• Sonuç bulunamadı

1920-1980 tarihleri arası Türkiye'de sağ ve din

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "1920-1980 tarihleri arası Türkiye'de sağ ve din"

Copied!
93
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

DİN SOSYOLOJİSİ BİLİM DALI

1920–1980 TARİHLERİ ARASI

TÜRKİYE'DE SAĞ VE DİN

Mustafa ORHAN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Mehmet AKGÜL

(2)
(3)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

DİN SOSYOLOJİSİ BİLİM DALI

1920–1980 TARİHLERİ ARASI

TÜRKİYE'DE SAĞ VE DİN

Mustafa ORHAN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Mehmet AKGÜL

(4)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Mustafa ORHAN

(İmza)

(5)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU

Mustafa ORHAN tarafından hazırlanan 1920–1980 Tarihleri Arası Türkiye'de Sağ ve Din başlıklı bu çalışma 26.06.2010 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

Doç. Dr. Mehmet AKGÜL

Başkan İmza

Doç Dr. Bünyamin SOLMAZ

Üye İmza

Doç Dr. Fethi Ahmet POLAT

(6)

ÖNSÖZ

Sağ'ı siyasi bir kavram olarak günlük konuşmalarınızda oldukça sık bir biçimde kullanırız. Ancak ifade ettiği sosyolojik arka plana fazlaca dikkat etmeyiz. Bu da sağ'ın eksik algılanmasına neden olmaktadır.

Hem bu noktaya dikkat çekmek hem de din ile ilişkisini araştırmak için bu çalışmayı yapmış bulunmaktayız.

Çalışmamızda, sağın kavramları izah edildikten sonra, Türkiye özelinde sağ ve dinin ilişkisi inceleme konusu yapılmıştır.

Yakın siyasi tarihimizi yönlendiren sağ'ın din ile ilişkisi farklı zamanlarda farklı görüntü ve yoğunlukta tezahür etmektedir. Bu dönemleri kesin çizgilerle bir birinden ayırmak her ne kadar mümkün olmasa da karakter olarak belirginleşmiş dilimlere ayırmaya çalıştık.

Çalışmanın diğer araştırmacılara yeni ufuklar açmasını, küçükte olsa sosyal bilimler literatürüne katkı sağlamasını temenni ediyoruz.

Çalışmalarım boyunca emeğini esirgemeyen değerli hocam Sayın Mehmet AKGÜL Bey'e sonsuz şükranlarımı sunarım.

Mustafa ORHAN Konya – 2010

(7)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Mustafa ORHAN Numarası: 044245041001 Ana Bilim / Bilim Dalı FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ DİN SOSYOLOJİSİ Öğrenci nin

Danışmanı Mehmet AKGÜL

Tezin Adı 1920–1980 TARİHLERİ ARASI TÜRKİYE'DE SAĞ

VE DİN

ÖZET

Bu çalışmada, 1920 -1980 tarihleri arasında Türkiye'de din ve Sağ konusu, sosyolojik olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Sağ kavramı sözlükte, Ekonomi ve

siyasada eskiden yana olan, tutucu (kimse, görüş) anlamına gelir. Terim olarak ise,

eskinin ve kurulu düzenin devamını savunan, değişime ve yeniliğe karşı çıkan siyasi tutum ve davranışları ifade eder.

Çalışmanın ilk bölümde, Sağ'ın temel kavramları olan: İslamcılık, Muhafazakârcılık ve Milliyetçilik kavramları ele alınıp incelendi.

İkinci bölümde ise, Türkiye'de sağ ve Din açısından dönüm noktaları sayılabilecek; Tek parti dönemi, 1946–1960 tarihleri arası, 1960–1970 tarihleri arası, 1970–1980 dönemleri ayrı ayrı ele alıp incelenmiştir. Konunun daha iyi anlaşılması açısından Sol'a da zaman zaman değinilmiştir. Ayrıca Türk sağ'ı ve dünyadaki diğer sağ anlayışlar yeri geldikçe incelenmiştir.

(8)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Mustafa ORHAN Numarası: 044245041001 Ana Bilim / Bilim Dalı FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ DİN SOSYOLOJİSİ Öğrenci nin

Danışmanı Mehmet AKGÜL

Tezin İngilizce Adı 1920–1980 DATES BETWEEN RIGHT AND RELIGION IN TURKEY

SUMMARY

In this work, the subject “Religion and Right between 1920-1980” is tried to be explained sociologically. The concept “Right” in the dictionary means “the conservative person or view that are the supporter of the former in economy and politics.” As a term; it means “the political conduct and attitude which are the defender of the continuity of old and the present order and which is against the transformation and innovation .

In the first part of the work, the concepts Pan-Islam, Conservatism, Nationalism which are the main concepts of Right were discussed and studied.

In the second part, the years that is considered as the milestones in terms of Right and Religion in Turkey like “The Single-party rule, the years between 1946-1960, the years between 1960-1970, the years between 1970-1980,” were discussed and studied one by one. From time to time It is referred to “Left” to understand the subject better. Besides, it is obtained to clarify the subject by comparing the Turkish Right with the other right understandings in the world.

(9)

KISALTMALAR VE SİMGELER

AP: Adalet Partisi

CHP: Cumhuriyet Halk Partisi DP: Demokrat Parti

GSYH: Gayri Safi Yıllık Hasıla MHP: Milliyetçi Hareket Partisi MNP: Milli Nizam Partisi MSP: Milli Selamet Partisi

TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi TCF: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası V.b. : Ve benzeri

(10)

İÇİNDEKİLER

Sayfa no

Bilimsel Etik Sayfası ... iv

Tez Kabul Formu ... v

Önsöz ... vi Özet ... vii Summary ... viii Kısaltmalar ... ix Giriş ... 1 1. BÖLÜM Sağ Nedir? ... 3 1.1. Sağ'ın Sözlük Anlamı ... 3

1.2 Kavram Olarak Sağ ... 4

1.3. Sağ'ın Ortaya Çıkışı ... 5

1.4. Sağ'ın Geçirdiği Değişim ... 5

1.5. Türk Sağ'ı ... 7

1.6. Türk Sağ'ı ve Diğer Farklı Sağ Anlayışlar ... 11

2. BÖLÜM Türk Sağ'ının Temel Kavramları ... 13

2.1. İslamcılık ... 14

2.1.1. İslamcılığın Tanımı ... 14

2.1.2. İslamcılığın Ortaya Çıkışı ve Kronolojisi ... 14

2.2. Milliyetçilik ... 22

(11)

2.2.2. Kavram Olarak Milliyetçilik ... 22 2.2.3. Türk Milliyetçiliğinin Kronolojisi... 23 2.2.4 Türk Milliyetçiliği ve Din ... 25 2.2.5. Kemalist Milliyetçilik ... 26 2.3. Muhafazakarlık ... 28 2.3.1 Sözlükte Muhafazakarlık ... 28

2.3.2. Kavram Olarak Muhafazakarlık ... 28

2.3.3. Türk Muhafazakarlığı ... 29

3. BÖLÜM Türkiye'de Sağ'ın Ortaya Çıkışı ve Geçirdiği Aşamalar... 32

3.1. İlk Belirtiler ... 32

3.2. Tek Parti Döneminde Sağ ... 36

3.2.1 Tek Parti Döneminde Muhalefet ve Çok Partili Hayata Geçiş Denemeleri ... 39

3.3.1946-1960 Tarihleri Arasında Sağ ... 48

3.4. 1960-1970 Tarihleri Arasında Sağ ... 59

3.5. 1970-1980 Tarihleri Arasında Sağ ... 66

Sonuç ………. ... 73

Kaynakça ... 76

(12)

GİRİŞ

Bu çalışmada, 1920 ve 1980 tarihleri arasında Türkiye'de sağ ve dinin ilişkisi inceleme konusu yapılmıştır.

Ülkemizde ve diğer ülkelerde sağ ile ilgili çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmada sağ kavramının siyasi anlamının yanı sıra sosyolojik arka planı da çalışma konusu yapılmıştır.

Çalışma, 1920 ve 1980 yılları arasında olmak üzere sınırlandırılmıştır. Fakat takdir edileceği üzere sadece bu tarihlere sıkışıp kalmak, sağ ve din ilişkisinin öncesine ve sonrasına bakmamak zaman zaman konunun eksik anlaşılmasına neden olabileceğinden, daha önceki ya da sonraki tarihlere de yeri geldikçe göz atılmıştır.

Çalışma, genel olarak iki bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde, çalışmanın temellerini oluşturan kavramlar izah edilmiştir. Bu kavramların Türkiye’deki seyri yeteri düzeyde ele alınıp incelenmiştir. Ancak çalışmanın asıl problemi sağ ve dinin ilişkisi olduğundan kavramlar incelenirken çok fazla ayrıntıya girilmekten sakınılmıştır.

İkinci bölümde ise, Türkiye’deki olaylar, düşünceler, gelişmeler v.b ışığında sağ ve dinin ilişkisi sosyolojik olarak değerlendirilmeye çalışılmıştır. Konunun daha belirgin hale gelmesi için karşıt kavram olan sol kavramına da ayrıca zaman zaman atıfta bulunulmuştur. Bunun yanı sıra Türk sağı ve diğer sağ anlayışlarına da karşılaştırılmalı olarak yer verilerek konunun netleştirilmesi sağlanmıştır.

Çalışmanın temel amacı, Türkiye'de sağ ve dinin ilişkisinin doğru anlaşılmasını sağlamaktır. Yoksa sağ'ı ya da sol'u dine yaklaştırma ya da uzaklaştırma tavrına girilmemiştir.

