAL

ARDAHAN ZAFER YILDIZ

IĞDIR YILMAZ HUN

BAYBURT NECİP EREL

ERZURUM MURAT SAYDIM

ÇANKIRI NURCAN YANIK

GÜMÜŞHANE FİKRET USTAOĞLU

KİLİS MUSTAFA KANDEMİR

YALOVA FATİH TUNÇ

YOZGAT ÖZGÜR ALTINOK

BİLECİK A.SERDAR BİRSEN

BURDUR ÜNAL BÜLBÜL

OSMANİYE FAHRİ GÖL

NEVŞEHİR AHMET ÇELİK

NİĞDE MEHMET EMİN BAĞCI

KÜTAHYA YAŞAR KARAHAN

ISPARTA M.RIFAT GÜRBÜZ

KASTAMONU ZAHİDE TUFANYAZICI

KARAMAN MUSTAFA BOZKURT

DÜZCE FEVZİ İPEK

(7)

9

9

9

İÇİNDEKİLER

I. BÖLÜM

Sunuş

DÜNYA VE TÜRKİYE

EMEK HAREKETİNİN DURUMU

TÜRKİYE’DE EĞİTİMİN GENEL DURUMU

YÜKSEKÖĞRETİMİN DURUMU

EĞİTİM VE BİLİM EMEKÇİLERİNİN SORUNLARI

II. BÖLÜM

KURUMSAL ÇALIŞMALAR

MALİ ÇALIŞMALAR

ÖRGÜTLENME ÇALIŞMALARI

EĞİTİM ÇALIŞMALARI

ÖZLÜK VE HUKUK ÇALIŞMALARI

ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER ÇALIŞMALARI

BASIN YAYIN ÇALIŞMALARI

MERKEZ KADIN ÇALIŞMALARI

III. BÖLÜM

MERKEZ DENETLEME KURULU RAPORU

MERKEZ DİSİPLİN KURULU RAPORU

9

10

23

29

47

63

73

75

110

165

183

339

362

394

413

417

(8)

9

9

.

GENEL

KURUL

9

OLA ĞAN

I. BÖLÜM

• SUNUŞ

• DÜNYA ve TÜRKİYE

• EMEK HAREKETİNİN DURUMU

• TÜRKİYE’DE EĞİTİMİN GENEL DURUMU

• YÜKSEKÖĞRETİMİN DURUMU

(9)

9

9

.

GENE

KUR

9

OLAĞAN

9

SUNUŞ

Eğitim Sen olarak, sendikal ve demokratik haklar mücadelemizde bir çalışma dönemini daha geride bıraktık. 2011-2014 yıllarını kapsayan 8. çalışma döneminde, Eğitim Sen Genel Kurulu’nun belirlemiş olduğu yetki, görev ve sorumluluklara bağlı kalarak, sendikamızın tüzüğü başta olmak üzere, mücadele ilkelerimize ve değerlerimize uygun olarak önemli çalışmalar ve faaliyetler gerçekleştirmeye çalıştık.

Geçtiğimiz dönem, Eğitim Sen olarak bir taraftan kamusal, demokratik, bilimsel, laik ve anadilinde eğitim hakkı mücadelemizi kararlılıkla sürdürmeye çalışırken, diğer taraftan sendikal haklar başta olmak üzere, emek, demokrasi ve barış mücadelesinin içinde yer aldık. Eğitim işkolunda yaşanan sorunlar ve bu sorunlardan doğrudan etkilenen eğitim ve bilim emekçilerinin çıkarlarını örgütsel birlik ve bütünlük içinde hareket ederek, tüm eğitim ve bilim emekçilerinin taleplerinin takipçisi olmaya özen gösterdik.

Sendikamız, bir bütün olarak toplumsal yaşamı ve eğitim sistemini kuşatan ve baskı altına almaya çalışan bütün girişimler karşısında, diğer emek ve meslek örgütleri ile birlikte ortak mücadele olanaklarını yaratmaya çalışırken, sendikal faaliyetlerimiz sürekli baskı ve tehdit altında yürütüldü. Üye ve yöneticilerimize yönelik gözaltı ve tutuklamalar, yaşanan sayısız sürgün ve görevden almalar, sendikal faaliyetlerimizin sağlıklı yürütülmesini önemli ölçüde engelledi.

Genel kurullar, sendikal mücadele ve genel olarak demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin güçlendirilmesi açısından önemli tartışmaların yürütüldüğü süreçler olarak bilinmektedir. Bu yönüyle genel kurullar, geçmiş dönemin çeşitli yönleriyle, eleştiri ve özeleştiri mekanizmaları işletilerek değerlendirildiği, sendikal mücadele içinde yapılanların ve yapılamayanların bütün yönleriyle ortaya konulduğu ve geleceğe yönelik olarak yeni mücadele kararlarının alındığı en geniş, en demokratik platformlardır.

2011-2014 yılları arasını kapsayan 8. çalışma döneminde sendikamız tarafından yapılan örgütsel çalışmaların ve sendikal faaliyetlerimizin yer aldığı çalışma raporumuz, dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler başta olmak üzere, eğitimin, eğitim ve bilim emekçilerinin sorunları ve bu sorunlara yönelik politikalarımızı ve yürütülen faaliyetleri içermektedir.

Eğitim Sen 8. Dönem Merkez Yürütme Kurulu olarak, 9. Olağan Genel Kurulumuzun demokratik bir ortamda, eleştiri ve önerilerin yapıldığı, eğitim ve bilim emekçilerinin sorunları ve çözüm önerilerinin tartışıldığı en geniş demokratik platform şeklinde yaşanmasını umuyoruz. 8. Dönem Merkez Yürütme Kurulu olarak, Genel Kurul üyelerine ve önümüzdeki dönem sendikamızın yürütme kurullarında görev alacak arkadaşlarımıza başarılar diliyoruz.

(10)

9

9

.

GENE

L

KUR

UL

9

OLAĞAN

10

DÜNYA VE TÜRKİYE

DÜNYADA YAŞANAN GELİŞMELER

Dünyada ve Türkiye’de taşların sürekli yerinden oynadığı, emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları için mücadeleye atıldığı, halkların eşitlik, özgürlük ve kardeşlik talepleriyle alanlara çıktığı, saldırılara ve baskılara karşı kitlesel ayağa kalkışların, kitlesel başkaldırıların yaşandığı bir dönemi daha geride bırakıyoruz.

Geçtiğimiz üç yıl içinde dünyada yaşanan gelişmeler, her açıdan derin bir çürüme içine giren emperyalist-kapitalist sistemin dünya çapında giderek saldırganlaştığı, iktidarların otoriterleştiği ve saldırgan politikalarına çok yönlü olarak devam ettiğini göstermiştir. Başta Arap dünyası olmak üzere, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan halk ayaklanmalarına paralel olarak, bölgesel çatışmalar, katliamlar, siyasi cinayetler ve suikastlar yaşanmıştır.

Ortadoğu halklarının yıllardır kendi diktatörleri tarafın ezildiği, bu diktatörlerin bazı istisnalar dışında hemen hepsinin emperyalistler tarafından yıllarca desteklendiği bilinmektedir. Yine pek çoğunun batı destekli darbeler ile iş başına getirildiği çok iyi bilinmesine rağmen, emperyalist güçlerin Ortadoğu halklarının taleplerini yine kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için özel bir çaba harcamayı sürdürmesi geçtiğimiz dönemin en dikkat çekici gelişmelerinden birisi olmuştur.

Ortadoğu gibi, özgürlük mücadelesi bakımından en çorak topraklarda bile 40-50 yıllık diktatörlerin devrildiği, halkların kendi kaderine sahip çıkmaya başladığı bir dönem, sorunları ve sancıları hala sürüyor olsa da, geride kalmıştır. Tunus’ta başlayan ve “Arap Baharı” diye adlandırılan, aslında her birisinin kendi koşullarında değerlendirilmesi gereken hareketlerin en önemli durağı Mısır olmuş ve Mısır halkı kendisine yönelik saldırılara rağmen Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık diktatörlüğüne son vermiştir.

Arap isyanlarının merkez ülkesi olan Mısır’da Mübarek sonrası oluşan otorite boşluğundan yararlanarak iktidara gelen Müslüman Kardeşler askeri bir darbeyle devrilirken, yaşanan süreç Ortadoğu ülkeleri için Müslüman Kardeşlerin bir özgürleşme hareketi değil, ama halkları Ortaçağa götürmenin dayanağı olan baskıcı ve her açıdan gerici bir hareket olduğu gerçeği kısa sürede ortaya çıkmıştır.

Arap dünyasında bir taraftan demokrasi ve özgürlük talepleri üzerinden halk hareketleri ortaya çıkarken, diğer taraftan Libya ve Suriye’de görüldüğü gibi, halkın meşru taleplerini bölge ülkelerine emperyalist müdahaleler için kullanmak isteyen emperyalist güçler Birleşmiş Milletler ve NATO aracılığıyla müdahalelerini her fırsatta meşrulaştırmaya çalışmışlar, halkların kendi kaderini tayin hakkını tanımak yerine, kendileri ile işbirliği içinde çalışacak yönetimler oluşturmak için hamle üstüne hamle yapmışlardır.