(13)

Benzer saiklerden meydana gelen olayların, benzer sonuçları vermesi, kuvvetli ihtimal olduğundan, dünkü olaylar, yarınımıza ışık tutmaktadır. Dolayısıyla geçmiş olayları iyi tahlil etmemiz bugün ve yarında hata payını aza indirecektir.

(14)

1. SAĞ NEDİR?

1.1. SAĞ'IN SÖZLÜK ANLAMI

Kelimenin kökünü oluşturan sağ kavramı, sözlükte: “Ekonomi ve siyasada

eskiden yana olan, tutucu (kimse, görüş)" anlamına gelir. (Türk Dil Kurumu

Türkçe Sözlüğü, 1983: 1001).

Aynı kökten olan sağcı kavramı ise: “Eski ve kurulu düzenden yana olan

(kimse, görüş). Sağcılık yanlısı olan.” anlamlarına gelir. (Türk Dil Kurumu Türkçe

Sözlüğü, 1983: 1002).

Sağcılık ise: “Hiçbir yenileşmeyi istemeyerek kurulu düzenin olduğu gibi

korunmasını savunan ve bu bakımdan evrimsel değişikliği yeğleyen, solculuğun karşısında yer alan akımların genel adı.”dır. (Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü,

(15)

1.2. KAVRAM OLARAK SAĞ

Sağcılık, eskinin ve kurulu düzenin devamını savunan, değişime ve yeniliğe karşı çıkan siyasi tutum ve davranışları ifade eder.

Siyasal felsefe olarak sağcılık, Edmund Burke* tarafından 18. yüzyılda ortaya atılmıştır. O'na göre, insanlar önceki kurumlarından bir çırpıda kurtulmamalıdır. İllaki değişim yaşanacaksa eski kurumlar kademeli olarak değiştirilmelidir. Ancak o, yinede eski kurumların yeni kurumlardan daha iyi çalışacağına inanıyordu. Çünkü ona göre, eskilere alışılmıştı ayrıca onlar tecrübenin ürünüydüler ve saygıya layıktırlar. Yenilerin bu alışkanlığı ve saygıyı oluşturamayacağına inanıyordu.

Aynı şekilde yönetim de insanların alışkanlıklarına, tarihsel tecrübelerine uygun olarak geliştirilerek, değiştirilebilirdi.

Aslında Burke, değişime sıcak bakmıyor insanların alışkanlıklarından vaz geçemeyeceğini iddia ederek onları zamana uyarlamak adına yavaş ve küçük değişikliklerle geliştirilmesini savunuyor. Değişimden ziyade gelişimi savunuyor.

*

Edmund Burke, 12 Ocak 1729 - 9 Temmuz 1797 tarih leri arasında yaşamıştır. İngiltere Avam Kamarası'nda uzun yıllar milletvekilliği yapmış İrlandalı-İngiliz siyaset adamı, yazar, hatip, siyaset kuramcısı, filozof.

Özellikle Fransız İhtilali'ne karşı olmasıyla ve Kuzey Amerika'daki İngiliz sömürgelerinin bağımsızlık hareketine verdiği destekle hatırlanır. Fransız İhtilali karşıtlığı, tarihteki en ünlü muhafazakâr siyasetçilerden biri haline gelmesini sağlamış, Anglo-Amerikan muhafazakârlığının babası olarak anılmasına neden olmuştur.

Fransız İhtilali Üzerine Düşünceler adlı eserinde bu ihtilale ciddi eleştiriler getirdi. Önceleri şüpheyle karşılansa da, ihtilal sonrası Fransa'da Burke'ün öngördüğü şekilde karışıklıklar olması ve şiddet kullanılması üzerine, eser yaygınlaşan bir kabul gördü.

Burke 'liberal' bir muhafazakârdı. Toplumsal reformların evrimsel bir süreçte yapılması gerektiğini söylüyor, ancak devrimsel, topyekun değişim planlarına karşı çıkıyordu. (Bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Edmund_Burke 28.04.2010)

(16)

1.3. SAĞ'IN ORTAYA ÇIKIŞI

Siyasî anlamda sağ tabiri, ilk defa 1789’da Fransız İhtilâliyle kullanılmaya başlamıştır. 1789 tarihli Fransız Kurucu Meclisinin başkanı, Kraldı. Meclis üyeleri de asiller, ruhban ve halk temsilcilerinden oluşan bir gruptu. Bu kurucu meclis açıldığı zaman, asiller ile din adamları kralın sağında, halkın seçtikleri de kralın solunda yer almışlardı. İşte bu tarihten itibaren, sağ ve sol gruplaşmalar siyasî hayat içinde yerini almış oldu.

Sağcılık bundan böyle, kilise yandaşı olma, seçkinlik, mutlak monarşi, gelenekçilik, imtiyazlılık gibi anlamları ifade etmeye başladı.

1.4. SAĞ'IN GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİM

1789 Fransa’sındaki sağ anlayış, günümüze gelene dek pek çok değişim yaşadı. Fransız meclisinde, ihtilalin ve hükümdarlığın etkileri azalıp, günlük yaşama dönük sorunlar görüşülmeye başlanınca, başlangıçta çok belirgin olarak ikiye ayrılmış meclisin içinde tekrar bölünmeler oldu. Ağırlık merkezleri değişti. Eski sağın içinde yeni 'sağ'lar ortaya çıktı.

Eskiden Sol’da olan liberal ve radikal güçler, bazı konularda Sağ’dakilerle aynı görüşleri paylaştılar. O zamanın şartlarında insanlar hem hürriyetçi, hem tutucu, hem de milliyetçi olabiliyorlardı. Ancak yine de Fransız meclisindeki bu ilk ayrım sonradan tüm dünyada, siyasi farklılığın ve iki zıt görüşün tanımlaması oldu.

“Ancak, İkinci Sanayi Devrimi'nden sonra burjuvazi -ki o dönemin

devrimcileri, solu temsil etmektedir- siyasal -toplumsal merkezi ele geçirdiği zaman, kilise ve krallık gibi yapıları savunanlar politik merkezin dışına itilmiştir. Yani

(17)

burjuvazi, başlangıçta aristokrasiyi ve kilise otoritesini ortadan kaldırabilmek için devrimciliği temsil ederken, sonraları sosyal ve ekonomik krizlerin ortaya çıkardığı sorunları karşısında zor zamanlar yaşamıştır. Bu dönemde ortaya çıkan karşıt ideolojilerin, özellikle Marksizm'in eleştirilerini de dikkate alarak radikal alt üstlerin oluştuğu toplumsal yapıyı yeni bir özgürlük ve toplum modeline yaslanarak görece istikrara kavuşturarak, politik merkeze yerleşmiştir. Burjuvazi, Marksist meydan okumalara cevap üretebildiği gibi, radikal devrimler esnasında yerinden oynatılan geleneksel kurum ve değerlerle modern kurum ve değerleri tarihsel süreklilik içinde yeniden organize ederek merkezi otoritesini tahkim etmiştir. Ayrıca uzun vadede kendisine meydan okuyabilecek yeni düşünce yapılarına karşı iktidar yapısını düzenleyebilecek demokratik mekanizmalar geliştirmiştir. (Akgül, 2004: 110-111).

Böylece Sanayi Devriminden sonra, çevreyi ve statükoya karşı değişimi temsil eden proletarya, merkez sol haline geldi. Ve kendini devrimci politik çizgide konumlandırdı.

Sanayi devriminin sonucu olarak, kentlere yığılan kitlelerin Kapitalizm karşısında kendi doğasına yabancılaşacağına inanan sol, sosyal refahın tabana yayılmasını ve zenginliğin eşit dağıtılmasını talep etti.

Buna karşın geleneksel değer ve kurumlarla uyum içinde varlığını sürdüren yapı, sağ yahut muhafazakâr diye adlandırıldı. Proletaryanın merkez soluna karşı bu yapı da merkez sağ olarak konumlandı. Sol'un Sosyal Devletine karşın sağ, liberal toplum ve devlet yapısını savundu. (Bkz. Akgül, 2004: 110-111).

(18)

1.5. TÜRK SAĞ’I

Fransız, İngiliz, Alman veya Türk sağ'ı yahut sol'u arasında ülkelerin gelişim dinamiklerine bağlı olarak farklılıklar vardır. Mesela, “Fransız solu için

Cumhuriyetçilik ve din-devlet ilişkileri çok önemli iken, İngiliz solunda bu konu ancak ikincil önemde bir tartışma konusudur. İngiliz sağı Avrupa Birliğine şüphe ile yaklaşırken, Alman merkez sağı için Avrupa projesi kritik önemdedir.” (Demirel,

2004; 338)

Türkiye’nin gelişim dinamikleri de diğer ülkelerden farklı olduğu için sağ ve sol anlayışı, kendi şahsına münhasırdır. Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için Türk gelişim tarihini bu açıdan inceleyelim.

Osmanlı döneminde din eksenli eğitim-öğretim yapılmaktaydı. Medreselerde din merkezli eğitimle yetişen kişiler devletin yönetim kadrolarına gelebiliyorlardı. Mesela kadı, şeyhülislam v.b. gibi. Bu kimselerin, toplum içindeki sosyal statüsü yüksek idi. Bu kişiler toplum içinde ortaya çıkan sorunları çözüyor, her hangi bir durumda fikirlerini açıklıyor, kısaca toplumun fikir babalığını yapıyorlardı. Ancak modernleşme ile bu kişilerin fikirleri ve çözümleri devleti ayakta tutmak ve ayrıca devleti, Batı karşısında korumak için yetersiz kaldı. Çünkü artık şartlar değişmişti, toplum geleneksel toplumdan modern topluma doğru geçiş yapıyordu. Üretilen fikirler geleneksel tarzda olduğu için modern dönemde işe yaramamaya başladı. Ulemanın önerileri, işe yaramamasından dolayı uygulamaya konulmadı. Buna karşın modernleşmenin zorunlu kıldığı başka uygulamaların hayata geçirilmesi ulema tarafından tepki ile karşılandı. Bu arada modernleşme ile birlikte ulemanın boşalttığı alanı “mektepli aydın” doldurmaya başladı.