Son yıllarda emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinin çeşitlenip etkinleşmesi ve Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan üzerinden Suriye’ye yönelik müdahale girişimleri geçtiğimiz dönemin dış politikada en önemli başlıklarından birisi olmuştur. Bölge ülkeleri arasında giderek artan cepheleşmeler, Ortadoğu’da yaşanan yoğun silahlanma politikaları ile birleşince, Ortadoğu, savaş etkenlerinin hızla yükseldiği bir bölge haline gelmiş, ırkçılık, mezhepçilik ve inanç farklılıkları üzerinden yeni çatışmalara ve katliamlara zemin hazırlanmıştır. Bölgede binlerce cana mal olan, milyonlarca kişiyi göçe zorlayan sayısız çatışma, darbeler, suikastlar, sabotajlarla beslenen gelişmeler, aynı zamanda Türkiye’nin bölge politikasının iflasını beraberinde getirmiş Mısır, Tunus, Libya, Irak

(11)

9

9

.

GENE

KUR

9

OLAĞAN

11

ve son olarak Suriye’de yaşanan gelişmeler karşısındaki “yeni Osmanlıcı” politika kelimenin tam anlamıyla fiyasko ile sonuçlanmıştır.

Son yıllarda Ortadoğu dünyanın en sorunlu bölgesi haline gelirken, bu bölgenin Batı emperyalizmi ile İsrail’den sonra en içli dışlı ülkesi olan Türkiye, bölgeye yönelik emperyalist müdahalelerden doğrudan etkilenen, ama aynı zamanda bu müdahalelerin bir maşası olarak taşeron rolü üstlenen bölgenin en sorunlu ülkelerinden biri haline gelmiştir.

Uzun süre Türkiye’nin dış politikasına hakim olan “yeni Osmanlıcılık” söylemini benimseyen AKP iktidarı, başından itibaren Suriye’de yaşanan gelişmelere yönelik tutum, davranış ve söylemleriyle, ABD’nin ve emperyalist batı ülkelerinin en sadık hizmetkarı olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Türkiye’nin bir dönem karşılıklı vizeleri kaldırdığı, ortak bakanlar toplantısı yapılan, lideri ile boğaz turlarının atıldığı Suriye’ye, emperyalizmin bölgedeki hesaplarına ortak olma adına tehditler savurması ve saldırgan bir politika izlemesi “komşularla sıfır sorun” politikasının tamamen iflas ettiğini göstermiştir.

Türkiye egemenleri “yeni Osmanlıcı” heveslerle Esad rejimini devirip bölgeye yön veren bir güç olmanın peşinde koşarken, aynı zamanda Rojava’da Kürtlerin önderliğinde bölge halklarının (Araplar, Ermeniler, Süryaniler vb) yönetimi ele almasını engellemek ve dahası ülkedeki Kürt hareketini kuşatacağı yeni bir cephe açarak bölgede özerk bir yönetim oluşmasını engellemek için, El kaide bağlantılı çetelere silah, yiyecek ve sağlık yardımı başta olmak üzere, bütün imkanlarını seferber etmiştir. Ancak aradan geçen yıllar içinde S. Arabistan ve Katar’la birlikte Suriye muhalefetine her türlü lojistik destek verilmesine rağmen Esad rejiminin üç-beş ayda yıkılması hesabı tutmamıştır.

Suriye’de emperyalist güçlerin kışkırtması ve AKP hükümetinin de lojistik ve siyasi desteğiyle giderek ağırlaşan iç savaş ve çatışmalar, son yıllarda dönemde sivil halka yönelik saldırılara ve toplu katliamlara dönüşmüştür. Emperyalist güçlerin ve onların hizmetindeki AKP hükümetinin çabalarıyla Suriye’de halkları birbirine karşı kışkırtma ve yaşanan savaşın tarafı olmaya zorlamak amacıyla 30 farklı ülkeden Suriye’ye girdikleri tespit edilen El Kaide bağlantılı silahlı çeteler sivil halka yönelik katliamlar yapmışlardır. Özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı ve yönetimini büyük ölçüde elinde bulundurduğu Rojava’da, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Laskiye’de El Kaide’nin Suriye’deki kolu olan El Nursa militanlarının gerçekleştirdiği katliamlar, savaşın şiddetini ve yaşanan acıları arttırmıştır.

Ortadoğu’da yaşanan saldırı ve katliamlar sadece Irak ve Suriye ile sınırlı kalmamış, Suriye’ye emperyalist müdahale girişimleri sürecinde açıktan taşeron rolünü üstlenen AKP hükümeti, Reyhanlı’da büyük bir saldırının yaşanmasına neden olmuştur. Suriye’de yaşanan kaosu derinleştirmek için her yolu deneyen AKP iktidarı, bu kaosun Türkiye topraklarına bombalı saldırılarla birlikte taşınmasına neden olmuştur. Reyhanlı’da bomba yüklü iki araç onar dakika aralıkla patlatılmış ve resmi rakamlara göre 52 kişi hayatını kaybetmiştir.

AKP’nin Suriye’ye yönelik emperyalist işgal ve dış müdahale girişimlerinin parçası olma iddiası ve ısrarının bedelini başta Reyhanlı halkı olmak üzere, tüm Türkiye en ağır şekilde ödemeye devam etmektedir. Türkiye’nin emperyalizmin taşeronluğuna soyunarak Suriye’de yaşanan iç savaşta, bir taraf haline gelmiş olması, Türkiye’yi ve Hatay halkını savaş çetelerinin öncelikli hedefi haline getirmiş, savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan 1 milyona yakın insanın yaşadığı acılar her fırsatta istismar edilmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik olarak üstlendiği taşeronluk rolü ile bölgedeki etnik ve mezhepsel ayrışmaya paralel olarak, inanç ve mezhep karşıtlığı körüklenmek istenmiştir.

AKP hükümetinin yardımıyla Suriye halkının kendi geleceğini kendisinin belirlemesi yönündeki adımlara karşı gerçekleştirilen her saldırı, bu amaçla yapılan her katliam, bölgenin farklı etnik kimliklerden halkları arasında düşmanlık duyguları yaratılmasından başka bir amaç

(12)

9

9

.

GENE

L

KUR

UL

9

OLAĞAN

12

taşımamıştır. Eğitim Sen ve KESK, her fırsatta Suriye’de yaşayan halkların geleceğine, masa başında Ortadoğu’yu biçimlendirmek isteyen emperyalist güçlerin değil, Suriye’de yaşayan halkların kendi özgür iradeleri ile karar vermesini savunmuş, halkların kendi kaderini tayin hakkına saygı gösterilmesini talep etmiştir.

Ortadoğu’da ülkeler arasındaki çelişki ve çatışmalar bütün hızıyla sürerken, Avrupa’da 2008 krizi sonrasında yaşanan gelişmeler, krizin faturasının her zaman olduğu gibi emekçi sınıfların üzerine yıkılması yönündeki politikaları yeniden gündeme getirmiştir. Avrupa’da yoksulluğun en açık ve çarpıcı şekilde kendini hissettirdiği ülkelerin başında borç krizinin yaşandığı ve ülke olarak iflasın eşiğinden dönen Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkeler gelmektedir. Yunanistan ve İspanya yaşanan ekonomik krizin de etkisiyle sık sık genel grevlerle sarsılırken, işsizlik sorunu giderek derinleşmektedir.

Geride bıraktığımız dönem, dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi, Avrupa ülkelerinde de işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik büyük saldırıların gerçekleştirildiği ve çok sayıda hakkın ortadan kaldırıldığı bir dönem olmuş, bu durum kaçınılmaz olarak Türkiye’yi de etkilemiştir.

TÜRKİYE’DE YAŞANAN GELİŞMELER

Geçtiğimiz birkaç yıl içinde Türkiye’de, önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar, önemli gelişmeler yaşanmıştır. Son yıllarda siyasi iktidarın toplumsal yaşama yönelik müdahale ve dayatmaları belirgin bir şekilde artmıştır. Eğitim sistemi başta olmak üzere, kamu hizmetleri alanında yaşanan ticarileştirme ve dinsel muhafazakârlık uygulamaları hızla yaygınlaşmıştır. Başbakan’ın ayrımcı ve kışkırtıcı söylemleri üzerinden siyasi iktidarın tüm toplumu kuşatan baskıcı ve otoriter uygulamaları belirgin bir şekilde arttığı görülmüştür.

Bugüne kadar attığı her adımda, sadece kendisi gibi düşünenler için demokrasi ve özgürlük talep eden, aykırı olan her sesi susturmak isteyen, demokratik talepleri aşırı şiddet uygulayarak bastırmaya çalışan siyasi iktidarın kendine demokrat ve sahte özgürlükçü yüzü toplumun daha geniş kesimleri tarafından görülmeye başlanmıştır. Siyasi iktidar, toplumun farklı kesimlerinin giderek artan ve acil çözüm bekleyen sorunlarını geri plana iterken, özel yaşama müdahale girişimleri üzerinden her fırsatta toplumu ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya çalışması dikkat çekici olmuştur.

İşçilerin kıdem tazminatı elinden alınmak istenmiş, kamu emekçilerinin ekonomik, demokratik talepleri yok sayılmış, kadınların, gençlerin, kısacası çıkarları siyasi iktidar ile kesişmeyen herkesin baskı ve tehdit altında olduğu, saldırılara maruz kaldığı, gözaltına alınarak cezaevlerine doldurulduğu, en temel hak ve özgürlüklerin bile yok sayıldığı bir dönem yaşanmıştır. AKP iktidarının halkın yaşam tarzına yönelik giderek artan müdahaleleri ve dayatmacı girişimlerine karşı biriken öfkesi, 31 Mayıs’ta Gezi Parkı’na yönelik polis mücadelesi sonrasında resmen patlama yapmış ve Gezi direnişi, İstanbul’dan başlayarak kısa süre içinde Türkiye’nin dört bir yanına yayılmıştır. Yılladır kamu emekçilerinin, işçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, gençlerin, kısacası toplumun tüm ezilen ve dışlanan kesimlerinin talepleri görmezden gelinmiş ya da yok sayılmıştır. Gezi Parkı’nda başlayan direniş kıvılcımı, emekçi halkın en temel haklarını ve çıkarlarını yok sayan baskıcı ve otoriter yönetim tarzına, iktidarın bitmek bilmez saldırılarına ve başbakanın demokratik tepkiler karşısında sürdürdüğü saldırgan tutumuna karşı, halkın günlük yaşamını ve geleceğini savunmayı merkezine alan toplumsal bir direnişe ve başkaldırıya dönüşmüştür.

Gezi direnişi sürecinde en çok kadınlar ve gençler ön saflarda yer almıştır. AKP’nin tekçi, baskıcı ve otoriter politika ve uygulamalarından en fazla kadınların ve gençlerin etk¬ilendiği düşünüldüğünde bu durum şaşırtıcı olmamıştır. Hükümet ve bizatihi Başbakan Erdoğan’ın

(13)

9

9

.

GENE

KUR

9

OLAĞAN

13

çocuk ve gençlerimizin geleceği ve yaşam tarzlarına, kadın¬ların (kürtaj hakkından kaç çocuk yapacaklarına kadar) kadar uzanan müdahaleleri, gençler ve kadınların direnişin ön saflarında olmasında belirleyici olmuştur.

Toplumun örgütlü kesimlerini her fırsatta baskıcı ve otoriter yöntemlerle sindirmeye çalışan siyasi iktidar, kendilerinin yıllardır “sessiz çoğunluk” dediği geniş halk kesimlerinin sokağa inmesi ve sesini yükseltmesiyle birlikte resmen büyük bir panik yaşamıştır. Gezi Parkı’nın sahiplenilmesi eylemleriyle başlayan mücadeleye karşı hükümetin polisi, yargısı ve yandaş gazeteleri, hatta yandaş sendikaları üzerinden saldırgan bir tutum takınması, toplumsal patlamanın etkisinin ülke sınırları aşmasına neden olmuş ve dünyanın dört bir yanından Gezi direnişine destek ve dayanışma mesajları yağmıştır.

Başbakan, Gezi direnişi süresince her fırsatta milyonları açıkça tehdit etmekten, birbirine karşı kışkırtmaktan çekinmemiş, güvenlik güçlerine doğrudan yetki vererek gençlerimizin birer birer katledilmesine neden olmuştur. Gezi direnişi sürecinde kaybettiğimiz Mehmet Ayvalıtaş’ın, Abdullah Cömert’in, Ali İsmail Korkmaz’ın, Ethem Sarısülük’ün, Medeni Yıldırım’ın, Ahmet Atakan’ın, Hasan Ferit Gedik’in ve son olarak 269 gün komada kaldıktan sonra 11 Mart 2013 tarihinde hayatını kaybeden Berkin Elvan’ın katilinin, “talimatı ben verdim” diyen Recep Tayyip Erdoğan olduğu konusunda toplumun geniş bir kesiminde bir fikir birliği oluşmuş durumdadır.

Başbakanın yaşanan kitlesel halk hareketi ve direnişini “büyüyen ve güçlenen Türkiye’den rahatsız olan iç ve dış güçlerin işi, faiz lobisinin komplosu” olarak niteleyip, halka karşı mitingler düzenleyerek, halkı bölme ve birbirine karşı kışkırtma çabaları beklenen etkiyi yaratmamıştır. Haziran ayı boyunca yoğun polis saldırısı ile süren eylemler, siyasi iktidar başta olmak üzere, pek çok kesimin bilinen ezberlerini bozan bir etki yaratmıştır.

Gezi direnişi ile ortaya çıkan halk hareketi Erdoğan ve AKP Hükümetinin üzerindeki delinmez gibi görünen zırhı delmiş, geleceğe yönelik olarak yapılan tüm hesapları altüst etmiştir. 17 Aralık 2013’te başlatılan büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ise, AKP için sonun başlangıcı olarak adlandırılmıştır. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile ayakkabı kutularından saçılan milyon dolarlar, tarafların internete karşılıklı servis ettikleri rüşvet pazarlıkları, yolsuzluk ve rüşvet çarkının tam ortasında yer alanların tahliye edilmesi gibi gelişmeler sadece birikimlerimizi çalanları değil, geleceğimize ipotek koymak isteyenleri bir kez daha gözler önüne sermiştir.

12 yıldır hemen her konuda ittifak halinde olan, muhaliflerine karşı ortak siyasi operasyonlar yapan AKP-Cemaat koalisyonunun, ekonomik ve siyasal rant paylaşımı üzerinden çatışma içine girmesi sonucunda iktidarın ve sistemin bütün pislikleri birer birer ortaya çıkmaya başlamıştır. Siyasi iktidar temsilcilerinin, yapılan operasyonu “küresel bir komplo” olarak değerlendirmesi, Türkiye’nin “büyümesini istemeyenlerin”, “ekonomik istikrarı” ve “huzur ortamını” bozmak isteyenlerin yapmaya çalıştığını iddia etmesi, içine düştükleri acizliğin, korkunun ve paniğin somut bir yansıması olarak karşımıza çıkmıştır.

Türkiye bir taraftan tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile sarsılıp, milyarlarca doların siyasi iktidar yandaşları ve bakan çocukları arasında nasıl bölüşüldüğünü tartışırken, aileleri ile birlikte ülke nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan işçiler, kamu emekçileri ve emekliler, her ay mucizeler yaratarak geçinmeye çalışmaktadır. Kamu emekçilerine, işçilere, asgari ücretlilere, emeklilere gelince “ekonomik dengeleri, istikrarı bozamayız” diyerek bizlere yıllarca yüzdelik sefalet zamlarını reva görenlerin, halktan çaldıklarını kimlere peşkeş çektiği, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrasında açık bir şekilde görülmüştür.

Sistemi içten içe kemiren yolsuzluk, rüşvet, yağma ve talan politikaları AKP iktidarı döneminde kimi zaman yasal yollarla, kimi zaman da tamamı sermaye lehine olan mevcut yasalar değiştirilerek hayata geçirilmiştir. Kamu adına denetim yapan Sayıştay’ın yetkilerini kullanması engellenmiş, hükümete yakın holdinglerin milyon dolarlık vergi borçları neredeyse “sıfırlanmıştır”.

(14)

9

9

.

GENE

L

KUR

UL

9

OLAĞAN

14

Geçtiğimiz 12 yıl içinde kamu ihaleleri ve bütçe kaynaklarının önemli bir bölümü iktidar ile ekonomik ve siyasal açıdan organik bağları olan şirketlere aktarılırken, halkın payına yoksulluk, işsizlik ve sefalet koşullarında yaşamak düşmüştür.

Emekçilerin krizi derinleşiyor, yaşam koşulları ağırlaşıyor

Türkiye ekonomisinin dünya kapitalizmine uyumu amacıyla kabul edilen 24 Ocak 1980 kararları, pek çok konuda olduğu gibi, o tarihten sonra çalışma yaşamına yönelik olarak hayata geçirilen düzenlemelerin de temelini oluşturmuştur.

1980 sonrasında IMF ile yapılan “yapısal uyum” anlaşmaları ve Dünya Bankası’ndan alınan krediler ile hedeflenen, Türkiye’nin ekonomisinden siyasetine kadar bütün alanlarını ulusal ve uluslararası tekelci sermayenin ihtiyaç ve beklentileri doğrultusunda yeniden biçimlendirmek olmuş, son 34 yıl içinde iktidara gelen bütün partiler, istisnasız bir şekilde tamamen sermayenin çıkarlarını temel alan ekonomik politikaları hayata geçirmişlerdir.

Geçtiğimiz yıllar içinde dünyada ve Türkiye’de sermaye birikiminin önündeki tüm engelleri aşmak, kâr alanlarını daha da genişletmek ve sistemi sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılanmak için çok sayıda yasal değişiklik yapılmış, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalar hayata geçirilmiştir. Eğitim ve sağlık alanı başta olmak üzere, “reform” adı altında hayata geçirilen tüm düzenlemeler, başta işçiler ve kamu emekçileri olmak üzere, toplumun geniş bir kesimleri açısından tam bir yıkım ve yoksullaşma yaratmıştır.