Mektepli aydın, sağ kitleyi tehlike olarak görmüş hatta dış tehditten ziyade iç tehdidin daha zararlı olduğunu söylemiştir. İç tehditten kasıt ulema yani medresede yetişmiş dini eğitim almış kişilerdi. (Bkz. Akgül, 2004: 114-117).

(19)

Aslında ulema hem devlete hem de mektepli aydına karşı yenik düşüyordu. Burada çatışma noktası Batı'nın kültürü mü yoksa medeniyeti mi alınmalı sorusunun cevabında yaşandı.(Akgül, 2004: 114-117).

Osmanlı'nın son dönemlerinde, Batı'nın hangi değerlerinin alınacağı, dönemin aydınlarının epeyce kafasını meşgul etmişti. Sonunda, kültür ve medeniyet kavramlarını bir birinden ayırarak çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Şöyle ki kültür, bir milletin öz değerlerini, medeniyet ise, daha çok fen ve teknolojisini ifade ettiği söylenmiştir.

Kültür, bir milletin uzun yıllar boyunca oluşturduğu yaşam şekli ya da olaylar karşısında ürettiği çözüm biçimidir. Medeniyette kültürün ete kemiğe bürünmüş somut görünümüdür. Bir milletin kültürüne tesir eden pek çok etmen vardır. Mesela Batı Medeniyeti dediğimizde inancın (Hristiyanlık), dilin, tarihin (Eski Yunan, Ortaçağ, Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi v.b.) ve gelenek göreneklerin etkisi vardır. Bütün bu ayrı parçalar bir araya gelerek Batı Medeniyetini ortaya çıkarmaktadır. Ya da Osmanlı Medeniyeti dediğimizde İslam'ın Türk dilinin, gelenek göreneklerin, önceki devletlerin v.b. faktörlerin sentezine diyoruz.

Hal böyle olunca bir milletin medeniyetine, kültürü de sinmiştir. Kültür ruh ise medeniyet bedendir. Dolayısı ile bir milletin medeniyeti alınırken kaçınılmaz bir şekilde kültürü de ithal edilir.

Değişimin medeniyet alanında olması gerektiğini modernlikle kültürün geliştirilmesini savunanlar sağcılar olurken, değişimin topyekun olduğunu kültür ve medeniyetin birlikte değiştirilmesini savunanlar ise solcular olmuştur. (Bkz. Akgül, 2004: 110-113).

Fakat Türk sağ'ı ve sol'unun Avrupa'dakine benzer bir biçimde içi dolu, ayağı yere basan kavramlar olarak kendini geliştirememiştir.

“Burjuvazisi, Aristokrasisi, Kilisesi, “sınıf-ı sanis”i henüz biçimlenmemiş ve Batı'dakine benzer bir sergüzeşt geçirmemiş toplumumuzda sağ'ın, olması

(20)

gerektiğinden çok farklı şeylere benzetilmesi tabiidir. Bu anlamda sol, Batı'daki şablonuna daha bir zahmetsiz oturuverir, sağ ise Babil Kulesidir” (Alkan, 1991: 6).

Bunun temel nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz;

Bu kavramlar, daha çok Avrupa'dan taklit yoluyla ithal edilmiş, üzerinde yeterince kafa yorulmamış kavramlardır. Bundan dolayı Türk sağ'ı geri kalmışlığı ve eski düzeni savunmanın etiketi olarak algılana gelmiştir. (Bkz. Akgül, 2004: 110-113).

Diğer bir sebep ise, “Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Batı karşısında

aldığı konumdur. Yani devletin kendini koruyabilmek ve varlığını sürdürebilmek için acilen modernleşmesi gerekmektedir. Bu yüzden aradaki ilişki karşılıklı bir iletişim ve etkileşimi değil, tek yönlü bir dayatma ve uygulamayı zorunlu hale getirmiştir.”

(Akgül, 2004: 13).

Türk sağı yaşadığı tecrübeleri çeşitli açılardan tahlil edip meselelerin altındaki anlamları içselleştiremediği için savunduğu ilkelerden ziyade muhalif olduğu ilkeleri izah etmeye çabaladı. Yani ne olduğunu değil, ne olmadığını açıklamaya çalıştı. Hal böyle olunca Türk sağı siyasal, sosyal ve ekonomik anlamda ilkesi ve programı olan düşünce yapısına dönüşemedi. Dolayısıyla Türk sağı olay ve olgular karşısında bilinçli bir tavır sergilemekten ziyade tepkisel tavır ortaya koydu. (Bkz. Akgül, 2004: 125). “Korumayı arzuladığı süreklilikler sebebiyle kollektivist ve

pozitivist doktrinlere hep karşı olmuştur. Bu doktrinlerin kaynağı olduğu düşüncesiyle Türk muhafazakârlığı özde Batı aleyhtarıdır.” (Akgül, 2004: 125).

Ayrıca değişim (modernleşme) iktidar tarafından yukarıdan aşağı doğru dayatılmış, aydınlarda bu değişimde memurluk görevi yüklenmiştir. “Türkiye'de sağ,

ıslahatların, tanzimatların, reformların, inkılapların ve devrimlerin zorla yeşertip büyüttükleri bir dağ bitkisine benziyor.” (Alkan, 1991: 5). İktidar dışında bağımsız

aydın profilinin olmayışı da bu kavramların Batı'daki anlamda oluşamamasına neden olmuştur.

(21)

Türkiye'de modernleşme esnasında devlet-aydın-toplum bir noktada birleşip ortak bir alan oluşturamamış, aksine çatışma içinde olmuştur. “Devlet bürokrasisi

elinde bulundurduğu güç ve uygulamaya koyduğu politikalarla Batı tehdidine karşı devleti ayakta tutmaya çalışırken, modern aydınlar ise, eğitim ve öğretim düzeylerine, tercüme kitaplar veya yabancı dil bilgilerine ve yurt dışı deneyimlerine göre algılayabildikleri Batı toplum modellerini, toplumsal dinamiği ve dokusu bütünüyle farklı topluma aktarmaya gayret etmişlerdir. Bu süreç içinde devletin yukarıdan aşağıya doğru başlattığı zorunlu ıslahat ve reform girişimleri ve aydınların temsilcisi olduğu yeni ve kendilerine yabancı dünya görüşü sebebiyle, olan bitene anlam veremeyen ve politik merkeze uzak kalan halk, geleneksel değerler ve kurumlara, biraz da savunma psikolojisiyle bağlı kalmış, devlet ve aydınlar karşısında hep mesafeli bir yaklaşım sergilemeyi alışkanlık haline getirmiştir.”

(Akgül, 2004: 113).

Halkın merkez ve aydına karşı aldığı bu tavır onu merkezin dışına itmiş, geleneksel değerlere hapsetmiştir. Yani halk, merkez ve aydına tepki olarak sağcılaşmıştır. Bu algıya bağlı olarak aydın ve merkez, sol olarak görülmüştür. Sonraki zamanlarda halk, özellikle eğitim-öğretim aracılığı ile modernleşme sürecine dahil olmaya başlamıştır. Bundan dolayı Türk Sağ'ı “geleneksel; tarih, kültür,

medeniyet anlayışının sürekliliklerini modern zamanlara taşıyan bir birikimi temsil etmektedir.” (Akgül, 2004: 114).

Ayrıca komünist olmayan herkesin sağcı olduğu algısıda vardı. Bu kavramın içine bütün milliyetçiler, liberaller, dindarlar, maneviyatçılar, örf ve âdetlerini, geleneklerini korumak isteyen herkes dahil edilebilir.

“Sağ kimliği belirleyen iki müşterek var: Din gayreti ve bayrak aşkı! Bu iki

unsur, muhtelif dozlarda bir araya gelerek sağı tarif ederler.” (Alkan, 1991: 6).

Bu anlamları ifade eden Sağ, kimi zaman milliyetçilikle de beraberlik arz etmek suretiyle devletin selameti, devamlılığı gibi ulusal söyleme bürünse de genel

(22)

olarak liberal ve cumhuriyetçi anlayışla birleşerek tutucu bir görünüm sergilemiştir. Hülasa, Türk sağı, içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak kendine has bir karakterde ortaya çıkıp gelişmiştir.

1.6. TÜRK SAĞ'I VE DİĞER FARKLI SAĞ ANLAYIŞLAR

Yukarıda da değinildiği üzere Türk sağı kendine has bir üslupla gelişti. Şimdi onu diğer sağ anlayışlardan ayıran noktalar ile diğer sağ anlayışlarla birleştiği hususlardan bahsedeceğiz.

Bizde solcuların genellikle ortanın sağında siyasetler savunması, sağcıların ise sol programlar geliştirip durması (Bkz. Alkan, 2005). Türk sağ’ının en tipik özelliğidir.

Türk sağ'ının diğer bir özelliği ise; gönül verilen değerlerin sorgulanmaması, doğruluğunun ya da yanlışlığının irdelenmeden bir inanç meselesi gibi koşulsuz şartsız kabul edilmesidir.

Ayrıca eskiye öykünme, önceki zamanlara özlem hiç bitmemiştir. Osmanlı'nın yüzyıllar boyu dünyayı adaletle yönettiği, hep anlatıla gelmiştir. Eski görkemli günlerin tekrar yaşanabileceği ama bunun için iyi bir liderin yeterli olacağına inanılır. İyi bir iktidarın ülkeyi eski güçlü günlerine döndüreceği kabul edilir ama kimse bu yönde gayret göstermez ve proje hazırlamaz. Yani bir öz güvensizlik ve kendine acıma duygusu vardır.

“Siyasetle gülüp, siyasetle üzülmek Türk sağında köklü bir alışkanlıktır! Çünkü

Türk sağı, elinde bir “sihirli değnek” olduğuna, bütün meselenin iktidara gelerek bu sihirli değneği memlekete dokundurmaktan ibaret bulunduğuna inandırılmıştır. Bu “sihirli değnek”, evvela, peşinden gidilen ve büyük bir “sadakat”le bağlanılan

(23)

liderlerdir. Türk sağının liderleri hiç yanılmazlar, hiç hata yapmamışlardır: o yüzden “değişme” ye de hiç ihtiyaçları yoktur! O halde, taraftarlara düşen görev de, liderleri desteklemek, itaat etmek ve iktidara taşımaktan ibarettir. Karşılaşılan musibetler ise, sadece “iç ve dış düşmanların” hilelerinden veya durup dururken müdahale eden “hesap dışı” güçlerden kaynaklanmaktadır.” (Akyol, 1991: 13).

Bütün bu sayılan hususlar, Türk sağına has olup diğer ülkelerdeki sağ tavırlarda bu tip algı ve davranışlara pek rastlanmaz.

Diğer ülkeler ile Türkiye’deki Sağ arasındaki fark ise; Türkiye'nin aksine diğer ülkelerde, kendilerini daha çok solcu olarak algılayan insanların eğitim ve gelir düzeylerinin nisbi olarak geri olması, bu bulgudan hareketle, Türkiye dışında solun daha "geleneksel" bir tabana sahip olduğunu söylemek mümkündür. Zira, eğitim ve geliri düşük kesimler, bilindiği gibi, ücretli sınıfın alt kesimlerini oluşturuyor. Türkiye’de ise bu kesimi Sağ temsil etmektedir.

Türkiye ile diğer ülkeler arasında ortaya çıkan bir başka farklılık, Türkiye'nin aksine, diğer ülkelerde kendilerini daha çok solcu olarak algılayan bireylerin "mülkiyetin daha çok kamuda kalması gerektiğini" ve "toplumsal sistemin adaletsiz olduğunu" düşünen bireyler olmasıdır. Türkiye'de sağ/sol konumlamasında bu iki etkenin ayırt edici değişkenler olmaması, bireylerin sağcılık/solculuk açısından mülkiyet biçimi itibarıyla kayıtsız ve toplumsal sistemin adaletsizliği konusunda "mutabık" oldukları biçiminde yorumlanabilir. Diğer bir anlatımla, öznel konumlamalar açısından sadece solcular değil sağcılar da toplumsal sistemin adil olmadığını düşünürler. Aynı şekilde, mülkiyetin kamuda kalmasını savunan ve kendilerini sağcı olarak algılayan kişilerin sayısı aynı biçimde düşünen ve kendilerini solcu olarak niteleyen insanların sayısından daha az değildir.

Türkiye'de ve diğer ülkelerde, hayatında dinin daha önemli olduğu kişiler, kendilerini daha çok sağcı olarak değerlendiren insanlardır. Bu özellik ise, Türkiye ve diğer ülkelerdeki sağ’ın ortak noktasıdır. (Kirmanoğlu, 2006)……

(24)

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türkiye'de sağ nev-i şahsına münhasır bir şekilde gelişti. Bir taraftan milli ve yerli olmayı korumaya çalıştı bir yandan da mevcut düzene uyum sağladı Türkiye'de sağ hep bu paradoks içinde yaşadı. İktidarın dönüştürücü etkisi nefesini hep üzerinde hissettirdi.

(25)

2. TÜRK SAĞ’ININ TEMEL KAVRAMLARI 2.1. İSLAMCILIK

2.1.1. İSLAMCILIĞIN TANIMI

Sözlükte İslamcı, Müslümanlığın esaslarını sadece dinî hayatta değil, hukuksal, ekonomik ve siyasal düzenlemelerde de geçerli kılmak isteyen kimse anlamına gelir.

“İslamcılık ise, İslamcı olma durumu. Bütün Müslümanları bir yönetim altına

toplama amacını güden siyasal ülkü.” (Türk Dil Kurumu, 2009) anlamlarına gelir.

Terim olarak İslamcılığı, “siyasal davranışın Müslümanlık algısıyla buluştuğu

her noktada ortaya çıkabilen bir kimlik, bir algı” (Aktay, 2004: 18). olarak

tanımlayabiliriz.

Daha başka bir ifade ile İslamcılığı, “Ne tür bir İslam yorumuna sahip

oldukları önemli olmaksızın, siyasal pratiğinin merkezine İslam’ı koyan her türlü

Müslüman oluşumu” (Aktay, 2004: 18). şeklinde tarif edebiliriz.

2I.1.2. İSLAMCILIĞIN ORTAYA ÇIKIŞI VE KRONOLOJİSİ

İslamcılık, Dünyada ilk defa 19. yüzyılın ortalarında Hindistan’da ortaya çıktı. (Bkz. Mardin, 2001c: 9). Bizde ise, Osmanlının yıkılma dönemlerinde, yıkılmayı önlemek için geliştirilmiş bir projedir. Somut olarak, Abdülaziz döneminde, dış politika aracı olarak var olmuştur. (Bkz. Türköne, 2003: 29-30). Ancak daha önceki tarihlerde de izlerine rastlanır. Şöyle ki, 1774 yılında Rusya ile imzalanan Küçük Kaynarca antlaşmasında, Sultanın imparatorluğun dışındaki Müslümanlarında manevi lideri olduğu belirtiliyordu. (Bkz. Landau, 2001: 26).

(26)

haline gelen Müslüman devletleri bağımsızlığa kavuşturmak amacıyla geliştirilmiş bir siyasal kurtuluş ideolojisi, bir siyasal projedir. Tarihi boyunca daima siyasal bir görünüme ve işleve (ve hatta kimi yorumculara göre amaca) sahip olmasına ve daha öncede kendisinden inanç üzerine temellenen siyasal teoriler üretilmesine rağmen, ilk kez İslamcılık akımıyla birlikte bir siyasal eylem planına adını veren İslam dininin, siyasal kurtuluş projesi olarak yeniden yorumlanmasındaki ana etken, modernleşmiş Batı’nın siyasal, ekonomik ve kültürel gücünü bu gücün tasallut olarak Müslüman ülkelere yönelmiş oluşunu Müslüman bilinçte meydana getirdiği kırılmalardır. (Kurtoğlu, 2004: 201).

Bu kırılmalar, Müslüman zihinde Batı’nın ilerleme gücünü kendilerine borçlu olduğu düşünülen kavram ve kategorilerle daha da genişleyen ve söz konusu kavramların Müslüman hafızanın muhafızlığından yerlileştirilmesi yoluyla kapatılmaya çalışılan büyük yarıklar oluşturulmuştur. Bu nedenledir ki, İslam dünyasında modernleşme hareketleri bir tür dini hareketler olarak ortaya çıkmış ve öyle devam etmiştir, bir başka deyişle modernleşme teşebbüsleri dinin ve dini yorumlama çabalarının bir parçası olmuştur. (Bkz. Kurtoğlu, 2004: 201).

İslamcılık, ortaya ilk çıktığında devleti kurtarmayı amaçlıyordu. Daha sonraki zamanlarda ise, devletin imkan ve gücünü kullanarak, toplumu biçimlendirme çabasının adı oldu. Türkiye’de İslamcı hareket köyde değil, şehirde ortaya çıktı. Ezilen, itilen, dışta kalan insanların taleplerini siyasi alana taşımaya çalıştı. İslamcılar her ne kadar şehirde ortaya çıksa bile, özellikle İran ve Mısırdaki İslamcılar, modern şehrin konseptini İslam dışı buldular. Zira şehir, geleneksel değil moderndi. Her ne kadar kıyısında köşesinde gelenekten ve dini renklerden kırıntılar taşısa bile, İslam’a göre kurulmamış gözüyle baktılar. Ancak Türkiye’de böyle olmadı. Diğer ülkelerde olduğu gibi şehirden köye doğru değil, köyden şehre doğru göç oldu. 1950’lerde başlayan bu göç 60’larda hız kazandı. Daha sonraki yıllarda tekrar bir göç dalgası yaşandı.

(27)

Sonraki yıllarda ise İslamcılar, hızlı bir değişim sürecine girdi. Ali Bulaç bu süreci şöyle anlatıyor: “Bu hızlı sürecin fay hattı üniversiteler oluyor. Çünkü eskiden

Cumhuriyet birinci nesli içine almıyordu, sisteme katmıyordu. Hatta bir ara Ankara’ya çarıklı, şalvarlı insan bile alınmıyordu. Dışarıda kalıyordu. O da darılıyordu Cumhuriyete. Diyordu ki: ‘Beni madem almıyorsun, bende sana katılmıyorum; çocuğumu okula göndermiyorum.’ Biliyorsunuz başlangıçta insanlar erkek çocuklarını dahi okula göndermediler, sonra erkek çocuklarını göndermeye başladılar, ama bu sefer kız çocuklarını göndermediler ve bunda uzun süre ısrar ettiler. Dün Ankara’ya çarıklı ve şalvarlı insanları almayanlarla, bugün çarşaflı kadınları şehrin mekanlarından temizlemek, başörtülü kızların okuma haklarını elinden almak isteyenlerle aynı zihniyeti paylaşıyorlar.