Krizler, kapitalist üretim tarzının zaman içinde biriken çelişkilerin gün yüzüne çıkmasını kolaylaştırmak ve bu çelişkilerin daha net şekilde görülmesini sağlamak açısından her zaman öğretici olmuştur. Ancak krizler, sermaye iktidarları tarafından aynı zamanda sistemde yaşanan kronik sorunların sermaye lehine çözümü için emekçilere göre kendi içinde örgütlü hareket edebilen sermaye güçleri açısından önemli fırsatları da gündeme getirmektedir.

Emekçi sınıfların ekonomik ve siyasal olarak yeterince örgütlü olmaması, sermayenin emek düşmanı politikaları karşısında emek örgütlerinin durumu, sermaye güçlerinin “krizi fırsata çevirme” hamlelerini daha kolay ve daha hızlı yapmalarını kolaylaştırmaktadır. Türkiye’de enflasyon ve işsizliğin istikrarlı bir şekilde artmaya başlaması, reel ücretlerde yaşanan gerilemeler, emekçi ailelerin geçimlerini büyük ölçüde borçlanarak sürdürmeye çalışmaları, emekçiler açısından kriz ve istikrarsızlık sözcüklerinin çok farklı anlam ve içerikte algılandığını göstermektedir.

Emekçi aileleri, televizyon ve gazetelerde sürekli piyasaların, borsanın, döviz ve faizlerin tartışıldığı bir ortamda, en temel ihtiyaçlarını bile borçlanarak karşılayabilirken, krizi günlük yaşamının her alanında, hatta her nefes alışında bizzat hissederek yaşamaktadır.

AKP, iktidarda olduğu son 12 yıl içinde Türkiye’nin ekonomik anlamda büyük adımlar attığını, dünyanın “güçlü” ekonomileri arasında yer aldığı iddialarını her fırsatta dile getirmiştir. Her ne kadar Türkiye ekonomisi son dönemde The Economist dergisi tarafından olası bir kriz karşısında “en kırılgan ekonomi” olarak liste başı olmuş olsa da, bu durumun Başbakan başta olmak üzere, hükümet temsilcileri tarafından ciddiye bile alınmaması, olası bir krizin ülke ekonomisi ve emekçiler açısından ciddi bir yıkım anlamına gelmesi ihtimalini değiştirmemektedir.

Resmi verilere göre, Türkiye’de tüketici kredisi borcu miktarı son 12 yılda 2,3 milyar TL’den 249,5 milyar TL’ye çıkarak tam 108 kat artmıştır. Aynı dönemde halkın kredi kartı borcu ise tam 21 kat artarak 4,1 milyar TL’den 84 milyar TL’ye çıkmıştır. 2002 yılında halkın tüketici kredisi ve kredi kartı borcu toplamı sadece 6,4 milyar TL iken, ekonominin “şaha kalktığı”nın iddia edildiği son 12 yıl içinde tam 52 kat artarak 334 milyar TL’ye yükselmiştir. Resmi verilere göre toplam hane halkı borçlanmasının yüzde 40’ı, aylık geliri 1000 TL’nin altında olanlar tarafından yapılmakta, kredi borcu olanların yüzde 60’a yakınını ise ücretli çalışanlar oluşturmaktadır.

(15)

9

9

.

GENE

KUR

9

OLAĞAN

15

Yıllar İtibariyle Hanehalkının Kredi Borcu Görünümü

Yıllar 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 Tüketici Kredileri 2,3 6,0 12,9 28,5 46,2 65,6 81,1 89,8 124,9 162,1 185,9 216,4 249,5 Kredi Kartları 4,1 6,6 13,8 17,0 21,2 25,8 32,8 34,8 43,2 53,9 68,8 76,4 84,1 Toplam (Milyar TL) 6,4 12,6 26,7 45,5 67,4 91,4 113,9 124,6 168,1 216,0 254,7 292,8 333,6

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında geri ödenemediği için yasal takip başlatılan kredi miktarı sadece 278 milyon TL iken, son 12 yıl içinde bu miktar 32 kat artarak 9 milyar TL’yi aşmıştır. 2014 itibariyle Türkiye’de 20 milyon yurttaş şu ya da bu şekilde icra takibi altında yaşamak zorunda bırakılmıştır. Tüketici kredisi borcunu ödemeyenlerin 2009 sonunda 169 bin 590 olan sayısı, 2013 sonunda 1 milyon 215 bin 308’e ulaşmıştır. Aynı dönemde kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı da 272 bin 18’den 1 milyon 738 bin 794’e yükselmiştir. Böylece sadece son beş yıl içinde “kara listede” yer alanların toplam sayısı 441 bin 608’den 2 milyon 954 bin 102’ye yükselerek 7’ye katlanmıştır.

Hazine müsteşarlığı verilerine göre AKP döneminde Türkiye’nin dış borcu üçe katlanmış durumdadır. 2002 sonunda 129,6 milyar dolar olan toplam dış borç, 377 milyar dolara dayanmıştır. Geçtiğimiz 12 yıl içinde Cumhuriyetin ilk 80 yılında oluşan borç stokunun en az iki katı kadar net dış borçlanmaya gidilmiştir. “İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün” diye yıllarca halkı kandırıp kendilerini, çocuklarını ve bilumum yandaşlarını zenginleştirenler, ülkenin ve geniş halk kesimlerinin boğazına kadar borca batmasına neden olmuştur. 12 yıllık iktidarında dünyada benzeri görülmemiş yolsuzluklara imza atan AKP iktidarı, kendisi ile birlikte Türkiye’yi de ciddi bir krizin ve kaosun içine doğru hızla sürüklemektedir.

Başbakan ve siyasi iktidar temsilcilerinin borçlanma rakamları ve gelir dağılımında yaşanan bozulma bütün açıklığıyla ortadayken, her fırsatta Türkiye’nin büyümesiyle ve “lider ülke” olmasıyla övünmesi büyük bir çelişkidir. Ekonomik göstergeler kimlerin nasıl büyüdüğünü, kimlerin sırtına basarak ekonomik büyümenin gerçekleştirildiğini bütün açıklığı ile göstermektedir.

Geçtiğimiz yıllar içinde Türkiye ekonomisi sadece sermaye için büyürken, emekçilerin payına temel tüketim mallarına yapılan zamlar ve sürekli artan vergiler düşmüştür. Asgari ücretle çalışanların Türkiye’nin en zengin 100 kişisinin ödediği verginin 3 katı vergi ödemesi bile tek başına ülke ekonomisinin yükünün emekçilerin sırtında olduğunun görülmesi için yeterlidir.

Türkiye’de bazı istatistikler ideolojik olarak öne çıkarılırken bazı istatistikler bilinçli olarak gündeme getirilmemekte, özellikle göz ardı edilmektedir. Bunlardan biri de Türkiye’deki işsizlik oranlarıdır. Burada yapılan şey istatistikleri çarpıtmaktan çok, hükümetin işine gelen istatistiği öne çıkarıp işine gelmeyeni halktan gizlemesidir. 2008 krizinde %14’lere varan işsizliğin %10 seviyesine düştüğü iddia edilmektedir.

Türkiye’de resmi işsizlik oranının 2008 krizi dönemine göre düşük görünmesinin temel nedeni, çalışma yaşındaki nüfusun istihdam edilme oranının Türkiye’de çok düşük olmasıdır. Türkiye İstatistik Enstitüsü verilerine göre 2014 itibariyle Türkiye’de çalışma yaşındaki nüfusun

(16)

9

9

.

GENE

L

KUR

UL

9

OLAĞAN

16

ancak yarısı istihdam edilmektedir. Mevcut istihdam oranıyla Türkiye, Avrupa ve OECD ülkeleri arasında sonuncu sıradadır. Uzun bir süredir durgunluk yaşayan işsizliğin her geçen gün arttığından yakınılan Avrupa’da istihdam ortalaması yüzde 64’tür. Tek başına bu veri bile Türkiye’de resmi olarak açıklanan işsizlik rakamlarının hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığını göstermektedir.

Türkiye’de çalışma çağındaki kadınların istihdam edilme oranı yüzde 26 ile OECD ülkeleri içinde yine son sıradadır. Bu oran Avrupa ortalaması olan yüzde 59’un yarısından azdır. Hatta Türkiye kadın istihdamındaki bu oranıyla monarşi ile yönetilen birçok Ortadoğu ülkesinin bile gerisindedir. Türkiye’de kadın istihdamını arttırmak için açıklanan kadın istihdam paketi kadınların kısmi zamanlı, esnek ve güvencesizlik temelinde çalışmasını öngörmekte, kadınları esnek çalışmanın temel aktörü haline getirerek istihdam oranlarını rakamsal olarak yükseltmenin hesapları yapılmaktadır.

Türkiye, Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksinde 187 ülke arasında 90’ıncı sıradadır. Ülkelerin eğitim, sağlık, gelir, yoksulluk ve cinsiyet eşitsizliği açısından değerlendirildiğinde Türkiye, gelir dağılımı, kadınların işgücüne katılımı ve genç işsizliği gibi kriterlerde sınıfta kalmıştır. İnsani gelişmişlik endeksi, kalkınmanın sadece ekonomik verilerle ölçülemeyeceğini, gelir dağılımından yoksulluğa, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşımdan çalışma yaşamına kadar birçok göstergenin de değerlendirilmesi gerektiği fikrine dayanmaktadır.