... sonra çocuklarını üniversiteye göndermeye başladılar. Üniversitede yeni bir

durum ortaya çıktı.” (Coşkun, 2001b: 35-36).

Üniversitelere önce erkekler girdi. Ardından kızlar. Kızlar başta sadece derse girip çıkarken, zamanla derslere katılmaya başladılar. Bu durum İslamcıların birey olarak “ben de varım, beni de dinleyin” demesinden başka bir şey değildi. Bir zamanlar kıyıda köşede sessizce oturan İslamcılar 1960-1970'lerden sonra artık taleplerini dile getirmeye başladılar. Dolayısı ile İslamcılık taleplerin dile getirildiği araç haline dönüştü. (Bkz. Coşkun, 2001b: 35-36)..

Hülasa, İslamcılığı tarihsel süreç içinde üç aşamada inceleyebiliriz. İlk aşamada hedef devleti kurtarmaktı.

19. yüzyıla kadar sürekli genişleyen ve gittiği yere hükmeden bir devlette yaşayan Müslümanlar, bu yüzyılda kendilerini yabancı güçler arasında sıkışmış, sürekli toprak kaybeden ve eskiyle yeni arasında bocalayan bir durumda buldu. Bu olay, İslamcılığın temel arka planını oluşturur. Daha açık bir ifadeyle İslamcılık, başlarda anti-emperyalizm olarak ortaya çıktı. (Bkz. Landau, 2001: 26).Yani ilk nesil İslamcılar, ortaya çıkan konjektüre, tepki olarak ortaya çıkmıştır. İslamlaştırma,

(28)

İslam’a dönme ana hedeflerdir. (Bkz. Bulaç, 2004: 48).

İlk İslamcı neslin ortaya çıkmasında iki ana faktör vardır.

Bunların ilki: Osmanlı devletinin askeri, siyasi ve ekonomik alanlarda gerilemesi ve 1789 Fransız ihtilalinden sonra, ırkçı – milliyetçi hareketlerin, siyasi hareketi tehdit etmesidir.

Arapların Osmanlı’ya savaş açmasıyla büyük yara alan proje, daha sonraki dönemlerde kendini yenileyerek varlığını devam ettirmiştir. Dönemin şartları ve konjonktür bu yeniliğe yön vermiştir.

İkinci sebep ise, 1856 Islahat Fermanının doğurduğu sonuçtur. 1839 Tanzimat Fermanı metninin yazılışında kullanılan dil her ne kadar dini ve yerli retoriğe bağlı olarak yazılsa da bu olay devletin, gönüllü olarak idari geleneklerinden koptuğunun ilk göstergesi olarak algılandı. 17 yıl sonra, Islahat Fermanının ilanıyla birlikte, bu kopuşun net bir şekilde ifade edildiği iddia edilerek, bir takım tepkiler ortaya kondu. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi ilk İslamcı nesli, Batı’nın reform paketlerinin hem içerik hem de form olarak aynen alınmasına karşı çıktılar, hatta karşı çıkmakla kalmayıp kendi kavramsal yapılarını da inşa ettiler. (Bkz. Bulaç, 2004: 52-53).

İkinci nesil İslamcıların kafasındaki temel kurgu, devletin gücünü kullanmak suretiyle toplumu yönetmek ve şekillendirmekti. İslamcılık, üst kimlik olup, birleştirici bir niteliğe sahiptir.

Tanzimat ricalinin zihninde kurucu ve dönüştürücü unsur “Batı”lılaşma iken, ilk İslamcı neslin kafasındaki kurucu ve dönüştürücü unsur “İslam”dır. Buradaki asıl düşünce şu idi: toplumun en büyük ve en muktedir yapısı devlettir. Değişimin, İslam mı Batı mı yönünde olacağına devlet karar verir. O halde, devletin önemli mekanizmalarını ele geçirerek, değişim ve dönüşümün İslam yönünde olmasını sağlayalım, diyorlardı. Bu, diğer Tanzimat ricalinin kafasında da var olan bir plan idi. (Bkz. Bulaç, 2004: 52).

(29)

2. Abdülhamid’in görevine, 1908 yılında İttihad ve Terakki komitesi tarafından resmi olarak son verilmesinden sonra, İslamcılık (Pan-islam) hareketi ciddi bir gerileme yaşadı. İttihad ve Terakki, 1. dünya savaşına kadar, soğukta olsa bu harekete destek verdi. Çünkü, şartlar gereği kendilerini korumak için bu desteği vermeleri gerekiyordu. Bununla birlikte bu hareketin mensupları daha sonraki zamanlarda Pan-Türkçülerin yanına doğru kaydılar.

Özellikle Milli Mücadele zamanında İslami kimliğin önemi arttı. “Bir çok

yörede Müdafaa-i Hukuk örgütlenmesi, ‘İslam milleti’ni gavura karşı seferber etme misyonuyla işe başladı” (Bora, 1998: 116).

1. Dünya savaşı sırasında da İslamcılık akımının önemi daha da arttı. İttihat ve Terakkicilerde bu kartı iyi kullandı. İmparatorluğun dışında kalan Müslümanların özgürleştirileceği söylendi. (Bkz. Landau, 2001: 121).

Bu bağlamda düşünüldüğünde ülkemizde İslamcılık, “geniş halk kitlelerinin o

kadar kesin çizgilerle ifade edilmeyen, yazıya geçtiği zaman bile teorik konulardan çok, bir “İslami Nizam” gerçekleştirmeye çalışan arayışlardır.” (Mardin, 2001c:

9).

1924, İslamcıların hem siyasi hem de kurumsal düzeyde Osmanlı Devletiyle birlikte tasfiye edilmeleri tarihine işaret eder. Bu tarihte Şer’iye ve Evkaf Vekaleti yerine Diyanet İşleri kurulmuş, Tevhit-i Tedrisat Kanunu çıkarılmış ve en önemlisi Osmanlının merkezi kurumu olan hilafet kaldırılmıştır.

İslamcıların öne çıkardıkları “Tecdit, ıslah ve ihya” gibi argümanlar yerlerini devletin bir tercihi olarak “Batılılaşma” ya bırakmıştır. İslamcıların dinin aslına dönüş talepleri, kendi formülasyonu ve amaçları bakımından gündemden inmiş bu kavram daha çok İslam içinde bir tür Protestanlık eğiliminin güçlenmesi yönünde Batıcı akımların elinde “işe yarar” yardımcı bir argüman olarak kullanılmaya başlanmıştır. (Bkz. Bulaç, 2004: 48).

(30)

tasarımını savunmuşlardır. Bu neslin ortaya çıkışını, 1950’li yıllara tarihleyebiliriz. Bununda nedeni ise, bu tarihlerde Türkiye’de Çok partili hayata geçilmiş, yine modern devlet formatında Pakistan adı altında Müslüman bir devlet kurulmuş, aynı zamanda Mısırda İhvan-ı Müslimin* politik bir kimlik değişimine gitmiştir. Ayrıca İran’da Musaddık**

hareketi patlak vermiştir.

Birinci ve ikinci nesil İslamcılar (İslamcılık-İslami hareket) arasındaki farkı, şu beş noktada toplamak mümkün. (Bkz. Bulaç, 2004: 66-67).

1. İslamcılık, devletin İslamcı talepler doğrultusunda bir reform ve ıslahat hareketi olarak ortaya çıkmışken, İslami hareket devletin çok uzağında, hatta karşıtında bir noktadan devlete siyaseten bir yönelme olarak şekillendi.

2. İslamcılık bir reform programıydı, ama fikir ve teorik vurgusu siyasi vurgusundan önemliydi; İslami hareket ise toplumsal kenarın, önemsiz addedilen çevrenin siyasi tepkisi ve talebidir. Yani belli bir kesimin sesidir. İslami hareket, İslamcı entelektüel ve fikri birikimi hiçbir zaman reddetmedi, ama siyasi talepleri çoğunlukla sosyo-ekonomik ağırlıklı olduğundan bu birikimi geliştirme, zenginleştirme gayretini de göstermedi. İslami hareketin temel varsayımlarına göre, güçlü bir fikri birikim, siyasi iktidarın buna destek vermesiyle sağlanacaktı.

*

İhvanü'l-Müslimin, Hasan el-Benna'nın 1928'de Mısır'ın İsmailiye kentinde kurduğu dini siyasi örgüt. Modern bir İslam toplumu kurulabilmesi için Kur'an ve Sünnet'in kılavuzluğuna dönülmesini savunuyordu.

Mısır'da 1938'den sonra siyasi nitelik kazanmaya başladı. 1952'deki Hür Subaylar Darbesi'nden sonra tüm partiler ile beraber kapatıldı. Yeraltına çekilen Müslüman Kardeşler, öğrenciler arasında husursuzluk çıkardığı gerekçesiyle tekrar kapatıldı. 1954'te Cemal Abdülnasır'a yönelik suikast girişiminden sonra, altı lideri vatana ihanet suçundan idam edildi ve hareket şiddet yoluyla bastırıldı. 1980'lerden itibaren tekrar canlanma dönemine girdi.

*

*Muhammed Musaddık, (d.16 Haziran 1882, ö. 5 Mart 1967), İran'daki İngiliz petrol tesislerinin millileştiren ve başbakanlığı sırasında (1951-1953) Şah Muhammed Rıza Pehlevi'yle büyük bir iktidar çekişmesi içine giren İranlı siyasi önder. 1951 yılında İranda Başbakanlığına geldi ve 1953 yılında darbe ile görevden uzaklaştırıldı.