TÜİK verileri zengin ile yoksul arasındaki gelir adaletsizliğini de gözler önüne sermektedir. Buna göre, hane halkı gelirlere göre oluşturulan yüzde 20’lik gruplarda, en yüksek gelire sahip gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46.4 iken, en düşük gelire sahip gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 5.8’de kalmıştır. Yüzde 10’luk gruplarda ise durum daha da kötüdür. En düşük gelire sahip yüzde 10’luk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 2.5 iken, en yüksek gelire sahip yüzde 10’luk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 29.5’tir. Türkiye’de en zengin ile en yoksul kesimler arasındaki uçurum 12 kata yükselmesi, Başbakan’ın yıllardır meydanlarda kullandığı “büyüyen ve kalkınan Türkiye” söyleminin gerçekçi olmadığını göstermektedir.

Kamu personel rejimindeki dönüşüm sürüyor

1980 sonrasında çalışma yaşamına yönelik olarak, tamamına yakını işçi ve emekçilerin aleyhine olan çok sayıda yasal düzenleme yapılmıştır. Ancak 2002 yılına kadar yapılan yasal düzenlemelerin hiçbirinin etkileri, son 12 yılda AKP iktidarında yapılanlar kadar yıkıcı sonuçlar ortaya çıkarmamıştır.

TBMM verilerine göre 12 yıl içinde tamamına yakını sermayeye hizmet aşkıyla, 2 binin üzerinde kanun tasarı ve teklifini yasalaşmış, özellikle “torba yasa” yöntemi ile emekçilerin en temel hakları birer birer gasp edilmiştir. Torba yasa düzenlemeleri ile attığı her adımda sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden AKP hükümeti, ilgili ilgisiz çok sayıda maddeyi bir araya getirerek, yasa yapım sürecinde kendisinden önceki iktidarlardan farklı bir strateji izlemiştir. 2007 yılına kadar TBMM’de toplam 1100 yasa maddesi “torba yasa” düzenlemesi şeklinde yasalaşırken, 2007’den 2014’e kadar son 7 yıl içinde, 5.000’e yakın yasa maddesinin “torba yasa” şeklinde yasalaşması dikkat çekicidir.

Türkiye’de istihdamın yapısını geçtiğimiz yıllar içinde temelden değiştirilirken, gerek kamu, gerekse özel sektör istihdamını sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülmesi için sayısız adımlar atılmıştır. Kamu ve özel sektör çalışma ilişkilerinde kuralsızlaştırma ve emeğin aşırı sömürülmesini öngören düzenlemeler birbirine paralel olarak ve pek çok noktada iç içe geçmiş bir içerikle gündeme getirilmiş, bazen yasal yollarla, bazen fiili uygulamalarla hayata geçirilmiştir. AKP’nin 12 yıllık iktidar pratiğine bakıldığında, hükümetin sağlıkta dönüşüm

(17)

9

9

.

GENE

KUR

9

OLAĞAN

17

uygulamalarından, eğitimde uygulanan 4+4+4 dayatmasına, Ulusal İstihdam Stratejisinden, kamu personel rejiminde yapılmak istenen değişikliklere kadar çeşitli alanlarda hazırlanan temel metinler ve söylemlerde benzer ifadelerin yer aldığı görülmektedir. Son 12 yıl içinde, daha önce hayal bile edilemeyecek düzeyde dış borçlanma, özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasaya açılması, esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması gibi hedeflere ulaşılmıştır. Özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, çalışma yasalarının üretim sürecinde yaşanan esnekleşmeye uygun şekilde yeniden düzenlenmesi gibi adımlar, 1990’lı yıllardan itibaren ülkenin ana gündemini oluşturmuş ve son yıllarda bu anlamda önemli adımlar atılmıştır.

1990’lı yılların başından itibaren “kamu” kavramına adını veren “halk” (public) anlayışından hızla uzaklaşılarak, tamamen “piyasa” ve “kar” odaklı yeni bir “kamu” anlayışı oluşturulmaya çalışılmıştır. 1990 sonrasında kamu yönetimi alanında insan değil, “piyasa” endeksli ve merkezi denetime dayanan, yerelin özgünlüklerini ve taleplerini yok sayan bir yönetim anlayışı oluşturulmaya çalışılmıştır.

Kamunun ve kamu hizmetlerinin önce ticarileştirilmesi sonra özelleştirilmesi sürecinde, kamusal alanın bütünüyle (hem halka yönelik kamu hizmetleri, hem de bu hizmetlerin sunumunda rol alan kamu emekçileri açısından) ‘piyasa ilişkileri’ içine çekilmesi yönündeki girişim ve uygulamalar tüm hızıyla sürmektedir. 1990’lı yıllarda kamuya ait işletmelerin, fabrikaların özelleştirilmesiyle başlayan süreç, bugün eğitim ve sağlık başta olmak üzere ulaşımdan haberleşmeye, belediye hizmetlerinden kültür ve sanata kadar hemen hemen tüm alanlardaki kamu hizmetlerini kapsar hale gelmiş durumdadır.

Kamu hizmetleri alanında yurttaşlıktan müşterileşmeye doğru ilerleyen dönüşüm süreci, “iş güvencesi” açısından toplumun diğer kesimlerine göre daha “avantajlı” durumda olan kamu emekçilerini ve onların göreceli olarak daha “güvenceli” olan çalışma statülerini temel hedef haline getirmiştir.

Geçtiğimiz yıllar içinde kamu personel rejiminde hayata geçirilen dönüşüm uygulamalarının ana hedefinde güvencesizleştirme, kuralsızlaştırma ve esnek çalışma yer almıştır. Oluşturulmak istenen yeni personel sistemi ile kamu istihdamının günümüz kapitalizmine uyumlu bir içerikte “yeniden yapılandırılması” ve kamu emekçilerinin büyük bölümünün herhangi bir yasal ya da anayasal güvence olmaksızın daha “esnek” ve tamamen “güvencesiz” istihdam edilmesi hedeflenmektedir.

AKP iktidarının bugüne kadar ortaya koyduğu iktidar pratiğinden hareket edilirse, kamu personel rejiminde bugüne kadar atılan ve önümüzdeki dönem atılması planlanan adımların şu iki temel mantık üzerine kurulacağı şimdiden söylemek mümkündür; Birincisi; kamuda işin, işyerinin, mesai saatinin, ücretin, çalışma süresinin belirsiz olması, başka bir ifade ile kamu istihdamında kuralsızlık ve güvencesizliğin kural haline getirilmek istenmesidir. İkincisi ise, yapılması düşünülen düzenlemelerle kamu emekçilerinin ellerinde kalan son hakları, çalışma yaşamının standardını belirleyen en temel kurallar, özellikle iş güvencesinin artık büyük ölçüde ortadan kaldırılarak, sözleşmeliliğe ve performans değerlendirmesine dayalı bir personel rejiminin oluşturulmak istenmesidir.

Kamu personel sisteminde yapılan ve yapılacak olan değişikliklerle kamu emekçilerinin büyük bölümünün “sözleşmeli” ve iş güvencesinden yoksun olarak istihdam edilmesinin bazı sonuçlarının olması kaçınılmazdır. Bu durum kaçınılmaz olarak iktidarın dünya görüşü doğrultusunda hareket eden, onun verdiği yüzdelik zamlara “şükreden”, iktidar yandaşı “makbul” sendikaya üye olmaya zorlanan, her biri tornadan çıkmış gibi hareket eden “makul memur” tipini gündeme getirecektir.

Yeni personel rejiminde sözleşmeli personelin iş yaşamındaki geleceğinin, siyasi iktidarların atayacakları “parti memuru” yöneticilerin iki dudağı arasında olması kaçınılmazdır. Kamu kurum ve kuruluşlarında sözleşmeli istihdamın özellikle hastaneler, okullar ve diğer pek çok kamu

(18)

9

9

.

GENE

L

KUR

UL

9

OLAĞAN

18

kurumunda uygulanmaya başlaması geri dönüşü zor sorunları beraberinde getirecek niteliktedir. Kamuda istihdamın büyük ölçüde “belirli süreli sözleşmeli” çalışanlardan oluşturulmak istenmesi, bilinen anlamıyla devlet memurluğu güvencesinin çok küçük bir kesim için (asker, polis, savcı, hakim vb) geçerli olacağının işaretlerini bugünden vermektedir.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu (DMK) 1965 yılında çıkarılmış ve aradan geçen sürede, ilgili dönemin ihtiyaçlarına göre değiştirilmiştir. Genel olarak bakıldığında 657 Sayılı DMK’nın savunulacak bir yanını bulmak mümkün değildir. Bu nedenle kamu emekçilerinin iş güvencesini savunurken, 657 sayılı DMK’yı savunur konumuna asla düşmemesi gerekmektedir. Bu noktada savunulması gereken, devletin yurttaşlarına istihdam sağlama görevi olduğundan hareketle, kamu-özel ayrımı yapmaksızın her yerde istihdamın güvenceli olması ve taşeron çalışmanın/çalıştırmanın yasaklanması olmalıdır.