(31)

3. İslamcı hareketin önder profili ulema, aydın-ulema veya geleneksel ve modern iyi eğitim almış seçkinci bir zümreydi, İslam’ın tarihsel ilim ve kültür mirasıyla bağları kuvvetliydi; İslami hareket ise toplumsal kenarın reaksiyonunu dile getiren aydın profilini önder kadro olarak seçmiştir. Yani daha çok aksiyon adamlarıydı. Bunlar da çoğunlukla Batılı eğitimden geçmiş mühendisler, avukatlar, yazarlar, gazeteciler ve profesyonel siyasetçiler vb. "modern kategorinde yer alan aydınlardan oluşmaktadırlar. İslami hareketin önderleri düzenli bir örgün eğitiminden geçmemiş olsalar bile, gerekli zihni ve kültürel formasyonlara sahip kimselerdir. Modern aydın tutumuna uygun olarak İslam’ın tarihsel mirasıyla ilgileri ya çok zayıftır yada hemen hemen yok gibidir.

4. İslamcı hareketlerin "gelenek"le arasının pek iyi olduğu söylenemez; İslamcılığın geleneği bütünüyle ve radikal bir tutumla reddetme gibi bir projeleri olmamasına rağmen, en azından Selefi bir bakış açısından geleneği ıslah etme, hatta rasyonelleştirme gibi görünür bir hedefi vardı. İslami hareketler ise İslamcılığın da beslenme kaynağı olan Selefiligi uç noktalarına götürerek ya gelenekle aralarına kapanması güç mesafeler koydular ya da geleneği tümüyle mahkum etme yolunu seçtiler. Kısaca din, gelenek ve modernlik çatışmasında İslamcılık, bir yandan modem bir hedefe yönelirken gelenekle göbek bağını sürdürmeye çalışıyordu; İslami hareketler ise arazi üzerinde genel bir temizlik yapıp "modem bir İslami yapı" inşa etme projesi olarak kaldı ve bugüne de öyle geldi. (Bkz. Bulaç, 2004: 66-67).

5. İs1amcılık bir ölçüde güçlü bir fikri ve siyasi ideolojiydi; onun siyaset

sahnesinden çekilmesine yol açan en önemli gelişme siyasi ve askeri alanda uğradığı başarısızlık, yani İslam dünyasının yüzde 80'inde kurulan sömürge yönetimleri ve sömürge olmayan yerlerde İslamcı

(32)

akımlara kendilerini ifade ve temsil etme imkanı vermeyen Tek Parti'ye dayalı otoriter rejimlerdi. İkinci nesil İslamcılar ise, kendi içlerinde pek de homojen sayılmazlardı. Dışarıdan aldıkları etkiye veya siyasette temsil ettikleri sosyal sınıflara göre belli İslami yaklaşımlara sahipti. Sözgelimi Doğu Bloku'ndan ve Sovyet komünizminden etki alanlar daha çok İslam’ın sosyal adalet boyutunu öne çıkarıyor, bazen bunu "İslam sosyalizmi"yle bile formüle ediyorlardı. Buna karşılık Batı'dan etki alanlar ise daha çok demokrasi, liberalizm yönünde yaklaşımlar geliştiriyorlardı. Bu hareketlerin örgütlenme biçimleri ve örgüt yapıları

da benzer farklılıklar gösteriyordu” (Bulaç, 2004: 66-67).

Son zamanlarda ise, cemaatçilik olarak algılanmaya başlandı. Bu nesil daha çok küreselleşme etkisinde kalan, söylemlerinde bireyi daha fazla ön plana çıkaran nesildir. İlk iki nesilden oldukça farklıdırlar, ancak bu onlardan tamamen koptukları anlamına gelmemeli. (Bkz. Bulaç, 2004: 49-50).

(33)

2.2. MİLLİYETÇİLİK

2.2.1 SÖZLÜKTE MİLLİYETÇİLİK

Kelimenin kökü olan milliyet kelimesi sözlükte, “ulusallık, ulusçuluk: millyet

davası. Bağlı bulunulan ulus, tabiiyet” (Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü, 1983;

837) anlamlarına gelir.

Milliyetçi kelimesi ise, “ulusçu.” (Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü, 1983; 837) anlamına gelir.

Milliyetçilik ise, “Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını

her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk, ulusalcılık, nasyonalizm (Türk Dil

Kurumu, 2009). anlamlarına gelir.

2.2.2. KAVRAM OLARAK MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçilik kavramının temelinde, “biz kimiz” sorusu vardır. Bu soruya verilen cevap aynı zamanda o milletin kendine yüklediği anlamı ifade eder. Bir noktada kavramın sınırları çizilir. Şöyle ki;

“Milliyetçi hareketlerin oluşumunda, milli devletin kuruluş süreci belirleyici bir önem taşıyor. Zira bu hareketlerin oluşum evresindeki söylemler, imgeler,

anlatılar nebula*sına bir şekil vererek milli kimliğin de resmini çizen uğrak, milli

devlet ve onunla birlikte teşekkül eden modern iktidar aygıtıdır. İktidar, icraatıyla ve söylemiyle, bir millet ve bir kimlik kurar; "aslında kimiz?" ve "nasıl olmalıyız?" sorularının cevaplarını sabitler.” (Bora, 1998: 13). tabi bu sonradan var edilen bir

kurgu değildir. Modern-öncesinden milletleşme sürecine taşınan malzemeye, daha doğrusu bu malzemenin milletleşme ve modernleşme sürecindeki işleniş biçimlerine

*

Göz bebeğine yerleşen duman biçiminde nedbe dokusu.

(34)

dayanır. Milletin ve milli kimliğin özsel değerler, 'kendinde' şey'ler olmadığını söylüyorsak, milli kimliğin neyle (hangi özle) değil nasıl kurulduğuna bakmalıyız. Çünkü o “öz”e yüklenen vasıfları da belirleyen milli kimliğin kuruluş biçimidir. Bu süreçte üretilen argümanlar, tartışmalar, tasavvurlar, kaygılardır.

Türkiye’de milliyetçiliğin oluşumuna ve milli kimliğin inşasına ilişkin yorumlarda, bu sürecin kurgusal boyutunun ihmal edilmesi hatta önsel olarak reddedilmesi esastır. (Bkz. Bora, 1998: 13-14).

“Jön Türkler zamanında başlangıcı görülen Türkçülük hareketi 1980’erde lengüistik (dilbilim) Türkçülük halini almış, Şemsettin Sami'nin eserlerinde bir lisaniyat (dilbilim) sorunu olmuştu. 1893 tarihinde İkdam gazetesinin "Türk gazetesidir" başlığıyla çıkması Türkçülüğün kültürel bir hareket olarak gelişeceğinin işaretiydi. İkdam kadrosunda Türkçülüğe kültürel açıdan bakan Necip Asım, Veled Çelebi ve Emrullah Efendi gibi yazarları topluyordu. Bu kimseler de Türklerin ana kültürel niteliklerinin neler olduğunu tespit etmeye çalışıyorlardı. İkdam da siyasi bakımdan muhafazakâr bir gazeteydi, fakat gene "milliyet" fikrinin sonradan, Türkiye'deki önemini göz önünde tutarsak bir önderlik görevi gördüğü açıktı.”

(Mardin, 2001b: 62).

2.2.3. TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KRONOLOJİSİ

Türk milliyetçiliğinin geçirdiği aşamaları kronolojik olarak şu şekilde sıralayabiliriz:

Milli Mücadele ve Cumhuriyetin Kuruluş dönemi: Türk milliyetçiliğinin Meşrutiyet döneminden süregelen birikiminin ulus-devlet ideolojisine dönüşmek üzere yoğrulduğu evredir.

(35)

Tek Parti dönemi: Türk milliyetçiliğinin resmi ideoloji -hatta bir tür "din ikamesi" olarak inşa ve tahkim edildiği bu evrenin, özellikle "Atatürk milliyetçiliği"nin niteliğine ve karakterine ilişkin, en fazla tartışmaya konu olduğu dönemdir.

1950-1960 dönemi: Türk milliyetçiliklerinin gelişmesi açısından DP iktidarı devrini bir “ara dönem” sayabiliriz. Resmi milliyetçiliğin müstakil bir siyasi isim olarak milliyetçiliğin ön plana çıkmadığı, mayalanmakta olduğu bir dönemdir. Öte yandan bu evre, anti-kominizmin milliyetçiliğe yön veren üst-ilke konumunu edinmesine tanıklık eder.

1960-80 dönemi: Politik kutuplaşma ve genişleyen demokratik siyasal katılım sürecinde milliyetçiliğin müstakil bir siyasi kimlik olarak ayrışma istidadı gösterdiği, içeriğini doldurmaya ilişkin farklı önerilerin çatıştığı, öte yandan “doğal” bir siyasi sıfat olmaktan görece uzaklaştığı hegomonik gücünün sarsıldığı bir evredir.

1980-1990 dönemi: Resmi milliyetçiliğin "zorunlu ideoloji" olarak restore edildiği bir evre.

1990 sonrası: Bu dönem, milliyetçiliğin farklı saiklerle olağanüstü canlandığı bir evre olması bakımından dikkate değerdir. Reel-sosyalist sistemin çöküşü ve eski Sovyetler Birliği bünyesindeki Türk ülkelerinin bağımsızlaşması, bütün dünyada etno-kültürel aidiyetlere dayalı kimlik siyasetinin dinamizm kazanması ve tabii Kürt sorununun tazyiki, Türk milliyetçiliğinin değişik yönelimlerine ivme vermiştir. Bu dönemin olgularından biri Türkçülüğün canlanması, daha kalıcı ve derin etkileri olan bir diğeri ise, piyasa/tüketim ve medya/eğlence kültürü içinde yeniden üretilen popüler, sıradan milliyetçiliğin gelişmesidir. (Bkz. Bora, 1998: 21).