Yeni personel sistemiyle yapılmak istenenleri sadece “memurları” ilgilendiren basit bir “yasa değişikliği” olarak görmemek gerektiği açıktır. Kamu emekçilerinin son kalesi olarak ifade edebileceğimiz iş güvencesinin gasp edilme sürecini, sadece kamu hizmetleri sunanlar açısından değil, bu hizmetlerden yararlanan geniş halk kesimleri açısından da değerlendirmek ve ortak, birleşik karakterli tepkiler örgütlemek gerektiği açıktır. Bu konuda yapılması gereken, geçmiş yıllarda olduğu gibi sadece mevcut “memur statüsü”nün savunulması değil, her türden kuralsız ve güvencesiz çalışma biçimlerine karşı işçi, memur, sözleşmeli, taşeron, ücretli ayrımı yapmadan birleşik bir mücadelenin örgütlenmesidir.

DEMOKRATİKLEŞME VE KÜRT SORUNU

Demokrasi ve demokratikleşme farklı sınıflar açısından farklı anlamlara sahip kavramlardır. Yasalar önünde herkesin eşit hak ve özgürlüklere sahip olduğu yönündeki bildik iddialar, geçtiğimiz yıllarda sermayenin emekçiler üzerindeki sınıfsal tahakkümünün üzerini örten bir perde işlevi görmekten öte gitmemiştir. Emekçi sınıflara ve ezilen halklara yönelik baskı ve zorbalık ortadan kalkmadığı koşullarda demokrasiden ve demokratikleşmeden söz edilmesi mümkün değildir.

Türkiye’de yıllardır demokratikleşme alanında yaşanan sorunlar, iktidarın bütün “sivilleşme” ve “ileri demokrasi” söylemlerine rağmen artarak devam etmiştir. Basının hükümet tarafından büyük ölçüde kontrol altına alınması, muhalif gazetecilerin ve özgür basın çalışanlarının “örgüt üyeliği” gibi gerekçelerle tutuklanması, düşünceyi ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin azalmak bir tarafa artmaya başlaması vb pek çok gelişme, Türkiye’nin demokratikleşme alanında sınıfta kaldığını göstermiştir.

Türkiye’nin siyasi sisteminin genel karakteri itibariyle temel hak ve özgürlükler, adalet, hoşgörü ve saygı, farklılıkları tanıma gibi temel insani değerlere yönelmiş, insan haklarına dayanan demokratik bir hukuk devleti idealinden çok uzak olduğu son yıllarda çok net bir şekilde görülmüştür. Türkiye’deki egemen rejim, resmi ve biçimsel olarak çok sayıda demokratik kurum ve mekanizmayı bünyesinde barındırmasına rağmen, düzenin işleyişi büyük ölçüde baskıcı, otoriter ve pek çok noktada faşist rejimleri bile gölgede bırakan özellikler göstermektedir.

AKP iktidarı döneminde, biçimsel olarak da olsa, demokratik görünümü artırma iddialarına karşın, Türkiye’de yaşayan halkların barış ve demokrasi taleplerinin karşılanmasından, düşünceyi ifade ve inanç özgürlüğü ile basın özgürlüğüne, anadilinde eğitim hakkından adil yargılama hakkına, örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması taleplerine kadar geniş bir alanda en temel demokratik talepler sürekli olarak görmezden gelinmiştir.

AKP’nin yargıyı kendi siyasal-ideolojik çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirmesinin ardından, asker-sivil ilişkilerinde yeni bir döneme girilmiş, ordunun hükümetin istekleri doğrultusunda biçimlendirilmesine sıra gelmiştir. AKP iktidarı döneminde yasama, yürütme ve

(19)

9

9

.

GENE

KUR

9

OLAĞAN

19

yargının tek bir elde toplanmaya başlanması noktasında önemli mesafeler alınmıştır. AKP’nin özellikle HSYK üzerinden hakim ve savcılar üzerinde kurduğu baskılar, önce Deniz Feneri, ardından 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sürecinde soruşturmayı yürüten savcıların görevinden alınması vb gelişmeler, siyasi iktidarın nasıl bir rejim oluşturduğunun en canlı örnekleridir.

Ülkenin doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine dalga dalga gözaltı operasyonlarıyla alınan insanlar cezaevlerine sığmamaktadır. Türkiye dünyada en fazla siyasi mahkumun cezaevinde olduğu ülke olma rekorunu uzun süredir elinde bulundurmaktadır. Örgütlenme hakkı doğrultusundaki en masum faaliyetler bile yandaş medya aracılığıyla suçla özdeşleştirilmekte, sendikacılar, seçilmiş belediye başkanları, gazeteciler, bilim insanları, öğrenciler, avukatlar gözaltına alınmakta, tutuklanmakta, idari ve adli baskılarla karşı karşıya kalmaktadır.

AKP’nin 12 yıllık iktidar pratiği; emekçilerin, halkın sıkıntı içindeki kesimlerini sorunlarını gerçekte hiç de önemsemediğini defalarca göstermiştir. Aksine AKP, emekçilerin yoksulluk, işsizlik, açılık, sağlık gibi en temel sorunlarını bile sermayenin kârını artırarak çözmeyi esas alan, emek düşmanı bir parti olarak hareket etmiştir. İşsizlik, yoksulluk büyüyüp ekonomik krizin işçiyi, emekçiyi ezdiği koşullarda ülkedeki milyonerlerin sayısının artamaya devam etmesi, en büyük sermaye kesimlerinin kârlarının servetlerinin görülmemiş biçimde artması, AKP’nin hangi sınıfın hizmetinde olduğunu göstermiştir.

AKP yoksulluğu ve işsizliği sadece artırmamış, çaresizliğe ittiği emekçi kesimleri tarikatların, cemaatlerin kucağına iten “sosyal yardım” anlayışıyla zengini daha zengin ederken en yoksulları daha da yoksullaştıran ve yardıma muhtaç hale getiren bir çizgi izlemiştir. Böylece AKP; öncüllerinden farklı olarak yoksulluğu, işsizliği, çaresizliği büyük bir siyasi ranta dönüştürmeyi de başarmıştır.

12 yıldır bu ülkedeki emek ve demokrasi güçlerine yönelik şiddetin ana kaynağı olan AKP, eşitlik, özgürlük ve barış isteyen tüm kesimleri susturmak, onları etkisiz hale getirmek için askeri, polisi ve yargısıyla bütün imkanlarını seferber etmiştir. KESK’e bağlı sendikalara yönelik olarak yaşanan polis baskınları ve söz konusu baskınların biçimi, tamamen haklı mücadelemizi yıpratmaya ve kamuoyunun kafasında soru işaretleri oluşturmaya yönelik olarak hayata geçirilmiştir.

Kamu emekçilerinin sendikal mücadelesinin başlatıcısı ve sürdürücüsü olan KESK’in ve Eğitim Sen’in iktidarın uygulamaları karşısında sesini yükseltmesi, iktidara “biat etmemesi”, KESK’i ve mücadelesini iktidar destekli baskı ve saldırıların hedefi haline getirmiştir. AKP’nin kamu emekçilerinin en demokratik tepkilerine karşı her fırsatta saldırgan ve acımasız davranması, Başbakan’ın “demokrasi” ve “özgürlük” söylemlerinin de koca bir yalandan ibaret olduğunun kanıtı olmuştur.

AKP hükümeti hem sendikal alanda, hem de siyasal alanda engel ya da tehlike olarak gördüklerini bertaraf etmek için bütün mücadele araçlarını (medya, polis, yargı vb) devreye sokmuştur. Son yıllarda daha da belirginleşen bu durum, hükümetin, meclisiyle, polisiyle ve yargısıyla örgütlü mücadeleyi boğmak ve etkisini kırmak için ne kadar kararlı olduğunu açıkça göstermiştir. Emek mücadelesini boğma, sendikaları ve sendikal eylemleri “suç” gibi gösterme girişimleri kısa süre içinde boşa çıkarılmış, çeşitli iddia ve komplolarla gözaltına alınan, tutuklanan KESK üyelerinin büyük bölümü kısa süre içinde serbest bırakılmıştır.

Türkiye’nin temel demokrasi sorunlarının yanı sıra, son yıllarda belirgin bir şekilde artan kadın cinayetleri, işkence ve kötü muamelenin karakollardan sokaklara taşması, basın emekçilerinin, seçilmiş vekillerin, belediye başkanlarının ve sendikacıların siyasi operasyonlarla gözaltına alınıp tutuklanması, dönem dönem güvenlik güçleri tarafından insanların sokak ortasında öldürülmesi, her an herkesin gözaltına alınabilmesi gibi çok sayıda ibret verici gelişme, Türkiye’nin fiilen sıkıyönetim koşullarında yönetildiğinin somut kanıtlarıdır.

Türkiye son yıllarda resmen “açık cezaevi” haline getirilmiş, en demokratik eylemler, basın açıklamaları bile polis şiddeti ile bastırılmış, yasa dışı dinleme ve fişleme uygulamalarının olağan

(20)

9

9

.

GENE

L

KUR

UL

9

OLAĞAN

20

devlet faaliyeti haline getirilmiştir. Temel insan haklarından birisi olan eğitim hakkının, özellikle anadilinde eğitim hakkının önündeki yasal ve fiili engeller ısrarla sürdürülmüş, bilimsel, demokratik ve laik eğitim mücadelesi her fırsatta engellenmeye çalışılmıştır.