(36)

2.2.4. TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE DİN

Milliyetçilik Avrupa, Arap ve nihayet Arnavutlardan sonra, en son olarak bize gelmiştir. Bununda temel nedeni; Osmanlının, Türkler tarafından kurulması ve daha da önemlisi, çok uluslu olmasıdır. (Bkz. Gülalp, 2003: 31).

Tarihsel olarak baktığımızda kurtuluş savaşı sırasında milliyetçilik ve milli kimliğin kurulması meselesi üzerinde fazlada kafa yorulmamıştır. Bu durumun kurtuluş savaşı sonrasında da bir müddet devam ettiğini söyleyebiliriz. (Bora, 1998: 20).

İlk milliyetçilik hareketinde, ‘öz’e dönmeye vurgu yapılmaktadır. (Bkz. Bora, 1998: 15-16). Zira o dönemde Osmanlı devleti dağılma süreci içerisindedir. Osmanlıyı kurtarmanın yolu olarak da bu öze dönüş gösterilmektedir.

Yine Türk milli kimliğinin kurulmasında dinin yeri oldukça büyüktür. İslam reformizmi ile modern milli devletin kuruluşu arasında bir süreklilik görmek mümkündür. Hatta şunu da söyleyebiliriz ki, Türk milli kimliği kurulurken sonuçları itibariyle din, adeta ön milliyetçilik olarak karşımıza çıkmaktadır.(Bkz. Bora, 1998: 16). “Dinin, milliyetçilik mecrası içinde ideolojileştiği; daha doğrusu dini duyuş ve

düşünüşün, diğerleri gibi bir dünya görüşü ve ideoloji olarak konumlanmasına öncelikle milliyetçiliğin tavassut ettiği söylenebilir.”((Bkz. Bora, 1998: 98).

Ziya Gökalp’ın milliyetçilikle ilgili “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” terkibi konumuz açısından oldukça önemlidir. “Gökalp, bu terkip içinde, modern bir

milli kimlik sentezi oluşturma çabası içinde, medeniyeti milli kimliğin evrensel boyutu olarak tanımlarken, İslam’ı da bu kimliğin vazgeçilmez bir parçası olarak görüyordu.” (Mert, 2004: 198).

Halifeliğin Osmanlıda olması Türk milliyetçiliğinin kurulmasında önemli bir arka plan olmuştur. Dolayısı ile Türk milliyetçiliği ve din arasında sıkı bir bağ

(37)

bulunmaktadır. Öyle ki, “Türkiye’de sol siyaset jargonunda “dincilik” ve

“milliyetçilik” kavramlarının yapışık kullanılması adettendir” (Bora, 1998: 97).

Cumhuriyetin ilk yıllarında laik reformların uygulanması sonucu İslam’ın kamusal alandan uzaklaştırılmasına bağlı olarak İslamcı muhalefetin imkan bulamadığı yıllarda milliyetçilik sığınılacak bir liman rolü oynamıştır. İslamcılar Cumhuriyetin ilk yıllarında kurgulanan milliyetçiliği fazla seküler bulması, onları alternatif milli kimlik üretmeye yöneltmiştir. Buna bağlı olarak Milliyetçiliği İslamileştirerek ulus-devlet modelini benimsemişlerdir. (Bkz. Duran, 2004: 135)

2.2.5. KEMALİST MİLLİYETÇİLİK

Bu milliyetçilik türü bir noktada Osmanlı’nın son zamanlarında ortaya attığı milliyetçiliğe benzer. Öyle ki, Türkiye bir coğrafyadır ve bu coğrafyada yaşayan herkes Türkiye vatandaşıdır. Burada etnik yapıdan ziyade coğrafi birliktelik ön plana çıkıyor. (Bkz. Gülalp, 2003: 32).

Kemalist milliyetçiliğin daha sağlıklı anlaşılması için, çıktığı ilk andan ele alıp değerlendirmek daha doğru olacaktır. 1923 yılında M. Kemal Atatürk, halefi oldukları Osmanlı devletinden farklı olarak, tamamen yeni bir devlet kurdu. O zamana kadar özellikle Milli Mücadele döneminde kullanılan Türk-Müslüman, Osmanlı-Müslüman halkları ve Türk-Kürt dayanışması söylemleri terk edildi. Bunun yerine Halk Fırkasının 1927 ve 1931 tarihli programlarında belirtilen yeni milli devlet Türk’tür ve kimliği dil, hars ve mefkure’ye dayanır söylemi kullanılmaya başlandı. Kemalist milliyetçilik, etnik milliyetçilikten ziyade, Ziya Gökalp’ında benimsediği kültürel milliyetçiliğe dayanır. Bu milliyetçilik bir yandan Avrupa medeniyetine geçişi diğer yandan Türk kültürünün diriltilmesini destekler. Kemalist milliyetçiliğin Ziya Gökalp’ın benimsediği milliyetçilikten en önemli farkı

(38)

ise, Gökalp’ın benimsediği İslam’ın milli kimliğin bir unsuru ve toplumsal birleşmenin bir aracı olması fikrinin eksikliğidir. (Bkz. Zürcher, 2004a: 49-50).

Kemalist milliyetçilik, inşa sürecinde üç aşamadan geçti.

İlki, milli mücadele dönemidir. Bu dönemde milli kimlik, baskın bir dini karaktere sahiptir. Trakya ve Anadolu’da yaşayan Müslüman halk, Türk olarak adlandırılmıştır. Burada dikkati çeken husus, Müslümanlığın temel kriter oluşudur. Bununda nedeni, halkın milli birlikten yoksun oluşu bunun yanında temel aidiyetin ise, İslam ümmeti fikri olmasıdır.

İkinci aşama ise, Cumhuriyet dönemidir. Bu dönem, yeni bir milliyetçilik kimliğinin inşa edildiği dönemdir. Dinin, hem siyasi hem de sosyal hayattaki belirleyiciliği kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Dinin boşalttığı alan ise, milliyetçilik duygusu ile doldurulmaya çalışılmıştır.

Üçüncü aşama ise, etnik tanıma kayış dönemidir. Bu dönemde milliyetçilik, etnik yapıya dayandırılır. (Bkz. Yıldız, 2004: 217-234).

(39)

2.3. MUHAFAZAKÂRLIK

2.3.1. SÖZLÜKTE MUHAFAZAKÂRLIK

Kelimenin kökü olan muhafaza sözlükte, “Koruma, saklama, korunum.” (Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü, 1983; 847). anlamlarına gelir.

Muhafazakar kelimesi, “Tutucu” (Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü, 1983; 847). anlamına gelir.

Muhafazakarlık ise, “Tutuculuk.” (Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü, 1983; 847), ve bir şeyi korumak, muhafaza etmek anlamlarına gelir. (Bkz. Giddens, 2002: 28).

2.3.2 KAVRAM OLARAK MUHAFAZAKARLIK

Kelime, gündelik dilde çeşitli anlamlarda kullanılırken, siyasi ve sosyolojik bir anlamda kullanılması pek eskiye dayanmaz. Siyasi literatüre girişi Avrupa'da XIX. yüzyılın ilk yarısına rastlar. Muhafazakâr kelimesi ilk defa 1830'da, kavram olarak muhafazakârlık da 1835 yılında kullanılmaya başlanmıştır.

Muhafazakârlara göre meşru olan yönetim biçimi, yönetenle yöneticinin arasındaki ilişkiyi belirleyen yerleşik usullere dayanır. Bu usuller yazılı değil daha çok geleneğe dayalı usullerdir. (Zürcher, 2004b: 40).

Kültürel ve sosyolojik anlamıyla var olanın korunması, elde tutulması demek olup, sosyal değişme göz önüne alındığında, değişmeden yana olmayan toplumsal bir tavır olarak yeni bir anlam kazanır. Elbette bu sosyal ve kültürel tanımın, genel siyasal bir yansıması da var. Nitekim kendini muhafazakâr olarak kabul eden ve siyasi görüşlerini bu kavram içinde tanımlayan bir kimse, mevcut sosyal yapıya

(40)

paralel olarak, siyasi ve ekonomik sistemin de devamını, korunmasını savunur, onun şu veya bu şekildeki değişmeye uğramasına karşı çıkar. Bu tanım kavrama, siyasi literatürde yer alan sağcılıkla da yakın bir akrabalık kazandırır.

Muhafazakâr düşüncenin vasıfları olarak altı maddeden bahsedilebilir. Bunlar;

1. Dinin önemi,

2. Reform adına kişilere haksızlık yapılması tehlikesi, 3. Rütbe ve görev ayrımlarının gerçekliği ve arzu edilirliği, 4. Özel mülkiyetin dokunulmazlığı,

5. Toplumun bir mekanizmadan ziyade bir organizma olduğu görüşü, 6. Ve nihayet, geçmişle kurulan sürekliliğin değeri.” (Zürcher, 2004b: 40).

2.3.3. TÜRK MUHAFAZAKÂRLIĞI

Sağın temel kavramlarından biri olan Muhafazakârlığın akla ilk gelen tanımı; var olanın muhafaza edilmesi, korunmasıdır. (Bkz. Giddens, 2002: 28). “Kısaca

söylenecek olursa, hiyerarşiyi, aristokrasiyi, toplumsallığın ya da devletin birey karşısındaki önceliğini ve kutsal olanın aşırı önemini temsil” (Giddens, 2002: 31).

eder. Bu tanımdan hareketle söylenebilir ki, muhafazakârlıkta değişime karşı çıkılır, yeniliklere direnç gösterilir. Her ne kadar tanımdan hareketle bunlar söylense bile, Türkiye şartlarında muhafazakârlık için bunu söylememiz mümkün değildir. Zira “bugünkü koşullarda kendilerini muhafazakâr olarak adlandıranlar yalnızca, hatta

(41)

Özellikle Türkiye açısından söyleyebiliriz ki, değişimi isteyenler ve gerçekleştirenler sağ’cılardır. Türkiye’de taşları yerinden oynatan, var olandan tamamen farklı sistemler getirenler hep Sağ olmuştur.