Özel Yetkili Mahkemelerin baktığı davalar uzun süredir kamuoyu gözünde, artık adaletin gerçekleştirilmesi için yapılan yargılamalar olmaktan çıkmıştır. Tersine bu mahkemelerin siyasal karalar veren mahkemeler olduğu kanısı toplumun geniş bir kesiminin üzerinde ortaklaştığı bir düşünce haline gelmiştir. Hangi ad altında karşımıza çıkarsa çıksın, kimse söz konusu siyasi davaları hukuk kuralları çerçevesinde tartışmamakta, tamamen içinde bulundukları siyasal konumlarına göre yorumlar yapmaktadır.

AKP hükümetinin, rejimi günün koşullarına göre yeniden inşa etme girişiminde önemli bir rol üstlenen ve 12 Eylül referandumu ile yeniden düzenlenen yargı sistemi, “gizli tanıklar” ve pek çoğuna sonradan da müdahale edilerek değiştirildiğine dair güçlü iddialar, bilimsel raporlar olan CD’ler üzerine kurulmuştur. Sanıkların ve avukatların tanıkları ve sanıklar lehine olabilecek belgeler, sanık avukatlarının talepleri dikkate alınmamaktadır. Son olarak ÖYM’lerin kaldırılması ve uzun tutukluluk sürelerinin 5 yıl ile sınırlandırılmasının ardından başta Ergenekon sanıkları olmak üzere, çok sayıda sanık tahliye edilirken KCK tutukluluklarının ve sol siyasi davalardan içeride bulunan devrimcilerin ısrarla tahliye edilmemesi, Türkiye’deki hukuk ve adalet sisteminin çarpıklığının son örneği olmuştur.

Türkiye’de demokratikleşme sorunlarının merkezinde kuşkusuz Kürt sorunu ve bu sorunla ilişkili olarak ortaya çıkan sorunlar bulunmaktadır. Türkiye’de çeyrek yüzyılı aşkın bir zamandan beri süren bir savaş sürmektedir ve bu savaşta bizzat devletin açıklamalarına göre 40 bin dolayında insan yaşamını yitirmiştir. On binlerce insan cezaevlerinden geçmiş, bir o kadarı da köylerinden, yaşadıkları yerlerden zorla göç etmeye zorlanmıştır.

AKP Hükümeti, Kürt sorununun barışçıl biçimde, Türkiye’nin demokratikleşmesinin de bir dayanağı olarak çözümü için atılan adımları ve bu yönde oluşmuş bütün demokratik birikimini yok sayan, onu görmezden gelen bir hatta ilerlemek isterken, Kürt Sorunu’nda yapabileceklerinin sınırına gelmiştir. Daha önceden de yaşanıp görüldüğü gibi, AKP’nin bir yıl öncesine kadar Kürt sorununda girdiği yol her adımda daha çok şiddeti, her adımda daha çok kan ve gözyaşını davet eden bir yol olmuştur.

Kürt sorununda yıllarca sürdürülen çözümsüzlük ve savaş politikaları nedeniyle çok sayıda masum insan hayatını kaybetmiştir. Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski Köyü’nde savaş uçaklarının bombardımanı sonucu çoğu 15-20 yaşları arasında 34 sivilin hayatını kaybetmesi yıllardır benimsenen savaş politikalarının en son ve en acı örneği olmuştur. Roboski katliamının emrini verenlerin ve bu emri uygulayarak büyük bir katliama neden olan tüm suçluların açığa çıkarılarak cezalandırılması talebi karşısında katilleri aklayan ve koruyan bir tutum izlenmesi katliamın siyasi iktidar tarafından sahiplenilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır.

Siyasi iktidarın iki yıldır katliamın sorumlularını bulmak ve adalet önüne çıkarmak yerine, her fırsatta Roboski’de yaşananların üzerini örtmek istemesi, yaşanan katliama ortak olmak demektir. Aradan yıllar geçse de katillerin ve arkalarındaki güçlerin işlediği bu insanlık suçu asla unutulmayacaktır.

Türkiye’de özellikle son birkaç yıl içinde yaşanan gelişmeler ve barış umutlarının yeniden ve daha güçlü bir şekilde yeşermesi, elbette tek başına Kürt sorununun çözümü anlamına gelmemektedir. Ancak yaşanan gelişmelerin ve son olarak 21 Mart 2013’te Diyarbakır’dan tüm dünya ve Ortadoğu’ya verilen mesajlar, Kürt sorununun çözümünde bir dönemin kapanması ve yepyeni bir dönemin kapılarının açılması olarak değerlendirilmiştir. Kuşkusuz açılan her yeni dönem yeni koşulları, olanakları, bu sorunun tarafı olan ve çözülmesini isteyen tüm güçlerin yeni bir zemin üzerinde hareket etmesini de beraberinde getirmektedir.

(21)

9

9

.

GENE

KUR

9

OLAĞAN

21

Kürt sorununda “yeni dönem”in göreceli olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu gelişmelerin dünyada, özelikle Ortadoğu’da yaşananlardan, halkların mevcut duruma itirazlarından ve emperyalistlerin hedeflerinden bağımsız düşünülmesi elbette mümkün değildir. Dolayısıyla her sınıf, her ulus, her kimlik ve kültürden halklar ve onların siyasal temsilcileri, ortaya çıkan bu “yeni dönemi” ve yeni durumu kendi ihtiyaçları ve çıkarları üzerinden ele alacak, değerlendirecek ve bulunduğu noktadan kendi lehine hamleler yapmak üzere kullanmak isteyecektir.

Kürt sorununun emperyalistlerin, işbirlikçi hükümetlerin gerici plan ve hesaplarına eşitlenerek ele alınamayacak kadar kapsamlı ve derin bir sorun olduğu açıktır. Aklı başında olan hiç kimse halkların barış beklentisinin emperyalist, gerici hesapların basit bir piyonu olacağı gibi akıl dışı fikirlere kanmamalıdır. Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında yaşayan halklar, tarihsel deneyimlere, mücadele birikimine, onurlu ve özgür yaşam deneyimlerine sahiptir. Onların bu tecrübesine, sağduyusuna, özgür yaşam isteğine, birlikte ve onurlu bir ortak gelecek kurma mücadelesine engel olmak değil, daha fazla destek vermek gerektiği açıktır.

Kürt sorununun son derece sancılı bir süreçten geçilerek, diyalog sürecine girilmiş olması, sürekli olarak “bölünme paranoyası” içerisindeki ırkçı-şoven kesimlerin elinden, bu bahaneyi çekip alacak bir özellik taşımıştır. Yıllardır “terör ve bölünme” üzerinden kışkırtıcı ve gerici bir siyaset çizgisi izleyenlerin bu politik tutumlarından vazgeçmeleri kısa vadede uzak bir ihtimal olarak görünse de, toplum karşısındaki inandırıcılıklarının zaman içinde zayıflaması kaçınılmazdır.

Sağcısı ve “solcusuyla” bu kesimlerin “diyalog süreci” ile ilgili olarak ileri sürdükleri, “dış güçlerin ya da emperyalistlerin” bu süreci zorladıkları, bu durumun Türkiye’deki ve bölgedeki karışıklıkları daha da artıracağı söylemlerinin inandırıcılığı son derece tartışmalıdır. Bu kesimler politikayı emperyalistlerin, işbirlikçi hükümetlerin isteklerinden ve planlarından ibaret, basit bir “oyun” olarak görmektedir. Bu kesimlerin halkların barış talebini ve bu talepler uğruna verdikleri mücadeleyi her fırsatta küçümseyen bir tutum içine girmeleri, reel politikaya, halkın örgütlü mücadelesine ne kadar uzak ve yabancı olduklarının kanıtıdır. Türkiye’de yaşayan ve halkların kardeşliğine inanan kesimlerin verdikleri mücadele, bu mücadelenin halkların kendi kaderlerini kendi ellerine alma ve kendi geleceklerini kendilerinin kurma iradelerinin hiçe sayılması kabul edilemez bir tutumdur.

AKP Hükümeti’nin sürecin ilerletilmesine dair bugüne kadar hiçbir yasal düzenleme yapmaması ve görüşme sürecini bir müzakere sürecine dönüştürmeme konusundaki ısrarı, gelinen yerde ciddi bir tıkanıklığın yaşanmasına neden olmuştur. Başbakan Erdoğan’ın gerilimi tırmandıran açıklamaları, süreci durma noktasına getirmiştir. Kürt sorununda içeride ve dışarıda (özellikle Rojava’da) yaşanan gelişmeler, çözüm sürcinin AKP’siz sürdürülemeyeceği yönündeki kaygı ve görüşleri, zaman içinde sürecin AKP ile daha ne kadar sürdürülebileceğine kadar getirmiştir.

Toplumsal yaşamın her alanında baskıcı ve otoriter uygulamalarını arttıran AKP hükümeti, Kürt sorununda bugüne kadar izlediği otoriter, baskıcı, tekleştirici yöntemlerle ve sürdürdüğü anti demokratik devlet anlayışı ile bugüne kadar yeterince ölüme, acıya ve gözyaşına neden olmuştur. Bu nedenle “diyalog süreci”ni zedeleyecek, umutları yeniden hayal kırıklıklarına dönüştürecek her türlü girişimden uzak durulması sorumluluğu herkesten önce AKP iktidarına aittir.