Peki, bu zıtlığın nedeni nedir?

Sağ’cılığın tüm dünyada tek bir formu yoktur, aksine “farklı ülkeler arasında

oldukça büyük çeşitlilik gösterir ve pek çok zıt kol içerir.” (Giddens, 2002: 28).

Muhafazakârlık, Batı'da Aydınlanmacı Akıl'a tepki olarak ortaya çıkmıştır. Aydınlanmacı akıl'a karşı dogma, gelenek, mevcut inanışlar ve alışkanlıklar korunmaya çalışılmıştır. Batı'da belli bir süre sonra geleneklerinin kaybolduğunu fark eden aydınlar, kilisenin dışında bir kurum olarak, geleneği yeniden inşa etmeye çabalamıştır. Bizde ise, merkezden dışlanmış dindar kitleler tarafından temsil edilmeye çalışılmıştır. (Bkz. Akgül, 2004: 111).

“Muhafazakarlık, Kapitalist modernleşme süreci karşısında, bu sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel yapıların, belki daha doğrusu o yapılara yüklenen anlam ve değerlerin sürekliliği adına gösterilen tepkiye dayanır.” (Bora,

1998: 54).Ancak bu tepkiyi yeniye karşı oluşturulmuş reaksiyon ya da tepki olarak görmemek gerekir. (Bkz. Bora, 1998: 54).

Şunu hemen belirtelim ki, “ileriye bakmak her zaman geriye bakmaya

dayanmalıdır: ‘Gerideki atalarına hiçbir zaman bakmayan insanlar gelecek nesillere de bakmayacaklardır.’” (Giddens, 2002: 31).

“Muhafazakârlık, “eski” (kadim ve ezeli) ve yerleşik olanın, geleneksel ve

kutsalın sürekliliğini modern koşullarda sağlamaya çalışmanın iradesine ve yeteneğine sahiptir; bu irade ve yetenekle Restorasyon’dan ve gelenekçilikten farklılaşarak kendini var eder.” (Bora, 1998: 54).

“Gelenek adına verilen tepki, genellikle bir dini reform arayışıyla birleşti ve bu süreçte dinsel dilin ve zihniyet evreninin modern bir söyleme dönüştürdüğü görüldü.

(42)

Dini zihniyetin modernleşmesi, bir ön-milliyetçilik işlevi gördüğü gibi, milliyetçilikle dini ideoloji arasında kalıcı bir etkileşimi başlattı –en azından İslam dünyası için bunu söyleyebiliriz-. Otantik geleneği ihya etmeye dönük arayışın vadisindeki bu etkileşim, dini (İslamcı) ve milliyetçi akımlara muhafazakâr bir düşünüş ve tavrın tohumunu ekti.” (Bora, 1998: 70). Türkiye’de gerçekleştirilen modernleşmede bu

(43)

3. TÜRKİYE’DE SAĞ’IN ORTAYA ÇIKIŞI VE GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR

3.1. İLK BELİRTİLER

Türkiye’de sağ denilince şüphesiz akla muhafazakarlık, (Bkz. Mert, 1997: 57). İslamcılık ve milliyetçilik kavramları gelir. (Bkz. Bora, 1998: 7). Bunun yanında başka kavramlar da var olsa bile ağırlıklı olarak bu üç kavram Türk Sağ’ının temel direkleridir. Bundan dolayı bundan sonra bu üç kavrama ağırlıklı vurgu yapılacaktır. Zaman zaman sağ kavramı yerine milliyetçilik, İslamcılık veya muhafazakarlık kavramları kullanılacaktır.

İbn Haldun, devletlerin ömrünün insanların ömrüne benzediğini söyler. Dolaysıyla devletler ve medeniyetler de ortaya çıkar, yaşar ve yıkılır. (Bkz. İbn Haldun, 1988: 480-484). Bir devlet tarih sahnesinden çekilince yerini başka devletler alır. (Bkz. Eliaçık, 1996: 20).

Osmanlı devleti de belli bir tarihte ortaya çıktı, yaşadı ve yıkıldı. Bu büyük imparatorluğun yerine pek çok devlet kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti de bunlardan biridir. Bu topraklarda her ne kadar yüz yıllar boyu Osmanlı hüküm sürse de yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin yönetim şekli, Osmanlı’ya hiç de benzememektedir. Zira, Osmanlı hükümdarlık ile yönetilirken, yeni kurulan devletin yönetim şekli, “Cumhuriyet” idi.

Demokratik rejimin işlemesi siyasi partileri ortaya çıkarmıştır. Her siyasi partinin de yönetim konusunda kendine göre siyasal düşüncesi olmuştur. Sağcılık ve solculuk bu düşüncelerin sistemleşmiş şeklidir.

Türk sağ'ı özellikle Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyet'ine geçildiği yıllarda gündelik ilgi ve yönelişlerin siyasal dile aktarılmış reaksiyonunu ifade etmektedir. (Bkz. Akgül, 2004: 112)

(44)

Anadolu'nun işgale uğramasıyla başlatılan Milli mücadeleye, devlet ricali karşı çıkmasına karşın Anadolu’daki diğer insanlar gibi muhafazakar insanlar (imam, müftü gibi din adamları) da destek verdiler hatta bazı yerlerde işgale karşı halkı bu insanlar örgütledi. Kuvay-ı Milliye ise sık sık hilafet ve saltanatın korunması, İslam unsurlarının birleşmesi ve Batı'ya karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylüyordu. Bu söylem özellikle muhafazakâr insanların ilgisini çekmiş ve desteğini almıştı. Bu dönemde İslamcılık anti-emperyalist bir güç olarak kendini gösterdi. Bu mücadele esnasında milliyetçilik ve dinsel faktörlerin büyük işlevi olmuştur. Bu durumun farkında olan M. Kemal İslamcılık düşüncesiyle çatışmaya girmemiştir. 23 Nisan 1920'de açılan birinci TBMM'de ulemadan temsilcilerde vardı. Bu meclisin % 20’si ulemadandı. Hatta milletvekillerinin 8'i şeyhti. Bu ittifak Kurtuluş Savaşının bitimine kadar devam etti. Ancak saltanat ve hilafetin kaldırılmasıyla muhafazakâr kesimle devrimci kadronun arası açıldı. Bu devrimler İslam'ın kurumsal gücüne darbe olarak algılandı. Ayrıca devletin yönü daha yakın bir zamana kadar “gavur” diye adlandırılan Batı'ya çevrilmişti. Dinden sapma olarak kabul edilen bu değişiklikler muhafazakâr kesimi devrimci kadroya muhalefete itti. Ancak Şeyh Sait İsyanı gibi bazı olaylar bu kadroları takrir-i sükûn yasasını çıkarmaya, İstiklal Mahkemelerini kurmaya itti. Böylece muhafazakâr muhalefet tasfiye edildi. Bu tecrübe özellikle sonraki yıllarda sağ muhalefetin tepkisini de belirledi. Artık mevcut yönetime yıkıcı şekilde muhalefet edilmeyecek, demokratik tepki verilecekti. Bu hal zamanla sağ'ın tipik muhafazakâr refleksine dönüştü. (Bkz. Duman, 1999: 20-21).

Osmanlı'nın son zamanlarında modern aydın, iktidarı ele geçirmek, siyasal yapıyı yönetmek için uğraşmamıştır. Bu ilk dönemde daha çok sadaret ve yüksek bürokraside bazı değişiklikler yaparak yönetime dolaylı müdahil olma ile yetinmiştir. Zamanla Batı'daki siyasal cereyanlarında etkisiyle modern aydında fikri anlamda siyasal farklılaşmalar net bir şekilde açığa çıkmaya başlamıştır. Bu kimseler Batıda eğitim alan sonrada ülkesine dönen kimselerdi. Meşrutiyetle birlikte bu kimseler yönetime itiraz etmeye başladılar. Böylece iktidarı bizzat kullanmak isteyen bir grup

Referanslar

Benzer Belgeler

Kendisinin yeni sağcı parti programındaki ekonomik görüşünden dönerek piyasaya müdahaleci eğilim içine girmesi, sosyal alanda refahı artırıcı politikalar

From the research results that have been stated previously, it is known that the work training variable that runs effectively can have a significant effect on employee

Yeni Seçim Kanunun son şekli için Millet ve Demokrat Partinin bu konuyu irdelemesini istemiştir. Başbakan Şemsettin Günaltay görüşlerini gazetecilere şöyle

Özinanır, zaman zaman bu suyu taşıyan özneyi genel bir “sol” olarak anmakla buland ırıyor (yukarıda böyle bir genel “sol” olmadığını vurguladık), ama yazının

• Sağ politik literatürde ailenin küreselleşmenin olumsuz etkilerinden korunması hassasiyeti öne çıkar.. Bununla beraber küresel politikanın merkezi aktörlerinin

Ekokardiyografi ve anjiyografi ile yapılan muayenede sağ koroner arter ile sağ ventrikül arasında ilişki olan bir fistül tespit edildi.. Sternotomi yapılarak atan

tanslı ventriküler septal defektli olgularda, sol sağ şant miktarı fazla olup Doppler ekokardiyografi ile yüksek hız eğrileri elde edilir. Fakat yükselmiş pul-

Dile getirilen temel sıkıntılar arasında temsil edenler ile temsil edilenler arasındaki mesafenin (kopukluğun) oluşması ve /veya artması da yer almaktadır.