Barış çağrısının geçmişe kıyasla daha güçlü bir şekilde seslendirmesi, kardeşliğin önüne örülmek istenen kalın barikatların yerle bir edilmesi için tüm emek örgütlerine ve demokrasi güçlerine görev düşmektedir. Halkların arasında barışın kalıcı bir şekilde kurulması ve hayata geçirilmesi noktasında emek ve demokrasi güçlerinin yapacağı somut müdahaleler, egemenlerin bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istemesini zorlaştıracaktır.

Çatışmasızlık ortamı, Türkiye’de demokrasi mücadelesi verenleri zayıflatan değil güçlendiren koşulları yaratmıştır. Türkiye’de silahların susmasının, kalıcı barış ikliminin sağlanmasının, diğer

(22)

9

9

.

GENE

L

KUR

UL

9

OLAĞAN

22

toplumsal sorunların tartışılmasına ve sınıf mücadelesinin yükselmesine somut katkılar sunacağı da akıllardan çıkarılmamalıdır.

Türkiye’de ve bölgede savaşa, işgallere, emperyalist müdahalelere karşı halkların demokrasi, eşitlik ve özgürlük taleplerinin güç ve destek kazanması için, içinde bulunulan dönemin yarattığı olanaklar asla küçümsenmemelidir. Tüm bu olup biteni ve gelişmeleri, ezilen ve sömürülen halklar ve elbette emekçi sınıflar için kazanıma, daha da güçlenmeye ve örgütlenmeye hizmet edecek biçimde ele alarak değerlendirmek ve çözüm sürecini asla tek başına siyasi iktidarın inisiyatifine bırakmamak gerekmektedir.

Türkiye’nin demokratikleşmesi ve kalıcı barış ortamının sağlanması için kısa vadede atılabilecek belli başlı adımlar bulunmaktadır.

Öncelikle demokratik bir anayasa hazırlanmalı ve yeni anayasa sürecinde temel hak ve özgürlükler ile ilgili konular kesinlikle pazarlık konusu yapılmamalıdır.

Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözüme kavuşması, her kimlik ve inancın kendisini özgürce ifade edebilmesi için anadilinde eğitim hakkının önündeki engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Emekçilerin ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller başta olmak üzere, tüm antidemokratik yasaklar kaldırılmalıdır.

Halkın iradesinin Meclise yansımasının önündeki en büyük engel olan seçim barajı ve terörle mücadele yasası kaldırılmalı, siyasi genel af ilan edilmelidir.

Türkiye’nin gerçek anlamda demokratik bir ülke haline gelmesi, sendikalar başta olmak üzere, emek ve demokrasi güçlerinin, demokratikleşme ve Kürt sorununun demokratik-barışçıl yöntemlerle kalıcı olarak çözülmesi sürecinde seyirci olmaktan çıkarak, daha aktif rol alan bir çizgiye yönelmesini ve ortak tutum almasını gerektirmektedir.

(23)

9

9

.

GENE

KUR

9

OLAĞAN

23

EMEK HAREKETİNİN DURUMU

Geçtiğimiz dönemde dünya ve Türkiye sınıf hareketinde yaşanan gelişmeler, özellikle Avrupa’da gerçekleştirilen grev ve genel grevler, Türkiye’de yeniden yükselmeye başlayan sendikal mücadele deneyimleri, kitlesel alan eylemleri ve direnişler, sendikaların emek hareketi ve bir bütün olarak sınıf mücadelesi içindeki yeri ve önemini koruduğunu göstermektedir.

Sendikalar, dünyanın pek çok ülkesinde kesintili, inişli çıkışlı, birbirleriyle bağlantısız gelişmeleri, saldırıları püskürtme amacıyla sınırlı olmaları ve sonuç almada yeterince başarılı olamamaları nedeniyle sürekli olarak eleştirilse de, bütün eksikliklerine rağmen sendikaların öncülük ettiği mücadelelerin büyük bölümü dünya çapında sermayenin işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını yok sayma, emekle sermaye arasındaki ilişkileri kendi ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirme girişimlerine karşı en temel mücadele alanlarından birisi olmayı sürdürmektedir.

İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında sendikaların, emekçileri birleştiren ve mücadeleye yönelten bir rol üstlendiklerinde, gerçek anlamda emekçilerin ana gövdesini birleştiren, onları mücadeleye çeken, sendikaları dost ve düşman karşısında itibarlı örgütler haline getiren yapılar olduğu açıkça görülmektedir. İşçi ve emekçileri birleştirme ve mücadeleye çekme noktasında sendikalar kadar etkili başka bir örgütlenme biçimi neredeyse yok gibidir.

İşçi ve emekçiler, din, dil, ırk, siyasi görüş farklılıklarına bakılmaksızın, sadece üretim sürecindeki konumlarının bir sonucu olarak sendikalarda bir araya geldiklerinde, sınıf mücadelesi açısından ne kadar önemli sonuçların ortaya çıktığını, sınıf mücadeleleri tarihi içinde yaşanan deneyimler pek çok kez göstermiştir.

Sendikaların yasal olarak tanınmalarından bu yana, sendikal hareket sınıf mücadeleleri tarihinde esas olarak iki yönlü bir gelişim göstermiştir. Bu gelişim sürecinin birinci yönünü, işçilerin en geri kesimlerinden başlayarak uyanışı, örgütlenmesi ve sermayeye karşı ekonomik ve siyasal mücadelesi oluşturmaktadır. Sendikal hareketin ikinci gelişim yönü ise sınıf hareketinin sadece ekonomik alanla sınırlı tutulması ve düzen sınırları içinde kalınarak sermayenin ve siyasi iktidarın doğrudan ya da dolaylı denetimi altına girilmesidir.

Geride bıraktığımız yıllar, emek hareketi ve sendikalar açısından tarihteki en zor dönemlerden birisi olmuştur. Emek hareketi ve sendikalar üzerinde hükümetin baskı ve sindirme uygulamaları ve buna paralel olarak etkili bir şekilde hayata geçirilen “yandaş sendikacılık” uygulamaları hiçbir zaman içinde bulunduğumuz dönemdeki kadar güçlü ve yıkıcı olmamıştır.

Sendikaların dünyada ve Türkiye’de uzunca bir süredir ciddi tehditlerle karşı karşıya kaldıkları ortadadır. Sendikalar ve onların üzerinde yükseldiği sendikal yapılar bugün birçok ülkede varlık yokluk mücadelesi vermektedir. Ancak soruna genel olarak bakıldığında, sendikal örgütlenme ve mücadelenin, sayıları her geçen gün artan işçi ve emekçiler için halen canlılığını sürdürdüğü ve önemini koruduğu görülmektedir.

Sendikaları emekçilerin tamamına yakınını kapsayabilecek ve onları hakları için mücadeleye sevk etmeyi başarabilecek yapılar haline getirmek, sermayenin artan saldırıları karşısında bugün her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

Kamu emekçileri sendikal hareketi

Kamu emekçileri, yüz yıllık mücadele deneyimlerine dayanarak, 1989 Bahar Eylemleri’nden aldığı destek ve güçle örgütlerini kurmuş, yüz binleri alanlara doldurup, fiili-meşru mücadele içinde bugünlere gelmiştir. Bu mücadelede, işçi sınıfının deneyimlerinin ve sınıftan öğrenme isteğinin önemli katkıları olmuştur. Mücadelesini, işçi sınıfı ile omuz omuza veren kamu emekçileri, sınıf

Referanslar

Benzer Belgeler

Ülkemizin Türk Cumhuriyetleri ve komşu devletlerle olan kültürel, sosyal, siyasi ve ekonomik ilişkilerini analiz eder.. Ülkemizin diğer ülkelerle olan ekonomik ilişkilerini

- Sözcükte, cümlede, par- çada anlam - Fiiller - Sözel mantık - Yazım bilgisi - Noktalama işaretleri - Görsel yorumlama.. - Tam sayılarla işlemler (ilk 3 kazanım)-

ÖRGÜTLENME SEKRETERİ : 05 KASIM 2010 : ŞUBE DAYANIŞMA YEMEĞİ - HARAMİDERE ŞUBE SEKRETERİ : 21 EKİM 2010 : ŞUBE TEMSİLCİ VE GENEL ÜYE TOPLANTISI - AVCILAR ŞUBE BAŞKANI :

15 NİSAN 2010 : ÜYEMİZ MEHMET SÜT İÇİN BELGE İSTEME KONULU DAVA AÇILMASI. 08 NİSAN 2010 : ÜYEMİZ ADNAN HAVARE İÇİN ATAMA KONU- LU

Tur ücretine dâhil değildir Akşam Yemeği: Otelde Açık Büfe ya da Set Menü Olarak Alınacaktır.. Tur

Buradaki gezimizin ardından Piraziz’de TURAN FINDIK TESİSLERİNDE vereceğimiz alışveriş molasından sonra akşam yemeği ve konaklama için Giresun’da

In order to protect and enhance INTOSAI and IDl's reputation, IDI expects advisors to familiarize themselves with the IDI Code of Ethics as well as IDI policies on safeguarding

Bir üniversite tarafından kurulan, desteklenen, yönetilen ve bağlı bulunduğu üniversitelerin öğrencileri ve akademik personelin ihtiyacı olan bilgileri sağlayan